Genel Başkanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Genel Başkanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2019 Cuma

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN ATATÜRK SEVGİSİ

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU’NUN ATATÜRK SEVGİSİ 


Hüseyin ÖZER
* Aşık Veysel Kültür Derneği Genel Başkanı 


Değerli Dinleyenler, 

“Millet, bir kültür etrafında kenetlenmiş insan topluluğudur. Kültür ise; toplumun en yüksek seviyede benzeşmesini sağlayan; insana, 
hayata ve varlıklara yaklaşışta, daha hoş, daha güzel, daha ulvî, daha aklî, daha ahlakî, daha iktisadî, daha rahat olduğuna inanılan 
bir yaşayış kurmayı hazırlayan, imân, kanaat, bilgi ve davranışlardan oluşan hayat tarzıdır.” 1 

Kültürün taşıyıcı yanı dil’dir. Dil edebiyat eseri adı verilen kelimelerden oluşmuş söz birlikleriyle yaşatılır. Edebî eserlerin bir kısmı düz yazı 
(nesir) bir kısmıysa nazım’dır. Nazım çeşitli insan topluluklarında farklı şekilde algılanıp bu yöndeki ihtiyaç farklı karşılanmaktadır. 
Şehirli kültürün hâkim olduğu bölgeler de, tabiî ki anlamca üstü çok örtülenmiş nazım öne çıkmaktadır. Halk arasındaki kültür tabakaları da, 
zevkler de, biraz farklıdır. ‘Halk Edebiyatı’, ‘Aşık Edebiyatı’ konularında kendisiyle yapılmış bir söyleşi de Prof. Dr. Sadık Tural şu cümleleri kuruyor: 

“Âşık edebiyatı dediğimiz, halkın bediî ihtiyaçlarına (beğenisine) cevap veren özel saha bu zihniyetlerin yansımalarıdır. 
Âşık edebiyatı, yahut saz şiiri veyahut ferdî mahsul, hangisini kullanırsak kullanalım, bu gruba giren şâirleri, iki alt grupta toplamak mümkündür. 
İlk grup, duygu, düşünce ve hayallerini, belirli bir objeyi, merkeze koymak suretiyle terennüm edenler; âşığın objesi ferdî ise, bu umumiyetle 
zıt cinsten bir hanımdır. Subje bir hanım ise, bunun macerası da farklıdır. 

“Diğer yandan mahallî problemleri ele alan bir mahallî grubun veya bir aşiretin, siyasi ve sosyal meselelerini nazm edip terennüm eden şâir ayrıdır. Gündeşlioğlu yahut Dadaloğlu ve benzerleri… Ancak kat’iyetle bildiğimiz şey, Dadaloğlu, Gündeşlioğlu gibi aşiret şâirleri, Osmanlı’nın arazi kanunnamesi 1858’de çıkıncaya kadar devletin kendisinden vergi almak üzere iskân etmeğe gayret ettiği bu yaylak kışlak nizamını benimsemiş Türk aşiretlerinin sözcüsüdür; çünkü, bu nizama bu intizama uymaya, kanunların ve vergi sistemlerinin 
dışına çıkmağa çalışır. Bu yaylak kışlak, hayvan besleme esaslı göçerliğe, gayet tabiî devlet razı olmaz. “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” anlayışı, aşiret şâirlerinin (aşiret âşıklarının mı demeliyim?) bir bakıma göstergesidir. 

“Gerek Avşarlar, gerek Beydilliler, gerekse hususî bir nazım formu yaratacak kadar hususileşmiş olan Farsak boyunun (Varsak/ Varsağ/Farsak) kendi aşiretleri arasındaki iskân problemlerini dile getirirken, nazmın imkanlarından faydalandıklarını (varsağı) ve bunlara da âşık denildiğini biliyoruz. Bunların saz çalıp çalmadığını bilmiyoruz. Bunlar bir bakıma eski ozan geleneğinin tipik örneğidir. 
Çünkü İslamiyet öncesi devrede bahşı, yırcı ne deniyorsa beşerî aşkla sınırlanmış bir insan değildir”2. 

Şehirleşen toplumlarda yazılı kültür daha çok önem kazandı ve zaman içinde yazılı kültür, sözlü kültürün önüne geçmeye başladı. 
Âşıkların ve diğer folklorik görüntülerin giderek şehirlileşen hayatımızdan ağır ağır çekildiği görüldü. Bunlar ortadan kalkmadı; kendi mahallî çevrelerinde varlıklarını sürdürdüler. Özellikle 20.yy.da Kars, Iğdır, Erzurum, Erzincan, Sivas, Kırşehir ‘Âşık’ kavramına bağlı insanların genellik çalıp söyleyerek nadiren sazsız söyledikleri edebi parçalarıyla aşıklık geleneği sürdürüldü, gitti. Bunlardan bir kısmı radyo yayınlarının desteğini alarak, bir kısmı ise televizyonun veya üniversitenin ilgi ve desteğiyle varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. 

Ülkemizde yalnızca 2 üniversitenin ve 2 radyo olduğu bir zaman diliminde, 1950 öncesinde, ününü Türkiye’ye yayan 1 tek kişi vardır. Bu kişi Âşık Edebiyatının da, halk zevki ve şiirinin de, mahallî olandan millîye geçebilen bilincin de temsilcisiyidi. O örnek insan, Âşık Veysel idi. 79 yıllık ömründe, onu Sivas’ta keşfeden Ahmet Kutsi Tecer, Muzaffer Sarısözen ikilisinin köy enstitülerinde türkü ve bağlama öğretmenliği yaptırdığı yıllar dışında Âşık Veysel Sivrialan köyünden hiçbir zaman uzun süre ayrılmamıştır. 

Yaşamını yeniden yazalım. 

Veysel, Horasandan Batıya göçen Müslüman Türklüğün Alevi Bektaşi topluluklarından Sivas’a yerleşenlerinden birinin torunu olarak doğmuş, küçük yaşta suçiçeği hastalığından dolayı görmesini kaybetmiştir. Âşık Veysel kendisini Horasan’dan göçen Şatıroğlu Oymağının Şarkışla’ya göçen kolundan olduğunu söylüyordu. Âşık Veysel’in biyografisi kadar kendisine mahsus bir senaryoyla çok ilgi çekecek bir diziye dönüştürebilir pek az insan bulunur. Çünkü, gözleri görmeyen Veysel’in insanların boylarını tanımlayacak, elmaların olgunluğunu söyleyebilecek kadar sezgilerinin gelişmişliği dahil, Türkiye’deki sosyal problemlere bakış ve yorumlaması dahil, bir çok konu bu senaryoda yer alabilir. 

Sivas ilinin Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde hayatını sürdürüp tamamlayan büyük halk şairi Âşık Veysel 3 âşk ile yaşayıp öldü: 
Birincisi ‘Yâr âşkı’, ikincisi ‘tabiat âşkı’, üçüncüsü ‘ilâhi âşk’. 
Âşık Veysel’in ilâhi aşkı algılayışı ve nazma taşıması da, vatan sevgisi ve millet aşkını benimseyişi ve şiire dökmesi de, insanı hayran bırakacak kadar başarılıdır. Türk olmaktan şeref duyan Veysel’in uzun bir şiirinden aldığımız şu iki dörtlükle, bazı insanlara mesaj 
vermek isteriz. 3 

TÜRKÜZ TÜRKÜ ÇIĞIRIRIZ ’  

Dünya dolsa şarkıyınan 
Türküz türkü çığırırz 
Yola gitmek korkuyunan 
Türküz türkü çığırırız 

Türküz Türkler yoldaşımız 
Hesaba gelmez yaşımız 
Nerde olsa savaşımız 
Türküz türkü çağırırız 

Türküz Türkler yoldaşımız 
Hesaba gelmez yaşımız 
Nerde olsa savaşımız 
Türküz türkü çığırırız 

Türklerdir bizim atamız 
Halis Türküz kanı temiz 
Şarkı gazeldir hatâmız 
Türküz türkü çığırırız 

Bayramlarda düğünlerde 
Toplantıda yığınlarda 
Sıkılınca dar günlerde 
Türküz türkü çığırırız 

Yaylalarda yataklarda 
Odalarda otaklarda 
Koyun gibi koytaklarda 
Türküz türkü çığırırız 

Su başında sulaklarda 
Türkün sesi kulaklarda 
Beşiklerde beleklerde 
Türküz türkü çığırırız 

Hep beraber gelin kızlar 
Bile coşar o yıldızlar 
Koşulunca çifte sazlar 
Türküz türkü çığırırız 

İnler Veysel arı gibi 
Bülbüllerin zârı gibi 
Turnalar katarı gibi 
Türküz türkü çığırırız. 

İnler Veysel arı gibi 
Bülbüllerin zârı gibi 
Turnalar katarı gibi 
Türküz türkü çığırırız. 

Âşık Veysel Şatıroğlu’nun Atatürk sevgisi bu bildirimizin ana konusudur. 

Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyetin temelini attığı Sivas’ta, Anadolu aydınlanma hareketini de başlatır. Ahmet Kutsi Tecer gibi iyi yetişmiş bir cumhuriyet aydınını Sivas’a millî eğitim müdürü olarak görevlendirir. Ozan ve yazın eri Ahmet Kutsi Tecer bu görevi sırasında, 5-7 Kasım 1931 tarihlerinde Halk Ozanları bayramını düzenler. O tarihte Sivas’ta komutan olan, daha sonra MİT Müsteşarlığı da yapmış bulunan General Fuat Doğu, bu anlamlı mahallî bayrama maddî ve manevî katkıda bulunur. Veysel’in bu bayrama katıldığını 
biliyoruz. Veysel’in bu bayramda henüz kendi demesi yoktur. Usta malı şiirler söyler. 
Kendine güveni gelir ve Veysel olayı şekillenmeye başlar. Cumhuriyetimizin 10 yıl kutlamalarında yılında ilk şiirini yazar. Yıl 1933’dür. Veysel’in bu şiirinin ilk dörtlüğünü okuyayım: 

Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası, 
Kurtardı vatanı düşmanımızdan… 
Cananı bu yolda eyledi feda, 
Biz dahi geçelim öz canımızdan. 

Görüldüğü gibi Veysel’i çekip çıkaran Cumhuriyettir. Aşık Veysel Cumhuriyetin ozanıdır. Âşık Veysel, Veysel Baba, Koca Veysel olarak da anılan büyük halk şâiri Veysel Şatıroğlu’nun Atatürk konulu bu 16 (onaltı) dörtlükten meydana gelen şiirin öğrencilere ezberletilmesi gerektiğine inanıyorum.4 

‘ATATÜRK’ 

Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası 
Kurtardı vatanı düşmanımızdan 
Canını bu yolda eyledi fedâ 

Biz dahi geçelim öz canımızdan 

Sinesini hedef etti düşmana 
Ölmüşken vatanı getirdi cana 
Çekti kılıcını çıktı meydana 
Gören ibret aldı meydanımızdan 

Çekildi sancaklar dayanmaz canlar 
Şarktan garpa gitti Türk’teki şanlar 
O kadar paşalar o zabitanlar 
Ayrılmadı asla sağ yanımızdan 

Dumlupınar Sandıklı’nın cephesi 
Dağları yıkıyor topların sesi 
Kahraman askerin hücum etmesi 
Cihan sele gitti al kanımızdan 

Kaçırdık düşmanı bulunmaz izi 
Bir hücumda geçti öte denizi 
Siyanet ettiler askerimizi 
Vatan memnun kaldı zabitanmızdan 

Şeh Said yüzün tuttu isyana 
Milletini hor baktırdı vatana 
Fakir fukarayı boyadı kana
Öyle şeyhler çoktur külhanımızdan 

Çağırdım Şeyh Said sağır mı diye 
Başında sarığı değirmi diye 
Tarttılar şeyhleri ağır mı diye 
Haberin doğrulttun urganımızdan 

Şeriatı düşündüler şerciler 
Birtakım millete fesad verdiler 
Her biri bir yerde hep geberdiler 
Onlar kurtulmadı toplarımızdan 

Aklı başınd’olan düşünür bunu 
Şeriatçı oldu tüketen onu 
Dağda belde fukaraya soygunu 
Veren onlar idi vatanımızdan 

Menemen meseles(*) geldi meydana 
Orda birkaçları uydu şeytana 

Bilindiği gibi şiirde bir çok söz ve anlam sanatı bulunur. Âşık Veysel’in şiirinde de bu edebî sanat denilen, bazı söyleyiş ve anlam oyunları bulunur. Şairlerin hepsi “mübalâğa” denilen bir sanata başvururlar. Âşık Veysel’de mübalâğa sanatı dense yanlış olmaz. 

Atatürk 10 Kasım 1938’de öldü. Türkiye’yi laik cumhuriyete kavuşturan, bu kahraman askerin, bu millî liderin, bu uluslararası ünü olan ulu kişinin ölümü üzerine, dünyanın sözü dinlenen insanları, fikirlerini ifade ettiler. Türkiye’de, hem aydın sayılan şairler, hem de halk şairi adı verilen nazım yazıcılar Atatürk’ün ölümü üzerine şiirler yazdılar. Atatürk konulu şiir antolojilerine bakmış olanlar bilirler ki, bu yönde bini aşkın nazım vardır. 

Bizim iddiamız şudur: 

Samimiyeti, yalın ve dürüst ifadeyi bu ölçüde nazma taşımış kaç şair var bilinmez; ama Âşık Veysel bu konuda gerçekten samimi bir naat yazmıştır. Âşık Veysel’in halk şiiri geleneğindeki ağıt-destanların birini Atatürk için yazmış olması düşündürücüdür. Bildirimin asıl konusu olan on dörtlükten meydana gelen bu şiir Âşık Veysel tarafından 78 devirli eski taş plaklarla okunmuştur. 

“Ağlayalım Atatürk”e adıyla meşhur olan bu şiir Türkiye’deki büyük değişim ve dönüşümlerinin, bir halk adamının ağzından anlatması bakımından da çok önemlidir. Onun boğuk sesiyle eski teknolojinin oluşturduğu taş plağın cızırtısına Veysel’in özel düzen ve bir sesle çaldığı sazının karıştığı çığlık, şöyle başlıyor: 

Ağlayalım Atatürk’e 
Bütün Dünya kan ağladı. 
Süleyman olmuştu mülke 
Geldi ecel can ağladı. 

Değerli dinleyenler, Âşık Veysel Atatürk’ü Hz. Süleyman’a benzetiyor. 
Hazreti Süleyman gibi idi demek istiyor: Peygamber Süleyman, hem dini lider, hem de siyasi lider idi. Halkını hem doğruların yoluna hak yoluna ulaştırdı, hem de maddi bakımdan zengin, siyasi bakımdan bağımsız kılmayı başardı. 

Mehdi diye kendi kendin urgana 
Taktı kurtulmadı dârlarımızdan 

Süleyman olmuştu mülke mısrasındaki mülk ise, hem devlet hem de memleket/vatan anlamındadır. 

Türkiye’deki sanayileşme hamlelerinin, ve kültürel kimliğin, kültürel varlığın, millî değerlerin korunmasında, ayakta durmasında emperyalizm karşısında alınan tedbirlerin insanın, toplumun, milletin kendi öz gücüne güvenerek devam ettirilebileceğini ifade eden mısralara bakalım: 

Fabrikalar İcâdetti 

Gazi Paşa Haziretli bir kişi 
Ne kadar cesaret tuttu bu işi 
Sarmıştı vatanı düşman ateşi 
Esirgedi bizi ziyanımızdan 

İddiacı Türkiye’nin insanı 
Çalışmakla kazandık bzi vatanı 
Aç kurt gibi parçaladık düşmanı 
Şecaat görünce aslanımızdan 

Kurtardık vatanı bu belâlardan 
Tiren hattı küşat ettik her yerden 
Terakk’etti(*) mektebimiz hep birden 
Teşekkür kazandık müşranımızdan 

Hükûmet de milletini kayırdı 
Bir af etti(**) hapisleri koyverdi 
Adaletle tebligatlar duyurdu 
Çok şeref kazandık bayramımızdan 

Türkiye’yi adalette yaşattı 
Dağları deldirdi demir döşetti 
Millete bir altın kemer kuşattı 
Hâşâ nankör olman devranımızdan 

Âşık Veysel bunu böyle söyledim 
Benden de yadigâr bu kalsın dedim 
Sözlerim yalan mı dinle efendim 
Kürrei arz doldu hep şanımızdan 

Atalığın ispat etti 
Varlığın Türk’e terketti 
Döndü çark devran ağladı. 

Tiren hattı tayyareler 
Türkler giydi hep karalar

 * 

Deli gönül değme çayda bulanmaz 
Coşarsa dalgası kendinden olur 
Dertsiz aşık diyar diyar dolanmaz 
Gezdirir kendinden olur 


Yüce dağlar ova gibi düzlenmez 
Veysel muhannetten kerem gözlenmez 
Tilki gölgesinde arslan gizlenmez 
Yiğidin gölgesi kendinden olur 

Değerli dinleyenler şiirin tamamını metinler yayınlandığında okuyabilirsiniz.5 10 Kasım 1938’in hemen arkasından yazılan bu 
ağıt şiirden iki veya üç yıl sonra yazdığı 19 Mayıs’ta Parlayan Zafer Şiirinde Atatürk’ün hem askerî dehâsını, hem de sivil önderliğini 
doğru algılamış bir şair olarak karşımıza çıkıyor. 


“AĞLAYALIM ATATÜRK’E ''


Ağlayalım Atatürk’e 
Bütün dünya kan ağladı 
Süleyman olmuştu mülke 
Geldi ecel can ağladı 

Doğu batı cenup şimal 
Aman Tanrım bu nasıl hâl 
Atatürk’e erdi zevâl 
Memur mebusan ağladı 

İskenderun Zûlkarneyin 
Çalışmadı buncalayın 
Her millet Atatürk deyin 
Cemiyet’Akvam(*) ağladı 


Âşık Veysel Baba: 

19 Mayıs’ta Parlayan Zafer İptida Samsun’a bastı ayağı 

Atatürk’ün eserleri 
Söylenecek bundan geri 
Bütün dünyanın her yeri 
Ah çekti vatan ağladı 

Fabrikalar icâdetti 
Atalığın ispat etti 
Varlığın Türk’e terk etti 
Döndü çark devran ağladı 

Tiren hattı tayyareler 
Türkler giydi hep karalar 
Semerkant’la Buharalar 
İşitti her yan ağladı 

Bu ne kuvvet bu ne kudret 
Var idi bunda bir hikmet 
Bütün Türkler İnön’İsmet(*) 
Gözlerinden kan ağladı 

Siz sağ olun Türk gençleri 
Çalışanlar kalmaz geri 
Mareşal’in askerleri 
Ordular teğmen ağladı 

Zannetme ağlayan gülmez 
Arslan yatağı boş kalmaz 
Yalnız gidenler gelmez 
Her gelen insan ağladı 

Uzatma Veysel bu sözü 
Dayanmaz herkesin özü 
Koruyalım yurdumuzu 
Dost değil düşman ağladı 

Ne mutlu Samsun’a zafer kapısı 
Her an için hatırlarız bu çağı 

Samsun’a çıkınca bir asker isi 
Bir aydınlık şarka doğru yürüdü 
Emsâli bulunmaz bir cevher idi 
Edep erkân medeniyet membağı 

Haykırdı orduya: “Yürümek gerek 
Zafer bizim haydi yürü” diyerek 
Akdeniz’den Trakya’dan geçerek 
Hudutlara çaktı şanlı bayrağı 

İşte bugün Atatürk’ün günüdür. 
Her yana yayılan onun ünüdür. 
Her tarafta şenlik Türk düğünüdür 
Nûr içr’olsun Atatürk’ün yatağı 

Veysel bu sözünde var mıdır hatâ 
Yurdumuzu benzetelim cennet’e 
Bu vatanı ısmarladı millete 
Türk korusun dedi yine bu bağı 

Biz, Türklüğü, Atatürk’ü ve Türkiye’yi seven, bu yolda yüreğini tutuşturup saza ve söze dönüştürmüş Âşık Veysel Şatıroğlu’nun düşünce ve felsefesini yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak üzere kurulmuş, bir sivil toplum örgütüyüz.6 “Bilgelerin Yolunda” adlı kitabında aklı gönüllere birleştiren mesajlarıyla dostluk ve birlik düşüncesini, fikrî ve felsefî zemine taşıyan Sadık Tural hocaya uyarak 
şu cümleyi söylememe izin verilsin: Biz Atatürk’ün yolunda olduğumuzdan mezhepçiliği de, tarikatçılığı da, bunlara dayalı mürşitliği ve irşatçılığı da şiddetle reddederiz. Bizler ve bizim derneğimiz, Âşık Veysel yolunu yaşatmaya çalışanlar olarak, Türklüğü, Atatürkçülüğü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını laik bir hukuk devleti olarak sonsuza kadar sürdürülmesini vazgeçilmez ilke sayarız. 
Türkülerin, ezgilerin, deyişlerin arkasında millî birlik düşüncemiz, devletimizin bağımsızlığı ve milletimizin bütünlüğü imanı var. Bu vazgeçilmez, reddedilmez ilkenin izleyicisiyiz. Âşık Veysel’in doğruları bizim doğrularımızdır. 

Atatürk’ümüzü ve Âşık Veysel’imizi rahmet ve minnetle anıyoruz. 

1 Sadık Tural, Sorulara Cevaplar, 2.bs., Yeni Avrasya y., Ank., 2003, s., 203. 
2 Sadık Tural, Sorulara Cevaplar, 2.bs., Yeni Avrasya y., Ank., 2003, s., 153-154. 
3 Dostlar Beni Hatırlasın Âşık Veysel, Hayatı ve bütün şiirleri, Anka bs., Inkılap y., İstanbul, 2001, s.164-165. 
4 Dostlar Beni Hatırlasın Âşık Veysel, Hayatı ve bütün şiirleri, Anka bs., Inkılap y., İstanbul, 2001, s.168-169.
5 Dostlar Beni Hatırlasın Âşık Veysel, Hayatı ve bütün şiirleri, Anka bs., Inkılap y., İstanbul, 2001, s.173-174.
6 Bilgelerin Yolunda 4. bs., Yüce Erek Yay., Ank. 2006 


***

9 Şubat 2017 Perşembe

İşte MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 11 Sabıkası


 İşte MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 11 
Sabıkası,



 08 Şubat 2017 Çarşamba





İşte MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 11 Sabıkası

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Türkiye’nin içinden geçtiği her kritik dönemeçte oynadığı rol ile Türk siyaset tarihine sabıkalarıyla kaydedildi.

_ AKP yöneticileri ile anlaşarak Türkiye’yi başkanlık çıkmazına sürükleyen Bahçeli’nin sicili kabarık.
_ Aydınlık'ın haberine göre siyaset arenasında oynadığı kritik rollerle çıkmazlara kapı aralayan Bahçeli’nin 11 Sabıkası şöyle:

1- TÜRKİYE’Yİ AB KAPISINA BAĞLAYARAK KIBRIS VE EGE’Yİ VERMEK

Devlet Bahçeli’nin en büyük sabıkası, Türkiye’yi AB kapısına bağlayan Triumvira’nın içinde yer almasıdır. Bahçeli, Bülent Ecevit ve Mesut Yılmaz’la birlikte, 1999 yılı 10 Aralık günü son Türk devletinin adım adım tasfiye edilmesi, Türk milletinin parçalanması ve Atatürk Devrimi’nin yıkıma uğratılması operasyonundaki görevini yerine getirdi ve AB Aday Üyelik Protokolu’na imzayı bastı.
2- BARZANİ DEVLETİNİN KURULUŞUNA HİZMET
Ecevit-Bahçeli hükümeti kurulduğunda, Çekiç Güç çoktan Türkiye’ye yerleşmişti. Kukla Devlet’in adım adım kurulması işini bundan böyle Ecevit-Bahçeli hükümeti yürütecekti. 26 Aralık 1998 günü Çekiç Güç’ün süresi, daha önce olduğu gibi 6 ay değil, 12 ay süreyle uzatılmıştı. Bir yıl sonra 26 Aralık 1999 günü toplanan Meclis, süreyi altı ay daha uzattı.
3- İKİZ SÖZLEŞMELERİ İMZALADI
Bahçeli’nin başbakan yardımcısı olduğu Bakanlar Kurulu, Türkiye’de halklara ayrı devlet kurma hakkı dahil, bilinen azınlık haklarını tanıyan bu sözleşmeyi hükümet adına imzalaması için, Birleşmiş Milletler Daimi Delegesi Volkan Vural’a talimat 
verdi. 15 Ağustos 2000 tarihinde ‘Medenî ve Siyasî Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’ ile ‘Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslar arası Sözleşme’ işte bu talimatla imzalandı. Ancak Bakanlar Kurulu’nun ve Bahçeli’nin bu büyük 
suçu, yine hükümetin kararıyla gizli tutuldu.
4- APO’YU ASACAĞIM VAADİYLE KANDIRMAK VE OY AVCILIĞI
Devlet Bahçeli, ‘Apo’yu asacağız’ vaatleriyle oy topladı ve iktidara geldi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının ardından Bahçeli şu mesajı verdi: Karara herkes saygı duymalı. Bundan sonraki süreç neyi gerektiriyorsa o takip edilecektir.
Bahçeli, madem ABD ve AB’den gelen talimatlarla Apo hakkında verilen kararı uygulatmayacaktı, niçin yıllarca şehit cenazelerinde o nutukları attı, neden ortamı kızıştırdı.
5- KÜRESELLEŞMEYE VE İMF’YE TESLİM OLMAK
Kemal Derviş cebinden 15 yasa ile geldi. Çiftçiyi ve köylüyü yıkıma götüren “15 günde 15 yasa” Devlet Bahçeli’nin, Ecevit’in ve Mesut Yılmaz’ın gayretleri ve talimatlarıyla çıkartıldı. Türkiye’nin finans sektörüne, sanayisine, tarımına ağır darbeler indirildi. Çiftçinin, sanayicinin, milli bankacılığın beli kırıldı.
6- DEVLET BAHÇELİ’NİN TÜRKÇÜ DÜŞMANLIĞI
Devlet Bakanı Abdulhaluk Çay’ın genel başkanlığını yaptığı TÜDEV Vakfı tarafından düzenlenen “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı”nın sekizincisinin KKTC’de yapılmasını engelledi. Bahçeli, kurultayın KKTC’de toplanmasının, ABD’ye meydan okumak anlamına geleceğini biliyordu.
7- KAREN FOGG’U GÖRMEZDEN GELDİ
AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi Karen Fogg’un, diplomatik görevlerinin dışına çıkarak, ülkemiz ve KKTC aleyhine bir casusluk şebekesi oluşturduğu, Devlet Bahçeli’ye belgeleri ile bildirildi. Ancak, Bahçeli, hiçbir girişimde bulunmadı. Bu belgeler, Doğu Perinçek tarafından kamuoyuna açıklandı.
8- ABD TELAFER’İ BOMBALARKEN SUSTU
Amerika, Irak işgalinin ardından ikinci olarak Türkmen kenti Telafer’e girdi ve Türkmenleri katletti. ABD, Telefer’i bombalarken Devlet Bahçeli ağzını açmadı, bu katliam karşısında sessizlige gömüldü.
9- ERKEN SEÇİM KARARI ALDI AKP’Yİ HÜKÜMET YAPTI
Bahçeli, Yılmaz ve Ecevit hükümetinin yerine AKP’yi iktidara getirmek üzere, 2002 yılının Temmuz’unda harekete geçti. Kemal Derviş’in açıklamaları ile başlatılan “erken seçim operasyonu” başarıya ulaşamadı. Ancak Devlet Bahçeli,
bu aşamada, 7 Temmuz 2002 günü, şaşırtıcı bir açıklama koalisyon ortaklarından dahi habersiz erken seçim yapılmasını isteyen bir açıklama yaptı. Bunun üzerine başlayan hükümet krizinin ardından yeni kurulan AKP tek başına iktidara geldi. AKP’yi hükümet yapan süreci Bahçeli başlattı.
10- ÇATI ADAY PROJESİYLE KOLTUK ERDOĞAN’A VERİLDİ
Bahçeli, Tayyip Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı yolunu açan süreçte de kritik rol oynadı. Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte toplumdan destek görmeyeceği belli olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday gösteren Bahçeli, Erdoğan’ı Çankaya’ya taşıdı.
11- ERDOĞAN’A BAŞKANLIK PASI
Türkiye’yi referanduma sürükleyen süreçte Devlet Bahçeli kritik rol oynadı. “Fiili durumu resmiyete taşımak gerekir” diyen Bahçeli, olası anayasa değişikliğinde ihtiyaç olan desteği vereceklerini söyledi. Bunun üzerine AKP düğmeye bastı. Bahçeli’nin desteğiyle Meclis’e gelen paket, milletvekillerine santaj ve tehditlerle kabul edildi.

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/iste-mhp-genel-baskani-devlet-bahceli-nin-11-sabikasi-h143675.html






16 Şubat 2015 Pazartesi

ATEŞ ÇENBERİ,




ATEŞ ÇENBERİ,



Yekta Güngör Özden
Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi (CDP) Genel Başkanı

Lozan Barış Antlaşması’nın 80. yılında tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı utkusuyla başlayan Türk Devrimi’nin kazandırdıklarını yitirmek tehlikesiyle karşı karşıyayız. Oy almak, iktidara gelmek, iktidarda kalmak için usa, bilime, gerçeklere aykırı söylemleri beceri sayan, yurttaşı aldatan, siyaseti yozlaştıran, sayısız ödünlerle lâik Atatürk Cumhuriyeti’nin niteliklerini bozan içtenliksiz, çıkarcı, aymaz ve sapkın “demokrasi” oyuncularının ülkemize düşürdükleri gölge karanlığa dönüşmektedir. İnanç ve düşünce özgürlüğünü sömürerek, üstelik inanca ilişkin sakıncalı açılımlarla belirginleşen terörü düşünce özgürlüğü kapsamında göstererek demokrasiyi temel öğesi olan disiplinden yoksun kılıp kargaşaya çağrı çıkarmaktadırlar.

Sevr’i yeniden gündeme getiriyorlar

1930’ların görkemli cumhuriyetlerinin başında sayılan Türkiye Cumhuriyeti giderek güçsüzleşen, yoksullaşan, saygınlığı ve güvenilirliği konularında kuşku duyulan bir yapı durumuna düşmektedir. Yeterince eğitim almamış, okumamış, incelememiş, değerlendirme yeteneği gelişmemiş, yurt, ulus, devlet kurumlarıyla ulusallık ve yurttaşlık kavramlarını bilincine yerleştirememiş saplantılı kimilerinin asla yaraşır olmadıkları olanaklar içinde varlık nedenimiz ve yaşam felsefemiz ilkelere saldırılarıyla birleşen yeni sömürgecilerin elkoyma, yıkma ve yoketme çabaları, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının tarihin çöplüğüne attıkları Sevr’i yeniden gündeme getirmektedir. Irak’ın kuzeyinde ulusal onurumuzun temsilcisi Silâhlı Kuvvetlerimizin görevlilerine yönelik çirkin ve düşmanca davranışta özür dilemek yerine, özür diletmeyi yeğleyen ABD’nin yakışıksız tutumu bu kanıyı doğrulamaktadır. ABD yetkililerinin niteliklerini ve düzeylerini yansıtan savunmalarını uygun bulan günümüz iktidarının tutumu ise en az ABD kovboylarının yaptıkları kadar üzücü, düşündürücü, onur kırıcıdır. Türkiyemiz içten ve dıştan kuşatılmaktadır. Çanlar Türkiye için çalmaktadır.
AB bekleme odasında bizi oyalayarak istediğini alıyor
AB sorumlularının çelişkili, aldatıcı sözleri, istedikleri her şeyi alıncaya değin bekleme odasında bizi oyalayıp tutacaklarını göstermektedir. AB içinde kaynaşmamız olasılığından söz edilirken Yunanistan’ın deniz ve hava alanları için diretmesi, Güney Kıbrıs’ın anlaşmalara aykırı biçimde AB’ye alınması kesinleşmişken, “2004’e kadar sorunlar çözümlenmezse Lahey Yüksek Adalet Divanı’na gidileceği” tehdidi, Megalo İdea ve Enosis güdülerinden vazgeçilmediğinin kanıtıdır. Tüm bu çelişkilere karşın kimi siyaset adamlarımızın geleneksel konukseverliğimizin dışındaki yaklaşımları, herşeyi vermeye hazır gülücükleri uyanıklık yerine uyurgezerlik belirtisi yılışıklıkları kötü sonuçların habercisidir. ABD’nin PKK/KADEK elebaşlarıyla ilişkileri, kamuoyundan gizlendiği söylenen “Mutabakat”larla Türkiye’den toprak koparmak isteyen bölücü çetelerden esirgenmemesi istenen hoşgörü, Irak’taki Kürt liderlerinin ABD’nin kuklası olmaya katlanarak kalkıştıkları kabadayılık gösterileri, ilkel efelenmeler. Hiçbiri gereken yanıtı alamıyor, hiçbirine gereken karşılık verilemiyor. Barışçı anlayış, dostluk duyguları, kimi ortaklık ilişkileri ulusal onuru savunmaya yönelik korumaya, bu temel görevin gereklerini yerine getirmeye engel değildir, olamaz. “Devlet yönetmenin bakkal dükkânı çalıştırmak olmadığını” söyleyerek teslimiyetçiliği, beceriksizliği, pısırıklığı savunanların bakkal dükkânı bile çalıştıramayacakları anlaşılmıştır. Güdümlü iktidarlar, ulusunun desteğinden çok dış desteğe dayananlar edilgenlikten kurtulamazlar. Uydu, uşak ruhlular bağımlılıktan yakınmazlar.
Biz, kimseden bir şey istemiyoruz. Kimsenin toprağında, havasında, suyunda başka bir şeyinde gözümüz yok. Yayılmacı ve saldırgan değiliz. Kendi öz yurdumuzda bağımsız, özgür, mutlu yaşama istememiz, en doğal hakkımızdır. İçimizdeki kökten dincilerin Türkiye’den ne istediklerini sormak da hakkımızdır. Türk Devrimi’nin en önemli ilkelerinden lâiklikle din ve vicdan özgürlüğü güvenceye alınmışken, dünya örnekleri bizi doğrularken küreselleşmeyi körü körüne savunan yeni mandacıların, Yeni Sevr’cilerin, çıkarcıların, etnik ve kökten dinci teröre gülümseyenlerin, tüm bölücü ve yıkıcılarla bağımlıların birleşmesi ilginçtir. İçte ve dışta yaşananları göre göre, duya duya işbirlikçiliğine soyunmaları hangi bataklığın kurbağası olduklarını ortaya koymaktadır. Bu durumda Türkiyemizin hedef tahtası seçildiği, tehditler ve tehlikelere karşı karşıya bulunduğu görüşü geçerliğini korumaktadır.

AB’nin ve ABD’nin gerçek dost olduğunu kimse savunamaz

Ülkemizi bölüp parçalamak isteyen sözde Kürt milliyetçileri ile, şeriat düzenini gerçekleştirerek toplumu karanlığı sürüklemek isteyen sözde dindar köktendinci sayrılıları besleyip barındıran Avrupa’nın, kışkırtmasını destekleriyle giderek arttıran ABD’nin gerçek dost olduğunu aklı başında hiç kimse savunamaz. ABD’ni “Güney komşumuz” olarak gösteren, “ABD ile bundan böyle anlaşarak Irak’tan çekilmemizi” öneren sivri akıllılar, bilinen torunlar, kimi ardıllar Türkiye’nin nasıl kurulduğunu, nereden nereye geldiğini bilmeyecek kadar bağnaz ya da bilmezlikten gelecek kadar kötü amaçlıdır. Dinginliğe kavuşup bağımsız yapısı içinde halkına yararlı olmasını istediğimiz Irak, başlıca tehlike köşesi olmuştur. Türkiye-ABD ortak açıklama-sının düşkırıcı içeriği, yaralanan ulusal onurumuzun sızısını kemiklerimizden iliklerimize indirmektedir.

Dini siyasallaştırarak demokrasiyi dinselleştiriyorlar

Sorun çok boyutludur. Ancak, temelde iç ve dış boyutunu ele alarak irdelemek, yararlı sonuca ulaşmak için en uygun yöntemdir. Ülkemiz karanlıktadır. Güç günler geçirmektedir. Kendi çağdışı sayılacak anlayışına uygun düzeni kurmak için her yolu geçerli sayan bir iktidar çoğunluğu vardır. Sayısal durumuna güvenerek her istediğini yapacağını sanan bu çoğunluk, kendi diktasını gerçekleştirmektedir. Anayasa’yı, yasaları kendileri için değiştirmekte duraksamamakta, şaibeli-sanık kimi yakınlarını kurtarmak için seçim alanlarında verdikleri sözleri unutmakta, yolsuzluk ve aykırılıkları değişik bahaneler ve aldatıcı söylemlerle savunmakta sakınca görmemektedir. İnsan hakları, özgürlükler ve demokrasi kendi amaçlarına uygun oluşumlar için vardır. Hukukla, yargı bağımsızlığıyla, laiklikle, toplumsal yarar ve ulusal çıkarla hiçbir ilişkileri yoktur. Kişisel ya da partisel kazanımları önde gelmektedir. Dini siyasallaştırarak demokrasiyi dinselleştirme ereklerine kadrolaşmayla hız vermişlerdir. Onlar için öğrencinin, işçinin, memurun hiçbir değeri yoktur. Köktendinci ve mezhepçi anlayışla davrananlar, her istediklerini yapanlar, yaptıklarına katılanlar, ses çıkarmayanlar, verdiklerini alanlar, beklediklerini verenler önemlidir. Esnaf, sanatçı, sporcu, bilim adamı vd. onların umurunda değildir. İşçiler için önerdikleri “sıfır-eksi zam”, memurlara verdikleri oran, getirdikleri yeni zamlar, rakam oyunlarıyla açıkladıkları enflasyon düşüşü, batık bankaların devlete getirdiği yük, hastahane koridorlarında ve mahkeme kapılarında yurttaşların çektikleri, demiryollarını ihmal edip ülkeye ihanet edilme de içinde birçok ulusal konuda süren aymazlık, trafik kıyımı, orman yangınları, SİT alanları yağması, kaçakçılık, çirkin saldırılar, tanınmayan yargı kararları, süründürülen görevliler, ayrılmaya ve emekli olmaya zorlanan çalışanlar, kayırıcı yükseltmeler, fetva-ferman dönemini anımsatan işlemler, eğitimi dinselleştirme girişimleri, YÖK’e, Silâhlı Kuvvetler’e ve Cumhurbaşkanlığı’na yönelik budama ve etkisizleştirme tasarıları, mezhepçilik, ayrıcalık, kollama, yandaşlık, partizanlık uygulamaları, “İslam Devleti” söylemiyle geliştirilen lâik cumhuriyet karşıtlığı, işsizler, özürlüler, yaşlılar, ilaçlar konusundaki umursamazlık ve daha niceleri günümüz güdümlü iktidarının “Düşünceler” bölümünü doldurmaktadır. ABD güvencesiyle yeniden azgınlaşan etnik teröre ve büyük kentlerimizde yakalanan şeriat yapılanmalarına karşı etkin önlem almak yerine “Pişmanlık Yasası” ve “Belediye sınırlarını yeniden düzenleme”yle geliştirilen hoşgörü, devleti savunan görevini en yansız ve en bağımsız biçimde yerine getirmeye çalışanlardan esirgenmekte, devlete yaraşan sınırlı önlemler ve çok yalın olanaklar da kaldırılarak her tür teröre açık duruma getirilmektedirler. Seçimler için aldatıcı sunuşlara ağırlık verilmekte, iktidarda kalmak için içten ve dıştan ne istenirse yerine getirilmektedir.

AB’ye girilerek her sorunun çözüleceği sanılıyor

ABD gibi AB de kendi amacına en uygun araç saydığından günümüz iktidarını desteklemektedir. Ege, Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunlarını bu iktidarla istedikleri gibi çözümleyeceklerdir. Onlar için bundan sonrasının önemi yoktur. Avusturya’da Haider, Fransa’da Le Pen için gösterdikleri duyarlık Türkiye için söz konusu değildir. İstediklerini aldıktan sonra Türkiye’nin ne olacağı, nasıl yönetileceği onları ilgilendirmemektedir. Çünkü, Türkiye kendilerinden değildir, içlerinde değildir, Avrupalı değildir. Bu yanlış anlayış ve sakat yönelişle hem Avrupa’ya, hem Türkiye’ye zarar vermektedirler. Avrupa’da dinci parti yoktur. Demokrasiyle asla bağdaşmayan “siyasal islâm, ılımlı islâm, dinci parti, İslâmcı parti” sözleri Türkiye’ye özgüdür. Doğunun batısında, batının doğusunda lâikliği kökten dinci düzenler için, demokrasisi diktatörlükler için kötü örnek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin değerini, ABD, AB bilmediği için bizdeki kimileri de bilmemektedir. Bunların başında da bugünün iktidarı ile çoğu medyanın baş köşelerinde yardakçıları gelmektedir. Bugün borçlu oldukları kişileri, kurumları, ilkeleri ve değerleri unutmuşlar, AB’ne girmekle her sorunun çözümleneceğini, her sıkıntının giderileceğini, her olanağa kavuşulacağını, her yerin güllük ve gülistanlık olacağını sanmaktadırlar. Ne ABD’nin, ne AB’nin, ne gibi komşuların ve sözde dostların amaçları önemlidir. Varsa yoksa kendi bencilliklerini doyurmak, olanaklarını arttırmak, yaşamlarını herşeye karşın giderek çoğalan desteklerle sürdürmek başlıca kaygılarıdır. Bağımsızlık, özgürlük, saygınlık, onur, geçerliğini yitirmiştir. Sömürge durumuna düşmek de onların derdi değildir.
Yeni liberaller ve süzme demokratlar ülkeyi içten kemiriyor
Herşeye, herkese dokunulur, onlara dokunulamaz. Kendileri gibi düşünmeyenler düşmandır. İşte bizim yeni liberallerimiz, süzme demokratlarımız, kendilerinden başkasına yaşam hakkı tanımayan, değişik düşüncelere kendilerine yaraşır nitelikleri uygun gören çağdaş aydınlarımız. Kulisçiliği, klikçiliği, partizanlığı karakter edinmiş, kavgayı ustalık sayan kimileri de bunlara eklenebilir. Kendini hiçbir yönden yükümlü saymayan kimi dernek, vakıf, kulüp, parti ağaları da böyledir. Feodalitenin, aşiret, tarikat ve ticaret kıskacının aygıtı durumuna gelenlerle medya militanları, kimi gösterişçiler yalanla, karalamayla yürüttükleri etkin konumlarını sürdürmek için herşeye göz kırpmadan kıyabilirler. Sahte Atatürkçüler, gerçek Atatürkçüleri suçlar, kötüler. Tepkisizlik, suskunluk, sessizlik, ilgisizlik, umursamazlık, en tehlikeli toplumsal hastalık olarak sürmektedir. Kimi aydınların bencilliği, tutarsızlığı, birbirine karşıtlığı, anlaşmazlığı ve dağınıklığı, karşı devrimcileri gücünü, güdülerinin pençesinde kıvrananların zayıflığı ülkemize pahalıya mal olmaktadır. Özetle, Türkiyemizi içerden kemirmekte, dışardan çevirmektedirler. Amaç, kötülerin semirmesi, yabancıların devirmesidir.
Geçen yüzyılda ağırlık kazanan yönelişler bu yüzyılda da gündemdedir. Etnik ayrımcılık, köktendincilik, terör, güç dengesizliği, doğal kaynak edinmeleri, askeri güç artımı, uluslararası kuruluşlar aracılığıyla devletleri gütmek, ulusları bağımlı duruma getirmek, dünyanın merkezi ve tek güç, tek egemen olmak, ekonomik ve teknik imparatorluğu gerçekleştirip silâhlı güçle bunu geliştirip korumak, tartışmasız üstünlük sağlamak. Boyun eğmeyenin boynunu vurmak, istenen sonucu almak için içerden işbirlikçiler bulmak, kaleyi içten ele geçirmek, ağacı kendi kurduna yıktırmak. İçimiz sızlayarak izlediğimiz olaylar dizinin yinelendiğini bunlar göstermektedir.

Saldırılara karşı Atatürkçü anlayışla başa çıkabiliriz

Siyasetin gerçek anlamıyla, siyaset adamının özlenen niteliği ile bağdaşmayan sözler ve tutumlarla geçen günlerimizin karamsar olmayanları bile umutsuzluğa düşürdüğü bir gerçektir. Giderek her yönden gelişecek, kalkınacak, daha iyi duruma, daha iyi düzeye gelecekken, inanç katılığı, koşullanma, yanlış ve amaçlı eğitimle geldiğimiz çizgi tehlikeler ve tehditlerle doludur. İçten ve dıştan ulusal varlığımıza yönelik saldırılara dönüşen bu aykırılıklara karşı Atatürkçü bir anlayışla başa çıkabiliriz. Atatürk’ün tam bağımsızlıkla, özgürlüklerle, ulusal egemenlikle, cumhuriyet-demokrasiyle, gençlikle, laiklikle, eğitimle, dostlukla, uluslararası ilişkilerle, Silâhlı Kuvvetlerle ilgili sözlerini her gün bir kaç kez okumalı ve hiç unutmamalıyız. İçeriklerinin derin anlamı, bugün çektiğimiz sıkıntıların, yaşadığımız acıların, düş kırıklıklarının nedeni ile birlikte çözümlerini de ortaya koymaktadır. Yönümüzü gösterdiği gibi yolumuzu ve yöntemimizi de göstermektedir. Türk Gençliği’ne, Türk Orduları’na, Türk öğretmenlerine seslenişleri, 6 Şubat 1933 Bursa konuşması, Onuncu Yıl Söylevi, Türk TBMM’ni açılış konuşmaları, hepsi hepsi özdeyiş niteliğinde gerçekçi, anlamlı, örnek değinimlerdir. Batılıların istedikleri, yandaşlarının öngördükleriyle gündeme getirilen Sevr değil midir? Karşılaştırıp Lozan’ı inceleyenler gerçeği saptayabilirler. Amasya Genelgesi’nin, 1921 Anayasası’nın 1. maddesini okumak, anlamak yeter.
Konuşup yazacak çok şey var. Zaman ve yer sınırlı. Unutmamak gerekir, yabancıya güvenen, kendisine güvenmeyen kimseye kimse güvenmez. Oyun oynayan, bir gün oyuncak durumuna düşebilir. Kötülerin övgüsünü alanlar kötülerdir. Çirkinliği, sapkınlığı, alçaklığı, içlerine sindirenler bunlara yaraşır olanlardır. İnsan olmayan dindar da olamaz. Türkiye Cumhuriyeti sevdalıları, insanlık ve demokrasi için Atatürkçülükle taşıdıkları bayrağı sonsuza değin dalgalandıracaklardır. Ateş çemberi, bu yola baş koymuş, kendini yurduna ve ulusuna adamış kişilerle kırılacak ve yok edilecektir. Ahlaksızlığın ve alçaklığın, soysuzluğun ve onursuzluğun, satılmışlığın ve namussuzluğun büyüğü-küçüğü olamaz. Ulusalcılar tam bağımsızlıkçıdır. Boyunduruk, adam olan için ölümdür.





..

Kuvayı Milliye’yi tabanda halk kuracaktır





Kuvayı Milliye’yi tabanda halk kuracaktır

Sadettin Tantan
Yurt Partisi Genel Başkanı

Türkiye yıllardan beri bir kuşatma altındadır. Ama kuşatma yeni başlayan bir kuşatma değildir. Atatürk’ün ölümüyle birlikte, bölgedeki tehditlere karşı müttefik arayışları, Türkiye’yi NATO kanalıyla Amerika ve Batı’ya bağlamıştır. Bu bağımlılığın geldiği son nokta bugünkü kuşatılmışlıktır.
Cumhuriyetin kuruluşundaki temel felsefesede kültür birliği, tarih birliği, dil birliği ve inanç birliği vardır. Türkiye Cumhuriyeti teba devletten medeni devletler safına geçerken, yurttaş bilinicinin gelişmesi gerekiyordu. Bunun için Atatürk’ün başlattığı kültür hareketi çerçevesinde Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Halkevleri, Köy Enstitüleri kuruldu.
Osmanlı Devleti aslında sıradan bir doğu devleti değildi. Hep Avrupa’ya yönelmiş, Avrupa’ya hakim olmak istemiş bir devletti. Batı’nın Türkiye’ye karşı düşmanlığı ve Türklere yönelik kuşatma ve yok etme planları aslında 500 yıl öncesinden kaynaklanmaktadır. Batı Türklerin Doğu Roma İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmasını içine sindirememiştir. Bunu bir intikam meselesi haline getirmiştir.
Batı Türk kimliğinin bu coğrafyadan silinmesini istiyor. Milli Mücadele yıllarındaki ve bugünkü Batı’nın Türkiye’ye yönelik kuşatmasının temelinde aynı amaçlar ve güdüler vardır. Batı’nın temel amacı Türk kimliğini yok etmektedir. Toplumumuz bu amaç doğrultusunda kimliksizleştirilmektedir.
Kimliksizleştirme politikalarına en iyi örnek İstanbul’dan verilebilir. Fatih Sultan Mehmet Türk ve İslam kimliği açısından önemli bir isimdir. Kendisi Peygamberimizin cennet müjdelediği bir komutan ve askerdir. Türk kimliği açısndan da Fatih İstanbul’u fetheden isim olarak önemli bir şahsiyettir. Şimdi bu iki kimlik aşındırılmak istenmektedir.
Küresel imparatorluk İstanbul’u Türkiye’den ve Türk kimliğinden bağımsız bir metropol, kendi müstakil finans merkezlerinden biri yapmak istemektedir. Bugün de İstanbul’a yönelik uygulamalar bu amaçla paralel ilerlemektedir. Bunun en büyük yansımalarından biri vakıf arazilerinde görülmektedir. Vakıf arazileri satılmak istenmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in özellikle Okmeydanı’yla ilgili vakfiyesine baktığınızda açık ve net bir şekilde Türk kimliğinin devamının amaçlandığını görüyoruz. Bugün bu vakfiyelerin satılmasıyla bu kimlik de ortadan kaldırılıyor.
Acımasızlık, maddiyata önem vermek ve yağmacılık Batı’nın kimliğinde zaten yer alıyor. Sömürge anlayışı, emperyalizm zaten onların tarihinde hep yer almış. Bizim önce kendimizin ne yapmamız gerektiğine karar vermemiz gerekiyor.
Atatürk tarihi ve bu coğrafyayı çok iyi analiz etmiş ve millet olarak bize doğru hedefleri göstermiş. Bu hedefelere ulaşmak için gerekli altyapıyı kurmuş. Biz bu hedeflerden saptıktan sonra Türkiye’nin kuşatılmışlığı kaçınılmaz olmuştur.
Kuşatılmışlığın Türkiye için belirgin bir şekilde yaşandığı bir diğer nokta ise Kıbrıs. Kıbrıs’ta etkin konuma gelecek olan siyasetçi, iş adamı, bürokrat, sivil toplum örgütü lideri gibi insanlar Batı tarafından kendi kültürleriyle yetiştirildi ve adaya geri gönderildi. Şimdi o insanlar Batı’nın aktörü konumundadır. Türkiye ise burada kendi yapması gerekeni yine yapmadı.
Eğitim sadece okulla sınırlı değildir. Okullarda sadece ulusal eğitimin bir takım standardları belirlenir. Esas eğitim aile eğitimidir, cemiyet eğitimidir, işyeri eğitimidir. Aile, cemiyet ve işyeri eğitimi Batı’nın gizli perdesi altındaki kişi ve kuruluşlara teslim edildi. Toplum farkında olmadan kendi kimlik ve kültüründen uzaklaştırıldı.
Tüm bunların temelinde Türkiye’de hak kavramından uzaklaşılması yatmaktadır. Türkiye’de hak kavramının yerini imtiyazlar kavramı aldı. İmtiyazlar öne çıkınca sahiplenme duygusu ve hak kavramından uzaklaşıldı. Halbuki Allah’ın insana vermiş olduğu hak kavramı vazgeçilmez bir kavramdır. Devredilemez bir kavramdır.
Hak kavramından ödün verilip, imtiyazlar öne çıkarıldığı için ülkenin yönetiminden de dış güçler lehine taviz verilebilmektedir. İmtiyazlar ülke içinde bir takım kişi, odak ve kurumlara verilirken, bu çevrelerin tabi olduğu uluslararası güçler de bu imtiyazlar sayesinde ülkemize egemen olmaktadır.
21. yy’da ABD başkanı ulusal güvenlik belgesinin açıklarken politikasını açıkça ifade ediyor. Ya bana tabi olacaksın ya da bana karşı olacaksın diyor. Eğer benim tarafımdaysan benim emirlerime uyacaksın diyor. Türkiye ise burada yine kimliksizlik içinde.
Türkiye AB’ye girmek için bir telaş içinde. AB ise diyor ki sana karar organımda değil, kullanıcı organımda yer verebilirim diyor. Yeni açıkladıkları stratejiye göre ise Türkiye yine karar mekanizmasında değil, onun dışında ayrı bir statüde yer alıyor.
Amerikalıların Irak’ta bizim askerlerimize yaptıkları davranışın, ulusumuzun onuruna yapılan hakaretin kabul edilmesi mümkün değil. Ama bizi bu duruma düşüren kendi hatalarımızı ve eksikliklerimizi öncelikle görmeliyiz. Biz, bugün K. Irak’ta ABD’ye hizmet eden ve bize karşı davranan yapıyı kendi elimizle yarattık, destekledik, besledik ve adeta kurumlarıyla yarı bağımsız bir hale getirdik.
AKP hükümetinin nasıl geldiği ABD’li bürokrat Paul Wolfowitz’in kendi açıklamalarıyla ortaya çıkarılmıştır. Bu hükümeti biz destekledik ama savaşta istediğimizi vermedi dedi. Bu hükümeti artık tartışmanın hiçbir anlamı yoktur. Bu hükümetin gelmesinde hepimizin suçu vardır.
Batı’nın Evangalist ve yobaz yaklaşımları ve onların kendi kimlikleri çerçevesinde bakıldığında aslında kendileri açısından doğruyu yapıyorlar.
Burada biz ne yaptık? Birinci savaştan bizim çok maddi zararımız var, Amerika bunu karşılamalı dedik. İktidar tezkere karşılığı para pazarlıklarına girdi. Amerika ise kendi bilgi savaşları kanalıyla dünyaya, Türkiye’yi parayla satın alınabilir aşağılık bir ülke olarak karikatürlerle, yazılarla takdim etti. Biz birşey yapabildik mi? Bugün yaşananların işaretleri o zaman verilmemiş miydi?
Türkiye’nin hiçbir şeye, hiçbir dış güce ihtiyacı yoktur. Türkiye’nin AB’ye de ihtiyacı yoktur. AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı vardır.
Türkiye’deki ulusal altyapının altı boşaltılmak istenmektedir. Örneğin Terörle Mücadele Yasası’nın 8. Maddesi kaldırılıyor, kaldırılırken PKK’lılar affediliyor, MGK’nın gücü zayıflatılıyor, İkiz Yasalarla bir takım bölünme mekanizmaları kurulmaya çalışılıyor. Ayrıca Türkiye için terörün tanımı bulandırılmaktadır. Oysa ABD, Almanya, İngiltere ve diğer Batı devletleri kendi ülkelerinde veya başka bir ülkede kendi menfaatlerinin zarar gördüğü her türlü eylemi terörist suç kabul ederlerken bizim terörle mücadelede elimiz, kolumuz bağlanmak isteniyor.
Amerika dünyadaki tek küresel güç olmak için uyguladığı politikalarla, hedeflediği ülkelerde kargaşa ve terörü destekliyor. Batı, özellikle Amerika ve İngiltere bu politikayı açıkça yürütmektedir.
Hepimizin bütünleşerek sokağa yürümesi gerekiyor. Tabi ki kargaşa yaratmak için değil. 21. yüzyılın anlayışı içerisinde yeni bir Kuvayı Milliye anlayışına ihtiyacımız var. Bu Kuvayı Milliye ruhunun gelişmesi için de sokakta aydınların halkla birleşmeleri gerekmektedir. Atatürk beklememiş bana gelsinler diye. Atatürk Anadolu’ya, sokağa, halka gitmiş.
Bugün artık Türkiye’de siyasi partiler hukuk tanımaz bir noktadadır. Türkiye’de siyasi partiler ekonomik menfaatlere ve güce ulaşmak için kullanılan araçlara dönüşmüştür. Siyasi partilerin mekanizması ekonomik çıkar için işlemektedir. Türkiye’nin kurtuluşu, Kuvayı Milliye siyasi partilerden ayrı olarak, tabanda halkın birleşmesiyle gerçekleşecektir. Geçmişte bizi ayrıştıran anlayışları bir kenara iterek, örgütlü bir şekilde tabanda birleşmek lâzımdır. Bu birleşmeyi sağlayacak önderler sokağa inmelidir.
Bugün ülkemizin içine girmiş olduğu kuşatmayı yarmak ve milleti yeniden uyandırabilmek için kendi kimliğimize dönerek yönetimi yeniden ele almak şarttır. Atatürk’ün Cumhuriyetinin prensiplerinin devam ettirilmesi görevi siyasi partilere yüklenmişti. Ancak siyasi partiler menfaat çevrelerinin araçlarına dönüştü. O yüzden tabandan yeni bir oluşum gereklidir. Tabandan gelecek bu yeni oluşum siyasi bir kimliğe börünüp, Türkiye’nin yönetimine talip olmalıdır.
Namuslu ve nitelikli insan gücünün bir araya gelmesi gerçekleşmemiştir. Atatürkçü gençler kendi çabalarıyla mücadele etmektedir. Ülkenin değişik noktalarındaki insanlar kendi çabalarıyla mücadele etmektedir. Aslında söylemler, istekler ve talepler üst üste konduğu zaman aynı, yollar farklı gözükmektedir. Fakat bu yolların farklılığı çeşitliliktir. Bu önemli değildir. Önemli olan ülkeyi ve halkı sahiplenme duygusunun öne çıkmasıdır. Bu duyguların ve güçlerin birleşmesi, örtüşmesi ve bir araya gelmesi Türkiye’nin en hayati ve güncel ihtiyacıdır.


..

10 Ekim 2014 Cuma

REDDEDİYORUZ!

REDDEDİYORUZ!

.

7 Temmuz 2014
Şu sözler, şapkadan tavşan çıkarır gibi çıkartılıp ortak aday diye, halka dayatılana ait: “AKEPE’nin kurucuları arkadaşlarım, en yakın dostlarım, onlar çok kıymetlidir. Benim onlara karşı olumsuz bir şeyim yok.. Adaylığımı AKEPE’den de istediler. Eskiden ayrımız gayrımız olmamıştı. (Anadolu’da yıllarca süren isyan ve başkaldırmalardan haberi yok. Akademik konularına bunlar girmemiş!) Ne zaman ki, 1’inci Dünya savaşından sonra yeni devlet, ulus devleti kurduk, o zaman sopalar kullanıldı, sıkıntı oldu.. Barış istiyorsak sürecin yanında olmalıyız. Çözümden yana olmayan insan savaştan yanadır. (Sanki savaşı başlatan bizmişiz ve 30.000 insanı biz öldürmüşüz. Aslında bu, verin istedikleri toprağı, olsun bitsin demektir.) İngiltere İRA ile nasıl anlaştılarsa bizde öyle yapalım. Çözümün meclise gelmesi iyi oldu. (PKK meşruiyet kazansın)
Mısır anayasasına, “şeriatı” koyan, Mürsi’nin dostu.(Kendi ifadesiyle) Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı diyor, arkası yok, devrimler diyemiyor! Bir yabancı gazeteci: “Niye parti kurdunuz, ihtiyacınız yok ki dediğinde” ulu önder Atatürk: “Devrimleri korumak için” diye cevap vermişti. Maazallah, sağ olup da bunları görseydi ne yapardı acaba diye sormak kadar abes bir şey olamaz! Fare deliklerine kaçarlardı diyeceğim ama, bunlar deliklere bile ulaşamazlardı!..
Kız paraşütüyle (ABD+İsrail+Suudi Arabistan) süzüle süzüle gökten yeryüzüne atılan çatı adayı, Londra’dan uçağa atlayıp Türkiye’ye geliyor ve yakın dostlarım dediği Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ü ikna ederek, onların girişimleri sonucu İslam Konferansı Genel Sekreterliğine seçiliyor! Bu kuruluşun amacı ne? Afrika, Orta Doğu, Asya ve Güneydoğu Asya’da bulunan İslam devletlerini bloke ederek, ABD’nin dünya üzerindeki ulusal çıkarları istikametinde kararlar aldırmak ve kontrol altında tutmak..
Tesadüf bu ya!. Çatı adayının en iyi dostlarından biri olduğunu söyleyen Kemal Derviş, “bunlar kendi kendilerine bir halt yapamazlar, en iyisi ben bunlara yardımcı olayım” diye, ABD’den kalkıp İstanbul’a geliyor ve CHP’nin başıyla 3.5 saat baş başa görüşme yapıyor. ( Adamın bu iyiliği unutulmamalı, kalkmış ta okyanusların ötesinden, bizim için üşenmeyip buralara kadar gelmiş!)
Köy kurnazlığı, strateji ve taktik üretemez, plan yapıp, eylem geliştiremez. Şu sebeplerden, şapkadan tavşan çıkarma sahnesi kara bir perdeyle son bulacak:
1. Aday seçimi antidemokratiktir. Kanunun kendisi yanlıştır. Kapalı kapılar ardından aman duyulmasın, bilinmesin diye dolaplar çevrilmiştir. Halka ve partilere dayatılmıştır..
2. Atatürk milliyetçisi olan 40 yaşını geçmiş ve yüksek öğretim yapan insanların köküne kıran gelmiş gibi, gidip AKEPE’nin can dostu biri aday yapılmıştır..
3. Olması gereken şey, her partinin kendi adayı ile seçime girerek, azami katılım sağlanması, böylece AKEPE adayının birinci turda seçilmesinin önünün kesilmesiydi. İkinci turda AKEPE adayına karşı yumruk halinde seçime girmekti. Seçilen adayın kimliği, oy vermeye gitmeyeceklerin sayısını arttıracaktır..
4. “Ben partinin değil, Türkiye’nin adayıyım diyor.” Sanki CHP önderliğinde aday gösterilmemiş gibi. Doğru CHP’nin ne meclis grubunun ne de teşkilat üst yönetiminin haberi varmış gibi..
5. Bırakalım Türkiye’yi! Seçimlere girme hakkı olan parti sayısı 26’dır. Bu 26’dan sadece 11 parti hatırı sayılır oy alabilmektedir. İşin merkezinde olan CHP ve MHP hariç; DSP,DP ve BTP’si deklarasyon imzaladı, geri kalan 21 parti nerede? Böylesine iddialı ve kritik bir seçimde bir oy bile altın değerinde değil mi? Var mı onların desteği? Yok!. Bu işin başını çeken muhteremler, PKK’nın partisini (yeni adıyla HDP) ziyareti ihmal etmezken diğerlerine gitmişler mi? Hayır..
6. Daha önce de yazmıştım: “El elin kaybolan koyununu türkü çağırarak arar” Çatı peşinde koşanlar bilsin ki, kendi örgütleri kesinlikle; içten, coşkulu, heyecanlı ve azimkar bir şekilde propagandaya katılmayacaklarıdır..
7. Karşı taraf aylarca önce hazırlıklarını yapmış ve bitirmiş. Adaylarının açıklanmasıyla birlikte birden dev posterler, pankartlar önceden tutulmuş dev binalara asıldı. Sloganlar, müzikler, logolar aynı anda Türkiye’nin her tarafında ortaya çıkarıldı. Bu kadar hazırlık en az bir ay önceden çalışmaya başlamayı gerektirir. Bu muhteremlerdeki istihbaratın nanay olduğunu anlayın ki, karşı tarafın adayının kim olduğunu ancak, ATO’nun salonundaki gövde gösterisinde öğrendiler..
8. PKK bile meydan okuyarak Cumhurbaşkanı adayı çıkarttı. Bunlar, bir Atatürk milliyetçisi bulma becerisi gösteremediler. Atatürk’e ayyaş diyenlerin karşısına onların dostu biriyle mi çıkılır? Bu adayla insanları, alanlara dökemeyecekler ve sandık başlarına da toplayamayacaklardır..
9. AKEPE’nin finans, lojistik gücü, örgüt disiplini, kamu kaynaklarına hakimiyetleri ortadayken, siz bu meseleyi vatandaşların bağışlarıyla mı karşılayacaksınız? Eğer bağış gelecekse bu AKEPE adayına gelecek, hem de sizin adayınızın 1000 misli fazlasıyla..
10. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının Avrupa’daki bir çok ülkeden önce, 1930’larda verdi Ulu Önder. Diğer devrimler de aynı dönemde ard arda geldi. Diyarbakır’daki son Kürtçülük toplantısında ne diyor CHP’nin başındaki: “Biz, 1930’ların CHP’si değiliz.” Bu partiye oy veren kadınlar bunu duyunca isyan edip, ayağa kalkmalıydı..
11. Mecliste olup da 12 yıldır AKEPE politikalarını durduramayan bu siyasetçiler, bir akademisyenle mi bu işi yapabilecekleri sanıyorlar?
12. Saflığın alemi yok, birinci ve ikinci turda Saadet ve Büyük Birlik Partisi tabanları AKEPE’yi destekleyecekler. PKK’lılar, AKEPE’ye övgüler yağdıran terörist başının talimatıyla ikinci turda Tayyip’e oy verecekler. Birinci turda kendi adaylarını çıkarmaları bölünme sürecindeki elini siyaseten güçlendirmekten başka bir şey değildir..
13. Ağızlardaki laflara bak: “Türkiye tehlike ve tehdit altında. Tayyip’den kurtulma çaresi budur.” Böylece karşı taraftan oy alacağını sanıyorlar. Oy gelmeyecektir..
14. Cumhuriyetçi ve Atatürkçü geçinen fakat; çatıcı ortaya çıkınca ne şiş yansın ne kebap masallarına sığınan, kimin arabası gıcırdarsa her zaman on’a binen, menfaatleri için camide namaz kılıp kilise de mum yakan, deniz anası kılıklılar, adayı halka yutturmak için tünedikleri TV ve gazetelerde yırtınıp duruyorlar. Şunların hallerine bakınız: “Adayın TV programından tatmin olmuşlar ama daha başka şeyleri de duymak isterlermiş” hani sizler araştırmacı gazeteci ve yazardınız.” Araştırırsınız şüphesiz, bu kez menfaatim ve geleceğim nerede diye bakardınız değil mi? Seçim fiyaskoyla bitince, takip edin bunları, nasıl deniz anasına dönüşecekler!.
Yalova’da yerel seçimler AKEPE ve CHP arasındaki 6 oy nedeniyle yenilendi. CHP Grup başkan vekili ve Yalova milletvekili beni arayarak CHP için destek olmamı istedi, ben de “ siz söylemeden Yalova’ya talimat verdim, biz seçime sizin lehinize girmeyeceğiz, üstelik, kendim de gelir, sizin için bizzat propagandaya katılırım” dedim. Memnun oldu, teşekkür etti. Seçime bir hafta kala aradım ve “Ben civar illerin HEPAR örgütleriyle birlikte filan gün Yalova’ya geliyorum” dedim. Gelmeyin diyemiyor fakat konuşması bulanıktı. Aynı gece bir mesaj attı, özü, gelmeseniz iyi olur anlamındaydı. CHP, 228 oyla seçimi kazandı. HEPAR’la birlikte İP’de seçimden adaylarını çekmişti. Yalova’da İşçi partisinin 98 oyu, iki noktada seçime giren HEPAR’ın 220 ve 86 oyu mevcuttu. Çeşitli gazete ve TV’lerde CHP’nin seçimi bu iki partinin adaylarını çekmesi sayesinde olduğu anlatıldı, yazıldı, yorumlandı. Her şey gün gibi aşikardı, 228 oy farkını yaratan HEPAR ve İP idi..
Seçimden sonra, benden yardım isteyen vatandaş “sayılar” kabak gibi ortadayken beni ne aradı, ne de sordu! Ben CHP’nin başka bir grup başkan vekiline “neden benim Yalova’ya gelmemden çekindi” diye sorduğumda, aldığım cevap şuydu: “Osman Paşa Yalova’da görünürse BDP/HDP yani PKK’lar, CHP’ye oy vermezler diye ürkmüş!”
Alın işte, buyrun, anlaşılması için başka bir örnek gerekir mi? 6 maddelik bölünme yasa tasarısı da MHP komisyonu terk edince AKEPE,HDP ve CHP’ler tarafından ne çabuk geçti değil mi?
Çatı adayı turlarını atan CHP’nin başı, Haziran 2011 seçimlerinde yeni kurulan bir parti olan HEPAR’dan daha az oy alan DSP’ye gitti. İP’e gitti. Seçime giremeyen partilere dahi gitti çalmadığı kapı kalmadı, HEPAR’a gelmedi..
Bir kurum veya kişiye hak ettiğinden fazlasını verirseniz, bu size nankörlük olarak geri gelir. İşte, olup bitenin özeti budur..
Demokratik milli ittifak lazımdı bu yapılamadı. Meydan, aynı kökten iki kişiye bırakıldı. Taklidiyle aslının karşısına çıkmak, boyun eğişin dik alasıdır, teslimiyettir. Yapılan iş, kargalardan ürünü korumak için tarlaya korkuluk dikmeye benzemektedir. Yapılan halkı hiçe saymaktır. Rekabet neredeyse hiç yok, bu siyaset değil teslim olmaktır. Bölünmeye itiraz etmeyecek bir isim getirilmiştir. Karşı taraf “ver Çankaya’yı al Kürdistan’ı” sahnelemektedir. Türkiye’de zaten Cumhurbaşkanı yoktu ki,
şimdi değişecek olan ne? Neymiş, “yumuşak aday” lazımmış! Çok aramış olsalar gerek. İyi, özerkliğe de yumuşata yumuşata geçersiniz.
Aynı frekans aynı versiyonla, yeni şey icat edilemez. “Fotoğraflarına bakarak seçilmiş, kitabı incelenmiş!” Ya rabbim sen aklımızı muhafaza eyle. Bir kitap da ben önereyim o zaman: Osman Pamukoğlu’nun 8 numaralı kitabının adı: “Angut” okuyana iyi gelir..
20 gün önce partinin resmi sitesinde bir yazı yayımladım. “Şayet bu meclisten 20 tane adam gibi adam çıkarda, bir cumhuriyetçi vatanseveri Cumhurbaşkanlığına aday gösterirse, biz HEPAR olarak onu bütün gücümüzle desteklemeye hazırız” demiştim. Gerçek şu ki, çıkmayacağını da biliyordum. Nitekim çıkmadı, çıkamazdı çünkü hepsi 2015 Haziran seçimlerinde listede yer alabilir miyim derdindeler. Düzen böyle, bunlar kurulu menfaat çarkının birer dişlisinden öte bir şey değildir..
Sonuç: Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy kullanmıyor. Her türlü dolabın döndüğü, milli refleksleri köreltmek için yapılan bu çadır tiyatrosundaki oyuna katılmayı ret ve boykot ediyoruz..
Bu çağrıyı, Türkiye’nin her köşesinde ve yurtdışında bulunduğunu bildiğim ancak %10 barajı nedeniyle HEPAR’a oy veremeyen milyonlar ile, sosyal medyada Osman Pamukoğlu adına faaliyet gösteren tüm siteler ve Facebook sayfalarına da yapıyorum..
Dananın kuyruğu 10 Ağustos 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde değil, Haziran 2015’deki genel seçimlerde kopacak. Kopma işi belki de Haziran 2015’e de kalmayacak..
YAŞASIN BAYRAK VE VATAN SEVDALILARI
TEK UMUT TEK YOL HEPAR
Osman Pamukoğlu
Hak ve Eşitlik Partisi
Genel Başkanı