Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Aralık 2017 Çarşamba

SİYASAL AÇILIM


SİYASAL AÇILIM



Yekta Güngör Özden 
yektagungorozden@mucadele.com.tr
09 Haziran 2007 

Yürekleri yakan, acı acı düşündüren, üzen ve utandıran olayların arkası kesilmiyor. Yanlış bir insan hakları, demokrasi, özgürlük ve din anlayışı her gün gazete sayfalarını, televizyon ekranlarını dolduran çirkinliklere neden oluyor. Disiplin, terbiye, saygı yoksunluğu, kimi kendini yazar ve aydın sananların kalemlerinden dökülen pislikler olumsuzlukları tetikliyor. Toplumsal dokunun bozulduğu kuşkumuzda haklı çıkmamayı isterdik. Yaralamalar önemsenmiyor, öldürmeler, cinsel saldırılar, spor karşılaşmalarındaki azgınlıklar Türkiye ve Türkler hakkında amaçlı kötülemeleri doğrulayacak biçimde giderek büyümekte ve yaygınlaşmakta. Kendiliğinden hak alma (ihkak-ı hak) denilen türde girişimler de ayrı. Kolluk güçlerine, devlete karşı gelenler, gündüzleri toplum içinde görünüp geceleri mayın döşeyenlere eklenmeye başladı. Ulusu, ulusallığı benimsemeyen ümmetçi kafanın çelişkili ve sakıncalı yaklaşımlarının sonucu her tür, her biçim terör kanlı dişlerini gösteriyor. Yansız, etkin ve güçlü bir yönetim olsa bu durumlar yaşanmazdı. Önleme çabası da izlenmemektedir. Tersine, partizanlık ve kadrolaşma, amaca uygun Anayasa değişikliği oyunlarıyla hiçbir çekinme duyulmadan sürdürülmektedir. AB içişlerimize, ABD dışişlerimize, İMF ekonomimize egemen olmuştur. PKK ile savaşımda özel temsilciliği sıkıntılarla yürütmeye çalışan, ABD’nin tutarsızlığını eleştiren emekli Orgeneral Edip Başer’in görevden alınmasında ABD baskısı yadsınabilinir mi? ABD’nin her yaptığına katlanıp her ödünü veren AKP iktidarının tutumu ulusal onurumuzu da yaralamıştır. Başbakanın, kimi Bakan ve milletvekillerinin sakıncalı, kışkırtıcı, ayrımcı konuşmaları yetmiyormuş gibi kimi işlemler de dinci eksende, ulusallığa aykırı biçimde yapılmaktadır. Anayasa buyruğu “derhal seçim” durumu doğmuşken, üstelik daha önce erken seçim kararı alınmışken Meclis’in olağan çalışmalar yapması doğru değildir. “Yetkili olmak” başka, “faal olmak” başkadır.

İktidarın duruşuna, gizli-açık desteğine güvenmeseler içte ve dışta kimse kolay kolay Türkiye karşıtlığına, düşmanlığına soyunamaz. Seçimler nedeniyle AKP iktidarına kimlerin destek verdiğine bakmak yeter. Kimi ABD’li, kimi Fransız, kimi Alman, kimi Rum ve de Barzani ile Talabani. İşlerine gelmese övücü konuşma yaparlar mıydı? Bu ölçüde verici başka bir iktidar olmuş muydu? Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk ABD gazetesine verdiği demeçte “AB ile görüşmelere lâikler engel oluyor, hükümette olsalardı görüşmeler başlamazdı” demecini verirken, bir yandan da Silâhlı Kuvvetleri eleştirmeye kalkışan AB’lilerle mektup imzalamaktadır. AB’nin tutmadığı sözlere, AKP’nin modern Türkiye’yi karartma çabalarına asla değinmemektedirler. Ankara-Anafartalar Çarşısı vahşeti için üzüntü açıklama yeterli mi? PKK’yı kimler destekliyor, kimler besliyor, koruyor? Terörün her türü her zaman kınanmalı, gereken önlemler alınmalıdır.

Yekta Güngör Özden ile Türkiye gündemi


Yekta Güngör Özden ile Türkiye gündemi Milli Mücadele Derneği Ankara Temsilciliği 12 Mayıs 2007 tarihinde Yekta Güngör Özden ile Türkiye gündemi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

Milli Mücadele Derneği

Ankara Temsilcisi Yılmaz Ekinci ve

Yekta Güngör Özen

İktidar İkilemleri

Sınırdışı operasyon için karar önceliği iktidardadır.


Seçimler herkesin gerçek yüzünü bir kez daha ortaya çıkaracaktır. Vitrin süsleme peşindeki siyasal partilerin listesine aldığı kimselerden yönelişi belli olacaktır. İktidar partisinin yine din ve inanç sömürüsüyle sonuç alma istediği açıktır. Başbakanın “Orası Tandoğan’sa burası Vandoğan!” sözleri yanında kimi iktidar partisi ilgililerinin konuşmaları bu durumun kanıtıdır. Türk Bayraklarının gölgesinden, yüzleri renklendiren aydınlığından kaçmışlardır. Onlar da bayraklarla topluluğa katılıp Türkiye’yi Türkiye yapan ilkeler için birlikteliklerini vurgulayabilirlerdi. Ama Türk olduğunu söylemekten kaçınanların, alt-üst kimlik tartışması başlatanların, kucaklarını köktendincilere açanların, kadrolaşma ve partizanlıkla sonuç almak isteyenlerin böyle bir olumlu yaklaşımı beklenemez. Onlar dini ve demokrasiyi bir araç olarak düşünüyorlar. Siyasete dini, dine siyaseti sokarak çıkar güdülerinde dini kullanıyorlar. Gerçek dindar olsalar bu sakıncadan kaçınırlar. Onlar için din adına yalan söylemek de sevaptır. Kötülük yapmak da. Dini siyasete sokarak demokrasiyi dinselleştiren iktidar kesimi, seçimlerde akçalı açılımlarla, dinsel söylemlerle, sıkmabaşlı eşleriyle birlikte poz vererek, Anayasa değişikliğini halkın zararına olmasına karşın yararına gösterip duygu sömürüsü yaparak, nice olanakları kullanarak çoğunluk sağlamaya yönelecektir. 19 Mayıs etkinliklerine alternatif toplantılar, sakıncalı yayınlar iktidarın tebessümüyle yapılmaktadır. Futbol karşılaşmaları bile 19 Mayıs günü yapılmayabilirdi. Günün anlamına uygun daha coşkulu etkinlikler izlenebilirdi. Her yıl okunan Gençlik Andı bu yıl 19 Mayıs Stadyumu’ndaki tören içindeki etkinliklerde okundu mu saptanamadı. Yazdığı kitaptaki çağdışı görüşleri belirgin Millî Eğitim Bakanı’nın görevinde tutulması anlaşılabilir bir durum değildir. Tokat’ın Niksar ilçesinde bir profesör hekimin yaptırdığı okul, ayrıca öğrenci yurdu yaptırması baskısı sürdürülerek öğretime açılmıyor. Ankara’da hastalarına sağlık hizmeti veren hekimin memleketi için özveride bulunarak gerçekleştirdiği yapı boş tutuluyor. Daha nice çelişkiler. Dinci gösteriler, dualarla yapılan açılışlar, tekke-türbe ziyaretleri, kimi ailelere göstermelik konukluk. Duyarlık ve özen olsa, gerçek demokrasi ve gerçek siyaset olsa, devlette görev verilmesini sakıncalı kılan sözleri davranışları olanlar, bırakınız milletvekili adayı olmayı, daha üst görevler için aday gösterilebilirler mi?

Siyasal Omlet mi?


Herkes işine geleni listesine alıyor. Ülke yararının gözetildiği kanısını verecek belirtiye rastlamak güç. Zikzak çizenler, önceleri karşıda olanlar, ilkeleri benimsemeyenler milletvekili olmak için eski karşıtına başvuruyor. O da yeni birisini kazanmış gibi kapısını açıyor. Düzelen, kendini bulan, yanlışından dönen, doğruyu bulan ile baştan beri kendi çizgisinde ilkeli ve tutarlı yürüyenler için söylenecek bir şey yok. Ama milletvekili olmaktan başka bir şey düşünmeyenlerle, buyruklarını dinleyecekleri yeğleyenler için her zaman söylenecek çok söz olacaktır. Aday adaylarına, daha sonra aday listelerine bakıp kimilerinin nerden nereye geldiğini görerek parmaklar ısırılacaktır. İşbirliğini, güçbirliğini, anlaşmayı, seçimde birlikte çalışmayı, kimi seçim yasaklarını aşarak iktidara karşı güç kazanmak çabalarını “birleşme” diye göstermek ve görmek de yanlıştır. Gerçek durum seçim sonrası belli olacaktır. Liderlerin hepsi “Lâiklik” diyor. Nasıl inanılır? Hele iktidar başının bu konudaki sözlerine nasıl güvenilir? Tansu Çiller, siyasette sahne almaya çalışıyor. Aday furyası açık. Nitelikten çok görünüm, ad, ün, siyasette yararlanma değil halkın alkışı aranıyor.

“..çürük yumurta..” söylemlerinin siyasal terbiye yönünden değerlendirilmesi gerekir. Kötü örnekler gelecek için tehlikedir. Çürük yumurta benzetmesi yapanlar sanırız kendilerini sağlam yumurta olarak tanıtmıyordur. Dini siyasete âlet ederek dine saygısızlık edenlerin, bu yolu Türkiye için elverişli görenlerin sorumlulukları ağırdır.

Tam Atatürkçü bir iktidar oluşturmak için en çağdaş Tüzük ve Proğramla, Atatürkçü Düşünce Derneği Şube Başkanlarının dernekten bağımsız Kemalist (Atatürkçü) bir parti kurulması önerisiyle gerçekleştirilen Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi, Mümtaz Soysal’ın Bağımsız Cumhuriyet Partisi’yle birleşip bütünlüşmeye önder ve örnek olarak CHP’de yoğunlaşmak amacıyla yola çıkmışken kimilerinin sözlerinden dönmeleri, imzalarını yadsımalarına varan ters tutum almaları ve engellemeleriyle gerçekleşmedi. Dernekler, vakıflar ve benzeri kuruluşlar toplumsal bilinç için çok yararlı ama siyasal güç, yetki sahibi olmadıkça sonuç almak olanaksız. Yeterli bilgisi olmayan kimi medya köşelileri anlamlı, soylu amacı “Bölücülük” diye suçluyor ve Bülent Ecevit’in bölücülükte direnmesini unutturmaya çalışıyor. Kurulan yeni parti CHP’den üye koparmadı. Partili olmayanlarla, CHP’ye, özellikle yönetimine karşı olanları, duraksayanları üye yaptı. CHP’den üye ayırarak, bir yerlere atama yapıp görev vererek, sözveride bulunarak, değişik olanaklar sağlayarak insan kandırmış, ayartmış değildir. Önerenler, katılanlar, destekleyenler arasında sözlerinden dönenler olmasaydı, asıl birleşme daha önceden olacaktı. Şimdi kimileri “AKP 2002’deki oy oranını tutturamaz” diyor. Çoğunluğu alması bile kötü. Parti ağalarını, siyaset demirbaşlarını, mafya, çıkar, dincilik, tarikat, aşiret, sermaye, yabancı ilişkililere bakmadan gerçek yurtseverleri suçlayanlar hiç vicdanlarını dinlemezler mi? Kimler nerde, kimler kimlerle hiç gözetmezler mi?

19 Mayıs’ta bayrak krizine, protokol tribünlerindeki sıkmabaşlılara kim destek veriyor, bunlar kimlere güveniyor? Düşünmek gerekir. Yarın Çankaya’yı ele geçirince devletin başına ne çuvallar geçirilir, ne çoraplar örülür, ne çarşaflar giydirilir, ne peçeler örtülür? Olanlara bakıp olacakları kestirmeden uluorta yazıp çizmek, “Gelen ağam, giden paşam” tutumuyla çalakalem karalamak kolay. Kimlerin kimleri niçin eleştirdiği ve desteklediğini çok kimse biliyor, anlıyor. İmza ve bildiri aydınları(!) boş durmuyor.

Mitingler


Bir kuruluşa maledilmesi yanlış olan, iktidara ve destekçilerine karşı Atatürkçülüğü seslendiren, ayrılıkçılara, bölücülere çağrıda bulunan mitingler önceki yazımızda değindiğimiz durumlar dışında olumlu karşılanmış, başarılı ve etkili olmuştur. Özellikle oylarını kullanmayanlar, duraksama içinde olanlar, kararsızlar yönünden yarar getirmiştir. Kadınlar ve gençler çoğunlukta idi. Partileri, kuruluşları aşan yığınlar Türk olmanın mutluluğu, Atatürkçü olmanın kıvancıyla coşkulu idi. Yıllar önce başlattığımız Samsun katılımları yinelenmiş, canlanmıştır. Yunanistan’da kindar pontusçular yürür, anıt dikerken yurttaşlarımızın ölgün durması beklenemezdi. “Ne şeriat, ne darbe” sloganıyla Silahlı Kuvvetler karşıtlığını uygun bulmuyoruz. Kimsenin darbe istediği, beklediği yok. Tersine, olmaması için iyi niyetli uyarıları var. Bir yanı olumlu, bir yanı olumsuz çıkış, anlamı yiten söz olur. Mitingleri bitirmek de yanlış. Nefes mi tükendi? Karşıdaki durmayınca uyarı yine yapılmalı, coşku yine dalgalanmalı, yurttaş yine kaynaşmalı, gerekenler yine uyarılmalıdır.

Yalan dolan


Medyanın büyük kesimiyle terör aygıtı gibi çalıştığını üzülerek yineliyorum. Anayasa Mahkemesi’nin özelleştirmeyle ilgili bir kararındaki karşı oyun on yılı aşan bir zaman sonra bile gerçekleri kestirmenin, gereksinimleri ortaya koymanın örneği iken bunu amaçlı biçimde eleştiren eski bir kafatasçı, hükümlü yazar, daha sonra “Atatürk yaşasaydı” diyerek onun zamanındaki koşullara karşın yaptıklarını, günümüz koşullarında örnek alarak nasıl yapmamız gereğine çağırmamı yadırgamıştı. Bir süre önce de 1975’de katıldığım bir seminerde Adliye-Felsefe ilişkileri konusundaki seminerde bir hukukçu olarak (felsefeci değil) yaptığım konuşmayı bir felsefecinin adını kullanıp onun ilettiğini söyleyerek “Fikir perişanlığı” ile nitelemişti. İlettiğini söylediği yardımcı doç. dr., konuştuğum 7.3.1975 gününde 5 yaşında imiş. Türkiye Felsefe Kurumu’nun konuşmama yer veren kitabını yazara gönderdiği, ne olduğu bilinen yazarın da okumadan, adıma duyduğu tepkiyle gelişigüzel eleştiriye kalkıştığı anlaşılıyor. Ben hukukçu olarak katıldım. Konuşmamı felsefe yönünden değil, adliye yönünden ele almak gerekir. Nedense kimileri Atatürkçülere katlanamıyor. Başka kusurumuz, kötülüğümüz varsa yazsınlar, düzeltelim, bilelim. Nice kötüleri, kötülükleri bırakıp bizlere saldırmaları nerelerde ve nasıl olduklarının kanıtıdır. Takıntılardan kendilerini kurtaramıyorlar. Değişmeleri de olanaksız görünüyor. Hiç mi olumlu bir şey yapmadık? Katkılarımız bir gün anlaşılır, anılır.

Geçenlerde bir muhabir telefonla arayarak ısrarla “dürüst davranıp söylediklerime aynen yer vereceği” sözünü vererek sorularına yanıt istedi. Yayımlanınca baktım, sözünde durmamış. Üstelik hiç gereği ve gerçeği yokken. “..mütedeyyinleri üzen açıklamalarıyla..” diye başlamış. Görevdeyken üzmüşüm. Hangi gerçek mütedeyyini insan hakları, özgürlük, demokrasi, hukuk, lâiklik, Atatürkçülük, ulus, ulusçuluk, halkçılık, milliyetçilik, ahlâk, adalet, barış, yargı bağımsızlığı, anayasanın üstünlüğü üzer? Dincilere yaranma, Atatürkçüleri karalama çabası insanı ne durumlara düşürüyor. Yazık!

Kimileri de kafasını “kafa”ya takmış. Yobazlığın türleri çoktur. Takıntılar, ruhsal ve beyinsel özürleri gündeme getirir. “Kafa” ile “Baş” kimi zaman aynı anlamdadır, kimi zaman başka anlamda kullanılır. Bu sözcükleri içeren nice atasözleri, özdeyişler, deyimler, benzetmeler vardır. “Tahta kafa” bunlardan biridir. Bunu anımsatmak yeter. Üstelik kafatasçı bir geçmişten gelenler için kafayı iyi kullanmak gerekir. Ne diyelim dilleri ve kalemleri kendileridir.

Milli Mücadele Derneği yöneticileri başarılı çalışmalarını sürdürüyor. Peşpeşe şube açıyorlar. Kutluyorum. Ama yeterli değil. Bayanların ve gençlerin yoğunluğuyla halkın ilgisi gerekir.


http://www.mucadele.com.tr/yazarlar/siyasal-acilim-56281/


***

EN BÜYÜK ERDEM, EN YÜCE ONUR..



EN BÜYÜK ERDEM, EN YÜCE ONUR..




Yekta Güngör Özden 
yektagungorozden@mucadele.com.tr
23 Nisan 2007 

Osmanlı yönetiminin engellemeleriyle oyunlarına, ölüm fetvalaryla idam fermanlarına, isyanlarla ihanetlere, halife ordularına karşı sayısız güçlüğü ve yoksunluğu göğüsleyerek “Müdafaa-i Hukuk” anlayışı ve “Kuvayı Milliye” ateşiyle başlatılan Ulusal Kurtuluş Savaşı her alanda tam bağımsızlığı, özgürlükle ulusal egemenliği, aydınlanmayla çağdaşlığı amaçlıyordu. Baş komutanlık Meydan Savaşı’nda kazanılan utku sonrasın da Mustafa Kemal’in Akşehir ve Salihli konuşmalarında açıkladığı, İzmir İktisat Kongresi’yle 1927’deki Büyük Söy levi’nde vurguladığı “hedef” çağın gereklerine uygun, eko nomik yönden güçlü, barışçı, bilim devletini gerçekleştir mekti. Bu amaçla saltanat yıkılmış, hilafet kaldırılmış, devrimlerle Osmanlı’dan ilgisiz yeni kuruluş sağlanmıştır.

“Ya bağımsızlık ya ölüm!” ilkesi, Amasya Genel gesi’ne “Bu ulusun bağımsızlığını yine bu ulusun direnci ve istenci kurtaracaktır” pekiştirmesiyle yansımış, Ulusal Ant’la (Misak-ı Milli) geleceğin izlencesi belirlenerek, ulus bilinci, uluslaşma ve ulusallık yolunda atılımlara girişil miş, TBMM’nin açılmasıyla kurulan yeni yapıya ad, 29 Ekim 1923’te “Türkiye Cumhuriyeti” olarak konulmuştur. Kendine güvenen, ulusuna inanan, bağımsızlık ve öz gürlük tutkusunu “karakter”i bilen Mustafa Kemal, öğ rencilik yıllarında düşündüklerini ustaca zamanlamalar, hu kuksal yöntemler ve gerçekçi çabalarla evre evre, aşama aşama gerçekleştirmiştir. İnsanımızı kul-köle-teba olmaktan, hak ve özgürlükleriyle donanmış nitelikli kişi, birey durumuna, toplumu da ümmetten ulus düzeyine getirmiş, bilgi, hukuk, ahlak yoluyla yepyeni bir insan, yepyeni bir toplum, “Türk Ulusu” ve yepyeni bir devlet, “Türkiye Cumhuriyeti” kazandırarak yazgıcılıktan yaratıcılığa yükseltmiştir. Demokrasinin yaşama geçişi, yönetimdeki çağdaş biçimi olan cumhuriyet, ulus temelindeki en büyük yapılanmadır ve ulusal egemenlikle geçerlik ve anlam taşımaktadır. Birbirinden ayrılması, bölünmesi, birbirinden kopartılarak değerlendirilmesi olanaksız “Mustafa Kemal Atatürk” hiçbir dayatma olmadan, kendi ruhunun enginliğinden, kişiliğinden yüceliğinden, usunun ve yüreğinin gücünden gelen esinle, ülke sevgisi ve ulus saygısıyla hukuku yeğlemiştir. Kaynağını oluşturduğu Türkiye aydınlanmasını, önderi olduğu Türk Devrimi’ne, yolumuzu-yönümüzü belirleyen, yaşam felsefemiz, varlık nedenimiz saydığımız, başta “Altıok”la özetlenen “Atatürk ilkelerine” insan haklarına dayanarak sürdürme görevi, kendini bilen her yurttaşın yükümlülüğüdür. Ulusal egemenliğin değerini bilmeliyiz ki ümmet karanlığına düşmeyelim.

Ulusal egemenlik, hukuksal bir kurumdur. Ulusu ve ülkeyi kapsayan bir insan ve hukuk kurumu olan devletin yönetim kaynağı ve dayanağıdır. Ulusal istençle yaşama geçen ama ondan daha geniş açılımlı bir varlık ve geçerlik ölçütüdür. Ulusun gerçek sesi, içtenlikli istemi, hukuksal öngörüşüdür. İşlem ve eylemlerin bu doğrultudaki düzenlemelerle kotarılması, bu yolla açıklanan belirlemelere uygun olmasıdır. 1921 Anayasası’nın 1. maddesiyle, bağsız-koşulsuz ulusun olup ulusça kullanılacağı öngörülen, 1924 Anayasası’nın 3.maddesiyle aynı deyişin yinelenmesinden sonra 4. maddesinde ulus adına kullanma yetkisi yalnızca TBMM’ye tanınan, ulusal egemenliği, 1961 Anayasa sı’nın 4. ve 1982 Anayasası’nın 6. maddelerinde ulusun anayasanın öngördüğü ilkelere göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı belirtilerek erklerin egemenlik kullanma yetkisinin tartışılmaz geçerliği (meşruiyeti) vurgulan mıştır. Böylece, 1961 Anayasası’ndan bu yana “Ege menlik ulusun olup TBMM’nin değildir. TBMM egemenlik hakkını yasama alanında kullanmaya yetkili organdır” yinelemesinde yarar vardır. TBMM her istediğini yapamaz.Ulusal egemenlikten söz edip insan haklarına, temel özgürlüklere aykırı düzenlemelere kalkışamaz. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel organı niteliğiyle ken di varlığını ve bunun ulusal dayanaklarını göz ardı eden işlemlere girişemez. Bunlar anayasa da olsa geçersiz olur.

Son günlerde kendi konumlarını, siyasal, kişisel ve partisel amaçlarını gerçekleştirmeyi tutkuya dönüş türdükleri ibretle izlenen kimi siyasetçilerin bir ulusal yaşam andı sayılan anayasayı yeniden delmeye çalış maları ulusal bağlamda en kötü örnektir. Değiştirilmesi zorunlu kurallar, hatta tümüyle yenilenmesi gereken anayasa dururken, gereksiz, anlamsız, zamansız ve sakıncalı değişiklikler önermek, yeterli oyu sağlamak için siyasal rüşvet niteliğinde başka anayasa ve yasa maddeleri değişikliğiyle pazarlıkta çirkin ödünler vermek, halkoyundan kaçınarak halka, adaletten kaçarak yargıya güvenle, milletvekillerini ve gizli oylarını gözetleyerek ortaklar kararıyla baskı uygulamak milletvekili onuru ve TBMM saygınlığıyla bağdaşmadığı gibi ulusal ege menlikle asla uyuşmaz. Ulus-devlet nasıl uluslaşmanın somut örgütlenmesi, ulusal egemenliğin hukuksal yapısı ise, başta yasama organı, yürütme ve yargı organları, bu yapının ana öğeleridir. Hepsinin gerçek, öz sahibi ise ulustur.

Ulus yapısının bozulmak, ulus-devletin iç ve dış sapmalar ve sapkınlıklarla, sözde ilerici ve demokrat gösterişçilerle, çıkarcı, numaracı cumhuriyetçi yeni man dacılarla, Arap milliyetçisi, ümmetçi şeriatçılarla yıkılmak istendiği günümüzde devletin tekliğini, ülkenin tüm lüğünü, ulusun birliğini ödünsüz koruyarak ulusal ege menliği güçlendirmeliyiz. Duyarlık ve özenimiz; çeliş kileri, aykırılıkları ve tüm kötülükleri önleyecek, başı boşluk, başına buyrukluk, sorumsuzluk, ilkesizlik ve tutarsızlık bitmese de azalacak tır. Laik Atatürk Cumhuriyeti’ne ve temel organlara yaraşmayan olumsuzluklardan, dayatmalar dan ve anayasaları delmeye yel tenenlerden böylece kurtulabili riz. Ulusal egemenlik, 1950’den bu yana “Siz isterseniz hilafeti ge tirirsiniz. Odunu aday göstersem milletvekili olur. Kara cüppeliler kim oluyor?- Hükümetin üstünde Danıştay, Meclis’in üstünde Ana yasa Mahkemesi var. Şeriat dindir, dine karşı yürünmez. Devlet dindarları tehlike göremez. Devlet dinin hizme tindedir. Benim halkım göğsünü gere gere Müslümanım demelidir. Verdimse ben verdim. İnançlara saygılı laiklik. Takıyye içtenliğe dönüşebilir. Yararlı tarikat. Bu okullarla kıvanç duyulur” sözleriyle yozlaştırılmaktadır. Ulusallığın, ulusal egemenliğin dışlanıp yadsındığı, etnik ve dinsel sömürünün, bölücülüğün ve yıkıcılığın acıyla anımsan dığı ortam her yurtseveri üzmektedir.

Kemalistlikle Atatürkçülük aynıdır. Kimilerinin sözde kalan Atatürkçülüğü ve sanal milliyetçiliği uyarıcı olmalıdır. Gerçek eşitçi yurttaşlar düzeni ve halk demokrasisi olan cumhuriyetçi demokrasimizi “demokratik cumhuriyet” söylemleriyle yozlaştıranlara, Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemindeki kötülükleri yinelemek isteyenlere karşı, ulusal egemenliği bilimsel gerçekçilikle savunanlara büyük sorumluluklar düş mektedir.

En büyük Türk, en çağdaş, en büyük Türk milliyetçisi Atatürk döneminin saygınlığı, onuru, coşkusu, tutarlılığı, devingenliği unutulamaz. Tanrı’nın evrenin oluşu mundaki egemenliğiyle ulusun kendini yönetmedeki özgün egemenliğini karşılaştırıp “Egemenlik Allah’ındır” diyerek karışıklık çıkarmak isteyen aymazlara, bağnazlıklara kanmamalıdır. Fetva ve ferman dönemi asla geri gelemeyecektir. Ulusumuzun her değerin sahibi olduğundan odaklanıp yoğunlaşan ulusal egemenlik, çağdaşlaşma düzenidir. Bu nedenle laiklik, egemenliğin kaynağıdır. 1921’den beri böyledir, sonsuza kadar böyle gidecektir.

Akıl-bilim-gerçek ile inanç-din varsayım kendi özgün yerlerinde kalacaktır. Birbirleriyle karşılaştırılıp birbirlerine karşı kullanılmayacak; inanç, usa tavan koymayacak, varsayımlar gerçeği engellenmeyecektir. Bağımsızlığın, özgürlüğün ve bilimselliğin onurlu bileşkesi ulusal egemenlik, insanlığın utkusudur.

Edinmemizi sağlayanları saygıyla anıyor ve 87. yıldönümünü coşkuyla kutluyoruz.

http://www.mucadele.com.tr/yazarlar/en-buyuk-erdem-en-yuce-onur-56279/


*********

DEMOKRASİ OYUNU



DEMOKRASİ OYUNU



Yekta Güngör Özden 
24 Mayıs 2007

yektagungorozden@mucadele.com.tr
Herkes demokrat görünmeye çalışıyor. Sözcüğün anlamını kavramamış, bilincine yerleştirememiş, kendini eğitmemiş kimileri siyasal getiriler gözeterek, kimliğini ve niteliklerini gizleyerek gösterişli çıkışlarla demokratlık savını sürdürüyor. Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni, düzeyli bir dünya görüşü olan demokrasiyle bağdaşmayan yaşam biçimi, tutum ve davranışlarıyla tanınanlar bile sıkıştıkça demokrasiden ve demokratlıktan sözediyor. Hele köktendincilikle, şeriatçılıkla, lâiklik, cumhuriyet ve Atatürkçülük karşıtlığıyla demokratlığın uyuşmadığını göz ardı edip demokratlık taslayanlar… Birbirinin görüşüne, inancına, varlığına katlanamayanların, birlikte yaşamayı bilmeyenlerin, yıkma, yok etme ve değişik dayatmalar, zorlamalarla sonuç almaya çalışanların bırakınız demokratlığını yurttaşlığından kuşku duyulur. Seçim döneminde ne değişiklikler, ne terslikler, ne döneklik ve gösteriler izlenecek kimbilir? Terbiyesi olmayan asla demokrat olamaz. Yalana-dolana, saptırmaya, karalayıp kötülemeye varan çabalarıyla medyada yuvalanan kimilerinin sözleri ve yazıları demokrasinin neresinde olduklarının kanıtıdır.

Görülenler

Bizim insanlarımızda özenti eğilimi oldukça fazladır. Kendi ulusal günlerimizde göstermediğimiz ilgiyi ve coşkuyu kaynağı dışarıda olan kimi “gün”lerde gösteririz. Ulusal düzeyde etkinlik gücümüzü unuturuz. AB’nin ve ABD’nin sürdürdüğü günleri kutlamakta yarışanlar vardır. Üstelik onların bize olumsuz, dışlayan bakışları sürerken. Fransa’nın yeni cumhurbaşkanıyla elele verecek Federal Almanya Başbakanının AB için önümüze neler çıkaracaklarını göreceğiz. Körükörüne üyelik istemi, peşpeşe verilen ödünler, ezilip büzülme karşıtlarımızı yüreklendirmekte, dirençlerini artırmaktadır. ABD Büyükelçisi’nin PKK konusunda kusurlarını açıklaması batının yaklaşımlarındaki bozukluğun örneklerinden birinin açığa çıkarılmasıdır.

Seçimler sırasında kürtçüler için nasıl bastıracaklar izlenecektir. Şimdiden içimizdeki yandaşları bildirilerle, ortak bağımsız aday söylemleriyle bayraklarını açtılar. İktidarın olumsuzluklarını, yanlışlarını, takiyyelerini, değişik alanlarda verdikleri zararları görmezlikten gelen, Türkiye’yi Türkiye yapan değerleri ve ilkeleri unutan, Silâhlı Kuvvetlerin iyi niyetli ve içtenlikli açıklamasını “Darbe-muhtıra” olarak niteleyen bu grubun kimlerden ve nasıl oluştuğunu bilenler bilir.

Bir devlet üniversitesinde uygulamakla zorunlu oldukları kuralları şeriatçıların gösterilerini yineleyerek eleştirenleri, kürtçülerin giysi ve ezgileriyle sahneyi dolduranları savunan yönetime ses çıkarmayanların bir başka üniversitede onlarca Tıp öğretim üyesi varken Tıp Fakültesi için öğrenci vermemekte direnmesi düşündürücüdür.

Gözü kara iktidarın inanç sömürüsü değişik katlarda sürmektedir. Başbakanın konuşmaları, iktidar partililerin sözleri bu durumun giderek artacağını göstermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Van Bostaniçi Lisesi’ndeki ev düzeniyle öğretim için “Tiyatro çalışmaları” savunması, Konya Ilgın İlköğretim Okulu’nun web sitesinde Said-i Nursi’ye “kahraman” nitelemesi, Denizli Yeşilköy İbrahim Cengiz Yatılı Bölge İlköğretim Okulu’nda öğrencilere dağıtıldığı yazılan dinsel içerikli kitap, Erzurum AKP mitinginde bir marşın “Atam izindeyiz” bölümünün seslendirilmemesi iktidarın inatçı tutumunun ve önümüzdeki günlerde daha nelerle karşılaşacağımızın belirtisidir.

Dayatmalar- aldatmalar

Şemdinli davasına ilişkin mahkeme kararını Yargıtay bozarak görevli Askerî Mahkeme’yi gösterdi. “Tertip”ler bozuluyor.

Başbakan kabadayılık gösterilerine yenilerini ekliyor. Yabancı gazetecilerin de aralarında bulunduğu bir topluluk önünde konuşurken Genelkurmay’ın Başbakanlığa bağlı olduğunu, sanki kendisine partisinin bir biriminin bağlı olduğu gibi, anlatmış. Anayasa’nın 117. maddesini yeterince anlayamamaktan, işine geldiği gibi yorumlamaktan kaynaklanan bir yanlış, yanıltıcı anlatım. Maddenin dördüncü fıkrasındaki “sorumluluk” önceki fıkralar gözardı edilip, fıkralar birbirinden soyutlanarak değerlendirilemez. Genelkurmay Başkanının fıkrada belirtilen görev ve yetkilerinden Başbakana karşı sorumlu olması. Millî Savunma Bakanlığı’nın bağlısı durumunda olmadığının belirlenmesinin ilk koşuludur. Resmî düzen içerisinde işlemler için belli bir gidişin, sıranın gereğidir. Yoksa Başbakanın “Tak-şak” tekerlemesini anımsatan buyruğundaki bir konum değildir. Türkiyemizin özel koşullarının, deneyimlerinin gereği günümüzde olması gereken yapıyı oluşturan fıkranın asıl amacı ilişkiler düzenidir. Silâhlı Kuvvetleri bu düzen içinde kendi kabadayılık gösterisine araç kılması asla doğru değildir. Haklı bir tepkiyi, iyi niyetli bir uyarıyı geçersiz kılmak için bu tür çıkışlar yapılmasının demokratlıkla ilgisi yoktur. 3 Mart 1924’de kâbul edilen 429 no. lu “Şer’iyye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye Vekaletlerinin Kaldırılmasına Dair Kanun”un 9. maddesini olduğu gibi alıyorum: “Cumhurbaşkanına vekaleten, barış zamanında ordunun emir ve kumandası ile görevli en yüksek askerî makam olarak Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur. Genelkurmay Başkanı görevlerinde bağımsızdır.” belki birilerine bu kural bir şeyler anımsatır, bir şeyler düşündürür, yararlı olur.

Başbakanın ikinci çıkışı, önceki yıllarda kimilerinin gündeme getirdiği, safsata sayılacak bir söylemi çelişkilerle yinelemesidir. “Laiklik ve din araçtır” sonucuyla özetlenecek konuşmasında kültür yetersizliğini, bilgi yoksunluğunu açıklayacak biçimde “Lâik devleti savunma anlamında lâikim. İslamın karşısına koyduğunuz anlamda değilim. Kişi lâik olmaz, devlet lâik olur” diyerek ustalarını izlemiştir. Kimse lâikliği islâmın karşısına koymuyor . Lâiklik din karşıtlığı, din düşmanlığı değil, inançlar yönünden devletin saygın bir yansızlığı, devletin dinden bağımsızlığı, aklın özgürlüğü, vicdanın aydınlığıdır. Lâiklik dinlerin olduğu yerde vardır. Olmadığı yerde yoktur. Lâik insan hangi dinden olursa olsun, hangi inancı taşırsa taşısın, başkasının dinine ve inancına karışmayan, toplumsal ve devlet ilişkilerinde insanlara bu nedenlerle yaklaşmayan insandır. Lâik olmayan insan lâik devleti savunamaz, o gerçek ve sağlıklı bir yönetici olamaz. Çünkü devlet ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insan ve hukuk kurumudur. Yönetimin ve yasamanın dinden bağımsızlığı 3 Mart 1924 günlü, 429 no.lu yasa ile, daha önce 20 Ocak 1921 günlü, 85 no.lu Anayasa’nın 1. maddesi ile yaşama geçmiştir. Sözde, yapay lâiklik geçersizdir. Fransız bilim adamı Claude Bernard “Lâboratuvara girerken inancımı dışarıda bırakıyorum” demiştir. Bay Başbakan dinciliğini bırakarak Başbakanlık yapmalıdır. Anayasasında lâikliği cumhuriyetin özgün niteliği olarak kabûl eden (mad.2), Atatürk ilke ve inkılâplarıyla lâikliğe bağlı kalma andı içen (mad. 81) bir Başbakanın lâikliği anlamaması ve siyaset için araç yapması ne kadar üzücü. RTE bir ara da “Erken seçim istemek vatana ihanettir” demişti. Sonra kendileri istedi. Peki ihanet eden kim ya da kimler?

Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI)’nün İstanbul’daki toplantısında “Türkiye’nin farkı Kemalist devrimlerdir” diyen Suriye’li bilim adamı Bissim Tibi’yi duymuyorlar. Tıpkı, müslüman çoğunluklu ülkeler Cumhurbaşkanı ve Başbakanlarının eşlerinin başları açık, modern giysilerini görmezlikten geldikleri gibi. Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’nın 153/son maddesine göre bağlayıcılığı tartışılmaz kararını unutup sıkmabaş kavgasını sürdürdükleri gibi. İşlerine gelmeyince Anayasa’yı bile tanımayanlara nasıl güvenilir? Seçime katılan 21 partiye 216 milyon YTL. ödenmesi nasıl işlerine geliyor? Çünkü kendileri de 94 milyon YTL.yi geçen Hazine yardımı alacaklar. Dört ayda 13 bin şirket kapanmış (TOBB’nin açıklaması), iç ve dış borçlar çığ gibi yükselmiş, umurlarında değil. Ekonominin güçlü(!) olduğu savı, yurttaşların çektikleri sıkıntılar yadsınarak ileri sürülüyor. Dileğine, beklentisine uygun görünüşü, çıkışı, sonucu destekleyip alkışlamak moda oldu.

Cumhurbaşkanının göreve gelmesi gibi görevini belli nedenle sürdürmesi de anayasal bir süreçtir, zorunluluktur. Bu duruma neden olan iktidarın başı kendi kusurlarını başkalarına yükleyerek, durumu aykırılık ve sakınca göstererek konuşmaktadır. Kışkırtıcı, sakınca göstererek konuşmaktadır. Kışkırtıcı, sakıncalı sözlerin Başbakandan duyulması yadırganmasını ağırlaştırmaktadır. Yalnız bu mu? Adaylık için başvuran kimi asker kökenlilerle, askerlerin eşleri, konuşmaları. Demek ki gereksiz şerh konulan Yüksek Askeri Şûra kararlarıyla temizliğin yeterli düzeyde yapılamadığı anlaşılıyor.

Komünizmi, kapitalizmi, liberalizmi, tüm ekonomik doktrinleri bilen, günümüz koşullarını bile karşılayan 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi konuşmasıyla sorunlara değinip çözümler gösteren, sanayileşmede devlet öncülüğüyle 1930 dünya ekonomik buhranını Türkiye’de sıkıntılara düşülmeden atlatan Atatürk’ü kötülemek ve karalamak için, ekonomik alanda kusurlu göstermek için çalakalem yazılar sürmektedir. 1950 sonrasına değinen, bu dönemin liderlerini eleştiren kimse çıkmamaktadır. Nankörlüklerini ihanet düzeyine çıkaranları toplum izlemekte ve gereken yanıtları vermektedir. Mitingleri değerlendiremeyen önyargılılar, kiralıklar, satılıklar, dönekler, numaracı ve mandacılar, bilgi, ahlâk, terbiye yoksunları tarihe çamur atmaktan geri durmamaktadır. Yalanları, yakıştırmaları, yanılgıları da ayrı.

Siyasal curcuna mı?

Bölünmeler, birleşmeler, yeni yapılanmalar, kapanmalar derken seçim düzlemine girilmiştir. İktidarın zorlamalarıyla düzeni sistemi bozma oyunları anayasa değişiklikleriyle gündemdedir. Yıllar dır zorunlu saydığımız, katıldığımız, önerdiğimiz Anayasayı albaştan değiştirme önerilerimize karşı çıkanlar, tören açış konuşmalarımızı, konferanslarımızı ve demeçlerimizi duymak istemeyenler, yazılarımızı okumaktan kaçınanlar, etki ve katkılarını unutturmaya, adımızı silmeye çalışanlar düzenledikleri etkinliklerle, konuşma ve yazılarıyla yeni Anayasa istemektedir. Şimdiye kadar nerdeydiniz? Günaydın! Günümüz Anayasası toptan, Siyasi Partiler ve Seçim Yasaları da köklü değişikliğe bağlı tutulmadan demokrasi, gerçek demokrasi bir düş olmaktan öteye geçemez. “Milyonuncu kez söylüyoruz” desem abartı olmaz. Yargı kararlarına uymayan yönetim geçerliğini (meşruiyetini) yitirir. İktidarın onlarca yürütmeyi durdurma kararına uymadığı geçeğini yurttaşlar bilmelidir. Medya bunları duyurmuyor. Tıpkı Ankara-Tandoğan Mitingi’ni vermeyip sonra sayfalarını bayraklarımızla donatan kimi yayın organları gibi.

Siyasette yoğunlaşma amaçlı, birleşmek için örnek ve önder olma çabalarıyla oluşturulan kuruluşlar nedeniyle öne çıkan kişileri “bölücülük” le suçlayıp bu yolu imzalarıyla açanları unutanlar, asıl kendi iç bölücülüklerini de unutuyorlar. Siyasal miras, helâlleşme söylentileriyle topluma olumlu iletiler verenlerin önceki davranışları, şimdiki tutumları, gelecekte neler yapabileceklerinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Siyasette köklü, temelden, gerçekçi, sağlıklı birleşmeler yerine yapay birliktelikler, bilimde gelişigüzel, kayırmalı onursal doktoralar, demokratik kitle örgütlerinde hiçbir ciddî, bilimsel, anlamlı araştırma ve değerlendirmeye dayanmayan ödüller günümüz açılımlarının olumsuzlukları somut ve belirgin kimileridir. Seçimlerde yasama ve yürütme çalışmalarında yararlanılacak nitelikleri olanlardan çok kalabalıkların alkışladığı isimler üzerinde durulduğu duyulmakta, yazılmaktadır. Ölçüler iyice kaçırıldı. Listelerde olanların da uzman, yetenekli, ilkeli, dürüst, çalışkan, ahlâklı, yürekli, halka inmesini, sorunlarla ilgilenip çözüm üretmesini bilenlerin bulunmasını dileriz. Siyasal partiler, demokrasinin vazgeçilmez öğelerinden olduklarını gösteriyle, şamatayla, yerine getirilmesi olanaksız sözleri vermekle değil. Türkiyemize gerçekten aşamalar kazandıracak olgun, doyurucu, güven verici tutumlarıyla kanıtlamalıdır. Seçmenler “Fena hükûmetlerin oylarını kullanmayan yurttaşlar tarafından kurulduğunu” unutmamalı , oylarını namus bilerek kullanmalı, oy için verilen armağan vs.nin ağırlığını oylarını bilinçle vererek atmalıdır. Cumhuriyetin değerini ödünsüz korumalı, çevremize ve müslüman çoğunluklu ülkelerin durumuna bakmalıyız. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” sözünü “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişini asla unutmamalı, Türk olduğunu söylemekten kaçınan aymazlara, bu güzel sözün anlamını bilmeyen ve bilmek istemeyen kötü amaçlılara, ayrımcılara karşı çıkmalıyız.

Siyaseti çıkar ve gösteri yeri değil, hizmet alanı kabûl eden, hizmet türü gözetmeyen, devleti, ülkesi ve ulusu için özveriden kaçınmayan herkes çağrı beklemeden uygun bulduğu partiye adaylık için başvurmalıdır. Unutmayalım ki elini alta sokmaktan kaçındığımız taşlar bir gün bizim başımızı yaralayabilir. Bunları hiçbir siyasal partiyle ilgisi, ilişkisi kalmamış, hiçbiriyle konuşmamış, görüşmemiş, siyasal bir amacı ve beklentisi bulunmayan, deneyimli olduğunu sanan bir yurttaş olarak yineliyorum.

Mitingler

Atatürkçü Düşünce Derneği’nin öncülüğüyle başlayan mitinglerin iktidarı etkilediğini sanmıyorum. Yurttaşlarımız bilinçlenmişler, seslerini duyurmuşlar, toplumsal etkinliğin gücün göstermişlerdir. Muhalefet partilerine çağrılarını yapmışlardır. Katılanları, yöneticilerini içtenlikle kutluyorum. Ancak, her mitingde aynı kişilerin konuşmasını, aynı şiirlerin okunmasını, şeriatçıların aramızdan aldıkları şehitlerimizin anılmamasını, halkımızın kendiliğinden katılmasının kimi kuruluşlara maledilmesini doğru bulmuyorum. Ayrıca uzakta kalanları, katılmak isteyip gelemeyenleri de gözetirsek, iktidar yanlılarının akçalı ve kurumsal olanaklarla topladıklarından kat kat fazla yurttaşımızın alanları dolduracağı kuşkusuzdur. Coşkunun, uygar tepkinin ve ilginin sıcaklığını sürdürmesi, cumhuriyet bekçilerinin olumsuzlukları izleyip karşılaması gerekir.

Sömürü

Mustafa Kemal Üniversitesi’nin çağrılısı olarak 10 Mayıs günü Hatay’da verdiğim, değişik kesimlerden bayanların çoğunlukta dinleyici olduğu bir konferansta tarihsel gelişmeleri anlatırken “Siyasetçiler din ve inanç sömürüsünden vazgeçmezler. Temmuz 1932’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genelgesiyle başlayan Türkçe ezan, Demokrat Parti Hükûmeti’nin programının (Grupta okunduğu 29 Mayıs 1950’den 17 gün sonra 16 Haziran 1950’de Türk Ceza Yasası’nın 1’inci maddesi değiştirilerek arapçaya çevrildi. İlk kez Bilal Habeşi’nin duvar üzerinden okuduğu ezan din kuralı değildir. Ayet, Sûre, Hadis değildir. Kutsallığı olan bir çağrıdır. Kendi dilimizden olması daha anlamlı ve çekici olur. Şimdilerde ses yükseltici aygıtlarla çığlıklara dönüştürülüyor” diyerek kimi yakınmaları dile getirip ezana saygı, yozlaştırmaktan uzak durma çağrısı yaptım. Ertesi gün yayımlanan ona yakın Hatay gazetesinde bu iyi niyetli ve içtenlikli yaklaşımıma hiçbir eleştiri gelmedi. Kökten dinci tutumu, konuşmacılarının kimler oldukları iyi bilinen bir TV kanalı konuşmamı kimi yerlerini almayıp çarpıtarak ezan düşmanlığı yaptığımı ileri sürmüş. Okuduğunu, dinlediğini anlamayanlara ne denilse azdır. Tutumları bilinen şeriatçılarn kötülemesi benim haklı olduğumun kanıtıdır. Halkın zararına olanları halkın yararına gösterip aldatan siyasetçiler gibi inanç temizliğini, dil temizliğini, unutup araştırmadan, sormadan, okumadan saldırıya geçen yayıncılarla onların yanılttığı kimseler ne yaptıklarının ayırdında değiller. Ezanı iyi okuyamayanlar, ses yükselticilerle binaların tepelerinden yayın yapanlar çığlığa dönüştürüyor. Bu da üzücü oluyor. Neden böyle olsun. Biraz özen gösterilse daha iyi olmaz mı? Allah, din, kutsal kitap, hukuk, Anayasa, ulus, devlet kavramlarıyla terbiye bilinci oluşmamış sözde inançlılar, sözde dindarlar çirkin yazılarla, iletilirle saldırıyormuş. İyi ki izlemiyorum. Dili, kalemi, vicdanı, düşüncesi, ruhu temiz olmayan dindar olamaz. Bunlar insan olamaz ki Müslüman olsun. Aymazlık, bağnazlık, dindarlık ve yurttaşlıkla bağdaşmayan terbiye ve bilgi yoksunluğu açık. Din ve ezan karşıtlığı yapmadım. Gerçekleri tersine çevirip düşmanlık yaratanların nelere karşı oldukları biliniyor. Söylenenleri anlamayacak düzeydeki ilkellikleri sergileyenlerle, inancı sömüren körükçüler dincilerin işlediği cinayetlerin sorumlularıdır. Dinde zorlama olmadığını bilmeyecek ölçüde bağnazlığını yaygarayla ortaya koyan yalancı ve sahtekârlara önem vermez, düzeylerine inmeyiz. İnançlara saygı, insana saygı ile başlar.

Dedikodu sınır tanımazmış. Kimileri de benim kimi toplantılar için yurtdışına gittiğimi yazıyormuş. 1971’de ve 1975’de Nato’yu tanıtmak için çağrılan yurttaşlar ve hukukçular topluluğu içindeydim. Almanya, Belçika, Hollanda, Fransa ve İngiltere’ye turistik ve günübirlik geziler yaptık. Dönüşte Dışişleri Bakanlığı’na bir de özel rapor verip Jozef Luns’un dostluğunu, Yunanlılar için söylediği olumsuz sözleri aktardım.

Anayasa Mahkemesi’ndeki görevim sırasında arkadaşlarımla Kıbrıs, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Fransa’ya gittim. Meslekdışı hiçbir toplantıya, kurula katılmadım. 
19 Mayıs 2001’de Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği’nin çağrılısı olarak güftesini yazdığım Atatürk Senfonisi’nin dünya ilk seslendirmesine katılmak için Köln’e gittim. 
Başka bir şey bildiğini savlayanlar kanıtlarıyla ortaya çıkarlar. Benim Atatürkçü Düşünce Derneği’nde yaptığımı, başlattığım yapılanmalarla birlikte istediği gibi 
göstermeye çalışanları ciddiye almam olanaksızdır. Ahlâklı, yansız ve gerçekçi üyeler her şeyi bilir. Kimsenin övgüsüne de gereksinimim yok, savunmamı da kendim yaparım. Zaman hızla geçiyor. Kimler nelerle uğraşıyor. Önceki yöneticileri tartışmak, karalamak kimseye bir şey kazandırmaz. Genel Kurulların alkışlarla akladıklarını bırakıp yeni yöneticilere destek olsunlar, öneriler, çözümler getirsinler. Atılımlar, başarılar sağlasınlar. Sayı çokluğu ancak böyle anlam taşır. Gerçek Atatürkçü, iyi yurttaş yalana-dolana sapmaz. Terbiyelidir.


http://www.mucadele.com.tr/yazarlar/demokrasi-oyunu-56280/


****************

ANAYASADAKİ DEĞİŞTİRİLEMEZ 4 MADDE DİĞER HUKUÇU GÖRÜŞLERİ;


ANAYASADAKİ DEĞİŞTİRİLEMEZ 4 MADDE DİĞER HUKUÇU GÖRÜŞLERİ;



Hukuk ve Hukukçu,
Yekta Güngör Özden


Siyasette ve yönetimde bir hukuk yapılanması olan demokraside hukukçulara büyük bir sorumluluk düşmektedir. Ulusal yaşamın erinç, güvenlik ve mutlulukla yürütülmesi nasıl devletin başlıca görevi ise, bu görevin yerine getirilmesine ilişkin güvencenin odağında da hukukçular vardır. Ülkemizde hukuk eğitim ve öğretiminin doyurucu olduğunu kimse savunamaz. Hukuk fakültelerinin durumu, uygulama eğitiminin yetersizliği, stajların biçimsel süre olmaktan öteye geçemediği bir ortamda “hukukçu” sıfatının belgeye dayanmasından başka bir özelliği yoktur.

Diplomayla, unvanla, sıfatla, makamla hukukçu olunmaz. Hukukçu, hukukun anlamını ve amacını kavramış, bilgiyi özümsemiş, bağımsızlığın, özgürlüğün, yansızlığın gereklerini ilke edinmiş ahlâklı, onurlu, vicdanlı kişiliğiyle saygın bir meslek ustasıdır. Hukukçu, insan hak ve özgürlüklerinin önde gelen savunucusu, hattâ temsilcisidir. Çalışmayı, adaleti gerçekleştirerek toplumsal yaşama hizmet etmeyi amaç edinmiş kimsedir.

Hukukçu, devlet görevinde yargı bağımsızlığının simgesi olmak durumundadır. Bu nedenle yansızlığı sözde bırakmayıp yaşamının doğal açılımı sayarak görevini yürütmesi gerekmektedir. Günümüzde yargı bağımsızlığının, hukuk devleti niteliğinin yoğun biçimde tartışıldığı, partizanlığın her alanda yakınmalara neden olduğu gözetilirse işlevin sorumluluğu daha iyi değerlendirilir. Hukukçu, kimseye eğilmez, haksızlığa olanak tanımaz, “nabza göre şerbet” vermez. Ülküsü, adalettir.

Günümüzde devlet görevinde bulunan kimi hukukçuların siyasal içerikli, üstelik yandaşlık ve karşıtlık içeren konuşmaları mesleği gölgelediği gibi yargıya güven yitimine neden olmaktadır. Bu tür gereksiz ve sakıncalı konuşmaları kendilerine uygun bulan devlet temsilcilerinin savunmalarının tersine durumun üzüntüsü ağır olmaktadır. Katılmalara, konuşmalara özen gösterilmemesi bağışlanamaz, hoşgörülemez.

NEDEN

Yazılarımızda zaman zaman yinelediğimiz konunun önemi yadsınamaz. 21 Eylül'de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirenlerin diploma töreninde Üniversite Rektörü Prof. Dr. Erkan İBİŞ gençlere adaletin, hukukun, yurtseverliğin, ATATÜRK sevgi ve saygısının, Türk Devrimi'nin anlam ve değerleri konusunda güzel sözler söyledi. Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muharrem ÖZEN de sorumluluk, yükümlülük, yargı düzeni, yargıç, savcı, avukat eşitliği, hukuk eğitiminin önemi ve yargı hizmetiyle hukukçuların katkısı üzerinde uyarı ve önerileri de içeren anlamlı bir konuşma yaptı.

Ankara Üniversiteliler Derneği Başkan Yardımcısı olarak çağrıldığım konuşmamda gençlere ve izleyenlere özetle şöyle seslendim: Hukuk, çağdaşlığın ölçütü, yaşamın güvencesidir. Hukukçu yalnız kuralları öğrenip uygulayan görevli değil, hukuk devletinin ustalarından biri, toplumsal yaşamın mimarıdır. Adalet devletin temeli, hukuk da adaletin özüdür. Diploma, biçimsel süreci tamamlayan önkoşuldur. Diploma ile hukukçu olunmaz. İyi insan, iyi yurttaş olmadan iyi hukukçu olunmaz. Adalet konusunda baş sorumlu hukukçudur. Çalışacak, araştırıp inceleyecek, para ve ün için değil, insanlık ve düzen için, özellikle toplumsal barış için çaba gösterecektir. Kuralların yenilenmesi için öncülük edecek, hukuk yaratıcısı olacaktır. Asla önyargılı ve direngin olmayacak, örnek olacak, topluma adaletin ışığını tutacaktır. Adaletin toplumsal aydınlığımızın kaynağı ve güneşi olduğu inancını yerleştirecek, adalet olmazsa karanlıktan, yolsuzluktan, değişik kötülüklerden kurtulamayacağımızı duyuracaktır.

Beğenmediğiniz, yetersiz bulduğunuz kuralları değişinceye kadar uygulayacak ama değişmesi için elinizden gelen, çabayı göstereceksiniz. İnsanlığın onuru ve erdemi olan hakların ve özgürlüklerin bilinçli koruyucusu olacaksınız. İster yargıç, savcı, avukat, ister başka görevde olunuz, hukuk devletini siyasal oyunlara ve her tür saldırıya karşı koruyup hukukun üstünlüğünden asla ödün vermeyeceksiniz. Hukuksuz kalmak, ekmeksiz, susuz kalmaktan da kötüdür. Örnek insanlar olarak görev yapmak mutluluğu sizin gücünüz olacaktır. Kimsenin önünde eğilmeyiniz. Cübbenizi düğmelemeyiniz. Onun yansıttığı onura her zaman yaraşır olmayı ilke edininiz. ATATÜRK'ün emanetlerine her zaman özenle sahip çıkınız. Onu ve sözlerini asla unutmayınız. Sorunlarımız ortada. Günümüz ortamında sizlere büyük sorumluluk düşmektedir. Korkmayınız, çekinmeyiniz. Başarılar dilerim.

Tutuklanmalarını hukuka aykırı bulduğumuz çalışanlarımızdan Mediha Olgun'un salıverilmesini Gökmen Ulu'nun salıverilme umudunu arttırması olarak karşıladık. Aydınlığa kavuşmaları dileğimizi yineliyoruz.



Kaynak; http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/yekta-gungor-ozden/hukuk-ve-hukukcu-2023502/


....

Yanlış Yanlış Üstüne



Yanlış Yanlış Üstüne




YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN
6 Kasım 2017


Siyasal saptırmalar içinde çırpınanların yaraştıkları niteliklerini vurgulamayı, kendilerine hak ettiklerini söylemeyi dilimize yakıştıramıyoruz. Buyruğunda oldukları, ardında kuyruklar oluşturdukları kimilerine dayanıp güvenerek, onun yakınlığını sağlamak için Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucularına, onların kazandırdığı başlıca çağdaşlık simgesi lâikliğe, daha ötesi Ulusal Kurtuluş Savaşı'mıza dil uzatan kara dilli değer bilmezler, kendini bilmezler türedi. Günümüz Başbakanı'nın eleştirilerini yanıtladığı CHP'lilere “Siz dönüp kendi geçmişinize, geleneğinize bakın” diyerek ATATÜRK ve İNÖNÜ'ye yönelik olumsuz sözlerinden cesaret alanlar, içlerindeki karanlığı yalanlar ve karalamalarla, çirkin saldırılarla dışa vurmaya başladılar.
Dünya düzeyinde örnek kişilikleri, seçkin nitelikleri, benzersiz başarılarıyla ulusumuzun övünç ve kıvanç kaynağı olan ATATÜRK ve İNÖNÜ'nün, katlanılması düşünülemez koşullarda, yenilmesi olanaksız görülen sorunların üstesinden gelerek kazandıklarını ve kazandırdıklarını yadsıyıp onları ve zamanlarını kötülemek en azından tarihimize ve ulusumuza yönelik saldırıdır. Onlar olmasaydı, başaramasaydılar şimdi nerede ve ne durumdaydık, bunu değerlendiremeyenin insanlığından kuşku duyulur. Kurtuluş, kuruluş, bağımsız yapıyı güçlendiriş ve sürdürüşle İkinci Dünya Savaşı'nın koşulları gözardı edilerek küçük partizanlıklarla yalana ve saldırıya sarılıp sığınmak kimseye bir şey kazandırmaz.
Liderlerinin çok yanlış ve sakıncalı Atatürk, İnönü, cumhuriyet dönemi ve lâiklik yaklaşımlarıyla başlayan saldırılar bu değerlerden anlamayanları yüreklendirmiş ki her gün bir yenisi ekleniyor. Soyadı Külünk olan bir AKP milletvekili olmadık-olmayacak durumları gerçekmiş gibi öne sürerek saldırıda bulunuyor. AKP'nin “Cumhuriyeti biz kurduk” afişlerini gördükçe “Gölge etme, başka ihsan istemem” halksözünü anımsıyoruz.

NEDENLERİ

“Demokratik çözüm” açılımları, Habur girişleri, Suriye geçişleriyle güç toplayıp yığınak yapan PKK'nın neden olduğu acılı olayların sorumluları kimler? Daha iki gün önce 10 şehit verildi. Bunlara kimler neden oldu?
Sözcüleri inkâr etse de Atatürk ve İnönü karşıtlıkları, zamanlarını karalamayla artırılan saldırılarıyla ortada. Kendi adamlarının tutum ve davranışlarını tartıştırmamak için belirgin bir aşağılık duygusuyla ve utanıp sıkılmadan Atatürk ve İnönü'ye saldırıyorlar. Onlar olmasa kendileri de olmazdı, düşünemiyorlar. Toplumsal barış ve ulusal dayanışmayı yıktılar. Dilleri ve elleriyle siyaset kirlendi. 1960 doğumlu Külünk geldiği ve bulunduğu yerlerde düşünce, anlayış ve görüş yumağını nasıl oluşturmuş, belli oluyor.

GİDİŞ

Demokrasiye tümüyle aykırı belediye başkanlarını ayrılmaya zorlama yöntemleri de gösteriyor ki devletin oynanmadık yapısı, niteliği, değeri, düzeni, kuralı, gücü ve yöntemi kalmadı. Yargısı en başta. HSK Başkanvekilinin yargı önerileri ne duruma düşüldüğünün kanıtı.
Her şeyin bugünkü gibi sürüp gitmesi olanaksız. “Destek ve teşvik” adı altında çıkar ve kömür dağıtımı, ödün yaygınlığı kazandırsa da yitirilir. “Şeytanla savaşacak doçent”ilânı, öğrenciler için umre ziyareti kolaylıkları, sıkmabaşla TBMM başkanı söylentileri nereye sürüklenmek istendiğimizin açık belirtileri. OHAL iktidarının, lâik cumhuriyet karşıtlığına karşı, aklı, bilimi, ahlâkı, barışı, dayanışmayı, çalışmayı savunacak, Atatürkilkelerini ödünsüz koruyup güçlendirecek kuşaklar yetişmesine ağırlık verilecek umudu asla sönmeyecektir. Diyanet bütçesinin amaçladığı açılım özenle izlenmelidir.
Kimilerinin Anıt-Kabir' e isteyerek çıktıklarından kuşkuluyuz. Saygı duruşları, deftere yazdıkları içtenlikli ve gerçek mi? Her şeye ve herkese karşı yineliyoruz: Lâik cumhuriyet, Atatürk cumhuriyeti siyasal namusumuz, siyasal onurumuzdur.



Kaynak:  http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/yekta-gungor-ozden/yanlis-yanlis-ustune-2-2078294/


....

Dönüşler


Dönüşler

   YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN
13 Kasım 2017

Siyaseti değişik biçimde tanımlarlar. Değişiklikleri, oyunları, ikiyüzlülükleri, baskıları, okşamaları, özellikle yalanları beceri sayarlar. Oysa nitelikli, soylu bir siyaset, güvenin ve barışın gerçek dayanağıdır. AKP iktidarının tek adam yapısında izlenen gel-gitler, değişiklikler, direnmeler ve dönüşler giderek siyasal kural niteliğini aldı. “Şam'da cuma namazı kılma” savının suya düşmesinden sonra “Barzani dostluğu” da nasıl yıkılmışsa içerideki oluşumlar da öyle tepetaklak oluyor. TEOG'u getirenler, götürenler aynı. Eğitimde imam hatip tutkusunun alevi giderek büyüyor. İnancı saygın yerinde bırakmayıp siyasal araç durumuna getiriyorlar. Ekonomide sakıncalı olasılıklar, artan borç, zengin-fakir çizgisinin derinleşmesi, emeklinin, memurun, işçinin çektiği güçlükler, yandaş sendikalara ödünlerle yargıda güven sarsan uygulamalar, tepki çeken kararlar.
Toplumsal barış, ulusal dayanışma nerede? “Siz-biz” ve parti ayrışması dorukta. Uygar ilişkilerin yerini kavga-dövüş, kadınlara saldırı, yolsuzluk, hırsızlık, terör aldı. Yakınmalar dinmek bilmiyor. Demokratik toplantılar engelleniyor, polisin sert tutumu, yaka paça gözaltılar, gereksiz tutuklamalar her gün üzüntüleri ağırlaştırıyor. İyiye giden ne var? “Laf kalabalığı” denilen konuşmaların içeriği, kullanılan sözcükler ne yarar sağlıyor? Siyasetin yönetim becerisi olduğu unutulup baskı, gözdağı, hakaret öne çıkarılıyor.

İŞTE

AKP Genel Başkanı RTE'nin konuşmalarının sertliği, kullandığı sözcüklerin kimilerinin argo dili olduğu, kimilerinin sıfatı ve bulunduğu makamın düzeyiyle uyuşmadığı, içerikleri gözetildiğinde hiç yakışık almadığı, çizgiyi daha düşürdüğü görülmektedir. Bunların, çocukluğunun ve gençliğinin kalıntıları olduğunu söyleyenler var. Böbürlenme, diklenme, söz kalabalığı, kavga, racon kesme, saldırı (hakaret) gibi.

41. Muhtarlar toplantısı yine Beştepe Sarayı'nı çınlattı ama 17/25 Aralık 2013'te kopmaya başlayan, daha sonra 2016'da darbe kalkışmasıyla kopan bağlardan önce FETÖ için “Ne istedi de vermedik?” demediler mi? Bugün Başbakan Yardımcılarından biri olan Bekir BOZDAĞ, Fetullah'ı övmedi mi? Aralarında Fetullahçı yok mu? Şimdilerde gözaltına alınan, devletten uzaklaştırılan, tutuklanıp cezalandırılan asker-sivil FETÖ'cüleri kimler, nerelere getirdi, nasıl geldiler, nasıl çalıştılar? Fetullah'a övgü yağdıranlardan kimileri şimdi önemli masaların başında değil mi? Merak ediliyor. İhraçlar, ihraç edilmeyenleri düşündürüyor.

Kimileri “Dünya dönüyor, insan niye dönmesin?” diyor. Dilimizde, “Zararın neresinden dönülürse kârdır” sözü de olumlu değişiklikler içindir. İkide bir yalpalamanın, inandırıcı olmayan değişikliklerin, güven vermeyen dönüşlerin hiçbir değeri yoktur. Küçük yaşta oluşan kişilik, olumsuz düşünceleri ve amaçlarıyla, bir insanın değişmesini güçleştiriyor. RTE'nin Atatürkçülük savı bu bağlamda değerlendirilirse gerçek daha iyi anlaşılır.

Olumlu değişiklik, gelişme ve başarıdır. Olumsuz değişiklik, düşüş ve yitiştir.

OLANLAR

MHP liderinin AKP liderine ağır sözlerine karşı son bir yıldır verdiği destek, sağ elle el sıkarken sol elle okşama, karşılıklı gülümsemeler, oylamalarda birliktelikler giderek artıyor. Daha önce RTE'a ağır sözlerle saldıranlar makam-koltuk verilince nasıl döndüler ibretle izleniyor. Birbirlerinin yüzüne nasıl bakıyorlar, şaşılır. Acımasızlık sunumlarla ve olanaklar verilince nasıl tatlanıyor bilinmez.

Partilerin salı günleri yapılan grup toplantılarında birbirlerine karşı söylediklerinin çoğu, siyasal nezaketin dışında. Kavgaya dönüşen karalama ve suçlamalarla çıkışmalar iyi örnek olmuyor.

Yargının çelişkili kararları güven yitirtiyor. Yargıç ve savcı atamalarında partizanlık yapıldığı yakınmaları yaygın. Her gün verilen şehitlerin acısı ayrı. Bu olumsuzlukların sorumlularının saptanamaması en büyük yetersizlik. AKP liderinin 2019 hazırlıkları her şeyin önünde görülüyor. Ne eğitimin, ne adaletin, ne ekonominin bu ölçüde ele alındığına ilişkin inandırıcı kanıt izlenmiyor. “Akıllarına yeni mi geldi?” deyişini anımsatan Atatürk'e yöneliş çabası içinde kimi AKP'lilerin telâşı görülüyor. 10 Kasım'a böyle yaklaştılar. Asıl olan, tören ve 10 Kasım Atatürkçülüğü değildir. Gerçek Atatürkçülük bizim ödünsüz ülkümüzdür. Bu yıl, Anıtkabir ziyareti daha çok, daha görkemli ve daha coşkulu idi.
Bakalım, önce 2018 neler getirip neler götürecek?

ANMA

10 Kasım'da Ufuk Üniversitesi'nde önceki TBMM Başkanvekillerinden Mustafa Kemal PALAOĞLU'nun konuşma yaptığı anma töreni ile Spor Fizyoterapistleri Derneği'nin düzenlediği IX. Uluslararası Spor Fizyoterapistleri Kongresi'ndeki Atatürk'ü Anmaizlencesi ilgi ile izlendi.

Prof. Dr. Özer OZANKAYA'nın düzenlediği “Nutuk'la Sonsuzluğa” adlı, Devlet sanatçılarının seslendirdiği müzikli anlatım Ankara Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi YAŞAR' ın coşkulu konuşmasıyla başladı. Başarılı etkinlik yoğun alkışlarla karşılandı.


Kaynak:http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/yekta-gungor-ozden/donusler-2087745/


...

14 Temmuz 2017 Cuma

REFAH-YOL HÜKÜMETİ DÖNEMİ BÖLÜM 2



REFAH-YOL HÜKÜMETİ DÖNEMİ BÖLÜM 2

  _Sincan’da Tankların Geçişi: 

 4 Şubat 1997 tarihinde Ankara'nın Sincan ilçesinde Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı'na bağlı çeşitli askeri araçlardan oluşan 
konvoy, ilçe sokaklarından Akıncı Üssü'ne "motorlu yürüyüş" gerçekleştirmiştir. Bu yürüyüş, ülke genelinde heyecana neden olurken, Milli Savunma Bakanı   Turhan Tayan, olayın normal bir tatbikat olduğunu, eğitim çalışmaları kapsamında gerçekleştirildiğini söylemiştir. Olay gazetelere “ Sincan’dan Ordu Geçti ” başlığı ile yansımıştır.96 

 Genelkurmay, "altı ayda bir yapılan normal eğitim faaliyeti" olarak açıkladığı geçişin, "tesadüfen bu tarihe denk geldiğini" bildirmiştir. Daha sonra bu olay 
Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir tarafından “Demokrasiye balans ayarı yapıldı” veya “rejime ince ayar yapıldı” şeklinde değerlendirilmiştir. 

 Askere ait olduğu öne sürülen bu sözlere tepki gösteren RP’li Kahraman EMMİOĞLU, “Bu kafaları duvara çarpmalı. Eğer sen politika yapacaksan çıkar elbiseni. Güreş Paşa gibi politika yap” demiştir.97 

 Başbakan Necmettin Erbakan, partisinin grup toplantısında Ankara'nın Sincan ilçesinde düzenlenen Kudüs Gecesi'ni değerlendirirken, demokratik bir ülkede 
bu tür etkinlikler olabileceğini; Türkiye'nin büyük atılımlar yaptığını, ancak bazı çevrelerin yeniden büyük Türkiye'nin kurulmasından rahatsızlık duyduklarını savunarak; "Bazı çevreler, bazı fosiller, acaba ne yapsak da ülkenin havasını bozsak, huzuru, barışı, kardeşliği engellesek diye düşünüyorlar" demiştir. 

 Adalet Bakanı Şevket Kazan da TBMM Genel Kurulu'nda ANAP Ankara Milletvekili Nejat Arseven'in Sincan'da yaşanan olaylara ilişkin konuşmasını yanıtlarken, hiç kimsenin demokratik rejim üzerine oyun oynamaya hakkı olmadığını belirterek, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın, RP'nin 400 belediye başkanından biri olduğunu söylemiştir. Kazan, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin olayla ilgili soruşturma başlattığını, RP Meclis Grubu'nun da duyarlığını ortaya koyarak, üç milletvekilini olayı soruşturmakla görevlendirildiğini söylemiştir. 

 CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, Sincan'da yaşanan olaylar için RP'nin laik, demokratik cumhuriyete dönük bir tepki içinde olduğunu herkesin görmesi gerektiğini belirterek, cumhuriyeti savunan herkesi, karşı tepki göstermeye çağırmıştır. 

 Büyük Birlik Partisi Muhsin YAZICIOĞLU ise “Türkiye’de asla Nusayri iktidarının oluşmasına izin vermeyeceğiz” diyerek tepkisini ortaya koymuştur.98 

 Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, "Neden demokrasiyi işletmeye çalışmıyoruz da darbe tartışması yaratıyoruz?" demiştir. 

 Cumhurbaşkanı Demirel, gerginlik yaratan türban konusunun gündemden çıkarılmasını isteyerek RP'yi uyarmış; İran'ın Ankara Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri'nin, Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen "Kudüs Gecesi"ndeki konuşmasıyla Türkiye'nin içişlerine karışarak "yanlış yaptığını" söylemiştir. 

 ÇİLLER, "Ülke bütünlüğünü hangi kararlılıkla savunduysak, devletin itibarını yurt dışında nasıl savunduysak, demokrasiyi de aynı kararlılıkla savunuruz" demiştir. 

 ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nicholas Burns ise “Sivil hükümet, Türkiye’nin Avrupa’daki konumu için önemlidir. Türkiye’de derin bir istikrarsızlık konusunda 
bazılarının taşıdığı kaygıyı paylaşmıyoruz.” demiştir. 

 7 Şubat 1997 tarihinde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından kabul edilen TBMM Başkanı Mustafa Kalemli görüşme sonrasında yaptığı açıklamada, 
Cumhurbaşkanı Demirel ile Türkiye'nin laik, çağdaş yapısında geri gidiş olamayacağı konusunda görüş birliğinde olduklarını söylemiştir. 

 9 Şubat 1997 tarihinde, Cumhurbaşkanı Demirel yayımladığı bayram mesajında “Din uhrevî alanı, hukuk ise dünyevî alanı tanzim eder. İslam’da zorlama yoktur. 
İnanç ve ibadet özgürlüğü Cumhuriyet’in titizlikle savunduğu bir ilkedir. Dini siyasallaştırmaya çalışanlar hem günah hem de suç işlemektedirler” demiştir. 

 ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz Sakarya'da yaptığı konuşmada, koalisyon hükümetinin üniversiteden silahlı kuvvetlere kadar toplumun tüm kurumlarında 
gerginlik yarattığını belirterek "Silahlı kuvvetler tanklarını Ankara'nın ortasında yürütmek suretiyle bir mesaj vermek gereğini duyuyorsa durum vahimdir" demiştir. 

 DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit yaptığı yazılı açıklamada, cumhuriyeti tehdit eden gelişmeler karşısında RP dışındaki tüm partileri, laik demokrasiyi korumak 
ve RP'li bir hükümetten kurtulmak için güç birliğine çağırdıklarına dikkat çekmiştir. 

 15 Şubat 1997 tarihinde Adalet Bakanı Şevket Kazan, düzenlediği Kudüs Gecesi'nde sarf ettiği laiklik aleyhindeki sözleri nedeniyle tutuklanan Sincan eski 
Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde ziyaret etmiştir. 

 18 Şubat 1997 tarihinde Demirel: “Ne Cezayir, ne de İran olan Türkiye’de şeriat istenemez. Şeriat isteyen, Atatürk Cumhuriyeti’nin koyduğu hukuk sistemine 
ve hukuk devletine karşı çıkıyor demektir. Şeriatı kimse getiremez.” demiştir. 

 21 Şubat 1997 tarihinde “ İran terörist devlet muamelesi görmeli.” diyen Org. Çevik Bir, Sincan’dan geçen tanklarla ilgili olarak da; “ Demokrasiye balans ayarı yaptık” demiştir. 

 22 Şubat 1997 tarihinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Kayseri’deki üniformalı korumalar nedeniyle RP’yi ikinci kez uyarmıştır. 

 27 Şubat 1997 tarihinde, Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, Ankara'da basın mensuplarının çeşitli sorularını yanıtlarken, laikliğin, cumhuriyetin değiştirilmesi önerilemez niteliği olduğunu vurgulayarak, "Cumhuriyete karşı olanlar ile ümmetçilik, Arap milliyetçiliği ve din sömürüsü eylemlerini sürdürenler, tersine söylemlerle laikliği suçlama kurnazlığına sapıyorlar. Kavga yaratıp tırmandıranlar, inançlara saygısı olmayanlardır" demiştir. 

    Sincan olayı ile ilgili olarak, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın 25.06.2012 tarinde Komisyonumuza verdiği bilgilerde 
    “ Tankların yürüdüğünden haberinin olmadığını ” öne sürmüştür.99 

    Öte yandan, 08.10.2012 tarihli dinlemede Kadir Sarmusak da tankların geçişinden önce Dz.K.K.lığı personelinin haberdar edildiğini ifade etmiştir.100 

  _ Sendika eylemleri ve Cumhuriyet mitingleri: 

 İşçi sendikalarının bu dönemde toplumsal muhalefetin önemli bir unsuru olduğu görülmüştür. Buna mukabil, TÜSİAD,101 yayınladığı raporlarla bu süreci 
desteklemiştir. 

 TÜRK-İŞ Yönetim Kurulu, REFAH-YOL Hükümet Programının açıklanmasının hemen ardından 10 Temmuz 1996 tarihinde Başbakan Erbakan’a bir mektup 
göndermiştir. Mektupta; 12 Eylül 1980 sonrasında kabul edilen mevzuatla birçok temel hak ve sendikal hak ve özgürlükler üzerindeki kısıtlamaların devam 
ettiği vurgulanarak, çalışma mevzuatının ILO Sözleşmeleri ile uyumlu hale getirilmesi, SSK’nın mali sorunlarının çözümlenmesi, terörle etkin şekilde mücadele edilmesi, yüzde 82,9’a çıkan enflasyon oranı altında ezilen çalışan ve emeklilerin satınalma güçlerinin iyileştirilmesi, kaçak işçilik ve taşeronlaşmanın 
önlenmesi vb. talepler dile getirilmiştir. 

 6 Ekim 1996 tarihinde yapılan TÜRK-İŞ 17. Olağan Genel Kurulu sonucunda yayımlanan Görüş ve Talepler başlıklı basın bildirisinde, “Demokratikleşme” 
başlığı altında, çeşitli siyasi taleplerin yanı sıra, “dini eğitim ve öğretimde devletin gözetim ve denetimi etkinleştirilmelidir” ifadesi yer almıştır. 

 TÜRK-İŞ’in, Temmuz-Kasım 1996 ayındaki hükümete yönelik sözkonusu tutumu, Susurluk olayının ardından, Aralık 1996 ayından itibaren iyiden iyiye değişmeye başlamıştır. Bu çerçevede, Genel Merkezi İstanbul’da olan sendikaların yöneticileri, işyeri temsilcileri ve işyerlerinden katılan büyük bir işçi grubu, Taksim Atatürk Anıtı’na yürümüş ve Anıta çelenk koyarak “Temiz Toplum, Temiz Siyaset” çağrısında bulunmuş; 21 Aralık 1996 tarihinde ise TÜRK-İŞ 
Başkanlar Kurulunca alınan karar kapsamında “Türkiye’ye Sahip Çık” kapalı salon toplantısı İstanbul Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapılmıştır.102 

 27 Aralık 1996 tarihinde TÜRK-İŞ heyetinin Cumhurbaşkanı Demirel’e yaptıkları ziyarette, hükümetin başta işçiler olmak üzere çalışanların ve halkın sorunlarını 
çözmede başarısız olduğu, demokratikleşme yönünde hiçbir somut adım atılamadığı, başta işçiler olmak üzere, çalışanların ücretlerinde enflasyon nedeniyle ücretlerdeki büyük aşınma meydana geldiği, işsizliğin arttığı dile getirilerek, bu hususları içeren bir mektup takdim edilmiştir. Mektupta, ayrıca, REFAH-YOL hükümetinin 18 Ekim 1996 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan karar uyarınca zorunlu emekliliği yeniden başlatması, taşeronluk sistemi ve özelleştirme uygulamaları eleştirilmiş, Cumhurbaşkanından mafya ve çetelerle ilişkiler ve uyuşturucu kaçakçılığı konusundaki iddiaların ciddiyetle soruşturulması istenmiştir. 

 Bu ziyaretin ardından, Cumhurbaşkanı Demirel’le sıkı bir diyalog geliştiren TÜRK-İŞ Başkanlar Kurulu, hükümetin dış politikası ve diğer uygulamaları hakkında çok sayıda bildiri yayımlayarak, toplumu demokratik kitle eylemlerine katılmaya çağırmıştır. Bu çerçevede, 3 Aralık 1996 tarihinde yayımlanan TÜRK İŞ Başkanlar Kurulu Bildirisi’nde, “Hükümet, dış politikada Devletimizin geleneksel politikasının dışına çıkarak, Mısır ve Libya ziyaretlerinde olduğu gibi, ulusal onurumuzu zedeleyici bir tutum sergilemiştir. Tüm dünyanın ilgi alanı olan Avrasya Bölgesi, Refahyol Hükümeti tarafından sistemli bir biçimde ihmal edilmektedir.” denildikten sonra, “Başkanlar Kurulumuz, Ülkemize, Halkımıza ve Devletimize yönelik tehditlerin sona erdirilmesi, dile getirilen sorunlarımızın çözümü ve isteklerimizin yerine getirilmesi amacıyla, meşru ve demokratik kitle eylemlerine başvuracaktır. Bu eylemlerimiz, sorunları parlamenter demokratik düzen içinde çözebilmenin güvencesidir. TÜRK-İŞ Başkanlar Kurulu, tüm halkımızı ve demokratik kuruluşları bu mücadeleye katılmaya çağırmaktadır.” açıklaması yapılmıştır. 

 21 Aralık 1996 tarihinde yayımlanan “Türkiye’ye Sahip Çık!” başlıklı Bildirge’de, “Refahyol Hükümeti, uyguladığı politikalarla, çalışanlara, halkımıza ve 
Türkiye Cumhuriyetinin ana özellikleri olan insan haklarına, demokrasiye, laikliğe, sosyal hukuk devletine ve emperyalizme karşı ilk başarılı kurtuluş savaşının önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün temsil ettiği çağdaş uygarlık anlayışına karşı ısrarla düşmanca bir tutum ve davranış içindedir.” denilmiştir. 

 5 Ocak 1997 tarihinde, Ankara’da, TÜRK-İŞ, DİSK, DSP ve Atatürkçü Düşünce Derneği öncülüğünde “ Gerçekleştirilen mitingde “ Türkiye’ye Sahip Çık! 
Demokrasi İçin Mücadele Et!” sloganıyla bir miting yapılmıştır. Bu mitingde konulan TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral, “Mollalar laik sistemi asla değiştiremez. Bu çağdaş ülkenin güvencesi bizleriz” demiştir. Bu miting, Cumhuriyet Gazetesi’nin 6 Ocak 1997 tarihli nüshasında, “Mollalara Geçit Yok” manşetiyle verilmiştir. 

 Bu dönemde, TÜRK-İŞ, DİSK, TÜSİAD, TESK ve TOBB yöneticileri, demokrasi ve hukukun karşısında, darbecilerin yanında yer almışlardır. 

 29 Ocak 1997 tarihinde CHP Kadın Kolları, Türk Kadınlar Birliği, Türk Hukukçu Kadınlar Derneği ve Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi kadınlar, RP'nin türbanı 
yasallaştırma girişimlerini protesto etmiştir. CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Güldal Okuducu, RP'nin türbanı bir tür şeriat üniforması olarak gördüğünü 
belirterek, "Bütün Türkiye bunun masum bir inanç örtünmesi olmadığını çok iyi bilmelidir" demiştir. 

 3 Şubat 1997 tarihinde, TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral imzasıyla Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya üç sahifelik bir rapor sunulmuştur. 
“Laiklik” ilkesi ve Devrim Kanunlarına aykırı hareketlerin dikkat çekildiği bu raporun, daha sonra Genelkurmay Başkanı tarafından Cumhurbaşkanlığı DEMİREL’e tevdi edildiği ve DEMİREL tarafından da bir özel mektup ekinde Başbakan ERBAKAN’a gereği için gönderildiği anlaşılmaktadır.103 

 26 Şubat 1997 tarihinde, Türk-İş, DİSK ve TESK tarafından, rejime yönelik tehditlere karşı güç birliği kararı alındığı açıklanmıştır. Aynı gün, İstanbul kadın 
kuruluşları birliği, laiklik için eylem başlatmıştır. 27 Şubat 1997 tarihinde, Türk-İş, DİSK ve TESK köşke çıkmıştır. Aynı gün, Birinci Ordu Komutanı 
Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ni ziyaret etmiştir. 

  _Tarikat Mensuplarına iftar yemeği olayı: 

 11 Ocak 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan tarafından Başbakanlık Resmi Konutu’nda, Diyanet temsilcileri, Diyanet İşleri Eski başkanları, 
İlahiyat Fakültelerinin dekan ve öğretim üyeleri, Müftü ve Vaizler ile din adamlarının aralarında bulunduğu toplam kırka yakın kanaat önderine iftar yemeği verilmiştir. Organize edilen iftar yemeğine birtakım görevli ve resmi din adamlarının katılması, kamuoyunda günlerce tartılışmıştır. 

Bu kişilerin Konuta girişlerinde sakallı, sarıklı ve cüppeli görüntüleri televizyonlarda günlerce yayımlanmıştır. Basında tarikat yemeği olarak lanse 
edilen haberlerde, bu olay “irtica kalkışması” olarak yansıtılmıştır. 

 Hürriyet Gazetesi yazarı Sedat Ergin, bu olayın “bardağı taşıran son damla” olduğunu ifade etmiştir. 104 Bu olay hakkında, 16 Ocak 1997 tarihinde, 
CHP Genel Sekreteri Adnan Keskin ve 33 milletvekili, Başbakan Necmettin Erbakan'ın Başbakanlık Konutu'nda verdiği yemekle ilgili olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunmuştur. Bu olay Başsavcının parti kapatma iddianamesinde de yer almıştır. 

 Komisyonumuzca bilgisine başvurulan dönemin tanıklarından Zaman Gazetesi imtiyaz sahibi Alaaddin Kaya; “O yemekte Diyanet İşleri Başkanımız da vardı…
bugünün çok daha büyük çapta yapılan, devlet ricalinde yapılan yemeklerin belki de minyatürüydü yani, o bir bahaneydi, yoksa o yemeğin içinde böyle sıkıntı 
yaratacak, efendim, insanları hesaba çekilmesini gerektirecek bir şey yoktu.” demiştir.105 

  _REFAH-YOL Hükümetinin Dış Politikası: 

 28 Şubat döneminde, başta ABD olmak üzere, dış güçlerin, resmi düzeyde, Türkiye’de demokrasinin sekteye uğratılmaması koşuluyla, iktidarda bulunan 
REFAH-YOL’un uluslararası alanda atmış olduğu bir kısım adımlardan rahatsızlığın dair açıklama yaparken, fiili bir darbeye de ışık yakmaması, darbe heveslisi kesimlerde hayal kırıklığına yol açmıştır. 


 28 Şubat sürecinde, hem ABD’nin, hem de AB’nin 106 28 Şubat MGK kararları sonrasında, resmi düzeyde, ciddi bir eleştiride bulunmadıkları görülmekle birlikte, 28 Şubat sürecini açıkça desteklediklerini veya bu sürece müdahil olduklarını yansıtan herhangi bir husus tespit edilememiştir. 

 Öte yandan, Avrupa Komisyonu tarafından 1998 yılından itibaren yayımlanan İlerleme Raporlarında ve diğer resmi belgelerde, “sivil-asker ilişkileri” başlığı 
altında, üst düzey askerlerin demeçleri, MGK ve MGK Genel Sekreterliğinin yapısı ve rolü, MGK Kararlarının siyaset üzerindeki etkisi, YAŞ, Jandarmanın 
konumu vd. hususlarda çeşitli eleştirilerin mevcut olduğu bir vakıadır. 

  _Hükümet Programına ve Koalisyon Protokolüne Göre Dış Politika: 

 REFAH-YOL Koalisyon Hükümetinin Programında,107 bir yandan “Ankara Antlaşması ve Gümrük Birliğiyle amaçlanan nihaî hedeflere ulaşılabilmesi için, 
yasal düzenlemeler dahil gerekli çalışmaların yapılacağı” belirtilirken; diğer yandan da “Türk cumhuriyetleri ve İslam ülkeleriyle ekonomik, ticarî, sosyal ve 
kültürel ilişkilerin geliştirilmesi için yürütülen faaliyetlere hız kazandırılacak; bu ülkelerle olan, işgücü, mal, hizmet ve sermaye dolaşımının kolaylaştırılması için 
gerekli tedbirler alınacaktır” çok boyutlu ve “şahsiyetli” dış politika yürütüleceği vurgusu yapılmıştır. 
Hükümet Programında kullanılan “Batı” ve “Doğu” arasındaki bu dengeli dil, hükümetin görevi süresince yumuşak karnı olarak görülecektir. 

 REFAH-YOL Hükümeti döneminde, Bakanlıklar arası görev dağılımını düzenleyen Başbakanlık Genelgesiyle; Dışişleri Bakanlığı görevi, Başbakan Yardımcısı 
Tansu ÇİLLER’e; Kıbrıs ve Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerin sorumluluğu ise Devlet Bakanı Abdullah GÜL’e verilmiştir. 18 Aralık 1996 tarihli bir başka genelgeyle de, “Türki Cumhuriyetler, yurtdışında yaşayan Türkler ve İslam ülkeleri ile tüm ekonomik ve kültürel işlerin koordinasyonu” görevi de yine Bakan GÜL’e verilmiştir. Bu durum nedeniyle Meclisteki muhalefet partilerince, Devlet Bakanı Gül’ün “gölge dışişleri bakanı” olarak nitelendirilmiştir.108 

Erbakan’ın yurtdışı seyahatleri nedeniyle 8 Ekim 1996 tarihinde Bitlis Milletvekili Kamran İnan ve 22 arkadaşı hükümetin izlediği dış politika konusunda 
genel görüşme yapılması, Zonguldak Milletvekili Mümtaz Soysal ile 20 arkadaşının109 Bakanlar Kurulu, Cumhuriyet Halk Partisi Grubu ise 
Başbakan Necmettin Erbakan hakkında gensoru açılması için verdiği önergelerde:110 

REFAH-YOL Hükümetinin dış politikası, “iki başlı olmak”la eleştirilmiş, Başbakan Necmettin ERBAKAN “Doğu ve Afrika ülkelerinden”, Başbakan Yardımcısı 
Tansu ÇİLLER ise “ABD ve Avrupa ülkelerinden” sorumluymuş gibi dış politika yürüttükleri öne sürülerek;111 REFAH-YOL Hükümeti ve özellikle 
Başbakan ERRBAKAN, “… İmparatorluk döneminin deneyimlerini de taşıyan Türk hariciyesini devre dışı bırakmakla ”, “ Uluslararası görüşmelerde, Dışişleri Bakanlığının deneyimli kadrosunu devre dışı bırakmakla ” ve “kimi görüşmelerin devlet arşivine girmesini engellemekle” eleştirilmiştir.112 

Refah Parti’li Bülent ARINÇ ise bu gensoruların tek sebebinin “darbeyle, laikle, Atatürkçülükle yıkamayacaklarını anladıkları bir Hükümeti, şimdi, Libya’da olan 
bitenlerle yıkmaya çalışmak” olduğunu öne sürmüştür.113 ARINÇ, bu konuda şunları söylemiştir: “Bakınız, Refah Partili bir Hükümetin kurulmasına, 24 Aralıktan itibaren karşı çıkılmıştır. Bu, demokrasi adına fevkalade utanılacak bir durumdur. Halkın oyunu almış, 6 milyondan fazla insanı temsil eden bir legal siyasî kuruluşa, uzaydan gelmiş gözüyle bakıp, onu bir cüzamlı haline koymak kimsenin haddi değildir.”114 

     Dış Politika Uygulamaları: 

    _ Çekiç Güç: 

 27 Temmuz 1996’da gerçekleştirilen MGK toplantısında, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu iç ve dış güvenlik tehditleri hakkında ilk kez bilgi alan Erbakan, 
Türkiye’nin özellikle ABD, AB ve İsrail’le ilişkilerinin önemi konusunda bilgilendirilmiştir. Erbakan, bu bilgilendirmenin yapıldığı MGK toplantısının hemen sonrasında, Ağustos ayı içinde, muhalefetteyken karşı çıktığı Çekiç Güç’ün görev süresinin beş ay uzatılmasına ilişkin tezkerenin kabul edilmesine onay vermiş; ayrıca Türkiye ve İsrail Genelkurmay Başkanlıkları tarafından müzakere edilen, “Türkiye-İsrail Askeri Eğitim ve Savunma Sanayii Anlaşması”nı imzalamıştır. 
Başbakan Erbakan’ın, iktidara gelmeden önce her fırsatta karşı olduğunu ifade ettiği Çekiç Güç’le ilgili bu adımı muhalefeti rahatsız etmiş ve daha üç ay önce 
Çekiç Gücün görev süresinin uzatılmasına ilişkin görüşmeler sırasında Refah Partisi sözcülerinin uzatmaya karşı çıktıklarını hatırlatılarak çelişkili bir politika 
izlendiği savunulmuştur.115 

   _ Başbakan ERBAKAN’ın İslam ülkeleriyle Temasları 

 Başbakan Necmettin ERBAKAN, Türkiye’nin kuruluşundan bu yana devam eden “yüzünü Batıya dönme” tavrını bir nebze olsun değiştirmek, İslam ülkeleri 
arasunda alternatif bir işbirliği modeli oluşturulmasına öncelik etmek ve Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek maksadıyla, Ağustos ve 
Ekim 1996 aylarında, Müslüman ülkeleri ziyaret etmiştir. Bu gezi, İran’ı “terörist ülke” olarak niteleyen ABD tarafından116 tepkiyle karşılanmıştır. 

   _Başbakan ERBAKAN’ın Libya Ziyareti: 

 Başbakan Erbakan, Ağustos ayında Müslüman ülkelere gerçekleştirdiği yurt dışı gezilerinin ikincisini, Ekim 1996 ayı başında Mısır, Libya ve Nijerya’yı 
kapsayacak şekilde yapmıştır. On gün süren bu gezi programındaki özellikle Libya gezisinde meydana gelen olaylar basında yoğun olarak eleştirilmiştir. 
Geziye ilişkin kararnamenin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar tarafından imzalanmaması, DYP ve hükümet içinde sıkıntıya sebep olmuştur. 
(Bu konuda 10/11/2012 tarihinde Mehmet AĞAR Komisyonumuza açıklamalarda bulunmuştur.) 

   Erbakan’ın Kaddafi’yle yaptığı görüşme, iç basında “skandal” olarak değerlendirilmiştir.117 16 Ekim 1996 tarihinde TBMM’de yapılan görüşmelerde söz alan Devlet Bakanı GÜL, Kaddafi’nin “yanlış, hatalı, tasvip etmeyeceğimiz bir konuşma yaptığını”118 fakat basında anlatılanın aksine orada kendisine gereken cevabın verildiğini ifade etmiştir. Tepkiler üzerine, Çiller, Erbakan’a haber vermeksizin, Trablusgarp Büyükelçisini geçici olarak Ankara’ya çağırmıştır.119 
   Libya gezisi,120 sadece muhalefet tarafından değil, ABD tarafından da resmi düzeyde eleştirilmiştir. 

   _İsrail: 

 Bu dönemde, Orta Doğu Barış Sürecindeki olumlu gelişmeler ve Türkiye’nin Suriye’den duyduğu rahatsızlığın artmasından dolayı, 1990’ların ikinci yarısında 
her alanda ivme kazanmıştır. Bu süreçte, askeri ve ekonomik işbirliği ilişkilerdeki canlanmanın iki temel alanını oluşturmuştur.121 

 Bu çerçevede, 23 Şubat 1996 tarihindeki Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve Anlaşmasına dayanılarak 28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması, Türk kamuoyunda en çok ses getiren anlaşma olmuş; iki ülke arasında savunma alanında bilgi transferi ve teknisyenlerin karşılıklı olarak eğitimi alanlarında çalışmaları bu anlaşmayla başlatılmıştır. 

 Bu gelişmeye paralel olarak, 54 F-4 savaş uçağı İsrail Uçak Sanayii (Israeli Aircraft Industry, IAI) fabrikasında 1996’dan itibaren modernize edilmiş; 
tarafların ortaklaşa düzenlediği tatbikatlar,122 askeri alanda işbirliğinin bir diğer boyutu olmuştur. 

 Bu dönemde hızla gelişen Türk-İsrail işbirliği iç kamuoyunda farklı tepkilere yol açmıştır. Türkiye’de öncülüğünü askerlerin yaptığı bir grup, Türkiye’nin İsrail’le 
yakınlaşmasını başından itibaren istemiş ve desteklemiştir. Öte yandan, bu yakınlaşma Refah Partisi tarafından temsil edilen kesimlerin bir kısmında, 
Refah Partisi’nin iktidarı döneminde İsrail’le imzalanan bu anlaşmaların onaylanması tepkiyle karşılanmıştır.123 

    _İran’la İlişkiler: 

 İran gezisinde, iki ülke arasında 25 yıldır gündemde olan, ancak bir türlü imzalanamayan doğalgaz boru hattı yapımına ilişkin ön anlaşma imzalanmıştır. 
 Öte yandan, Başbakan Erbakan’ın, Aralık 1996 ayında İran ile Savunma Sanayii ve İşbirliği Anlaşması imzalanacağını açıklaması, Devlet Bakanı Abdullah Gül’ün, 
İran’la ortak helikopter yapımı projesinden bahsetmesi, Dışişleri bürokrasisinde ve askerde rahatsızlık yaratmıştır. 

 İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin 20 Aralık’taki Türkiye ziyareti üst düzey askerler ve ABD tarafından tepkiyle karşılanmış; Ankara’ya gelen bir İran heyetinin TAI tesislerini ziyaret etme isteğinin Milli Savunma Bakanı tarafından reddedildiği öne sürülmüştür.124 
Milli Savunma Bakanı Turan Tayan, bu iddiayı reddetmiştir. 

    _D-8 Toplantısı: 

 Başbakan Necmettin ERBAKAN, kalkınmakta olan Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya arasında siyasi ve ekonomik 
ilişkilerin derinleştirilmesi amacıyla geliştirilen “D-8 Grubu” projesinin öncülüğünü yapmıştır. 

 Bu maksatla, 4-5 Ocak 1997 tarihlerinde, İstanbul'da yapılan toplantı akabinde, İran, Pakistan ve Türk yetkililer tarafından gerçekleştirilen "Afganistan" konulu 
üçlü toplantıda sonunda yapılan ortak basın açıklamasında, Afganistan'da bulunan gruplara ateşkes çağrısında bulunulmuştur. Meclis’te ise Hükümet aleyhindeki gensoruların birleştirilerek görüşüldüğü 16 Ekim 1996 tarihinde yapılan görüşmelerde,125 Söz alan Mesut Yılmaz bu projeyi eleştirmiştir.126 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


79 Yaşar Dedelek, Şinasi Altıner, Tevfik Diker ve İrfan Demiralp. 
80 Bu milletvekillerinden bazıları, 7 Ocak 1997 tarihinde kurulan milletvekilleri tarafından Demokrat Türkiye Partisi (DTP) içinde yer almıştır. 
81 Hükümeti programında, özetle, mahalli idarelerin yetki, idari ve mali açıdan güçlendirileceği, eğitim ve sağlık alanlarına ayrılan kamu kaynaklarının 
artırılacağı, sosyal hayatta tahribata yol açan talih oyunları işletmelerinin cazibe merkezi haline gelmelerinin önleneceği, din hizmetlerine önem verileceği, 
din hizmeti sunan görevlilerin her türlü siyasi düşünce ve etkilerin dışında tutulması konusundaki hassasiyetin korunacağı, vakıfların çalışmalarının teşvik 
edileceği, kamu yatırımlarında sağlık ve eğitim sektörlerine, bölgesel gelişmişlik farklarının giderilmesine ağırlık verileceği, terörle mücadeleye önem verileceği, 
Olağanüstü Hal uygulamasının “gerekli tedbirler” alınarak kaldırılacağı, Türk Cumhuriyetleri ve İslam Ülkeleri ile ekonomik, ticari, sosyal ve kültürel 
ilişkilerin geliştirilmesi yönünde yürütülen faaliyetlere hız kazandırılacağı, İslam Konferansı Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) 
çerçevesindeki ekonomik işbirliği faaliyetlerine etkin bir şekilde katılmaya devam edileceği, Avrupa ile İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) üyesi ülkeler arasındaki 
ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine çaba gösterileceği, Avrupa Birliği'ne tam üye olması hedefi ile imzalanan Gümrük Birliği’nin sağlıklı bir biçimde gelişmesinin 
sağlanacağı vb. hususlar yer almıştır. 
82 "Kültür Bakanı İsmail Kahraman Taksim'e Cami istemeyen yobazdır, dedi" Milliyet Gazetesi, 20 Temmuz 1996; "Tahrikler bitmiyor - Refah Partisi türban, hac, kurban derileri, Taksim'e cami krizlerini, yeni krizler yaratarak daha da tırmandırıyor" Hürriyet Gazetesi, 2 Nisan 1997; "Tanklı Protesto- Erbakan: Cami yapılacak diye kuduruyorlar: Refah Grubu'nda konuşan Erbakan, Taksim'e Cami yapılmasına karşı çıkanları "gulu gulu dansı yapan yamyamlara benzetti" 
Sabah Gazetesi, 2 Mayıs 1997; "RP Belediyelere yeni yetkilerin verilmesi için yaptırdığı çalışmayla, Taksim'e cami yapılması ve Ayasofya'nın cami olması 
engellerini aşmayı planlıyor" Milliyet Gazetesi, 23 Nisan 1997. 
83 Erkan YÜKSEL, Medya Güvenlik Kurulu, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2004, s.30-31. 
84 Hürriyet Gazetesi, 7 Eylül 1996. 
85 Erkan YÜKSEL, Medya Güvenlik Kurulu, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2004, s.35. 
86 Hürriyet Gazetesi, 30 Eylül 1996. 
87 Genelkurmay Başkanlığı’nın 11.10.2012 tarih ve ADMÜŞ:0940-1094-12 90035870 sayılı yazısı. 
88 Meral AKŞENER, 25 Haziran 2012 tarihinde Komisyonumuza bu konuda şunları söylemiştir. Aczimendiler mevzuuna gelince: O dönem çok enteresandı. 
Şimdi, şöyle bir şey: Mesela görüyorsunuz, yani burada acayip bir şey var, görüyorsunuz, fakat bütün basın yayın hurra, bütün televizyon kanalları hurra şeklinde. Ne oluyor? Size düşen görev, yani herkesin sizden beklediği, bunların ne olup ne olmadığını araştırmak şeklinde. Ha bire araştırıyorsunuz. Çünkü… Hukukçular açısından benim ne dediğim anlaşılıyordur. Bakan olarak sizin göreviniz, yapılan şikâyete onay vermek, araştırın, soruşturun şeklinde onay vermek. Ama esas mesele şu: Şimdi, orada ben sivil toplum örgütlerini derken hepsini söylüyorum, üniversiteler derken hepsini söylüyorum, yani kurumsal yapıları. Öyle altısı, beşi, ikisi, üçü değil, tamamını söylüyorum. Şimdi, çok büyük bir yalnızlık söz konusu oldu. Yani arkanızda sizin bir sivil desteğiniz olmuş olsa ona göre. Herkese de çemkiriyor kardeşim. Şimdi, çemkiren….” 
89 Kadir SARMUSAK, 08.10.2012 tarihli dinlemede şunları söylemiştir: Dikkat buyurun, Fadime Şahin ama ben bunu hiç önemsemedim çünkü o zaman normal bir insanı takip ederseniz hiçbir şey olmadı. 
… Şöyle, ben üniversitede görevlendirildim. Çok doğru, onu açıklayacaktım, özür dilerim… Üniversite içerisinde o dönemde sol örgütler bir yapılanma 
içerisindeydi, daha doğrusu dışarıda takip ettiğimiz sol örgüt Niğde’de açılan Evrensel Sanat Merkezi çerçevesinde… Daha önce bu Evrensel Sanat Merkezleri 
hem Atatürkçü Düşünceyi kullanarak hem başka sebeplerden dolayı kapatıldı ve bu kapatılmanın gerekçelerinin tamamında öyle bir onay almışlardı ki 
bakanlıktan, ticari müessese gibi gözüküyorlardı. Ben bütün onayı incelemiştim. Bu Evrensel Sanat Merkezi adı altında faaliyet gösteren kurum, af buyurun, 
beyaz kadın ticareti dahi yapmaya yetkiliydi. Yani verilen onayda her şeyi yapabilir aldığı yetkiyle yani kişi bakanlığa başvurmuş ve bu onayı almıştı. 
Bu esnada biz… Niğde Belediyesi Cumhuriyet Halk Partisine aitti. Ben orada bu kaynaklar normalde açıklanmaz ama çok zaman geçtiği için, on beş yıl 
geçtiğinden dolayı- sadece halkla ilişkiler müdiresini çok iyi bir eleman yapmıştım. Niğde’de olan her şeyi biliyordum önceden, hatta kime ne kadar 
para verildiğini bile. 
90 Hürriyet Gazetesi, 9 Kasım 1996. 
91 Türkiye’de “devlet sırrı” kavramı her zaman tartışma yaratmıştır. Bilgi Edinme Kanunu’na göre; “Açıklanması halinde devletin emniyetine, dış ilişkilerine, milli savunmasına ve milli güvenliğine açıkça zarar verecek, niteliği itibarıyle devlet sırrı olan ve yetkili makamlar tarafından usulüne uygun şekilde gizlilik dereceleri ile korunan bilgi ve dokümanlar, bu kanun kapsamı dışındadır.” denilerek “devlet sırrı” tanımlanmaya çalışılmıştır. 
92 Şevket KAZAN’a ilişkin Tutanak. 
93 Şükrü Karatepe’nin 02/11/2012 tarihli Komisyon Tutanağı. 
94 İçişleri Bakanlığı “BAKANLIK MAKAMINA” 22/08/2000 tarihinde gönderilen mektup Ek’tedir. 
95 Bekir YILDIZ’a ilişkin 10/10/2012 tarihli Tutanak. 
96 Komisyonda dinlenen Gazeteci Fatih ÇEKİRGE, Sincan olayları hakkında şunları söylemiştir: “… Sincan’da tanklar yürüdü. O günkü tesadüf bu… 
Ben de merak ettim hakikaten, geriye dönüp bakıyoruz yani. Daha doğrusu bizim Sedat biraz iyi şey yapar. Baktık, Hürriyet’teki haber şöyle: “Sincan’da tanklar yürüdü.” Ertesi gün yani aynı gün Sabah’ta da var, Hürriyet’te de var, aynı gün, 4’ü veya 5’i. Bakarsanız orada da resmin altında şunu yazıyor, diyorki:  
“İki tank bozulduğu için meydanda kaldı.” Yani, tanklar meydanda kalmış, önüne giden, gidip çekiyor zaten. Ya bozuldu ya bozdular yani fotoğraftan 
kaçmasın diye. Bu, Hürriyet’in ertesi günkü 1’inci sayfasının fotoğraf alt yazısıdır. Yani, hay Allah tankı kaçırdım bir daha geçirin diye bir şey yok, zaten bozuk bırakmışlar. 
Yani kaçmasın diye. Dolayısıyla, o bir şehir efsanesi, bu hep söylendi çok teşekkür ediyorum sorduğunuz için -kayda geçmesini açısından söylüyorum- 
o tanklar orada zaten duruyordu.” 
97 Bu sözler karşısında (E) Korg.Nevzat BÖLÜGİRAY’ın kendi kitabında yer alan “öyleyse birçok sanık milletvekili dokunulmazlık zırhını çıkarmayarak neden 
yargıdan kaçıyor” şeklinde özetlenebilecek sözleri, Türkiye’de asker-siyaset ilişkilerinin anlaşılması bakımından önem arz etmektedir. Nevzat BÖLÜGİRAY, 
28 Şubat Süreci 1, Tekin Yayınevi, Ankara, 1999, s.91. 
98 Komisyonumuzun görüşlerine başvurduğu Hasan Hüseyin CEYLAN, bu konuşmanın YAZICIOĞLU’nun helikopterinin düşürülmesine sebep olduğunu öne 
sürmüştür. 
99 İsmail Hakkı KARADAYI’nın 25/06/2012 tarihli Komisyon Tutanağı. 
100 Kadir SARMUSAK’ın 8/10/2012 tarihli Komisyon Tutanağı. 
101 Komisyonumuzda dinlenen eski TİSK Başkanı Refik BAYDUR, TÜSİAD hakkında şunları söylemiştir: “ Bugüne kadar TÜSİAD’ın üyesi değilim. 
Niye değilim? Şunun için değilim. Bunu, rahmetli Vehbi Bey de ısrar etti söyledim, Nejat Bey de ısrar etti söyledim ve hâlen söylüyorum: 
Devletimizin yasaları -hepinizi kastediyorum- iki faktör önünde gelişiyor çalışma hayatı yönünden; bir tanesi işçi, bir tanesi işveren. İşçiye bir kanun yapmış; 
Sendikalar Kanunu, Toplu Sözleşme Kanunu, Çalışma Kanunu. Demiş ki: “ Sen bu haklarını sendika ile korursun. Gider üye olursun, sendika ile korursun.” 
İşverene iki hak vermiş. Bir hakkı odalarda vermiş, bir hakkı işveren sendikalarında vermiş. Onun için bir üçüncü seyahate lüzum yok kararındayım.” 
102TÜRK-İŞ Resmi İnternet Sayfası, Eylemlerimiz, “ 1961'DEN İTİBAREN TÜRK-İŞ’İN EYLEMLERİ”, 
http://www.turkis.org.tr/index.dyn?wapp=11365F51-2C09-4DEC-87AF-0DDC590F1A1Cwww.turkis.org.tr 
103 CUMHURBAŞKANLIĞI SÜLEYMAN DEMİREL ARŞİVİ, Dolap No:91703, Fihrist No:22357-230. 
104 Erkan YÜKSEL, Medya Güvenlik Kurulu, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2004, s.56. 
105 Alaaddin KAYA’nın Komisyon Tutanağı. 
106 1998 yılında Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan Türkiye İlerleme Raporunda 28 Şubat krizi eleştirilmemiştir. Keza AB, 28 Şubat’tan on ay sonra, 
16 Ocak 1998 tarihinde Refah Partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından “laiklik karşıtı odak” olma gerekçesiyle kapatılmasında da net bir tavır almamıştır. 
107 Refahyol Koalisyon Hükümetinin Programı için Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP54.htm 
108 “Seçil ÖZYANIK, “Refahyol Hükümetinin Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2005, s. 27” içinde Gencer Özcan, 
“Yalan Dünyaya Sanal Politikalar”, Onbir Aylık Saltanat, 1. baskı, der. Gencer Özcan, İstanbul, Boyut Kitapları, 1998, s.181. 
109 Sonradan Kazım Üstüner de bu gensoru önergesine katılmıştır. 
110 Önerge metinleri için Bkz. 
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c011/tbmm20011004.pdf,  (Erişim Tarihi: 06 Eylül 2012), ss. 272-276 ve 
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c011/tbmm20011005.pdf,  (Erişim Tarihi: 07 Eylül 2012), ss. 349-350. 
111 http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c011/tbmm20011004.pdf, s.272. 
112 http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c011/tbmm20011004.pdf, s.275. 
113 A.g.k., ss. 94-95 
114 A.g.k., s. 93. 
115 A.g.k., s. 430-433. 
116 Financial Times Gazetesi’nde, bu gezinin ABD’yi “ Çileden Çıkardığını ” ve ABD’nin Türkiye’den diplomatik desteğini çekmesinin söz konusu olduğunu ifade 
edilmiştir. 14 Ağustos 1996 tarihli Hürriyet Gazetesinde bu durum “ 70 Yıllık imajımız güme gidiyor ” şeklinde değerlendirilmiştir. 
117 7 Ekim tarihli Hürriyet Gazetesinde “ Küstah Libyalının sözlerini başını tavana çevirerek dinleyen Erbakan, hiç tepki göstermedi ” yorumu yapılmış; 
Milliyet Gazetesinde ise “ Libya faciası ” manşeti atılmıştır. Zaman Gazetesi başyazarı Fehmi Koru “ REFAHYOL Hükümeti en büyük darbeyi çölün ortasında 
kurulu bir çadırda, gözlerini sağa sola kaçırarak konuşan ,diplomasi kurallarını tanımayan Kaddafi’den aldı ” yorumunu yapmıştır. 
118 Görüşme tutanakları için Bkz. 
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c012/tbmm20012008.pdf, (Erişim Tarihi: 7 Eylül 2012), s. 119-120. 
119 Hakan AKPINAR, 28 Şubat “Postmodern” Darbenin Öyküsü, Ümit Yayıncılık, Ankara, 2001, s.103. 
120 Ayrıca bkz. Hüseyin GÜLERCE’ye ilişkin 15/10/2012 tarihli Tutanak. 
121 Çağrı Erhan ve Ömer Kürkçüoğlu, “İsrail’le İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt II, 9.baskı, der. 
Baskın Oran, İstanbul: İletişim, 2004, s.571. 
122 Çağrı Erhan ve Ömer Kürkçüoğlu, s. 572. 
123 Çağrı Erhan ve Ömer Kürkçüoğlu, s. 574. 
124 Hakan Akpınar, 28 Şubat Postmodern Darbesinin Öyküsü, Birharf Yayınları, İstanbul 2006, s.140-141 
125 Görüşme tutanakları için Bkz. 
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c012/tbmm20012008.pdf, (Erişim Tarihi: 7 Eylül 2012), s. 65-132. 
126 A.g.k., s. 84. 


***