Aşık Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aşık Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2021 Çarşamba

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 4

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 4


Alevi-Bektaşi, Aşık Hulusi, Samsun, Aşık edebiyatı, gelenek, Alevi-Bektaşi şiiri, Amasya, Çorum, Tokat,

5. Sonuç

   Alevi-Bektaşi toplumu, geleneklerini, inanç sistemlerini ve sahip oldukları değerleri yaşatmak, gelecek nesillere aktarabilmek amacıyla özellikle Âşık edebiyatının çeşitli biçim ve türlerinden, temel dinamiklerinden faydalanmışlardır. Bu bağlamda söyledikleri şiirlerle hem geleneği yaşatmışlar hem de sahip oldukları değerleri günümüze kadar ulaştırabilmişler dir. Samsunlu Âşık Hulusî de bir Alevi önderi ve mürşidi olarak sahip olduğu inanç sistemini irticalen şiirler söyleyerek yaşatmaya çalışmıştır. Şiirlerinde işlediği konulara ve temalara baktığımızda, Alevi-Bektaşi şairlerinin izinden giderek hem kendisinden önceki âşıkların şiirlerinden ilham almış hem de inanç sistemine bağlılığın ve sahip olduğu aşkın tezahürü olarak etkileyici buluşların ve orijinal ifadelerin olduğu şiirler söylemiştir.

   Özelde Samsun yöresinde genelde Orta Karadeniz bölümünde ikâmet eden Alevi toplumu içinde çok sayıda âşık bulunmaktadır.

Bunların tespit edilerek şiirlerinin bir araya getirilmesi ve tanıtılması, Türk toplumunun geçmişten getirdiği değerlerin yaşatılması ve edebiyat sanatının zenginleşmesi bakımından büyük önem arz etmektedir. Sözlü geleneğin tekrar yaşatılması ve Türk toplumunun bir bütün olarak varlığını devam ettirmesi açısın dan üzerinde önemle durulmalıdır. Âşık Hulusî örnekleminde rüya motifi gibi toplumsal hafızada yaşayan bir unsurun yakın tarihimizde mevcudiyeti, bunların hala yaşanılabilir olduğu konusunda toplumda bir inanç oluşturacaktır. Şairlerin şiirlerinin tespit edilmesi ve yaygınlaşması Alevi toplumunun tanınmasına da olumlu katkı sunacaktır.

6. Şiirlerinden Örnekler

Aşağıda Âşık Hulusî’nin daha iyi tanınabilmesi için taşlama, nasihatname, güzelleme ve duvaz türünde örneklere yer verilmiştir.

1.

El uzattım gonca gülün dermeğe
Yıkılmış bahçende gülün kalmamış
Fehmeyle kendini iyice gözle gel
Cevap söylemeye dilin kalmamış

Sinek gibi cızır cızır edersin
Haksız iş olursa pekçe gidersin
Söylersin yalanı haram yutarsın
Senin yapışmaya kolun kalmamış

Hakka doğru gitmez senin yuların
Katran gibi kokuyor hemen tenlerin
Şeytana teslim olmuş tatlı canların
Helalinden senin malın kalmamış

Hulusî’yem böyle seviyor canı
Boşuna bekliyor dünyada hanı
Uymuşsun nefsine dönmezsin geri
Yüzüne bakmaya nurun kalmamış 

(Gül, 2018: 125).

2.

O yanı bu yanı bakıp gözetme
İçerini pekle dışın düzeltme
Her taşın altına elini uzatma
Belki yılan çıkar sokarlar seni

Her yerlere varıp suları içme
Mahlûkata uyup yolundan şaşma
Arifler yanında sohbetten düşme
Tutar lisanından döverler seni

Her insana varıp sırrını deme
İzinsiz lokmayı alıp da yeme
Konuşma yalancıyı yanına koyma
Eğri söyler sana incidir seni

Varıp her yerlere matahın açma
Müşteri olmayınca güherler saçma
Ali’yi sevmeyenin peşine düşme
Yol bulaman oradan kovarlar seni

Hulusî’yem der ki her sırrı açma
Benliği edenin yanına düşme
Emsalini bulmayınca konuşma
Alır bir pula satarlar seni 

(Gül, 2018: 125-126).

3.

El uzatıp gonca gülün aldılar
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin
Al kanlar içinde onu koydular
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

Hutbeye çıktı da vaaz eyledi
Bilendi kılıcım diye kendi söyledi
Ali Abbas ile Zeynep ağladı
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

Aylar, seneler hep onun işi
Bazen üç gün, bazen otuzdur yaşı
On sekiz bin âlemin serçeşme başı
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

İkiyi aldı da bire bağladı
Kandiller içinde sıra bağladı
Candan seven uğrun uğrun ağladı
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

Dört kapının kırk makamın imamı
Horasan’dan geldi işin tamamı
Rum diyarında pir Bektaş Veli
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

Çıktı arşıâlâya seyran eyledi
Ayetleri hep Kur’an’dan söyledi
Necef deryasında kılıç oynadı
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin

Hulusî’yem böyle söyledi sözü
Kendi cenazesini kendisi yudu
Yükledi deveye tabutu koydu
Aslı şahtır Şahı Merdan Ali’nin 

(Gül, 2018: 154-155).

4.

Muhammed Ali’ye talip olursan
Sır içinde gizli sırdır musahip
On iki imamları tamam görürsen
Dört kapı içinde vardır musahip

Musahibi olmayanın zayidir emeği
Erenler deminde alamaz payı
Deliktir küleği tutmuyor suyu
Erenler deminde vardır musahip

Eğer bu sırlara ereyim dersen
İmam Hüseyin’i göreyim dersen
Sorgusuz Cennete gireyim dersen
Cennette Rıdvan vardır musahip

Halil’i nara attılar dilek diledi
Gökte yıldız yerde insan meledi
İsmi şah olanlar musahip oldu
İsmi şah olanda vardır musahip

Hulusî’yem der ki ikrar dilimiz
Bir mürşide bağlı bizim belimiz
Cebrail Mikail hem rehberimiz
Azrail İsrafil’in vardır musahip 

(Gül, 2018: 237)

5.

Arif olan sohbetini dilemiş
İnce elekten yedi kere elemiş
Aslan yatağına baykuş tünemiş
Ne kuşlar tünese ondan sana ne

Kuru yerde yatmış yatıp paslanmış
Kalbi çürük imiş siyah işlemiş
Âdem gibi döşeklere yaslanmış
Ne kadar yaslansa ondan sana ne

Çok sarılma şu dünyanın malına
Hiç bakmıyor dönüp kendi halına
Doğru giden Cehennem’in yoluna
Ne kadar sarılsan ondan sana ne

Hulusî’yem böyle deyip bağırır
Dellal olmuş cümlesine çağırır
Kastinde gezenler belasın bulur
Bulur belasını ondan sana ne 

(Gül, 2018: 129)

6.

Çok yoruldum kalkamıyorum yerimden
El içinde gezemiyorum arımdan
Cüda kızı yandım senin elinden
Allah sen sakla karı şerrinden

Söylüyorum bu sözlerin doğrusu
Pek çok olur kadınların eğrisi
Karnı dolu yılanların yavrusu
Allah sen sakla karı şerrinden

Yüzüne bakarsan hemen aldanın
Sözünü tutarsan geride kalın
Hürmetini kıymetini elinde alın
Allah sen sakla karı şerrinden

Şeytanı alıp yanına çeker
İnsanı birbirine her zaman takar
Nice yiğitlerin belini büker
Allah sen sakla karı şerrinden

İkisinin adın beraber kodu
Peygamber Ayşe’ye pek gönül kodu
Elini yüzünü yıkadı yudu
Allah sen sakla karı şerrinden

Hulusi’yem bunu söylüyor hemen
Karına sırrını deme sen hemen
Başına çıkar hemen her zaman
Allah sen sakla karı şerrinden.

KAYNAKÇA

Güzel, Abdurrahman. (2009) Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Akçağ Yayınları.
Çelik, Ali. (2008) Türk Halk Şiiri Antolojisi, İstanbul: Timaş Yayınları.
Gül, İbrahim. (2018) Aleviliğin Temel Esasları ve Alevi Erkanı. Samsun: Ceylan Ofset.
Günay, Umay. (2005) Türkiye’de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi. Ankara: Akçağ Yayınları.
Göngür, Zeki. (1969) 12 İmam Övgüsü. İstanbul: Dilek Matbaası.
Tatcı, Mustafa. (2008) Yunus Emre Divân, Risâletü’n-Nushiyye, İstanbul: H Yayınları.

Kaynak Kişiler

Mercan GÜL, 1938 doğumlu, Sarıgazel Köyü, Âşık Hulusî’nin kızı (Hakk’a yürüdü)
Sadık ÖZTÜRK, 1942 doğumlu, Kayadüzü Köyü, Âşık Hulusî’nin ocağına bağlı talip
Zeliha GÜL, 1924 doğumlu, Sarıgazel Köyü, Âşık Hulusî’nin kızı (Hakk’a yürüdü)
Turgut Gül, 1957 doğumlu, Sarıgazel Köyü, Âşık Hulusî’nin torunu (Hakk’a yürüdü)

DİPNOTLAR;

1 Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü, 
   cafer.ozdemir@omu.edu.tr, ORCID: 0000-0002-57945828. 
2 Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, 
   igul@omu.edu.tr., 
3 İsmail Özmen tarafından hazırlanan ve içerisinde çok sayıda Alevi-Bektaşi şairinin tanıtıldığı 5 ciltlik “Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi” adlı eser taranmış ve Âşık Hulusî ile ilgili bir bilgiye ulaşılamamıştır.
4 Çalışmada Âşık Hulusî’nin hayatı ile ilgili bilgilerin büyük bir kısmı âşığın torunu İbrahim Gül’den alınmıştır.
5 Niza: Kargaşa çıkarmak 
6 Malya çölü: Halk arasında "Çöl" ya da "Seyfe Ovası" olarak da adlandırılan Malya Ovası, Kırşehir'in kuzeyinde yer almaktadır. 

EKLER










***

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 3

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 3


Alevi-Bektaşi, Aşık Hulusi, Samsun, Aşık edebiyatı, gelenek, Alevi-Bektaşi şiiri, Amasya, Çorum, Tokat,Hacı Bektaş Veli Türbesi,



4. Şiirlerinde Temalar 

Âşık Hulusî, felsefî bir bakış açısıyla söylediği bir şiirinde içinde bulunduğu durumu tabiatta yer alan bazı varlıkların doğal hallerini örnekleyerek anlatır. İnsanların kötü davranış ve yargılarına rağmen muhatap olduğu kişilerden ve maruz kaldığı olumsuz davranışlardan alınmaması gerektiğini kendisine telkin eder:

Her şeyin aslını sonunu ararlar
İnce elekten yedi kere elerler
Elma ile narı bahçe överler
Elma alma ile nar incinir mi 

(Gül, 2018: 121).

Ölümü bir Hak emri olarak niteleyen, ölüm anını ve ölüm sonrasını betimleyen âşık, haksızlık yapıp kötü yolda olanların hak ettiklerini  ölümle bulacaklarını dile getirir. Bu yüzden ölüm gelmeden önce verilen sözde durulmalı ve “ölmeden önce ölmek” sırrına mazhar olunmalıdır:

Hulusî’yem bir ikrara duralım
Ölmeden evvelce burada ölelim
Hatıra değmeyelim gönül alalım
Ölüm sana niçin çare bulunmaz 

(Gül, 2018: 122).

Yaşadığı toplumun aksak yönleri, insanların davranış bozuklukları ve insanların millî ve dinî değerlere önem vermemesi onun şiirlerinde ele aldığı konulardandır. Bir taşlamasında ifade ettiğine göre haramiler çoğalmış, devir yalancı ve hırsızın devri olmuştur. İnsanlar büyüğünü, küçüğünü bilmemekte ve anne babaya hürmet etmemektedir. Fakat bu olumsuz davranışlar cezasız da kalmayacaktır:

Hak deyip de doğrulayıp bakmıyor
Ahreti gözleyip gayret çekmiyor
Bizi yaratandan niçin korkmuyor
Ya katran kazanı nerede kaldı 

(Gül, 2018: 123).

Misafirliği anlattığı bir şiirinde misafirliğin kültürel bağlamından inançsal bağlamına kadar önemli noktalara değinmiştir.

Bu misafirlik muhtemelen onun taliplerini ziyaret ettiği bir cem töreninde gerçekleşmiştir. Ona göre misafirin rızkı fazlasıyla gelir, misafirler asla geri çevrilmemelidir, aç ise doyurulmalı, gönlünü kazanmak için elbiseler giydirilmelidir. Şiirin şu dörtlüğünde ise cem törenlerinde On iki imamların hepsinin bilinmesi gerektiği ve kültürel hafızamızda yer alan “Her geleni Hızır bil” anlayışı vurgulanmıştır:

On iki imamların tamamın görün
Doldurun göheri yükleri alın
Kim gelirsen gelsin Hızır bilin
Misafir gelince sizin ellere 

(Gül, 2018: 127-128).

Alevi inanç sisteminin gereklerini yerine getirmeyen, verdiği sözden dönen insanların hem bu dünyada hem de ahirette yüzü kara olacaktır. 
Çünkü mürşide verilen söz Hakk’a verilen söz olarak algılanır:

Âşığın sözünde olamaz hile
İkrardan dönene bulunmaz çare
Dünyada ahrette hem yüzü kara
Kara oldu zindanda kalır bir zaman 

(Gül, 2018: 129).

Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen kişiye yol gösterici olarak mürşit gerekir. Bunun yanında taliplerin alçak gönüllü olması, nerede, ne söyleyeceğini çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü tasavvuf yolu düşünme ve manayı görme kabiliyeti ister:

Fehim eyle kendini iyice gözle gel
Kırklar meclisinde şaşarsın kardeş
Usta olmayınca yolda yorulun
Ârifler yanında düşersin kardeş 

(Gül, 2018: 134).

Alevi-Bektaşi şairlerinin şiirlerinde en sık karşımıza çıkan temalardan biri de On iki imamların isimlerinin ve çeşitli özelliklerinin dile getirildiği duvazlardır. Âşık Hulusî de bu konuda şiirler söylemiştir. Özellikle Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ile ilgili çok sayıda şiiri mevcuttur. Hulusî onların yolundan gitmekte ve bu yolu ölümsüzlük çeşmesi olarak görmektedir:

Hulusî’yem dolu içti elinden
Abu (ab-ı) hayat çeşmesinin gölünden
Cennetin içinden zemzem suyundan
Yaradan’a çağıralım sabahtan 

(Gül, 2018: 140-141)

   Hz. Ali ile ilgili şiirlerin lirik bir tarzda söylendiği görülür. Onun kahramanlığı ve din yolundaki mücadelelerinin övüldüğü sözlere sıkça rastlanır. 
Şiirlerinde sıklıkla Hz. Ali’nin Haydar ismini zikretmektedir.
Onun çeşitli vasıflarının anlatıldığı bir şiirde kahramanlığına şöyle vurgu yapılır:

Hayber’in kapısını göklere attı
Tutup ejderhayı bez gibi yırttı
Kul edip kendini pazarda sattı
Sailin borcunu verendir Haydar 

(Gül, 2018: 145-146).

İnsan, üstün yaratılışı ve içindeki manalarla derin anlamlara sahiptir. Ona göre dünyanın ucu insanda tükenmekte, aranılan her şeyin cevabı insanda bulunmaktadır:

Eğer bu sırlara ereyim dersen
Hakkın cemâlini göreyim dersen
Sorgusuz Cennet’e gireyim dersen
Sakın bir kimseye bulma bahane 
(Gül, 2018: 173-174).

Hacı Bektaş Veli Hulusî’nin sıklıkla zikrettiği şahsiyetlerden biridir. Hacı Bektaş Veli’nin hayatı etrafında şekillenen 
Velâyetname’de anlatılan bazı kerametlerin onun şiirlerinde dile getirildiği görülür. Bu durum onun bu eseri bildiğini göstermektedir:

Darı çec üstünde çıkıp oturan
Kerametin belli Bektaş merhaba
Alıç ağacında elma bitiren
Kerametin belli Bektaş merhaba 

(Gül, 2018: 183-184).

Alevi inanç sisteminin okulu ve öğretim merkezi cem törenleridir. Bu yüzden bir Alevi dedesi olarak Âşık Hulusî de şiirlerinde cem törenlerine değinmiştir. Ona göre cem törenleri “Hak cemi”dir ve dertliler burada derman bulur. 
Burası Hakk’ın didarını bulma yeridir, lokmalar yenilir ve sazlarla birlikte pervane gibi dönülmektedir. Cem törenlerinin adaleti temsil etmesini şu dörtlükte dile getirir:

On iki imamların çırağı yanar
Selman’ın keşkülü meydanda döner
Şahmerdanın kılıcı düşmanı kırar
Doğrulayıp hak cemine gelince 

***

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 2

 ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 2


Alevi-Bektaşi, Aşık Hulusi, Samsun, Aşık edebiyatı, gelenek, Alevi-Bektaşi şiiri, Amasya, Çorum, Tokat,Hacı Bektaş Veli Türbesi,



   Kendisinden edinilen diğer bilgi ise şöyledir: “Hacı Bektaş dergâhından geldikten sora babam annemle birlikte hiç yatmamıştır.

Ancak kedisine destur verilip iki tane çocuğu olacağı müjdelenmiştir. Ondan sonra ben olmuşum. Ben babamın beşinci çocuğuyum.
Benden sonra da Fadime adında bir kızı olmuş. Şu anda ikimiz hayattayız.” Başka bir anısında, “Babam bir gün eski evimizde (oğlu Mehmet Gül’ün evi) birisiyle sohbet ediyormuş. Ali abimin hanımı Satı içeri girince bir güvercin uçuvermiş. Babam, “Kızım ne yaptın? Niye içeriye girdin?” demiş ama iş işten geçmiş. 

Bir daha o güvercin geri gelmemiş. Babama çok hizmet ettim. Bana arada bir ne olup bittiğini anlatırdı. Ancak çoğunu unuttum. Ölürken yanında idim. Sanki uyuyor gibi uçtu gitti.”
   Diğer kızı Zeliha Gül ise şunları aktarmıştır: “Babam aynı zamanda bir Alevi inanç önderi olduğu için Tokat ilinde bulunan taliplerinin yanına gider. Ulaşım şartlarının çok zor olduğu bu dönemde Tokat’a varır. Tokat ilinin merkezinde gezerken bir beyefendiye rastlar. Adam Hulusi’ye nereli olduğunu sorar. Ancak söz konusu dönemlerde dedelik, şeyhlik ve müritlik gibi unvanların yasak olduğu dönemlerdir. Hulusi “Oğlum ben Havza ovasındanım” der.

   Adam babamı misafir etmek ister ve kendisini zor bela evinde kalmaya razı eder. Bir çiftlik sahibinin ağası olan kişi babamı alır ve çiftliğine götürür. Buradaki zenginliği gösterir ve derdini dökmeye başlar: “Baba benim Allah’a şükür her şeyim var. Çok zenginim ancak hiç çocuğum yok.” diye dert yanar. Babam kişiye hanımını yanına alıp gelmesini söyler. Hanımı ile birlikte bir duaya durmalarını söyler. Eşiyle birlikte Dar-Mansur olan bu canlara babam dua eder ve her ikisine birer dilim elma verir. Bunların başlarını dizine koymalarını söyler ve kadının
sırtına eliyle bir defa vurur. Buna Alevi inancında “Pençe Çalma” denir. Bir başka isimle “Pençe-i Ali Aba” olarak nitelendirilir. “Allah isteğinizi dileğinizi versin.” dedikten sonra çiftlik ağası beyefendinin bir oğlu olur. Bu çocuğun sırtında babamın beş parmağının izi vardır.

(Bu doğumdan olan kişi için bakınız Fotoğraf 1.) Yıkarlar, silerler ama bir türlü beş parmağın izini çıkaramazlar. Bunun üzerine beyefendi müftüye gider. Müftü bu kişinin ermiş bir adam olduğunu söyler.
   Bunun üzerine babama haberler gelmeye başladı. Herhalde İstanbul müftüsüne kadar olay duyulmuştur. Babam İstanbul’a gittiğinde İstanbul müftülüğünde kendisine bazı sorular sorulmuştur. Babama İstanbul’u bir anlat dediklerinde babam bir şiirle İstanbul’u öyle bir anlatmış ki müftü bunu doğru matbaaya götürün bu adam ermiş demiş.”
Hulusî’nin talibi Âşık Sadık şunları anlatmıştır: “Dedem Sadık Gül, Hacı Bektaş dergâhına vardığında dergâhta hizmetçilik yapanlar “Derviş niye geldin?” diye sormuşlar. Dedem “Ben Veli efendimi görmeye geldim.” deyince içlerinden birisi “Benim.” diyerek onu kandırmış. Sadık dedeme odun kırdırmışlar ve birkaç gün onunla eğleşmişler. Bir aralık Çilehane Tepesi’nde “Delikli Taş”a gitmişler.
Dedem eğer sen Veli efendim isen şu taştan geçelim diyor ve kendisi besmele çekerek geçiyor. Hizmetçi geçerken taş bunu belinden yakalayıp salmıyor. Dedem Allah’a yalvarıyor ve adamı delikten çıkarıyorlar.” Başka bir anısında yine ilginç bir olay Amasya’nın Merzifon ilçesinin Kayadüzü (Belvar) Köyü’nde geçmektedir: “Kışın köydeydik. “Hulusî dede geldi.” dediler, herkes koştu, yanına geldiler.
Hoş sohbetten sonra cem ibadetine geçildi. Cem yürütülürken bir örümcek tavandan aşağıya doğru sallandı. Gözcü “Bakın bir örümcek, öldürün.” dedi. Hulusî dedem dedi ki “Durun öldürmeyin o posta niyaz etmek için geliyor, o gördüğünüz örümcek değil.” dedi. Gerçekten o örümcek posta niyaz ettikten sonra tekrar yukarı doğru çıktı gitti. Bu kerameti görenler dedemin eline ayağına sarıldılar.”
Kendisi bir Alevi dedesi olduğu için Amasya’nın Merzifon ilçesi ve Tokat ilinde bulunan taliplerini sık sık ziyarete gitmiş, bu ziyaretler hem bağlı olduğu inanç sistemini hem de âşıklık sanatını yaşatmasında önemli bir işlev görmüştür.

Âşık Hulusî 1974 yılında Hakk’a yürümüş olup mezarı köyündeki Sivri denilen bir mevkidedir. Sadık Gül’ün söylemiş olduğu deyiş, duaz ve mersiyeler Alevi cemlerinde söylenmektedir. Kaynak kişilerin aktardığı bilgilere göre kendisinin bir sazı olmasına rağmen saz çalmayı bilmemektedir. Bu bilgiyi âşığın şiirlerinde de tespit etmek mümkündür: “Âşık oldum ama çalamam sazı/Misafir gelince sizin
ellere” (Gül, 2018: 127) mısralarında âşık saz çalamadığını kendisi de dile getirmiştir. Sadık Gül’ün bütün çocukları vefat etmiş olup hayatta Fadime isimli bir kızı kalmıştır. Ancak diğer evlatlarından torunları bulunmaktadır.

Hulusî ilk kitabını 69 yaşında bastırmıştır. Okuma yazması olmadığı için bunları bir başkasına yazdırmıştır. Bütün bu şiirleri ezberinde tutan Sadık Gül’ün “12 İmam Övgüsü” adlı bir kitabı Zeki Güngör tarafından Dilek Matbaasında bastırılmıştır. Kitabın basım tarihi 1969 yılı olup, Hulusi’nin iki binden fazla şiir söylediği, bunları ezberinde tutup bir başkasına yazdırdığı belirtilmiştir (Güngör, 1969: 10). 
   Ancak kitabında 150 şiir bulunmaktadır. Sadık Gül’ün şiirleri, 2018 yılında torunu İbrahim Gül’ün yazmış olduğu “Aleviliğin Temel Esasları ve Alevi Erkânı” kitabının ikinci bölümünde yeniden basılmıştır. Bu incelemede beş şiirin aynı olduğu fark edilerek çıkarılmıştır. Kalan şiirlere numara verilerek sayılmış ve yüz kırk beş tane olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca Âşık Hulusî yaşadığı zaman 16
dörtlükten oluşan “İstanbul” ve altı dörtlükten meydana gelen “Allah sen sakla karı şerrinden” olmak üzere iki şiir daha söylemiştir. 

Bu şiirleri torunu Turgut Gül, âşığın sağlığında kayda geçirmiştir. İstanbul şiiri bulunamamıştır, fakat diğer şiiri aşağıda örnek şiirler bölümüne 6. şiir olarak eklenmiştir.
Zeki Güngör kitabında Hulusî’nin söylediği şiirlerin bir kısmının bulunduğunu, Hulusî söylemeye devam ederse bu şiirlerin altıncı kitaba kadar sunulacağını belirtmiştir (Güngör, 1969: 10). Fakat âşığın kitabının basılmasından ölümüne kadar geçen altı yıllık süre içerisinde başka bir şiir kitabı yayımlanmamıştır.

   3. Âşık Hulusî’nin Sanatı

Mahlaslar âşıkların fiziksel özelliklerine, değer verdikleri kavramlara ve bağlı oldukları soya göre vb. verilir. Gördüğü rüyanın sevkiyle Hacı Bektaş dergâhına giden Sâdık Gül’e “Hulusî” mahlası Hacı Bektaş Veli postnişini Velayettin Çelebi tarafından verilmiştir.
Velayettin Çelebi kendine hürmet eden, şiirler söyleyen âşığın dergâha gelişindeki samimiyeti anlar ve hizmetçisine bir kahve yaptırır.
Kahvenin yarısını kendisi içer, diğer yarısını Sadık Gül’e içirir. “Hulusi bir kalp ile köyünden buraya derdinin dermanını aramaya geldin, bundan sonra adın “Hulusî” olsun.” diyerek ona bu mahlası verir. “Söylediğin şiirlerin sonunu “Hulusîyem” diyerek bitir.” diyerek beratını vermiştir (Güngör, 1969: 9). Hulusî dergâhta beş gün süreyle ziyaretini devam etmiştir. Şiirlerinin sonunu hep bu şekilde bitiren
Âşık Hulusî’nin mahlas alması ile ilgili iki farklı durum vardır. Rüyada kendisine bade içirildikten sonra söylediği ilk şiirinde de aynı mahlası kullanan âşığın, daha sonra Hacı Bektaş dergâhını ziyareti esnasında da mahlas alması çelişki olarak durmaktadır. 

Ortada bir şiiri olduğu ve rüya motifi gerçekliği bağlamında düşünüldüğünde mahlasını daha önce kullandığı görülür. Dergâhta mahlas alması muhtemelen âşığın hayatı etrafında şekillenmiş ve onun derecesini artırma kaygısıyla üretilmiş izlenimi vermektedir. Kaldı ki Velayettin Çelebi kendisine mahlas vermeden önce de onun Hulusî mahlaslı şiirler söylediği ifade edilmektedir.

   Bade, Âşıklık geleneğinde âşık adayının sade kişilikten sanatçı kişiliğe geçişinde önemli bir hareket noktasıdır (Günay, 2005: 139).

   Âşık Hulusî kaynak kişilerden ve şiirlerinden edindiğimiz bilgilere göre badeli bir âşıktır. Otuz beş yaşlarında bir gece Hızır’ı rüyasında görür.
Uykudan uyanan Sadık Gül içinde bir eziklik ve kalbinde bir ferahlık hisseder. Hızır’ın elinden bade içen Sadık Gül’e Kırşehir’deki Hacı Bektaş Veli Türbesini ziyaret etmesi söylenir. O da rüyasında gördüklerini yerine getirir. Rüya onun için bir hareket noktası olmuştur. Âşıklık geleneğinde rüyadan uyanınca söylenen ilk şiirde rüyada kimin, ne şekilde görüldüğü ve hangi olayların yaşandığı âşıkların bakış açısı ile anlatılır. Sanatçı kişiliğin ilk şiiri de diyebileceğimiz bu şiir gelenek açısından önem taşır. Âşık Hulusî’nin hayatını ve eserlerini yeniden kitaplaştıran İbrahim Gül de bunu ilk şiir olarak kitaba alır. Şiir yedi dörtlükten oluşmaktadır ve hecenin 11’li kalıbıyla söylenmiştir. Âşık Hulusî, bu şiirde sabahın erken saatinde uyandığını söyler. Dolayısıyla rüyayı gece vakti görmüştür.

Rüyadan kendi kendine uyanmıştır. 
Rüyada Boz atlı Hızır’ı, Hz. Muhammed’i ve Kırklar’ı görmüştür. 
Şiirin ilk dörtlüğünde “Badenin tasını verdiler aldım” ve üçüncü dörtlükte yer alan “Doldurduk doluyu al yut dediler.” (Gül, 2018: 119) mısralarından kendisine bade içirildiği açıkça görülmektedir. Fakat bu şiirde badenin kim tarafından verildiğine dair net bir bilgi yoktur. Bu şiirde açıkça zikretmese de bir başka şiirde badeyi Hacı Bektaş Veli’den içtiğini dile getirmektedir: “Atam Muhammed aslım Ali’den/Eriştik Kırklara içtik doludan/Bade yuttum Hacı Bektaş Veli’den/Şu fani dünyada gezdik bir zaman.” (Gül, 2018: 151). 

   Burada da rüya sonrası söylediği ilk şiirinde de “bade ve dolu” kelimelerini birlikte telaffuz etmektedir. Halk kültüründe dolu’nun yaygın bir kullanımı vardır, fakat bade, yazılı kültürün bir yansıması olarak kabul edilebilir. Bu yüzden Âşık Hulusî’nin rüya görmeden önce bu motife aşina olduğunu söylemek mümkündür.
   Âşıklık geleneğinin ve Alevi Bektaşi inanç sisteminin vazgeçilmez değerlerinden biri de sazdır. Fakat bâdeli âşık olarak niteleyeceğimiz Hulusî’nin saz çalamadığını görmekteyiz. Yine de kendisinin bir sazı vardır. Badeli olduğu için irticalen şiir söyleme yeteneğinin güçlü olduğu kaynak kişiler tarafından belirtilmiştir.
   Alevi-Bektaşi inanç sisteminin temel değerleri büyük çoğunlukla Âşık tarzı şiir geleneği ile geleceğe taşınmıştır. 

Âşık Hulusî bu şiir geleneği ile sanatını icra eden âşıklardan biridir. Bu geleneğin temel özelliklerine uygun olarak anlaşılır halk dili, dörtlük nazım birimi ve hece vezniyle toplam 145 şiir söylemiştir. 17 şiirde 8’li, 128 şiirde 11’li hece veznini kullanmıştır. 
Vezinde yer yer tutarsızlıklar görülmektedir. Bunun nedeni âşığın irticalen söylediği şiirlerin daha sonra yazıya geçirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Şiirlerinde abab/cccb/dddb veya abcb/dddb/eeeb şeklindeki koşma nazım biçiminin kafiye örgüsünü tercih etmiştir. Şiirlerindeki dörtlük sayısı 4-15 arasında değişkenlik göstermekle beraber büyük çoğunluğu 5-8 dörtlükten oluşur. Şiirlerinde dörtlük nazım birimini kullanmıştır.
   Fakat Gül’ün kitabında yer alan 30, 54 ve 90 numaralı şiirlerde dörtlük nazım birimi kullanılmakla birlikte her dörtlüğün sonuna nakarat halinde mısralar eklenerek şiirler beşlikler haline getirilmiştir.
    Âşığın mevcut 145 şiirinin doksanının son mısralarının aynı şekilde tekrar ettiği görülür. Diğer şiirlerde de rediflerin genellikle birkaç kelimeden oluştuğu göze çarpmaktadır. Bu durum âşığın kafiye bulma zorunluluğunu ortadan kaldırmakta, dolayısıyla şiirleri irticalen daha kolay söyleyebilmektedir.

    Akıcı bir üslûba sahip olan Âşık Hulusî’nin şiirlerinde lirik ve didaktik yön daha ağır basar. Sahip olduğu Alevi inanç sistemine bağlılığı onun lirik yönünü besler, bir Alevi dedesi olarak taliplerine sahip olduğu inanç sisteminin değerlerini aktarma kaygısı, onun didaktik yönüne katkı sağlar. 
Genel anlamda Alevi-Bektaşi şairlerinin büyük çoğunluğu bu kaygıyla öğretici yönü ağır basan şiirler söylemişlerdir. Bu bağlamda onların Âşık edebiyatı şiirini bir araç olarak gördüklerini söylemek mümkündür. Şiirlerinde yaşadığı toplumdaki aksaklıklar ve bozulmalar, on iki imam ve ehli-beyt sevgisi, toplumsal değerler, ilahî aşk, oruç, namaz, Alevi-Bektaşi düşüncesi, ölüm, ahiret inanışı gibi konular üzerinde durmuştur.
Âşık Hulusî’nin şiirlerini incelediğimizde yöresel olarak nitelendirebileceğimiz, Türk dilinin çok anlamlı ve derin bir geçmişi olan kelimeleri de kullandığı görülür. “Bir gün olur seçerler sağmaldan yozu” (Gül, 2018: 127) mısrasında geçen “sağmal” ve “yoz” kelimeleri örnek olarak gösterilebilir. Sağmal kelimesi “verimli, bereketli, ürün veren” anlamına gelirken “yoz” kelimesi de bunun zıddı bir anlam taşımakta dır. “Erenlerin erlerin ağzının yarı” (Gül, 2018: 128) dizesinde ise “ağız suyu” anlamına gelen “yar”; “Dertliler dermanı yaralar emi” (Gül, 2018: 140) dizesinde “ilaç” anlamına gelen “em”; “Candan seven uğrun uğrun ağlıyor” (Gül, 2018: 149) dizelerinde ise “gizlice” anlamı taşıyan “uğrun uğrun” ve “Küpelerin aldı kulakların yirdiler” (Gül, 2018: 167) mısrasında “yırtarak almak” anlamına gelen “yirmek” kelimeleri kullanılmıştır.

    Şiirlerinde Kaygusuz Abdal’ın üslubunu hatırlatan mısralara da rastlamak mümkündür. Özellikle İbrahim Gül’ün kitabında 11 numarada gösterilen şiirde söyleyiş tarzı, ifade benzerlikleri ve üslûp açısından Kaygusuz Abdal’ın “Âdemi balçıktan yuğurdun yaptın/Yapı da n’eylersin bundan sana ne” (Çelik, 2008: 66) dizeleri ile başlayan şiirinden etkilendiği görülmektedir. 40 numaralı şiirde Azmî’nin “Yeri göğü ins ü cinni yarattın/Sen ey mimar başı eyvancı mısın” (Güzel, 2009: 395) mısraları ile başlayan şathiyesinin yoğun izlerine rastlanır.

44 numaralı şiirde Sefil Ali’nin “Yasla matem günü doldu dolunur/Ağla gözler İmam Hüseyn aşkına” (Öztelli, 1985: 84)

mısraları ile başlayan şiirinin tesiri vardır. 45 ve 47 numaralı şiirlerde Âşık Sıtkı’nın “Müminlerin yaşın yaşın ağlatan/Ah senin dertlerin İmam Hüseyin” (Öztelli, 1985: 91-92) mısraları ile başlayan şiirinin tesiri vardır. 48 numaralı şiirde Yunus Emre’nin “Rum’da Acem’de âşık olduğum/Yemen illerinde Veyse’l-Karanî” (Tatcı, 2008: 601-602) mısraları ile başlayan şiirinin tesiri vardır. Bu örneklerden hareketle Hulusî’nin kendinden önceki tasavvuf kültürüne ait eserleri bildiği ve etkilendiğini söylemek mümkündür.  


***

ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 1

 ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİR GELENEĞİNİN BİLİNMEYEN BİR TEMSİLCİSİ: SAMSUNLU ÂŞIK HULUSÎ. BÖLÜM 1

Alevi-Bektaşi, Aşık Hulusi, Samsun, Aşık edebiyatı, gelenek, Alevi-Bektaşi şiiri, Amasya, Çorum, Tokat,

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 
ORCİD: 0000-0002-0501-8221.  (2019) 
Cafer Özdemir 1 
İbrahim Gül 2 

1 Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü, 
   cafer.ozdemir@omu.edu.tr, ORCID: 0000-0002-57945828. 
2 Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, 
   igul@omu.edu.tr., 
 
ÖZET: 

Samsunlu, Âşık Hulusî, Alevi, toplumunun bir temsilcisi olarak hem mürşitlik makamında oturmakta hem de irticalen söylediği şiirlerle Âşık edebiyatı 
geleneğini yaşatmaktadır. 
Ayrıca badeli bir âşık olması onu geleneğe sıkıca bağlamaktadır. Fakat şiirlerinde kullandığı hece vezninde bazı hatalar göze çarpmaktadır. Saz çalmayı bilmemesi gelenek açısından büyük bir kayıptır. 
    Fakat kendisinden önce yaşamış Alevi şairlerin şiirlerinden ilham alarak orijinal şiirler söylemesi, kendi inanç sistemine büyük bir aşkla bağlılığı, diğer Alevi şairlere göre Ehlibeyt, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’e çokça yer vermesi, onun geleneği yaşatan bir âşık olarak değerlendirilebileceği izlenimi vermektedir. 

    Çalışmamızda şiirlerinin neşriyatından başka hakkında daha önce bir çalışma yapılmayan Âşık Hulusî konu edilecektir. 

Âşığın hayatı, sanatı ve şiirlerindeki temalar örneklerle açıklandıktan sonra bazı şiirlerine yer verilecektir. 

1. GİRİŞ 

     Alevi-Bektaşi kültürü ve buna bağlı olarak varlığını devam ettiren Alevi-Bektaşi edebiyatı, Anadolu coğrafyasında belirli bölgeler başta olmak üzere yoğun şekilde varlığını devam ettirmektedir. 
Samsun, Amasya, Çorum ve Tokat illerini kapsayan Orta Karadeniz bölümü bu kültürün ve edebiyatın yaşatıldığı, üzerinde araştırmalar yapılan ve yapılması gereken önemli bir yerleşim alanıdır. 
Bu illerin birbirlerine komşu olmaları nedeniyle Alevi toplulukları arasındaki dinsel ve kültürel etkileşim devam etmekte, dolayısıyla önemli farklılıklar ortaya çıkmamaktadır. Kültürel etkileşim sayesinde ortaya çıkan bu az farklı yapılaşmanın edebiyata da olumlu yansıdığı görülür. 

Bölgede yetişen âşıkların şiirlerinin yapı, tema ve üslûplarına, biçim özellikleri ve dil hususiyetlerine bakıldığında birbirine benzer ürünler ortaya konulduğu görülmüştür. 
Ozanlık geleneği, İslâm dininin kabulünün getirdiği yenidünya görüşü ve hayat tarzı ile yeni coğrafyaya uygun olarak bir değişim ve dönüşüme uğrayarak Âşıklık geleneği adı altında yeniden filizlenmiş ve gelişmiştir. 
Tarihsel süreçte yapısal özellikler muhafaza edilse bile özellikle içerik bağlamında önemli değişimler yaşanmıştır. 
Bu durum Âşıklık geleneğinde yeni türlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. 
Alevi-Bektaşi edebiyatı ürünlerinin büyük çoğunluğu manzumdur ve Âşıklık geleneğinin etkisi altında ortaya konulmuştur. 
Bu yüzden Alevi-Bektaşi şiiri ile Âşık edebiyatını birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız dır. 
Ayrıca bu edebiyatın kendi inanç ilkeleri bağlamında tasavvuf düşüncesi terimlerini de kullanmaları bu edebiyatın anlam evrenini iyice genişletmiştir. 
Bu nedenle AleviBektaşi şiiri, Âşık edebiyatı ile tasavvuf edebiyatının harmanlanması neticesinde ortaya çıkan; geleneğin ve inanışın çeşitli aşamalarında işlevsel bir yapıya bürünen mahiyete sahiptir. 

Örneğin cem törenlerinde saz eşliğinde Âşık edebiyatı biçim ve türleriyle şiirler söylenmesi bu düşünceyi desteklemektedir. 

Sanatın bir inanışın ortaya konulmasında araç olarak kullanımı ve bunun müzikle desteklenmesi, göz önüne alınması gereken bir noktadır. 
Bu durum değerlerin ve fikirlerin benimsetilmesi ve insanlara bazı duygu ve düşüncelerin aktarılmasında önemli bir yere sahiptir. 
Alevi toplumunda bu aktarımın temelinde “dede” yer alır ve dedeler tasavvuf kültürünün aktarıcısı olan mürşidin görevlerini üstlenirler. 
Bu bağlamda dedelik, bir makamın adıdır ve Alevi toplumunun inanç değerlerini ve dinî anlayışlarını taliplerine öğretmekle sorumludur. 
Üzerinde durulması gereken noktalardan biri de dedelik makamında oturan kişilerin büyük çoğunlukla saz çalmayı bilmesi ve Âşıklık geleneğinin temel kurallarından haberdar olmasıdır. 
Bu durum onların hem dinî hem de sanatsal bağlamda icracı olarak görülmelerini gerektirmektedir. 
    Aşağıda biyografisini sunacağımız ve sanat anlayışı hakkında bilgi vereceğimiz Âşık Hulusî de bir Alevi dedesidir, saz çalmayı bilmese de geleneğin kuralları çerçevesinde irticalen şiirler söyleyebilmektedir. Hakkında pek az malumatımız olan âşığın Alevi-Bektaşi şiirine önemli katkılar sağladığını, 20. yüzyılda Samsun yöresinde ve çevre illerde yaşayan Alevi topluluklarında bir iz bıraktığını söylemek mümkündür.

2. Âşık Hulusî’nin Hayatı.

    Asıl adı Sadık Gül olan âşık, Samsun’un Lâdik kazasının Sarıgazel Köyü’nde 1316 (1900) yılında dünyaya gelmiştir.4 

Babasının adı Yusuf, annesinin adi Dudu’dur. Dedesi Gül Ali olup, Horasan erenlerindendir. Hacı Bektaş dergâhına ağlayarak giden Gül Ali bir süre dergâhta hizmet ettikten sonra postnişin kendisine, “Ağlayarak geldin, gülerek gidesin” anlamına gelen Gül Ali lakabını vermiştir. Gül Ali’nin Tokat’ın Almus ilçesi Çilehane Köyü’nden geldiği rivayet edilmektedir. Sadık Gül köyünde okul olmadığı için okula gidememiştir. 
Köyünde çiftçilik yapmış, bunun yanında hayvancılık ile uğraşmıştır. Yaşadığı dönemde tarımda makineleşme olmadığı için o da çağdaşları  gibi çok çileli bir hayat sürmüştür.
Sadık Gül Lâdik’e bağlı Eğnekaraca Köyü’nden Mustafa’nın (Deli Mıstık) kızı Şehriban (Şamdan) hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten üçü kız, üçü erkek altı çocuğu dünyaya gelmiştir. Çocukların dört tanesi âşık Hızır’dan badeyi içmeden önce doğmuştur. Bade içtikten sonra eşine yaklaşmayan Sadık Gül’e iki tane çocuğu daha olacağı müjdelendikten sonra iki tane kızı daha dünyaya gelmiştir.
Çocuklarının isimleri büyükten küçüğe doğru Ahmet, Ali, Zeliha, Mercan, Mehmet ve Fadime’dir.
Hızır’ın elinden bade içen Sadık Gül’e Kırşehir’deki Hacı Bektaş Veli türbesini ziyaret etmesi söylenir. Uykudan uyanan Sadık Gül içinde bir eziklik ve kalbinde bir ferahlık hisseder. Rüyasında söylenen türbeyi ziyaret için hazırlanır. Köyü ile türbenin arası on iki günlük yol iken beş günde gitmiştir. Sadık Gül’ün gidişine karşı çıkılmış ve kayınbabası Mustafa’ya (Deli Mıstık) haber gönderilmiştir.
Kayınbabasının karşı çıkması üzerine Âşık Hulusî bir şiir söyler.

Kaynak kişi Zeliha Gül’ün naklettiği bu şiirde âşık, dergâha gitme konusundaki kararlılığını açıkça ortaya koymuştur: 

Deli Mıstık derler nizanın 5 gözü
Yıktı hatırımı söyledi sözü
Hemen çağırırlar eğletmen bizi
Dostlar bizi safa ile gönderin

Merzifon’a vardım Çorum’da kolu Pir 
Hacı Bektaş‘tan tutmuşum eli 
Malya çöllerine 6 uğruyor yolum 
Dostlar bizi safa ile gönderin 

Karacam der ki “ağam geri gelin mi?” 
Ali’m akıllıdır tuttu elimi 
Mehmet’im küçüktür çeker bu zulmü 
Dostlar bizi safa ile gönderin. 

Eş dostlarıyla vedalaşıp köyün üst kısmında yer alan ormanlık alana doğru yürüyen Sadık Gül bir aralık görünmez olmuştur. 
Sonunda ayakkabılarını eline alan Sadık Gül sırra kadem basarak gözden kaybolmuştur. Bundan sonrasını Amasya’nın Merzifon ilçesine bağlı Kayadüzü (Belvar) köyünden talibi Sadık Öztürk şöyle anlatmaktadır: 
“Dedem bizim köyün yanından geçerek Merzifon’a, oradan Çorum’a doğru giderken yolda bir atlıya rastlar. 
Atlı ona nereye gittiğini sorar. Sadık Gül Ankara’ya gittiğini söyler. Atlı “Yalan söyledin.” diyerek sözünü keser. 
Bu sefer “Çorum’a gidiyorum.” der. Atlı “Yine yalan söyledin.” der. Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı döneme rastlayan o günlerde dede, şeyh, hoca olanlar kendisini gizlediğinden Kırşehir’deki Hacı Bektaş dergâhına gittiğini söylemek istemez. 

Ancak sonunda ne olursa olsun doğruyu söylemeye karar verir. 
Kırşehir’e dergâhı ziyarete gittiğini söyler. Atlı “Bu sefer doğru söyledin.” der. 
Atlı Sadık Gül’e kendisinin de o tarafa gittiğini söyleyerek  ata binmesini söyler ve ilave eder. 

“Baba bu at çok hızlı gider, miden bulanabilir, en iyisi sen gözlerini kapa.” der. 
Sadık Gül gözlerini açtığında kendisini Hacı Bektaş Veli dergâhının kapısında bulur. 
Hacı Bektaş Veli sülalesinden olan Velayettin Çelebi Sadık Gül’e niçin geldiğini sorar. 

Sadık Gül, 

“Âşık oldum haki payına yüz sürmeye geldim, destur” diyerek Velayettin Çelebi’ye aşağıdaki ilk dörtlüğünü verdiğimiz şiiri söylemiştir: 

Yüz sürmeye geldim haki payına 
Derdimin dermanı sensin efendim 
Ezeli ezelden dertler dermanı 
Derdimin dermanı sensin efendim 

(Güngör, 1969: 6) 

Hacı Bektaş Veli dergâhı postnişini Velayettin Çelebi’dir ve Âşık Hulusî onun cömertliğini ve çeşitli niteliklerini dile getirdiği, kısaca onu öven bir şiir söyler. Şiirin son dörtlüğü şöyledir: 

Hulusi’yim sarhoş idi ayıktı 
Elinden badeyi içti de kandı 
Derdinin dermanını aradı buldu 
Cömertler cömerdi sensin efendim 

(Güngör, 1969: 8) 

Âşık Hulusî’yi daha iyi tanıyabilmek için onunla ilgili iki çocuğunun görüşlerine / bildiklerine başvurmak da faydalı olacaktır. 
Bu anlatılanlar âşığın daha çok olağanüstü şahsiyetini, sahip olduğu inanç sistemindeki samimiyetini destekler mahiyettedir. 
Sadık Gül’ün kızı Mercan Gül babasıyla ilgili olarak şu bilgileri nakletmiştir: 
“Babam Hacı Bektaş Veli dergâhına gittiğinde biz hayatta değildik. Annemin anlattığına göre, babam sabaha kadar dua okurmuş. 
Bir gece göğsünden sürekli sesler geliyormuş. Rüyasında Hızır’ı görmüş ve on iki günlük yolu üç günde alarak dergâha varmış. 
Dergâhta bir kömürlüğe girmiş. Velayettin Efendi hizmetçisine bir misafir geldiğini söylemiş ancak hizmetçi  “Efendim şimdi kömürlükten odun getirdim kimse yok.” diyerek olayı geçiştirmek istemiş ancak ısrar üzerine kömürlüğe giden  hizmetçi babamı ağlar vaziyette bulmuş.” 

15 Kasım 2019 Cuma

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN ATATÜRK SEVGİSİ

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN ATATÜRK SEVGİSİ 


Hüseyin ÖZER
* Aşık Veysel Kültür Derneği Genel Başkanı 


Değerli Dinleyenler, 

“Millet, bir kültür etrafında kenetlenmiş insan topluluğudur. Kültür ise; toplumun en yüksek seviyede benzeşmesini sağlayan; insana, 
hayata ve varlıklara yaklaşışta, daha hoş, daha güzel, daha ulvî, daha aklî, daha ahlakî, daha iktisadî, daha rahat olduğuna inanılan 
bir yaşayış kurmayı hazırlayan, imân, kanaat, bilgi ve davranışlardan oluşan hayat tarzıdır.” 1 

Kültürün taşıyıcı yanı dil’dir. Dil edebiyat eseri adı verilen kelimelerden oluşmuş söz birlikleriyle yaşatılır. Edebî eserlerin bir kısmı düz yazı 
(nesir) bir kısmıysa nazım’dır. Nazım çeşitli insan topluluklarında farklı şekilde algılanıp bu yöndeki ihtiyaç farklı karşılanmaktadır. 
Şehirli kültürün hâkim olduğu bölgeler de, tabiî ki anlamca üstü çok örtülenmiş nazım öne çıkmaktadır. Halk arasındaki kültür tabakaları da, 
zevkler de, biraz farklıdır. ‘Halk Edebiyatı’, ‘Aşık Edebiyatı’ konularında kendisiyle yapılmış bir söyleşi de Prof. Dr. Sadık Tural şu cümleleri kuruyor: 

“Âşık edebiyatı dediğimiz, halkın bediî ihtiyaçlarına (beğenisine) cevap veren özel saha bu zihniyetlerin yansımalarıdır. 
Âşık edebiyatı, yahut saz şiiri veyahut ferdî mahsul, hangisini kullanırsak kullanalım, bu gruba giren şâirleri, iki alt grupta toplamak mümkündür. 
İlk grup, duygu, düşünce ve hayallerini, belirli bir objeyi, merkeze koymak suretiyle terennüm edenler; âşığın objesi ferdî ise, bu umumiyetle 
zıt cinsten bir hanımdır. Subje bir hanım ise, bunun macerası da farklıdır. 

“Diğer yandan mahallî problemleri ele alan bir mahallî grubun veya bir aşiretin, siyasi ve sosyal meselelerini nazm edip terennüm eden şâir ayrıdır. Gündeşlioğlu yahut Dadaloğlu ve benzerleri… Ancak kat’iyetle bildiğimiz şey, Dadaloğlu, Gündeşlioğlu gibi aşiret şâirleri, Osmanlı’nın arazi kanunnamesi 1858’de çıkıncaya kadar devletin kendisinden vergi almak üzere iskân etmeğe gayret ettiği bu yaylak kışlak nizamını benimsemiş Türk aşiretlerinin sözcüsüdür; çünkü, bu nizama bu intizama uymaya, kanunların ve vergi sistemlerinin 
dışına çıkmağa çalışır. Bu yaylak kışlak, hayvan besleme esaslı göçerliğe, gayet tabiî devlet razı olmaz. “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” anlayışı, aşiret şâirlerinin (aşiret âşıklarının mı demeliyim?) bir bakıma göstergesidir. 

“Gerek Avşarlar, gerek Beydilliler, gerekse hususî bir nazım formu yaratacak kadar hususileşmiş olan Farsak boyunun (Varsak/ Varsağ/Farsak) kendi aşiretleri arasındaki iskân problemlerini dile getirirken, nazmın imkanlarından faydalandıklarını (varsağı) ve bunlara da âşık denildiğini biliyoruz. Bunların saz çalıp çalmadığını bilmiyoruz. Bunlar bir bakıma eski ozan geleneğinin tipik örneğidir. 
Çünkü İslamiyet öncesi devrede bahşı, yırcı ne deniyorsa beşerî aşkla sınırlanmış bir insan değildir”2. 

Şehirleşen toplumlarda yazılı kültür daha çok önem kazandı ve zaman içinde yazılı kültür, sözlü kültürün önüne geçmeye başladı. 
Âşıkların ve diğer folklorik görüntülerin giderek şehirlileşen hayatımızdan ağır ağır çekildiği görüldü. Bunlar ortadan kalkmadı; kendi mahallî çevrelerinde varlıklarını sürdürdüler. Özellikle 20.yy.da Kars, Iğdır, Erzurum, Erzincan, Sivas, Kırşehir ‘Âşık’ kavramına bağlı insanların genellik çalıp söyleyerek nadiren sazsız söyledikleri edebi parçalarıyla aşıklık geleneği sürdürüldü, gitti. Bunlardan bir kısmı radyo yayınlarının desteğini alarak, bir kısmı ise televizyonun veya üniversitenin ilgi ve desteğiyle varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. 

Ülkemizde yalnızca 2 üniversitenin ve 2 radyo olduğu bir zaman diliminde, 1950 öncesinde, ününü Türkiye’ye yayan 1 tek kişi vardır. Bu kişi Âşık Edebiyatının da, halk zevki ve şiirinin de, mahallî olandan millîye geçebilen bilincin de temsilcisiyidi. O örnek insan, Âşık Veysel idi. 79 yıllık ömründe, onu Sivas’ta keşfeden Ahmet Kutsi Tecer, Muzaffer Sarısözen ikilisinin köy enstitülerinde türkü ve bağlama öğretmenliği yaptırdığı yıllar dışında Âşık Veysel Sivrialan köyünden hiçbir zaman uzun süre ayrılmamıştır. 

Yaşamını yeniden yazalım. 

Veysel, Horasandan Batıya göçen Müslüman Türklüğün Alevi Bektaşi topluluklarından Sivas’a yerleşenlerinden birinin torunu olarak doğmuş, küçük yaşta suçiçeği hastalığından dolayı görmesini kaybetmiştir. Âşık Veysel kendisini Horasan’dan göçen Şatıroğlu Oymağının Şarkışla’ya göçen kolundan olduğunu söylüyordu. Âşık Veysel’in biyografisi kadar kendisine mahsus bir senaryoyla çok ilgi çekecek bir diziye dönüştürebilir pek az insan bulunur. Çünkü, gözleri görmeyen Veysel’in insanların boylarını tanımlayacak, elmaların olgunluğunu söyleyebilecek kadar sezgilerinin gelişmişliği dahil, Türkiye’deki sosyal problemlere bakış ve yorumlaması dahil, bir çok konu bu senaryoda yer alabilir. 

Sivas ilinin Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde hayatını sürdürüp tamamlayan büyük halk şairi Âşık Veysel 3 âşk ile yaşayıp öldü: 
Birincisi ‘Yâr âşkı’, ikincisi ‘tabiat âşkı’, üçüncüsü ‘ilâhi âşk’. 
Âşık Veysel’in ilâhi aşkı algılayışı ve nazma taşıması da, vatan sevgisi ve millet aşkını benimseyişi ve şiire dökmesi de, insanı hayran bırakacak kadar başarılıdır. Türk olmaktan şeref duyan Veysel’in uzun bir şiirinden aldığımız şu iki dörtlükle, bazı insanlara mesaj 
vermek isteriz. 3 

TÜRKÜZ TÜRKÜ ÇIĞIRIRIZ ’  

Dünya dolsa şarkıyınan 
Türküz türkü çığırırz 
Yola gitmek korkuyunan 
Türküz türkü çığırırız 

Türküz Türkler yoldaşımız 
Hesaba gelmez yaşımız 
Nerde olsa savaşımız 
Türküz türkü çağırırız 

Türküz Türkler yoldaşımız 
Hesaba gelmez yaşımız 
Nerde olsa savaşımız 
Türküz türkü çığırırız 

Türklerdir bizim atamız 
Halis Türküz kanı temiz 
Şarkı gazeldir hatâmız 
Türküz türkü çığırırız 

Bayramlarda düğünlerde 
Toplantıda yığınlarda 
Sıkılınca dar günlerde 
Türküz türkü çığırırız 

Yaylalarda yataklarda 
Odalarda otaklarda 
Koyun gibi koytaklarda 
Türküz türkü çığırırız 

Su başında sulaklarda 
Türkün sesi kulaklarda 
Beşiklerde beleklerde 
Türküz türkü çığırırız 

Hep beraber gelin kızlar 
Bile coşar o yıldızlar 
Koşulunca çifte sazlar 
Türküz türkü çığırırız 

İnler Veysel arı gibi 
Bülbüllerin zârı gibi 
Turnalar katarı gibi 
Türküz türkü çığırırız. 

İnler Veysel arı gibi 
Bülbüllerin zârı gibi 
Turnalar katarı gibi 
Türküz türkü çığırırız. 

Âşık Veysel Şatıroğlu’nun Atatürk sevgisi bu bildirimizin ana konusudur. 

Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyetin temelini attığı Sivas’ta, Anadolu aydınlanma hareketini de başlatır. Ahmet Kutsi Tecer gibi iyi yetişmiş bir cumhuriyet aydınını Sivas’a millî eğitim müdürü olarak görevlendirir. Ozan ve yazın eri Ahmet Kutsi Tecer bu görevi sırasında, 5-7 Kasım 1931 tarihlerinde Halk Ozanları bayramını düzenler. O tarihte Sivas’ta komutan olan, daha sonra MİT Müsteşarlığı da yapmış bulunan General Fuat Doğu, bu anlamlı mahallî bayrama maddî ve manevî katkıda bulunur. Veysel’in bu bayrama katıldığını 
biliyoruz. Veysel’in bu bayramda henüz kendi demesi yoktur. Usta malı şiirler söyler. 
Kendine güveni gelir ve Veysel olayı şekillenmeye başlar. Cumhuriyetimizin 10 yıl kutlamalarında yılında ilk şiirini yazar. Yıl 1933’dür. Veysel’in bu şiirinin ilk dörtlüğünü okuyayım: 

Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası, 
Kurtardı vatanı düşmanımızdan… 
Cananı bu yolda eyledi feda, 
Biz dahi geçelim öz canımızdan. 

Görüldüğü gibi Veysel’i çekip çıkaran Cumhuriyettir. Aşık Veysel Cumhuriyetin ozanıdır. Âşık Veysel, Veysel Baba, Koca Veysel olarak da anılan büyük halk şâiri Veysel Şatıroğlu’nun Atatürk konulu bu 16 (onaltı) dörtlükten meydana gelen şiirin öğrencilere ezberletilmesi gerektiğine inanıyorum.4 

‘ATATÜRK’ 

Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası 
Kurtardı vatanı düşmanımızdan 
Canını bu yolda eyledi fedâ 

Biz dahi geçelim öz canımızdan 

Sinesini hedef etti düşmana 
Ölmüşken vatanı getirdi cana 
Çekti kılıcını çıktı meydana 
Gören ibret aldı meydanımızdan 

Çekildi sancaklar dayanmaz canlar 
Şarktan garpa gitti Türk’teki şanlar 
O kadar paşalar o zabitanlar 
Ayrılmadı asla sağ yanımızdan 

Dumlupınar Sandıklı’nın cephesi 
Dağları yıkıyor topların sesi 
Kahraman askerin hücum etmesi 
Cihan sele gitti al kanımızdan 

Kaçırdık düşmanı bulunmaz izi 
Bir hücumda geçti öte denizi 
Siyanet ettiler askerimizi 
Vatan memnun kaldı zabitanmızdan 

Şeh Said yüzün tuttu isyana 
Milletini hor baktırdı vatana 
Fakir fukarayı boyadı kana
Öyle şeyhler çoktur külhanımızdan 

Çağırdım Şeyh Said sağır mı diye 
Başında sarığı değirmi diye 
Tarttılar şeyhleri ağır mı diye 
Haberin doğrulttun urganımızdan 

Şeriatı düşündüler şerciler 
Birtakım millete fesad verdiler 
Her biri bir yerde hep geberdiler 
Onlar kurtulmadı toplarımızdan 

Aklı başınd’olan düşünür bunu 
Şeriatçı oldu tüketen onu 
Dağda belde fukaraya soygunu 
Veren onlar idi vatanımızdan 

Menemen meseles(*) geldi meydana 
Orda birkaçları uydu şeytana 

Bilindiği gibi şiirde bir çok söz ve anlam sanatı bulunur. Âşık Veysel’in şiirinde de bu edebî sanat denilen, bazı söyleyiş ve anlam oyunları bulunur. Şairlerin hepsi “mübalâğa” denilen bir sanata başvururlar. Âşık Veysel’de mübalâğa sanatı dense yanlış olmaz. 

Atatürk 10 Kasım 1938’de öldü. Türkiye’yi laik cumhuriyete kavuşturan, bu kahraman askerin, bu millî liderin, bu uluslararası ünü olan ulu kişinin ölümü üzerine, dünyanın sözü dinlenen insanları, fikirlerini ifade ettiler. Türkiye’de, hem aydın sayılan şairler, hem de halk şairi adı verilen nazım yazıcılar Atatürk’ün ölümü üzerine şiirler yazdılar. Atatürk konulu şiir antolojilerine bakmış olanlar bilirler ki, bu yönde bini aşkın nazım vardır. 

Bizim iddiamız şudur: 

Samimiyeti, yalın ve dürüst ifadeyi bu ölçüde nazma taşımış kaç şair var bilinmez; ama Âşık Veysel bu konuda gerçekten samimi bir naat yazmıştır. Âşık Veysel’in halk şiiri geleneğindeki ağıt-destanların birini Atatürk için yazmış olması düşündürücüdür. Bildirimin asıl konusu olan on dörtlükten meydana gelen bu şiir Âşık Veysel tarafından 78 devirli eski taş plaklarla okunmuştur. 

“Ağlayalım Atatürk”e adıyla meşhur olan bu şiir Türkiye’deki büyük değişim ve dönüşümlerinin, bir halk adamının ağzından anlatması bakımından da çok önemlidir. Onun boğuk sesiyle eski teknolojinin oluşturduğu taş plağın cızırtısına Veysel’in özel düzen ve bir sesle çaldığı sazının karıştığı çığlık, şöyle başlıyor: 

Ağlayalım Atatürk’e 
Bütün Dünya kan ağladı. 
Süleyman olmuştu mülke 
Geldi ecel can ağladı. 

Değerli dinleyenler, Âşık Veysel Atatürk’ü Hz. Süleyman’a benzetiyor. 
Hazreti Süleyman gibi idi demek istiyor: Peygamber Süleyman, hem dini lider, hem de siyasi lider idi. Halkını hem doğruların yoluna hak yoluna ulaştırdı, hem de maddi bakımdan zengin, siyasi bakımdan bağımsız kılmayı başardı. 

Mehdi diye kendi kendin urgana 
Taktı kurtulmadı dârlarımızdan 

Süleyman olmuştu mülke mısrasındaki mülk ise, hem devlet hem de memleket/vatan anlamındadır. 

Türkiye’deki sanayileşme hamlelerinin, ve kültürel kimliğin, kültürel varlığın, millî değerlerin korunmasında, ayakta durmasında emperyalizm karşısında alınan tedbirlerin insanın, toplumun, milletin kendi öz gücüne güvenerek devam ettirilebileceğini ifade eden mısralara bakalım: 

Fabrikalar İcâdetti 

Gazi Paşa Haziretli bir kişi 
Ne kadar cesaret tuttu bu işi 
Sarmıştı vatanı düşman ateşi 
Esirgedi bizi ziyanımızdan 

İddiacı Türkiye’nin insanı 
Çalışmakla kazandık bzi vatanı 
Aç kurt gibi parçaladık düşmanı 
Şecaat görünce aslanımızdan 

Kurtardık vatanı bu belâlardan 
Tiren hattı küşat ettik her yerden 
Terakk’etti(*) mektebimiz hep birden 
Teşekkür kazandık müşranımızdan 

Hükûmet de milletini kayırdı 
Bir af etti(**) hapisleri koyverdi 
Adaletle tebligatlar duyurdu 
Çok şeref kazandık bayramımızdan 

Türkiye’yi adalette yaşattı 
Dağları deldirdi demir döşetti 
Millete bir altın kemer kuşattı 
Hâşâ nankör olman devranımızdan 

Âşık Veysel bunu böyle söyledim 
Benden de yadigâr bu kalsın dedim 
Sözlerim yalan mı dinle efendim 
Kürrei arz doldu hep şanımızdan 

Atalığın ispat etti 
Varlığın Türk’e terketti 
Döndü çark devran ağladı. 

Tiren hattı tayyareler 
Türkler giydi hep karalar

 * 

Deli gönül değme çayda bulanmaz 
Coşarsa dalgası kendinden olur 
Dertsiz aşık diyar diyar dolanmaz 
Gezdirir kendinden olur 


Yüce dağlar ova gibi düzlenmez 
Veysel muhannetten kerem gözlenmez 
Tilki gölgesinde arslan gizlenmez 
Yiğidin gölgesi kendinden olur 

Değerli dinleyenler şiirin tamamını metinler yayınlandığında okuyabilirsiniz.5 10 Kasım 1938’in hemen arkasından yazılan bu 
ağıt şiirden iki veya üç yıl sonra yazdığı 19 Mayıs’ta Parlayan Zafer Şiirinde Atatürk’ün hem askerî dehâsını, hem de sivil önderliğini 
doğru algılamış bir şair olarak karşımıza çıkıyor. 


“AĞLAYALIM ATATÜRK’E ''


Ağlayalım Atatürk’e 
Bütün dünya kan ağladı 
Süleyman olmuştu mülke 
Geldi ecel can ağladı 

Doğu batı cenup şimal 
Aman Tanrım bu nasıl hâl 
Atatürk’e erdi zevâl 
Memur mebusan ağladı 

İskenderun Zûlkarneyin 
Çalışmadı buncalayın 
Her millet Atatürk deyin 
Cemiyet’Akvam(*) ağladı 


Âşık Veysel Baba: 

19 Mayıs’ta Parlayan Zafer İptida Samsun’a bastı ayağı 

Atatürk’ün eserleri 
Söylenecek bundan geri 
Bütün dünyanın her yeri 
Ah çekti vatan ağladı 

Fabrikalar icâdetti 
Atalığın ispat etti 
Varlığın Türk’e terk etti 
Döndü çark devran ağladı 

Tiren hattı tayyareler 
Türkler giydi hep karalar 
Semerkant’la Buharalar 
İşitti her yan ağladı 

Bu ne kuvvet bu ne kudret 
Var idi bunda bir hikmet 
Bütün Türkler İnön’İsmet(*) 
Gözlerinden kan ağladı 

Siz sağ olun Türk gençleri 
Çalışanlar kalmaz geri 
Mareşal’in askerleri 
Ordular teğmen ağladı 

Zannetme ağlayan gülmez 
Arslan yatağı boş kalmaz 
Yalnız gidenler gelmez 
Her gelen insan ağladı 

Uzatma Veysel bu sözü 
Dayanmaz herkesin özü 
Koruyalım yurdumuzu 
Dost değil düşman ağladı 

Ne mutlu Samsun’a zafer kapısı 
Her an için hatırlarız bu çağı 

Samsun’a çıkınca bir asker isi 
Bir aydınlık şarka doğru yürüdü 
Emsâli bulunmaz bir cevher idi 
Edep erkân medeniyet membağı 

Haykırdı orduya: “Yürümek gerek 
Zafer bizim haydi yürü” diyerek 
Akdeniz’den Trakya’dan geçerek 
Hudutlara çaktı şanlı bayrağı 

İşte bugün Atatürk’ün günüdür. 
Her yana yayılan onun ünüdür. 
Her tarafta şenlik Türk düğünüdür 
Nûr içr’olsun Atatürk’ün yatağı 

Veysel bu sözünde var mıdır hatâ 
Yurdumuzu benzetelim cennet’e 
Bu vatanı ısmarladı millete 
Türk korusun dedi yine bu bağı 

Biz, Türklüğü, Atatürk’ü ve Türkiye’yi seven, bu yolda yüreğini tutuşturup saza ve söze dönüştürmüş Âşık Veysel Şatıroğlu’nun düşünce ve felsefesini yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak üzere kurulmuş, bir sivil toplum örgütüyüz.6 “Bilgelerin Yolunda” adlı kitabında aklı gönüllere birleştiren mesajlarıyla dostluk ve birlik düşüncesini, fikrî ve felsefî zemine taşıyan Sadık Tural hocaya uyarak 
şu cümleyi söylememe izin verilsin: Biz Atatürk’ün yolunda olduğumuzdan mezhepçiliği de, tarikatçılığı da, bunlara dayalı mürşitliği ve irşatçılığı da şiddetle reddederiz. Bizler ve bizim derneğimiz, Âşık Veysel yolunu yaşatmaya çalışanlar olarak, Türklüğü, Atatürkçülüğü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını laik bir hukuk devleti olarak sonsuza kadar sürdürülmesini vazgeçilmez ilke sayarız. 
Türkülerin, ezgilerin, deyişlerin arkasında millî birlik düşüncemiz, devletimizin bağımsızlığı ve milletimizin bütünlüğü imanı var. Bu vazgeçilmez, reddedilmez ilkenin izleyicisiyiz. Âşık Veysel’in doğruları bizim doğrularımızdır. 

Atatürk’ümüzü ve Âşık Veysel’imizi rahmet ve minnetle anıyoruz. 

1 Sadık Tural, Sorulara Cevaplar, 2.bs., Yeni Avrasya y., Ank., 2003, s., 203. 
2 Sadık Tural, Sorulara Cevaplar, 2.bs., Yeni Avrasya y., Ank., 2003, s., 153-154. 
3 Dostlar Beni Hatırlasın Âşık Veysel, Hayatı ve bütün şiirleri, Anka bs., Inkılap y., İstanbul, 2001, s.164-165. 
4 Dostlar Beni Hatırlasın Âşık Veysel, Hayatı ve bütün şiirleri, Anka bs., Inkılap y., İstanbul, 2001, s.168-169.
5 Dostlar Beni Hatırlasın Âşık Veysel, Hayatı ve bütün şiirleri, Anka bs., Inkılap y., İstanbul, 2001, s.173-174.
6 Bilgelerin Yolunda 4. bs., Yüce Erek Yay., Ank. 2006 


***