Çevik Bir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çevik Bir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Kasım 2018 Çarşamba

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 2

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 2


Askerler Refah'ı Destekledi mi? 

BİRİNCİ soru, Suriye'nin PKK'ya destek veren bir ülke olduğu ve su konusunda da sürekli sorunlar çıkardığı şeklinde cevap veren Türk tarafı Refah Partisi konusunda ise oldukça ilginç, adeta bir RP iktidarından yana oldukları izlenimini veren bir üslupla, Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğunu, iktidara gelecek partiyle Anayasa'da belirtilen kavramların değiştirilmesinin mümkün olmayacağı nı, dolayısıyla endişenin yersiz olduğunu belirtiyordu. Olayın dikkat çeken tarafı bu görüşmelerden kısa bir süre sonra da RP'nin DYP ile bir koalisyon kurmuş olmasıydı. Ancak endişelerin yersiz olduğunu söyleyenler -ki bunu söyleyen Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir'di- kısa bir süre sonra RP'nin PKK'dan bile daha tehlikeli olduğunu ifade edecek ve Türkiye birçok kez darbenin eşiğine gelecekti. İsrail'e RP konusunda teminat veren Çevik Bir, kısa bir süresonra Amerika'daki bir konuşması sırasında Sincan'da yürüyen tanklarla ilgili olarak "demokrasi"de balans ayarı yaptık diyecekti. O halde bu çelişki 
ne anlama geliyordu? 
Aslına bakılırsa askerlerin RP'nin iktidara gelmesi için herhangi bir çaba sarfettiği söylenemezdi. Buna gerek de yoktu. Çünkü kamuoyu araştırmaları zaten RP'nin sandıktan oldukça güçlü bir şekilde çıkacağını gösteriyordu. Ancak tüm bunlardan daha da önemlisi askerlerin bir RP iktidarını engellemek için hiç 
birşey yapmamış oluşlarıydı. Bir iddiaya göre bazı askerler bundan maksimum fayda elde edebileceklerini çok iyi biliyorlardı. 

Bu iddiaya göre ordu içerisinde bir kanat ciddi denebilecek bir darbe eğilimi içerisindeydi ve bu kanat 1987 yılından bu yana ordu içerisinde hızlı bir şekilde örgütleniyordu. 1987 yılında Özal'ın, dönemin Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ Paşa'nın 2000 planını bozmasıyla birlikte ordudaki taşlar oynamış ve 
ordudaki darbe geleneğine ciddi bir "darbe" vurulmuştu.

Bu plana göre 2000 yılına kadar kimin Genelkurmay Başkanı olacağı belirlenmiş ti. Yine iddialara göre Üruğ ekibi olarak bilinen bu oluşum kökenlerini "Yön" hareketinden alıyordu. Ancak Özal kliğinin 1990'ların başında yavaş yavaş güçten düşmesi ve Özal'ın 1993 yılında vefat etmesiyle birlikte, Üruğ ekibi 
daha güçlü bir şekilde TSK'nin kilit noktalarını ele geçiriyor ve hatta komuta kademesinde temsil edilmeye başlanıyorlardı. 

Bütün personel daire başkanlıkları ve hareket başkanlıklarında etkin hale gelen bu ekip, kısa bir süre sonra kendi görüşlerinde olmayan subayları tasfiye etmekte gecikmeyecekti. Kimine "gerici", kimine "faşist" kimine de "Amerikancı" diyerek "Korgeneral" rütbesinde bile bazı isimleri tasfiye etmekten çekinmeyen bu ekip İsrail'le ilişkilerin de başını çekiyordu. Bir iddiaya göre İsrail'in RP ile ilgili sorusu bu yüzdendi ve bu doğrultuda RP, Türkiye'de çok iyi bir darbe gerekçesi olabilirdi. 
Diğer taraftan yine iddialara göre  bu ekip içerisinde PKK ile ilgili olarak son derece farklı düşünenler de bulunuyordu. 

Özal ağzına aldığında yoğun eleştirilere sebep olan federasyon, Kürtlere kültürel hak ve özgürlükler gibi sözler bu ekip tarafından artık açıkça ifade edilmeye başlanıyordu. Milli Güvenlik Kurulu'nda bu yüzden MİT ile askerler arasında ülke için tehdit değerlendirmesi konusunda bazı fikir ayrılıkları ortaya çıkıyordu. 
MİT'e göre PKK hâlâ l. tehdit olmaya devam ederken, Genelkurmay yetkililerine göre ise irtica artık PKK'nın yerini alıyordu. Nitekim Hanefi Avcı da 5 Temmuz 1997'de 32. Gün programında üst düzey bir askerî yetkiliyle APO arasında ilginç bir telefon görüşmesi geçtiğini belirtiyordu. Sözkonusu telefon konuşmasına göre üst düzey askerî yetkili APO'ya şöyle diyordu: " Siz bir müddet sesinizi çıkarmayın, sizinle sonra ilgileneceğiz...

RP'nin kafasında ise kendisini ABD'ye göbek bağı ile bağlı olmayan bir Türkiye yaratmak düşüncesi bulunuyordu. Dolayısıyla RP iktidarının yaratacağı bu psikolojik farklılık ABD tarafında "Ankara"nın kafasını kızdırmama düşüncesinin etkin olmasıyla sonuçlanacaktı. Nitekim RP'nin iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra da Erbakan; İran, Pakistan, Malezya, Endenozya ve Singapur'u kapsayan Müslüman ağırlıklı "Doğu Seferi" ile Türkiye'nin seçeneklerinin çok fazla olduğunu ABD'ye hissettirecekti. 

Dahası, Refah Partisi'nin iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra yapılan Çekiç Güç oylaması öncesinde, ABD, Ankara'nın yıllardır kulak tıkadığı bazı taleplerine bu kez tepki gösteremeyecek ve Irak'la ticareti mümkün kılan BM kararının uygulamaya konmasını kabul edecekti. Bundan da önemlisi, Çekiç Güç'ün 
süresinin uzaması için, Türk tarafınca daha önceleri istenen fakat geri çevrilen bazı Çekiç Güç düzenlemelerine onay verecek ve Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti'ne öncülük etmeyeceğini deklare ederek taahhüt altına girecekti. Bazı askerler için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Hem Çekiç Güç gitmiş 
olacak, hem muhtemel bir darbe girişimde ABD'nin desteği alınabilecekti... 
Bir taşla iki kuş... 

PKK, Anlaşmanın Merkezinde. 

İŞİN ilginç tarafı yapılan görüşmeler boyunca Türk tarafı gerek PKK, gerekse diğer sorunlar dolayısıyla sürekli şikayetçi pozisyona düşerken bölgedeki geçmişi 50 yılı bulmayan İsrail ise şikayetleri dinleyen ağabey gibi davranıyordu. 
Orgeneral Çevik Bir, görüşme sırasında bir ara söz alıyor ve Suriye İstihbaratının İsrail gizli servisine angaje olduğunu bildiklerini söylüyordu. Bu tarihi sözün anlamı ne olabilirdi? Acaba Suriye İstihbaratı, kontrolüne girecek kadar MOSSAD'A mı kilitlenmişti ve bu yüzden Suriye olayları MOSSAD'ın istediği 
gibi mi görüyordu? 

İsrail tarafı Orgeneral Çevik Bir'in bu sözlerine cevap vermedi. Oysa Ortadoğu'da kurgulanmak istenen bir çok şey belki de bu cümlede gizliydi. 

Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz ise anlaşmayla ilgili kamuoyunda oluşan tepkiden ötürü bu anlaşmayı uygulamadan kaldırabileceklerini söylüyordu. RP'li Abdullah Gül ise, 2 Hazİran 1996 tarihinde El-Hayat gazetesinde yeralan söyle- şisinde Başbakan Yılmaz'ın bile bu anlaşmadan rahatsızlık duyduğunu 
belirterek Refah Partisi'nin iktidara gelmesiyle birlikte bu anlaşmaya son verileceğini kaydediyordu: 

"Bu anlaşmanın benzerleri bazı Arap ülkeleri ile yapılmış olsa da İsrail ile gerçekleştirilen bu anlaşmayı kesinlikle iptal edeceğiz. Bu anlaşmanın iptal edilmesi halinde Türk ordusunun herhangi bir müdahalede bulunacağını sanmıyoruz. Ordunun rolü büyük ölçüde değişmiştir. Hükümet güçlü ise ordu da ona uyacaktır." 

Sözkonusu anlaşmadan birkaç ay sonra REFAH-YOL Hükümeti kurulmuş ve kısa süre sonra da Hükümetlin çok güçlü olmadığı, Türk Ordusu'nun da rolünün değişmediği anlaşılmıştı. İşin garip tarafı, Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihine bakıldığında Türkiye'nin son derece temkinli bir politika izlediği anlaşılacaktı. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler'de Filistin'in bölünmesine karşı çıkmış, daha sonra Batılı devletlerin güvencesinde İsrail Devleti'ni tanımıştı. Türkiye'nin İsrail'i tanımasının bir başka sebebi de Sovyetler Birliği'ydi. Sovyetler Birliği, kendi topraklarında yaşayan Musevilerin İsrail'e göç edeceği düşüncesiyle İsrail'in kurulmasını destekliyordu. Türkiye Rusya'yı 
karşısına almak istemiyordu. 

1950'de, Demokrat Parti döneminde Türkiye İsrail'le bir ticaret anlaşması imzaladıysa da bu çok fazla uzun sürmeyecekti. 

1967 Arap-İsrail savaşları sırasında Türkiye, İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesini isteyebilmişti. 
Dahası, 1970'li yıllarda Türkiye, Birleşmiş Milletler'de daima İsrail'e karşı Arapları destekliyordu. Örneğin 1975 yılında Türkiye Siyonizmi ırkçılık olarak tanımlayan ülkeler arasında yer alabilmiş-ti. Aynı yıl Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü'nü, Filistin'i temsil eden örgüt olarak kabul etmişti. 1976 yılında Türkiye, İslam Konferansı Örgütü'nün bir üyesi olmuş ve ilişkilerinde hep Araplar'ın tarafında olmaya dikkat etmişti. 

1988 yılında Filistin'in yurtdışında bulunan parlamentosu tarafından Filistin Devleti'nin kuruluşu ilan edilmiş ve Türkiye bu devleti tanıyan ülkeler arasında yeralmayı yeğlemişti. Tüm bu süreç boyunca Türkiye ile İsrail arasında dostane ilişkiler de yaşanmıştı. Örneğin 1958 yılında Irak'ta meydana gelen ihtilalden kaçan Iraklı Musevilere Türkiye kapılarını açmış ve Türkiye üzerinden İsrail'e kaçmaları konusunda da yardımcı olmuştu. Ancak Türkiye hiçbir zaman dengeli ve temkinli politikasından ödün vermemişti. Körfez Savaşı'yla birlikte bütün taşlar dağılmış, yepyeni bir tablo ortaya çıkmıştı. 

Tarih Ya da Düşünce Kimyasının Yarattığı En tehlikeli Ürün 

PAUL VALERY denemelerinin birinde, tarih için düşünce kimyasının yarattığı en tehlikeli oyun diyordu. 
Tarih disiplininin içerdiği muhtemel tehlikelerden birisi de tarihsel verilerin özel bir ayıklanmaya tâbi tutularak, kimi zaman istenmeyen bölümlerin çıkartılması kimi zaman da olgulara yeni bir anlam yükleme cambazlığıyla yeni bir anlam yaratma iddiası kazanmasiydi. Bu yüzden Hanneh Arendt'in de dediği gibi, tarih yazıcısı; sağduyunun artık hiçbir modern olaya uymayan, basmakalıplaşmış, değerini kaybetmiş kuralları ile ideolojik çılgın iddiaları arasında yolunu bulmak zorundaydı. O halde bize belgeler gerekecekti: Resmî mühür ve imza... 

İkinci Bölüm 

ABD'NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE İSRAİL 

TED GALEN CARPENTER, Foreign Policy dergisinin 91-92 kış sayısında şöyle diyordu: (Ted Galen Carpenter, "The New World Disorder", Foreign Policy, 85 
Winter 1991-1992; sh. 24-39) 

"Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra, üstelik son yıllarda ortaya çıkan yeni güç odaklarına rağmen dünyadaki en büyük askerî gücü ve bu gücü kullanma iradesini elinde tutan en büyük devlet olarak, ABD'nin kaldığı görülüyor. Bu durum bazılarına bugün tek süper devletli bir dünyada yaşadığımızı, artık 
dünyanın tek polisinin Birleşik Amerika olduğunu ileri sürmek olanağını veriyor." 
Gerçekten de ABD'nin Sovyet vetosundan kurtulmasıyla birlikte, Birleşmiş Milletler içinde büyük bir etkinlik kazanması ve bu sayede Irak ve Libya karşısında uluslararası toplumu peşinden sürüklemeyi başarması, bu şekilde düşünenleri haklı çıkaran kanıtlardı. Nitekim 1992 yılında hazırladığı son derece 
önemli bir raporda Pentagon (The New York Times, 8 Mart 1992), ABD'nin hiçbir devlet ya da kuruluşla yetki ve güç paylaşımına gitmeden dünya barış ve güvenliğini korumak için, kollarını sıvamasını istiyordu. 8 Mart 1992 tarihinde The New York Times gazetesine sızan ve büyük tartışmalara yol açan 
"Tek Süper Devletli Dünya Raporu" adlı bu raporda, Amerikan dış ve savunma politikasının bundan böyle tek amacı şu şekilde belirtiliyordu: 

"Batı Avrupa'daki, Asya'daki ya da eski Sovyetler Birli-ği'ndeki devletlerden hiçbirinin Birleşik Amerika'nın karşısına dikilecek, ona kafa tutacak güce erişmesine izin vermemek..." Başka bir deyişle ABD egemenliğinde tek süper devletli bir dünya kurmak ve bu dünyanın devamını sağlamak... Raporu 
hazırlayanlara göre bu amaçla ABD kendisine karşıt olabilecek devletleri uluslararası alanda daha büyük roller yüklemeye heveslenmekten, kendisinin ve dostlarının çıkarlarını korumak için onları saldırgan politikalar izlemeye, çekirdekli silahlar edinmeye kalkışmaktan caydıracak kadar büyük bir gücü her 
zaman elinde tutmalıydı." 

Ortadoğu: Egemenliğin Yolu 

BUNUN DA yolu kuşkusuz Ortadoğu'dan geçiyordu. Çünkü Türkiye'nin de içinde bulunduğu Ortadoğu bölgesi üç kıtanın birleşmesinden kaynaklanan jeostratejik öneminin yanısıra, dünyanın şu anki petrol rezervlerinin yüzde 65,7'sini (yani üçte ikisini) barındırması nedeniyle büyük bir ekonomik öneme sahipti. 
(Baskın Oran, Kalkık Horoz, sh. 19) 

Hangi anlamda ele alınırsa alınsın, Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika arasında bir köprü durumundaydı ve bu üç kıtaya açılan bir kapı, eski dünyanın ortası, kalbi olma niteliğini her zaman koruyacaktı. Kıtalar arasındaki bu merkezî konumundan ötürü tarih boyunca çeşitli yönlerden gelen göçlerin geçit yeri ve 
tarihin ilk devirlerinden bu yana insanlığın kaderini belirleyen uygarlıkların beşiği olmuştu. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti'ni parçalayan sömürgeci güçlerin bölgedeki denetimleri İkinci Dünya Savaşı'na kadar sürdü. Savaştan sonra bölgede dengeler değişmişti, Filistin'de kurulan İsrail Devleti'nin 
izlediği Siyonist politika, (Ortadoğu Barış Süreci ve Türkiye Üzerine Etkileri, Genelkurmay Başkanlığı, Harb Akademileri Komutanlığı) bölgenin duyarlı dengesini bozuyordu. Yöredeki eski etkinliklerini kaybeden İngiltere ve Fransa yerine ABD, İsrail Devleti'nin destekçisi olarak önemli roller üstleniyordu. 
Bu tehlikeli ikilinin bölgedeki etkinliği artarken bölgeye, kan ve nefret kelimeleri hakim oluyordu. 

Hava Kuvvetleri'nde görevli Albay Mehmet Kocaoğlu'na göre, Ortadoğu petrollerinin ABD ve Batı pazarlarına akışının kesintisiz devam etmesi bir ABD reel politiğiydi ve bölgenin jeostratejik konumu ve sahip olduğu zengin petrol rezervlerinden dolayı Ortadoğu, özellikle Körfez Bölgesi ve çevresi ABD millî 
güvenliği ile ilişkili bir hale gelmişti. 

Albay Mehmet Kocaoğlu şöyle diyordu: 

"Tarihsel süreç incelendiğinde görülecektir ki, dünyada hiçbir bölge Ortadoğu kadar yoğun bir bölge olmamıştır. Sanayileşme sonucu, petrolün son derece önemli bir nitelik kazanması ve bu maddenin de Ortadoğu'da bulunmasından ötürü, sadece bölge içi ülke ve güçlerin değil, bölge dışı emperyalist güçlerin 
çıkar ve nüfuz mücadelesi alanı haline dönüşmüştür. 1990'da Kuveyt'in Irak tarafından işgali ile başlayan Körfez Krizi ve 1991 Körfez Savaşı, Ortadoğu petrolleri üzerinde sürdürülen nüfuz kurma mücadelesinin tipik ve en çarpıcı özelliğini oluşturmaktadır." 
Amerikan-Sovyet çatışması bitmiş ve Körfez Savaşı ile Amerikan egemenliği bölgede tescil edilir edilmez, Amerika ve İsrail bölgede yeni bir Ortadoğu resmi çizmişti. Batı dünyası tarafından onaylanmakta gecikilmeyen bu resme göre Ortadoğu, Soğuk Savaş'ın hemen ardından yeni bir "iki kutuplu" sisteme oturmuştu. Bir yanda Amerika'nın uzaktan koordine ettiği ve İsrail'in başını çektiği Ürdün, Arafat'ın FKÖ'sü, Mısır ve Muhafazakar Arap monarşilerinden oluşan bir 'barış cephesi', diğer taraftan da İran, Suriye ve Bağdat'taki Saddam rejiminden ve iki ülke tarafından desteklenen direniş örgütleri... (Türkiye İçin Milli Strateji, Harun Yahya, sh. 11) İşte böyle bir cepheleşmede Türkiye'nin yeri nerede olacaktı? Amerika ve İsrail Türkiye'nin en hassas noktasının PKK terörü olduğunu biliyor ve Türkiye'yi kalbinden vuruyordu. Genel kanı ABD-İSRAİL 
ikilisinin, bölgedeki terörün aynı merkezden yani Şam'dan yönetildiği, dolayısıyla bölgedeki bütün terör hareketlerine karşı ortak hareket etmeleri gerektiği düşüncesini Türkiye'ye dayattığı ve Türkiye'nin de bu fikre sıcak baktığı ve bu yüzden bu ikili ile işbirliğine girdiği şeklindeydi. Yani Türkiye'ye, PKK'nın da, 
İsrail karşıtı direniş hareketlerinin de aynı merkezden yönlendirildiği, dolayısıyla birlikte mücadele edilmesi gerektiği söyleniyordu. 

Durum gerçekten böyle miydi? Türkiye'nin yaklaşık 20 yıldır en büyük baş belası olan PKK gerçekten Şam'dan mı idare ediliyordu? Yoksa bu bir illüzyondan başka bir şey değil miydi? Çünkü biz biliyorduk ki... İsrail PKK'yı Destekli(yor)du 

YILLAR önceydi. Ankara'da terörle mücadeleden sorumlu üst düzey bir emniyet yetkilisi, ismini ve görev yaptığı birimi açıklamayan bir başka üst düzey istihbarat yetkilisi ile ayrılıkçı Kürt hareketi üzerine konuştuğumuzda, Türkiye'nin en yakın müttefiki olarak bildiği ülkelerin PKK'ya en büyük desteği verdiğini 
söylediklerinde oldukça şaşırmıştım. Bu tür şeyleri her zaman duyar ve yazardık. Ancak bu sözlerin devletin en önemli aygıtlarından birini yönetmekle görevlendirilmiş biri tarafından söylenmesi Türkiye'nin içine düştüğü acziyeti gösteriyordu. Dahası Abdullah Öcalan'ın Suriye üzerinden İsrail'in kontrolüne girmiş olabileceğini söylediklerinde daha da şaşırmıştım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ya her şeyi biliyor ancak çaresizlikten hiçbir şey yapamıyordu ya da koskoca bir yalanı yaşıyordu. 

İki yıl içerisinde 20'ye yakın anlaşma imzaladığı İsrail yoksa PKK'nın yıllarca can damarı mı olmuştu? 

Neredeyse yarım yüz yıl boyunca yakınında durmak için didindiğimiz ABD, PKK'nın en büyük destekçisi miydi? Tüm bunlar ne anlama geliyordu? Bu sorulara tam olarak yanıt vermek zordu ancak bildiğimiz bir şey vardı ki; o da, ifade edilmekten çoğunlukla korkulan ve çekinilen ileride değineceğimiz "evet" 
cevabının birçok kez Türk Devleti'nin resmî belgelerinde yer aldığıydı. Genelkurmay Başkanlığı tarafından farklı tarihlerde hazırlanan raporlar, ABD'nin bölgede apaçık bir Kürt devletinin kurulması için yoğun çaba sarfettiğini gözler önüne seriyordu. Bu belgeler aynı zamanda ABD ile Türkiye arasında yaşanan adı konmamış gizli bir savaşın ipuçlarını da veriyordu. Ama ismini açıklamayan üst düzey istihbarat yetkilisi tam odadan çıkarken kulağıma eğilerek şöyle dedi: 

"PKK'YI DAĞDA DEĞİL BURADA ARA. ANKARA'DA... BU SÖZÜN NE 
ANLAMA GELDİĞİNİ BİR GÜN ANLAYACAKSIN..." 

Bu sözün anlamını uzun bir süre anlayamadım. Ta ki Hanefi Avcı 32. Gün programında "devlet içerisinde bir grubun APO ile işbirliği içerisinde olduğu"nu söyleyene kadar... 

İsrail, Genelkurmay Belgelerinde 

İŞİN daha da ilginç tarafı Genelkurmay Başkanlığı tarafından .....hazırlanan "Güneydoğu Anadolu'da Devam Etmekte Olan Bölücü Hareketin Gelecekteki Muhtemel Seyri ve Türkiye'nin Bütünlüğüne Etkileri" adlı dokümanda İsrail, PKK'yı ulusal çıkarları dolayısıyla destekleyen ülkelerin başında geliyordu. 
Dokümanın birçok yerinde ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler üstü kapalı olarak "bazı gelişmiş Batı ülkeleri" şeklinde geçiyordu. Oysa Türk kamuoyunda bilinen, bundan çok farklıydı, PKK'nın özellikle Iran ve Suriye tarafından desteklendiği vurgulanıyor ve Türkiye birçok kez bu ülkelerle çok ciddi sorunlar 
yaşıyordu. Gerçi bu iki ülke her ne kadar PKK'ya açık destek vermese de, PKK'nın bu ülkelerde kamp imkanlarına sahip olduğu biliniyordu. Ama PKK'nın bu ülkeler tarafından yönlendirildiği, kullanıldığı anlamına gelmiyordu. 
Türkiye ile İsrail arasında yaşanan bu yakınlaşmanın mihenk taşını Suriye oluşturuyordu ve her iki ülkenin de Suriye ile ciddi sorunları bulunuyordu. Dolayısıyla "düşmanımın düşmanı dostumdur" mantığıyla hareket 
edildiğinden doğal bir ittifak ortaya çıkıyordu. Ankara'dan bakıldığında şöyle gözüküyordu tablo: Suriye, Türkiye'nin stratejik düşmanıydı. İki ülke arasındaki ihtilaf konulan, öncelikle Fırat-Dicle sularının paylaşım sorunu ve Suriye'nin Hatay üzerindeki emelleriydi. Suriye bu yüzden PKK'yı destekliyordu. Kudüs'ten 
bakıldığında ise Suriye, İsrail ile iki kez savaşmış son derece stratejik bir düşmandı, İsrail Golan tepelerini geri vermedikçe, Suriye'nin stratejik düşmanı olarak kalmaya devam edecekti. Dolayısıyla Suriye Lübnan'daki İsrail karşıtı hareketlere İran'la birlikte planlı bir şekilde destek verecekti. O halde 
Türkiye'nin Suriye ile sorunları ve Suriye'nin İsrail ile olan sorunları arasında nitelik olarak derin farklar bulunuyordu. Bu yüzden bu iki farklı terörden birinin ortadan kaldırılması doğal olarak diğerinin de ortadan kalkması anlamına gelmiyordu. Nitekim Mehmet Ali Bİrand, 30 Ocak 1996 tarihli yazısında 
şöyle diyordu: "Suriyeli yetkililer ile yaptığım görüşmelerde duyduklarımı, sonradan Washington ve Ankara'dan doğrulatınca hayretler içinde kaldım. Zira Suriye- İsrail barış görüşmelerinde "PKK" konusu çıkarılmış. Görüşmelerden yine Suriye'nin terör örgütlerine verdiği desteğin bitmesi ele alınıyor ancak PKK yok. 
Barış sürecinde sadece İsrail tarafından terör örgütü olarak adlandırılan Filistin Kurtuluş Örgütleri'nin hesaba katılması kararlaştırılmış." 

Cengiz Çandar ise 23 Nisan 1996 tarihli yazısında şöyle diyordu: "Sizin terörizminiz İsrail açısından hiç öncelikli değil. İsrailli yetkililer, bizimkilerin anlattıklarının aksine, PKK konusunda tavır almalarının niçin mümkün olmadığını açıkladılar uzun uzun." 

Suriye İllüzyonu 

TÜRKİYE'NİN Suriye ile sorunlarını sağlıklı bir gözle, özellikle Türk Genel kurmayı'nın hazırlamış olduğu raporlar ışığında incelediğimizde kitabımızın başında belirttiğimiz, Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'in, İsrail Genelkurmay Başkan Yardımcısı Tümgeneral Matan Vilnai, Genelkurmay Başkanı Korgeneral 
Ammon Lipkin Shakak ve Savunma Bakanlığı Genel Direktörü David İvry ile yapmış olduğu görüşmeler sırasında söylemiş olduğu "Suriye İstihbaratı'nın, İsrail'e angaje olduğunu biliyoruz" sözü daha da bir anlam kazanıyordu. 

1996 Mart'ında P.Kur.Yb. Mehmet İlhan Ünver tarafından hazırlanan, "Ortadoğu Barış Süreci ve Türkiye Üzerine Etkileri" adlı dokümanda Türkiye'nin Suriye ile arasında çok sık gündeme getirilen Hatay sorununun aslında kimler tarafından gündeme getirilmek istendiğini çok açık gösteriyordu. 

Bu dokümana göre İsrail, Suriye'nin üçe bölünmesini istiyordu. Fakat İsrail'in bu projesi Türkiye'yi de tehdit ediyordu. Çünkü bu projeye göre Hatay da üçe bölünmüş Suriye'nin Şii-Alevi bölümünde yer alıyordu. İşin ilginç tarafı Hatay sorunu hep Batı kamuoyu tarafından ya da CIA kaynaklı bazı kuruluşlar 
tarafından ısıtılıyordu. En son 1.6.1994 tarihinde Washington'da Amerikan Barış Enstütüsü'nde, eski CIA şefleri tarafından yeniden gündeme getiriliyor ve Suriye'nin Hatay yarası kaşınmak isteniyordu. Söz konusu askerî dokümanda aynen şu ifadeler yeralıyordu: 

"Sağlık durumu iyi olmayan Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad'ın ölümünden sonra ülkede karışıklıklar çıkabilir. Bu durumda ortaya çıkacak istikrarsızlıktan yararlanacak bazı güçler, Suriye'yi bölme planını yürürlüğe koyabilirler. Bu plana göre İsrail'in tasarladığı Suriye şöyledir: 'Suriye etnik ve dinî yapısına uygun olarak çeşitli devletlere ayrışacaktır. Kıyıda bir Şii-Alevi devleti, Şam'da buna düşman bir başka Sünni devleti, Havran-Kuzey Ürdün-Golan bölgesinde de bir Dürzi devleti. Bu yapı, barış ve güvenliğimizin garantisi olacaktır ve bu hedef erişebileceğimiz kadar yakındır.' Suriye'de meydana gelebilecek bir kargaşa ortamı ve bölünme, Türkiye üzerinde olumsuz etkiler yapabilecektir. Suriye'nin istikrarının korunmasının Türkiye'nin menfaatlerine uygun olacağı  değerlendirilmektedir." 

Görüldüğü gibi Suriye'nin kendi çıkarınaymış gibi mücadele ettiği Hatay meselesi aslında İsrail'in çıkarlarına hizmet ediyordu. Su konusunda da aynı şeygeçerliydi. İsrail bir taraftan Türkiye'ye yakınlaşırken diğer taraftan Fırat-Dicle sularının paylaşılması konusunda da Suriye'yi destekliyordu. P.Kur.Yb. Mehmet İlhan Ünver, İsrail'in " Su" politikasıyla ilgili olarak da şunları söylüyordu: 

"Su konusunda İsrail'in üzerinde fazlaca durmamızın nedeni, bu ülkenin, hem Ortadoğu'nun su konusunda sorunlu bölgesindeki en güçlü ve "suçlu" ülke olması, hem de ABD ve Batı Avrupa ülkeleri üzerinde büyük etkiye sahip olmasıdır. 
İsrail'in suyun temininde gösterdiği maharet, su sorununa bulunacak çözüm konusunda da devam etmektedir. Ortadoğu'da özellikle Türkiye'ye yönelik hasmane düşüncelere bazı İsrailli yetkililerin görüşleri temel teşkil etmektedir. 
O halde Türkiye'nin İsrail'e yakınlaşmasının Türkiye'nin çıkarına olduğu iddia edilen gerekçeler hiç de gerçekçi gözükmüyordu. Diğer taraftan anlaşmanın İsrail'in bölgedeki Kürt hareketlerini, -özellikle PKK'yı- desteklediği Türk tarafınca somut olarak bilinmesine rağmen yapılması, olayı daha da anlaşılmaz 
kılıyordu." 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 1

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 1


Aydoğan VATANDAŞ 
İÇİNDEKİLER 
DÖRDÜNCÜ BASKI İÇİN TAKDİM 



ÖNSÖZ YERİNE 

Birinci Bölüm 

TÜRK-İSRAİL YAKINLAŞMASI YA DA SONUN BAŞLANGICI 

Askerler Refah'ı Destekledi mi? 
PKK Anlaşmanın Merkezinde 
Tarih ya da Düşünce Kimyaasının Yarattığı En Tehlikeli Ürün 

İkinci Bölüm 

ABD'NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE İSRAİL 

Ortadoğu: Egemenliğin Rolü 
İsrail PKK'yı Destekliyordu 
İsrail, Genelkurmay Belgelerinde 
Suriye İllüzyonu 

Üçüncü Bölüm 

YENİ ORTADOĞU RESMİ, MİTLER VE TÜRKlYE 


Kurmay Albay'ın Lobi Yorumu 
Emekli Korgeneral İhsan Gürkan: "Israil Bir Din Devletidir" 
İsrail Nasıl Kuruldu? 
Efsane'nin Kudreti 


Dördüncü Bölüm 

VE HERZOG TÜRKİYE'YE GELİYOR 


Abdullah Öcalan: "ABD'ye Karşı Değiliz" 
Özal Amerikancı mıydı? 
Çekiç Güç'ü Türkiye'ye Kim Getirdi? 
ABD Tehdit Ediyor: "Sakın Engellemeye Çalışmayın!" 
Körfez Savaşı'nı Yeniden Okumak 
Tevrat ve Körfezz Savaşı 
Özal Oyunu Görüyor 
Çekiç Güç'ün Gerçek Misyonu 
Çekiç Güç'te İsrailli Subaylar 
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html
Demirel: "İran ile İşbirliği İçindeyiz!" 
Demirel: "Apo'nun Telefon Numarasını Hafız Esad'a Verdim!" 
Oramiral Erkaya: "Savaşın Eşiğindeyiz" 
Çekiç Güç'ün Ettikleri 
Türkiye'ye Biçilen Rol 

Beşinci Bölüm 

ABD VE İSRAİL UYARIYOR 

1. MUAVENET OLAYI 

Kaza İhtimali Sıfır Türkiye, ABD'nin Restini Görüyor 

2. EŞREF BİTLIS OLAYI 

Rapor Değiştiriliyor 
17 Şubat l993 
Tarık Bitlis: "Babamla, Uğur Mumcu'nun Ölümü Arasında Bağlantı Var!" 

3. UĞUR MUMCU OLAYI 

ABD İtraf Ediyor 
Türkiye Cevap Verdi mi? 

4. SUSURLUK ve KÜRT DEVLETİNE GİDEN YOL 

Tasfiyeci Güç Kim? 
Refah-Yol'un Çekiç Güç Direnişi 
"Fabrikatör" 
Meral Akşener: "l980 Öncesinin Rövanşı Alınıyor!" 
Hedef Hüseyin Kıvrıkoğlu muydu! 
Solcu Cunta, İsrail'le Elele 
Hanefi Avcı: "Amaç, İran'la Savaş" 
"Turkiye Suriyeleşiyor mu?" 
Hasan Celal Güzel Neyi Açıkladı? 

SON SÖZ YERİNE / 

Üst Düzey Bir Askeri Yetkilinin Konuşması 

BELGELER 

(Ek Bölüm KİTABIN MAHKEME SERÜVENi) 

Dördüncú Baskı için Takdim 

AYDOĞAN Vatandaş, küçük sayılabilecek yaşında Deniz Askeri Lisesi'ne girerek orta öğretim hayatına başlamış ve yüksek tahsil dönemini de Deniz Harp Okulu'nda devam ettirmiş; ancak muhtelif ve özel sayılabilecek sebeplerle kendi istek ve iradesi ile çok sevdiği Askerlik mesleğine ve askeri okul hayatına 
-bir bakıma- son vermiştir. Bu ocakta edindiği güzel hasletler, özellikle mertlik, dürüstlük ve topluma faydalılık noktasında onu bir takım teşebbüslerde bulunmaya sevk etmiştir. Bu cümleden olmak üzere basın hayatına atılmış ve ülkemizin hatırı sayılır yayın organlarından Aksiyon dergisinde araştırmacı 
gazeteci olarak çalışmaya başlamıştır. 

Genç yaşına ve basın hayatındaki kıdem durumuna rağmen üstün bir performans göstermiş yerli ve yabancı görsel ve yazılı basından, her biri ayrı bir araştırma mahsulü olan bilgi ve belgelerden derlediği "ARMAGEDON / Türkiye-İsrail Gizli Savaşı" adlı kitabı yazmıştır. Bu muhtevada bir kitap da kaliteli yayını şiar edinmiş olan Timaş Yayınları tarafından neşredilmiştir. Genç yazar tarafından hazırlanan bu eser, hacmi küçük olmasına rağmen tabiri caiz ise çok büyük bir gürültü çıkarmış ve büyük tepki vermiştir. Genç yaşında piyasanın "yapamazsın, bu işlerin adamı değilsin" 'lerine aldırmadan araştırarak; 
aklı, mantığı ve hakikatleri ön planda tutarak _derin devlete_ dair araştırma cesaretini gostermiş ve karanlık noktalara gözüpeklikle atılması ile delikanlılığını bu yönde kullanmıştır. Yayınlanması ile, adeta bir koyundan birden ziyade post çıkarılmak istenircesine adli ve askeri yargıda olmak üzere hakkında muhtelif vasıflı beş ayrı dava açılmıştır. Bu kitapla sunulan bilgilerle, kamuoyunu  yakından alakadar eden ve hep merak edilen, belki de gerçek yönleri tam bilinemeyen ve birileri tarafından bilinmesi de istenmeyen olaylar adeta mercek altına alınarak değerlendirilmiş ve tahlil edilmiştir. 

Yazarı hakkında başlatılan soruşturma ve gerçekleri yansıtmaktan ve kamu oyunu bilgilendirmekten başka gayesi olmayan kitabın toplatılması ile ilgili ve müteakip adli işlemler, gerek Askeri gerekse Adli yargının bagımsızlığına dair bir takım düşünceleri celbetmiş tir. 

Yazar kitabında bilhassa 1991 yılındaki _Körfez Savaşı_ sonrasındaki gelişmeleri ve bunun Türkiye üzerindeki etkilerini ayrıntılı olarak ele alıp değerlendirmiştir. Kitap bir bütün olarak ele alınmalı, tahlil ve değerlendirme de bu zaviyeden yapılmalıdır. Kitabın yazarının maksadı ancak bu şekilde anlaşılır ve yanlış yoruma sebebiyet verilmemiş olur. 

Önemli olan karanlığa küfretmek değil, eline feneri alıp aydınlatmaktır. Aydoğan Vatandaş, karanlığa küfretmedi... Bütün zorluklara, esen ve estirilen rüzgara rağmen elindeki fenerle aydınlattı. Bedelinin ağırlığına rağmen... 

Ahmet Cengiz TANGÖREN 
(Dava Avukatı) 

Önsöz Yerine 

BEAUJEU'DAN sonra, Tarikat, varlığını bir an bile ara vermeksizin sûrdürdû. Aumont'dan günümüze dek. Tarikat'ın kesintisiz bir dizi Büyük Üstad'ını biliyoruz. Bugün Tarikat'ı yöneten, onun yüce görevlerini yürüten gerçek Büyük Üstad'ın ve gerçek Üstler'in adları ve oturdukları yer bir giz, yalnızca gerçek 
aydınlanmışlarca bilinen erişilmez bir giz olarak kalmışsa, bunun nedeni, Tarikat'ın saatinin henüz gelmemesi, vaktin henüz dolmaması dır... 

(1760 tarihli i el yazması. G.A. Schiffmann, Die Entstehung der Rittergrade in der Freimauerei um die Mitte des XVIII Jahrhunderts, Leipzig, Zechel. 1882, s. 178-190) 

Plan'la ilk uzaktan tanışmamız böyle olmuştu. O gün başka bir yerde olabilirdim. O gun Belbo'nun bürosunda olmasaydım, şimdi... kimbilir, belki de Semerkant'ta susam satıyor. Braille alfabesiyle yayımlanan bir dizinin editörlüğünü yapıyor, Frans Joseph'in ülkesinde ilk Ulusal Banka'yı yönetiyor olurdum. Öncül yanlışsa, koşullu önerme her zaman doğrudur. Ama o gün oradaydım. Bu yüzden de 
şimdi neredeysem oradayım. 

Birinci Bölüm 

TÜRK-İSRAİL YAKINLAŞMASI YA DA SONUN BAŞLANGICI

23 ŞUBAT 1996 tarihinde, Türkiye, (kimilerine göre stratejik bir kayma olarak değerlendirilen, kimilerine göre son derece rasyonel bir politik sürecin gereği olarak) Ortadoğu'nun sorunlu bölgesindeki en güçlü ama aynı zamanda en suçlu ülkesi İsrail ile tarihî bir anlaşmaya imza atıyordu. Anlaşma Ortadoğu 
ve Türkiye'de geniş çalkalanmalara yol açarken, anlaşmanın askerî niteliği ilgililerin merakını daha da artırıyordu. Her iki ülkenin demokrasi ile yönetilmesi ve aynı zamanda Batı'ya yönelmiş olmasından bu yakınlaşmanın son derece doğal olduğunu söyleyenler, bir türlü inandırıcı bulunmuyordu. 

Anlaşmanın kamuoyuna sızış tarihi ile İsrail'in Lübnan'daki Hizbullah üslerine yönelik başlattığı operasyonun aynı döneme rastlaması, Meclis'te konuyla ilgili önergeler verilmesine kadar varan gelişmelere sebep oluyor, milletvekilleri Türkiye'nin yeni Ortadoğu politikalarını belirleyen böylesine önemli bir anlaşmadan habersiz olduklarından, rahatsızlıklarını kamuoyundan gizlemiyorlar dı. Nitekim Harp Akademileri'nde öğretim üyeliği yapan bir kurmay albay tarafından hazırlanan "Türk-İsrail Yakınlaşması" konulu bir raporda konu ile ilgili olarak şöyle deniyordu: "Taraflar arasında gizli kalması gereken anlaşma İsrail Yediot Aharonot Gazetesi tarafından kamuoyuna duyurulmuş ve bundan sonra da anlaşma üzerinde büyük tartışmalar başlatılmıştır. Ortadoğu ve Türkiye'de yoğun eleştirilere, aynı zamanda tepkilere de sebep olan anlaşmayla ilgili tartışmalar hâlâ sona ermiş değildir. Askerî niteliği ve taraflar arasında 31 Mart 1994'te imzalanan 'Güvenlik/Gizlilik Anlaşması' hükümlerine tâbi olması nedeniyle ancak kısmen kamuoyuna yansıyan anlaşmanın tam olarak bilinememesi "spekülasyonları" beraberinde getirmiştir." 

Sözkonusu anlaşma sadece bir eğitim anlaşması idiyse neden gizli kalması gerekiyordu? Ve neden ilk önce bir İsrail gazetesinde açıklanmıştı? 
5 yıllık bir süre için imzalanan bu Askerî ve Eğitim İşbirliği Anlaşması, savaş uçak ve gemilerinin karşılıklı ziyaretleri, tatbikatların izlenmesi, askerî tarih, askerî müze gibi sosyal ve kültürel alanlarda işbirliği gibi gözükse de, 1990 yılında başlayan görüşmeler göz önüne alındığında, Türkiye'nin bilinçli (ya da zorunlu) bir tercihinin sözkonusu olduğu daha net bir şekilde anlaşılabiliyordu. 
Başkanlığını Çevik Bir Paşa'nın yaptığı Türk heyeti anlaşmadan üç gün önce İsrail'e gidiyor, İsrail Genelkurmay Başkan Yardımcısı Tümgeneral Matan Vilnai, Genelkurmay Başkanı Korgeneral Ammon Lipkin Shakak ve Savunma Bakanlığı Genel Direktörü David İvry ile bir dizi görüşmeler yapıyordu. Türk tarafını temsil eden Orgeneral Çevik Bir 1993-1994 yıllarında Somali'de Birleşmiş Milletler gücünü yönetmiş olmasından, özellikle Batı kamuoyunda da oldukça tanınan ve takdir edilen bir komutandı. 

Çevik Bir gerçekleştirdiği bu görüşmelerde, Türkiye-İsrail ve Ürdün arasında stratejik bir istişare mekanizmasının kurulmasını, her iki ülkenin terörle ilgili sorunlarının varlığını ve bir İstihbarat Protokolü imzalanmasının gerekli olduğunu belirtiyordu. Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu sınırlarını korumak için elektronik bir koruma sistemine ihtiyaç duyduğunu, İsrail'in bu konudaki tecrübesinden yararlanmak istediklerini, F-16 Üretilen TAI uçak tesisleri yakınında helikopter üretmeyi düşündüklerini, bu noktada işbirliği yapabileceklerini ifade ediyordu. 

İsrail ise bu taleplere karşılık, Türkiye-İsrail-Ürdün istişare mekanizması için öncelikli sürecin Türkiye-İsrail arasında başlatılmasını, sonra Ürdün'ün buna dahil edilmesini, istihbarat işbirliğinin kendilerine de yarayacağını, sınırlarda elektronik koruma sistemiyle ilgili olarak da Türkiye'ye yardımda 
bulunabileceklerini belirtiyordu. 

İsrailli yetkililerin, görüşmeler sırasında Türk yetkililere sorduğu sorular ise son derece ilginçti ve nitelik olarak da farklılık arz ediyorlardı. Birinci soru, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin nasıl olduğuydu. İkinci soru ise, Türk ordusu seçimlerle birlikte ortaya çıkacak yeni tablo karşısında, -örneğin muhtemel bir 
Refah Partisi iktidarı söz konusu olduğunda- nasıl bir tutum izleyecekti? 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

15 Temmuz 2017 Cumartesi

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 17



28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 17


 ASKERİ YARGININ TUTUMU 

 Yaşar Kaplan 

Kuruluş kanununda, "asker kişileri" ve "askeri suçları" işleyenleri yargılamak amacıyla kurulan Askeri Mahkemeler, 28 Şubat süreci içerisinde, sivil şahısları dahi yargılamıştır. Örneğin, askerlikle ilgisi olmayan, askeri bir suç da işlemeyen Akit gazetesi yazarı Yaşar Kaplan, Askeri Mahkeme tarafından tutuklanmış, bu mahkemede yargılanmıştır. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), "Ülke Tehlike Altında, Onları Durdurun! Mezhebe Göre Asker Alımı" başlıklı yazı dizisinden Askeri Mahkemece, 14 ay hapse mahkum edilen "Akit" gazetesi yazarı Yaşar Kaplan'ın açtığı davada, Türkiye'yi oybirliğiyle mahkum etti. 

Yazarın ifade özgürlüğünü hakkına dava ile müdahalenin demokratik toplumda gereksiz ve ağır olduğunu 24 Aralık'ta açıklayan AİHM, Türkiye'den Kaplan'a 5 bin avro (8 bin YTL) tazminat ödemesine karar verdi. 

Belli bir dini inanca sahip ordu mensuplarının yasadışı girişimlerini, kimliğini açıklamayan bir subaydan gelen mektuba değinerek toplumun dikkatini çeken gazeteci Kaplan'ın "astlık-üstlük hiyerarşisine zarar verdiği" gerekçesiyle Genelkurmay Askeri Mahkemesi'nde yargılanarak suç bulunmuştu. 

AİHM, demokratik bir toplumun meşru hedefi olarak basın özgürlüğünün korunması karşılığında ceza kovuşturmasının makul ve orantılı bir yol olmadığını kaydederek, Kaplan'ın özgürlüğünün 42 gün boyunca kısıtlanmış olmasının da iddialar karşısında orantısız bir muamele olduğuna dikkat çekti. 

18, 19 ve 20 Şubat 1998'da yayımlanan dizi yazısı nedeniyle Kaplan, 9 Mart 1998'de tutuklanarak 21 Nisan'a kadar hapiste tutuldu. Dava açılan yazar, 14 Temmuz 1998'de, Genelkurmay Askeri Mahkemesi'nce "astlık üstlük münasebetlerine zarar vermek ve amir ve komutanlara karşı güveni zedelemek" iddiasıyla 14 ay hapse mahkum edildi. Askeri Ceza Kanunu'nun 95/4-5 ve Ceza 
Kanunu'nun 80. maddelerinden suçlu bulunan Kaplan'ın cezası onanmıştı. 

Ekim 1999'de Kaplan'ın cezası, 4454 Sayılı Şartlı Af Kanunu uyarınca ertelenmişti. Ceza, üç yıl sonra, 31 Aralık 2003'te kayıtlardan silindi. 

 Bülent Orakoğlu 

İstihbarat biriminin en üstünde yer alan bir yetkili (Bülent Orakoğlu), darbe hazırlığıyla ilgili Başbakana verdiği bilgilerden dolayı, Askeri Mahkeme tarafından tutuklanmış ve Askeri Mahkemede yargılanmıştır. 

28 Şubat süreci’nin perde arkasını aralayan dönemin Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu, yazdığı “Deşifre” adlı kitapta kendisinin ve dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’in ölümle tehdit edildiği iddiasına yer verdi. Tehdidin dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’den geldiğini yazan Orakoğlu, Akşener’in bunu medyaya açıklamak istediğini; 
ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in engel olduğunu belirtti. Olayları isim ve zaman vererek ayrıntılı bir şekilde kitaplaştıran Orakoğlu’nun iddiaları için dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener, “O döneme ışık tutması bakımından Orakoğlu’nun çalışması son derece önemli.’’ açıklamasını yapmıştır. 

Batı Çalışma Grubu’na ait gizli belgeleri açıkladığı gerekçesiyle önce görevinden alınan daha sonra askerî mahkemede yargılanıp beraat edinceye kadar hapiste tutulan Bülent Orakoğlu, “Deşifre: Darbeyi Rapor Ettim” ismiyle bir kitap yazdı. Timaş Yayınları tarafından yayımlanan kitapta, Susurluk sürecinde karanlık ilişkileri ortaya çıkan bazı bakan ve üst düzey yöneticilerin darbeye neden 
destek verdikleri anlatmaktadır. 

 28 Şubat sürecine ilişkin çarpıcı bilgilerin yer aldığı çalışmasında Orakoğlu, başından geçen tarihî bir olayı şu sözlerle aktarıyor: “İçişleri Bakanı Meral Akşener ile yaptığımız bir toplantıdan sonra özel görüştük. Bana çalışmalardan DYP ve İçişleri Bakanlığı içinde Ağar sempatizanlarının rahatsız olduğunu söyledi. 

Ayrıca Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in, İçişleri Bakanı Müsteşarı Teoman Ünüsan’a (O kadına –Meral Akşener– söyle, ayağını denk alsın, Emniyet istihbaratına sahip olsun, hareketlerine, konuşmasına dikkat etsin, yoksa iktidarı devraldığımızda onu avanesi ile birlikte İçişleri Bakanlığı önünde yağlı kazığa oturturuz. Ayrıca Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu 
da sabrımızı taşırmaya başladı. Ne yapmak istiyor eceline mi susadı? Bu tür faaliyetlere devam etmesi halinde öldürüleceğinden haberi yok mu?) şeklinde beni ölümle tehdit ettiğini aktardı. Ben de sayın bakana Çevik Bir ve onun ekibinden bir korkum olmadığını, görevime izin verildiği takdirde memnuniyetle devam edeceğimi söyledim ve makamından ayrıldım.” 

 İçişleri Bakanı Akşener, daha sonra kendisine yönelik tehditleri aynen Cumhurbaşkanı Demirel’e anlattı ve “Efendim, ben bu konuyu kamuoyuyla paylaşacağım.” dedi. Demirel, Akşener’i sakinleştirerek, şunları söyledi: “Böyle bir şey olmaz. Sen merak etme. Ben bizzat bu konuyu Genelkurmay Başkanı ile konuşacağım.” Akşener, Cumhurbaşkanı’nın ‘telkin ve tavsiyeleri’ üzerine 
bu konuyu gazetecilere anlatmaktan vazgeçmişti. 

Bülent Orakoğlu, 28 Şubat sürecinin ortaya çıkmasına neden olan ‘köstebek’ olayı yüzünden yargılandığı mahkemenin Çevik Bir ve Güven Erkaya’nın baskısı altında olduğunu da ileri sürüyor. Orakoğlu, Deniz Kuvvetleri Askeri Mahkemesi’nde görülen davanın mahkeme heyetinde yer alan Deniz Yüzbaşı Hakim Ahmet Karamanlı’nın beraatle sonuçlanan davanın ardından ‘irticai 
faaliyetler’e karıştığı gerekçesiyle ordudan ihraç edildiğini, yine mahkeme heyetinin başkanlığını yapan Mesut Kurşun’un da Deniz Kuvvetleri’nden başka bir kuvvet komutanlığı emrine verildiğini açıklamıştır. 


BÖLÜM DİPNOTLARI ;


257 Hulusi Turgut, “Refahyol Krizi Nasıl Atlatıldı, Sabah Gazetesi, 28 Mayıs 1998. 
258 Ezgi Gürses, Demokrasi Ters Şeritte, Şule Yayınları Haziran 2012, s, 103. 
259 Hakan Akpınar, 28 Şubat Postmodern Darbesinin Öyküsü, Birharf Yayınları, İstanbul 2006, s.211. 
260 ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Hakemli Elektronik Dergi, Ocak 2009, Sayı: 1/4, s.24 
261 ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Hakemli Elektronik Dergi, Ocak 2009, Sayı: 1/4, s.25 
262 Ezgi Gürses, Demokrasi Ters Şeritte, Şule Yayınları Haziran 2012, s, 85 
263 Mustafa Erdoğan, “28 Şubat Süreci” Yeni Yüzyıl Yayınları, Ankara 1999, s.23-24 
264 TBMM Tutanakları, 2 Ekim 2012-4 Ekim 2012 
265 ETHOS, Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Hakemli Elektronik Dergi,Ocak 2009, Sayı: 1/4 , s.27 
266 Karatepe, Darbeler, Anayasalar ve Modernleşme, İz Yayıncılık,İstanbul: 1999, s. 173 
267 Başkaya, Fikret (1999) Yediyüz Osmanlı Beyliğinden 28 Şubat’a, Ankara: Ütopya Yayınevi, Ankara, 1999, s. 353 
268 Yüksel, Erkan, ‘Medya Güvenlik Kurulu’, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Yayın No:1551, 2004, s. 143-144 
269 Emre Kongar, 28 Şubat ve Demokrasi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000, s.89-112 
270 “Ezgi Gürses, Demokrasi Ters Şeritte, Şule Yayınları Haziran 2012, s, 116 
271 28 Şubat-Post Modern Darbenin sosyal ve siyasal analizi, Birey Yayıncılık No:245 Mart 2007, İstanbul s, 177-178 
272 Aslan Değirmenci, 28 Şubat'ın Çözülen Kodları Çıra Yayınları No:266, İstanbul, 2012, s.63-65 
273 28 Şubat-Post Modern Darbenin sosyal ve siyasal analizi, Birey Yayıncılık No:245 Mart 2007, İstanbul s,178-179 
274 28 Şubat-Post Modern Darbenin sosyal ve siyasal analizi, Birey Yayıncılık No:245 Mart 2007, İstanbul s,179 
275 28 Şubat-Post Modern Darbenin sosyal ve siyasal analizi, Birey Yayıncılık No:245 Mart 2007, İstanbul s,180 
276 Genelkurmay bünyesinde çeşitli “Çalışma Grupları” kurulması eski bir gelenektir. 12 Eylül 1980 öncesinde Genelkurmay Başkanı Kenan EVREN tarafından, Ağustos 1979 ayında, “anarşi ve teröre” karşı kurulan “Saltık 
Çalışma Grubu”; 1990 yılında “terörizmle mücadele” amacıyla kurulan Doğu Çalışma Grubu (DÇG) bunlardan bazılarıdır. Şaban İBA, Milli Güvenlik Devleti, Çiviyazıları, İstanbul, 1999, s.122. 
277 Hüsnü TUNA, Yargı Emir ve Görüşlerinize Hazırdır, Karatay Akademi Yayınları, Ankaea, 2009, s.20. 
278 Gazeteci Mehmet Ali BİRAND, bu konuda kendi başına gelen bir olayı 4 Ekim 2012 tarihinde Komisyonumuza şu şekilde anlatmıştır: “Erol Özkasnak “Bu herifin programı hâlâ senin Show TV kanalında yayınlanıyor, 1’inci Başkan bunun kalkmasını istedi, niye hala kaldırmıyorsun?” diye tehdit ettiler. Erol, “Vallahi Mehmet Ali kusura bakma, benim de bankam var yani bunlar bir şey yapsalar banka gidecek. Sen Mesut’a söyle de bir programa 
gelsin, o Başbakan olarak programa katılırsa belki hani onlar da “Dur! Başbakan katıldı diye hani bir-iki hafta daha şey yaparlar” dedi. Mesut’a söyledim, Mesut “Yo yo yo, beni o işlere sokma” dedi. Dımdızlak kaldık ortada. 
279 28 Şubat-Post Modern Darbenin sosyal ve siyasal analizi, Birey Yayıncılık No:245, Mart 2007, İstanbul s,179-180 
280 Ali Özgan, 28 Şubat Sürecinin Siyasal Açıdan Neden ve Sonuçları, Yüksek Lisans Tezi, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi, 2008, s.90. 
281 Tuna Hüsnü, Yargı Emir ve Görüşlerinize Hazırdır, Karatay Akademi Yayınları, Ankara 2009, s,22. 
282 Aslan Değirmenci, 28 Şubatın İstihbarat Ağı, Çıra Yayınları No:283, İstanbul, 2012, s.179 
283 Genelkurmay tarafından yargı organlarına gönderilen yazı örnekleri Ek’tedir. 


***

14 Temmuz 2017 Cuma

REFAH-YOL HÜKÜMETİ DÖNEMİ BÖLÜM 2



REFAH-YOL HÜKÜMETİ DÖNEMİ BÖLÜM 2

  _Sincan’da Tankların Geçişi: 

 4 Şubat 1997 tarihinde Ankara'nın Sincan ilçesinde Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı'na bağlı çeşitli askeri araçlardan oluşan 
konvoy, ilçe sokaklarından Akıncı Üssü'ne "motorlu yürüyüş" gerçekleştirmiştir. Bu yürüyüş, ülke genelinde heyecana neden olurken, Milli Savunma Bakanı   Turhan Tayan, olayın normal bir tatbikat olduğunu, eğitim çalışmaları kapsamında gerçekleştirildiğini söylemiştir. Olay gazetelere “ Sincan’dan Ordu Geçti ” başlığı ile yansımıştır.96 

 Genelkurmay, "altı ayda bir yapılan normal eğitim faaliyeti" olarak açıkladığı geçişin, "tesadüfen bu tarihe denk geldiğini" bildirmiştir. Daha sonra bu olay 
Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir tarafından “Demokrasiye balans ayarı yapıldı” veya “rejime ince ayar yapıldı” şeklinde değerlendirilmiştir. 

 Askere ait olduğu öne sürülen bu sözlere tepki gösteren RP’li Kahraman EMMİOĞLU, “Bu kafaları duvara çarpmalı. Eğer sen politika yapacaksan çıkar elbiseni. Güreş Paşa gibi politika yap” demiştir.97 

 Başbakan Necmettin Erbakan, partisinin grup toplantısında Ankara'nın Sincan ilçesinde düzenlenen Kudüs Gecesi'ni değerlendirirken, demokratik bir ülkede 
bu tür etkinlikler olabileceğini; Türkiye'nin büyük atılımlar yaptığını, ancak bazı çevrelerin yeniden büyük Türkiye'nin kurulmasından rahatsızlık duyduklarını savunarak; "Bazı çevreler, bazı fosiller, acaba ne yapsak da ülkenin havasını bozsak, huzuru, barışı, kardeşliği engellesek diye düşünüyorlar" demiştir. 

 Adalet Bakanı Şevket Kazan da TBMM Genel Kurulu'nda ANAP Ankara Milletvekili Nejat Arseven'in Sincan'da yaşanan olaylara ilişkin konuşmasını yanıtlarken, hiç kimsenin demokratik rejim üzerine oyun oynamaya hakkı olmadığını belirterek, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın, RP'nin 400 belediye başkanından biri olduğunu söylemiştir. Kazan, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin olayla ilgili soruşturma başlattığını, RP Meclis Grubu'nun da duyarlığını ortaya koyarak, üç milletvekilini olayı soruşturmakla görevlendirildiğini söylemiştir. 

 CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, Sincan'da yaşanan olaylar için RP'nin laik, demokratik cumhuriyete dönük bir tepki içinde olduğunu herkesin görmesi gerektiğini belirterek, cumhuriyeti savunan herkesi, karşı tepki göstermeye çağırmıştır. 

 Büyük Birlik Partisi Muhsin YAZICIOĞLU ise “Türkiye’de asla Nusayri iktidarının oluşmasına izin vermeyeceğiz” diyerek tepkisini ortaya koymuştur.98 

 Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, "Neden demokrasiyi işletmeye çalışmıyoruz da darbe tartışması yaratıyoruz?" demiştir. 

 Cumhurbaşkanı Demirel, gerginlik yaratan türban konusunun gündemden çıkarılmasını isteyerek RP'yi uyarmış; İran'ın Ankara Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri'nin, Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen "Kudüs Gecesi"ndeki konuşmasıyla Türkiye'nin içişlerine karışarak "yanlış yaptığını" söylemiştir. 

 ÇİLLER, "Ülke bütünlüğünü hangi kararlılıkla savunduysak, devletin itibarını yurt dışında nasıl savunduysak, demokrasiyi de aynı kararlılıkla savunuruz" demiştir. 

 ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nicholas Burns ise “Sivil hükümet, Türkiye’nin Avrupa’daki konumu için önemlidir. Türkiye’de derin bir istikrarsızlık konusunda 
bazılarının taşıdığı kaygıyı paylaşmıyoruz.” demiştir. 

 7 Şubat 1997 tarihinde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından kabul edilen TBMM Başkanı Mustafa Kalemli görüşme sonrasında yaptığı açıklamada, 
Cumhurbaşkanı Demirel ile Türkiye'nin laik, çağdaş yapısında geri gidiş olamayacağı konusunda görüş birliğinde olduklarını söylemiştir. 

 9 Şubat 1997 tarihinde, Cumhurbaşkanı Demirel yayımladığı bayram mesajında “Din uhrevî alanı, hukuk ise dünyevî alanı tanzim eder. İslam’da zorlama yoktur. 
İnanç ve ibadet özgürlüğü Cumhuriyet’in titizlikle savunduğu bir ilkedir. Dini siyasallaştırmaya çalışanlar hem günah hem de suç işlemektedirler” demiştir. 

 ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz Sakarya'da yaptığı konuşmada, koalisyon hükümetinin üniversiteden silahlı kuvvetlere kadar toplumun tüm kurumlarında 
gerginlik yarattığını belirterek "Silahlı kuvvetler tanklarını Ankara'nın ortasında yürütmek suretiyle bir mesaj vermek gereğini duyuyorsa durum vahimdir" demiştir. 

 DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit yaptığı yazılı açıklamada, cumhuriyeti tehdit eden gelişmeler karşısında RP dışındaki tüm partileri, laik demokrasiyi korumak 
ve RP'li bir hükümetten kurtulmak için güç birliğine çağırdıklarına dikkat çekmiştir. 

 15 Şubat 1997 tarihinde Adalet Bakanı Şevket Kazan, düzenlediği Kudüs Gecesi'nde sarf ettiği laiklik aleyhindeki sözleri nedeniyle tutuklanan Sincan eski 
Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde ziyaret etmiştir. 

 18 Şubat 1997 tarihinde Demirel: “Ne Cezayir, ne de İran olan Türkiye’de şeriat istenemez. Şeriat isteyen, Atatürk Cumhuriyeti’nin koyduğu hukuk sistemine 
ve hukuk devletine karşı çıkıyor demektir. Şeriatı kimse getiremez.” demiştir. 

 21 Şubat 1997 tarihinde “ İran terörist devlet muamelesi görmeli.” diyen Org. Çevik Bir, Sincan’dan geçen tanklarla ilgili olarak da; “ Demokrasiye balans ayarı yaptık” demiştir. 

 22 Şubat 1997 tarihinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Kayseri’deki üniformalı korumalar nedeniyle RP’yi ikinci kez uyarmıştır. 

 27 Şubat 1997 tarihinde, Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, Ankara'da basın mensuplarının çeşitli sorularını yanıtlarken, laikliğin, cumhuriyetin değiştirilmesi önerilemez niteliği olduğunu vurgulayarak, "Cumhuriyete karşı olanlar ile ümmetçilik, Arap milliyetçiliği ve din sömürüsü eylemlerini sürdürenler, tersine söylemlerle laikliği suçlama kurnazlığına sapıyorlar. Kavga yaratıp tırmandıranlar, inançlara saygısı olmayanlardır" demiştir. 

    Sincan olayı ile ilgili olarak, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın 25.06.2012 tarinde Komisyonumuza verdiği bilgilerde 
    “ Tankların yürüdüğünden haberinin olmadığını ” öne sürmüştür.99 

    Öte yandan, 08.10.2012 tarihli dinlemede Kadir Sarmusak da tankların geçişinden önce Dz.K.K.lığı personelinin haberdar edildiğini ifade etmiştir.100 

  _ Sendika eylemleri ve Cumhuriyet mitingleri: 

 İşçi sendikalarının bu dönemde toplumsal muhalefetin önemli bir unsuru olduğu görülmüştür. Buna mukabil, TÜSİAD,101 yayınladığı raporlarla bu süreci 
desteklemiştir. 

 TÜRK-İŞ Yönetim Kurulu, REFAH-YOL Hükümet Programının açıklanmasının hemen ardından 10 Temmuz 1996 tarihinde Başbakan Erbakan’a bir mektup 
göndermiştir. Mektupta; 12 Eylül 1980 sonrasında kabul edilen mevzuatla birçok temel hak ve sendikal hak ve özgürlükler üzerindeki kısıtlamaların devam 
ettiği vurgulanarak, çalışma mevzuatının ILO Sözleşmeleri ile uyumlu hale getirilmesi, SSK’nın mali sorunlarının çözümlenmesi, terörle etkin şekilde mücadele edilmesi, yüzde 82,9’a çıkan enflasyon oranı altında ezilen çalışan ve emeklilerin satınalma güçlerinin iyileştirilmesi, kaçak işçilik ve taşeronlaşmanın 
önlenmesi vb. talepler dile getirilmiştir. 

 6 Ekim 1996 tarihinde yapılan TÜRK-İŞ 17. Olağan Genel Kurulu sonucunda yayımlanan Görüş ve Talepler başlıklı basın bildirisinde, “Demokratikleşme” 
başlığı altında, çeşitli siyasi taleplerin yanı sıra, “dini eğitim ve öğretimde devletin gözetim ve denetimi etkinleştirilmelidir” ifadesi yer almıştır. 

 TÜRK-İŞ’in, Temmuz-Kasım 1996 ayındaki hükümete yönelik sözkonusu tutumu, Susurluk olayının ardından, Aralık 1996 ayından itibaren iyiden iyiye değişmeye başlamıştır. Bu çerçevede, Genel Merkezi İstanbul’da olan sendikaların yöneticileri, işyeri temsilcileri ve işyerlerinden katılan büyük bir işçi grubu, Taksim Atatürk Anıtı’na yürümüş ve Anıta çelenk koyarak “Temiz Toplum, Temiz Siyaset” çağrısında bulunmuş; 21 Aralık 1996 tarihinde ise TÜRK-İŞ 
Başkanlar Kurulunca alınan karar kapsamında “Türkiye’ye Sahip Çık” kapalı salon toplantısı İstanbul Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapılmıştır.102 

 27 Aralık 1996 tarihinde TÜRK-İŞ heyetinin Cumhurbaşkanı Demirel’e yaptıkları ziyarette, hükümetin başta işçiler olmak üzere çalışanların ve halkın sorunlarını 
çözmede başarısız olduğu, demokratikleşme yönünde hiçbir somut adım atılamadığı, başta işçiler olmak üzere, çalışanların ücretlerinde enflasyon nedeniyle ücretlerdeki büyük aşınma meydana geldiği, işsizliğin arttığı dile getirilerek, bu hususları içeren bir mektup takdim edilmiştir. Mektupta, ayrıca, REFAH-YOL hükümetinin 18 Ekim 1996 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan karar uyarınca zorunlu emekliliği yeniden başlatması, taşeronluk sistemi ve özelleştirme uygulamaları eleştirilmiş, Cumhurbaşkanından mafya ve çetelerle ilişkiler ve uyuşturucu kaçakçılığı konusundaki iddiaların ciddiyetle soruşturulması istenmiştir. 

 Bu ziyaretin ardından, Cumhurbaşkanı Demirel’le sıkı bir diyalog geliştiren TÜRK-İŞ Başkanlar Kurulu, hükümetin dış politikası ve diğer uygulamaları hakkında çok sayıda bildiri yayımlayarak, toplumu demokratik kitle eylemlerine katılmaya çağırmıştır. Bu çerçevede, 3 Aralık 1996 tarihinde yayımlanan TÜRK İŞ Başkanlar Kurulu Bildirisi’nde, “Hükümet, dış politikada Devletimizin geleneksel politikasının dışına çıkarak, Mısır ve Libya ziyaretlerinde olduğu gibi, ulusal onurumuzu zedeleyici bir tutum sergilemiştir. Tüm dünyanın ilgi alanı olan Avrasya Bölgesi, Refahyol Hükümeti tarafından sistemli bir biçimde ihmal edilmektedir.” denildikten sonra, “Başkanlar Kurulumuz, Ülkemize, Halkımıza ve Devletimize yönelik tehditlerin sona erdirilmesi, dile getirilen sorunlarımızın çözümü ve isteklerimizin yerine getirilmesi amacıyla, meşru ve demokratik kitle eylemlerine başvuracaktır. Bu eylemlerimiz, sorunları parlamenter demokratik düzen içinde çözebilmenin güvencesidir. TÜRK-İŞ Başkanlar Kurulu, tüm halkımızı ve demokratik kuruluşları bu mücadeleye katılmaya çağırmaktadır.” açıklaması yapılmıştır. 

 21 Aralık 1996 tarihinde yayımlanan “Türkiye’ye Sahip Çık!” başlıklı Bildirge’de, “Refahyol Hükümeti, uyguladığı politikalarla, çalışanlara, halkımıza ve 
Türkiye Cumhuriyetinin ana özellikleri olan insan haklarına, demokrasiye, laikliğe, sosyal hukuk devletine ve emperyalizme karşı ilk başarılı kurtuluş savaşının önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün temsil ettiği çağdaş uygarlık anlayışına karşı ısrarla düşmanca bir tutum ve davranış içindedir.” denilmiştir. 

 5 Ocak 1997 tarihinde, Ankara’da, TÜRK-İŞ, DİSK, DSP ve Atatürkçü Düşünce Derneği öncülüğünde “ Gerçekleştirilen mitingde “ Türkiye’ye Sahip Çık! 
Demokrasi İçin Mücadele Et!” sloganıyla bir miting yapılmıştır. Bu mitingde konulan TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral, “Mollalar laik sistemi asla değiştiremez. Bu çağdaş ülkenin güvencesi bizleriz” demiştir. Bu miting, Cumhuriyet Gazetesi’nin 6 Ocak 1997 tarihli nüshasında, “Mollalara Geçit Yok” manşetiyle verilmiştir. 

 Bu dönemde, TÜRK-İŞ, DİSK, TÜSİAD, TESK ve TOBB yöneticileri, demokrasi ve hukukun karşısında, darbecilerin yanında yer almışlardır. 

 29 Ocak 1997 tarihinde CHP Kadın Kolları, Türk Kadınlar Birliği, Türk Hukukçu Kadınlar Derneği ve Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi kadınlar, RP'nin türbanı 
yasallaştırma girişimlerini protesto etmiştir. CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Güldal Okuducu, RP'nin türbanı bir tür şeriat üniforması olarak gördüğünü 
belirterek, "Bütün Türkiye bunun masum bir inanç örtünmesi olmadığını çok iyi bilmelidir" demiştir. 

 3 Şubat 1997 tarihinde, TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral imzasıyla Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya üç sahifelik bir rapor sunulmuştur. 
“Laiklik” ilkesi ve Devrim Kanunlarına aykırı hareketlerin dikkat çekildiği bu raporun, daha sonra Genelkurmay Başkanı tarafından Cumhurbaşkanlığı DEMİREL’e tevdi edildiği ve DEMİREL tarafından da bir özel mektup ekinde Başbakan ERBAKAN’a gereği için gönderildiği anlaşılmaktadır.103 

 26 Şubat 1997 tarihinde, Türk-İş, DİSK ve TESK tarafından, rejime yönelik tehditlere karşı güç birliği kararı alındığı açıklanmıştır. Aynı gün, İstanbul kadın 
kuruluşları birliği, laiklik için eylem başlatmıştır. 27 Şubat 1997 tarihinde, Türk-İş, DİSK ve TESK köşke çıkmıştır. Aynı gün, Birinci Ordu Komutanı 
Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ni ziyaret etmiştir. 

  _Tarikat Mensuplarına iftar yemeği olayı: 

 11 Ocak 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan tarafından Başbakanlık Resmi Konutu’nda, Diyanet temsilcileri, Diyanet İşleri Eski başkanları, 
İlahiyat Fakültelerinin dekan ve öğretim üyeleri, Müftü ve Vaizler ile din adamlarının aralarında bulunduğu toplam kırka yakın kanaat önderine iftar yemeği verilmiştir. Organize edilen iftar yemeğine birtakım görevli ve resmi din adamlarının katılması, kamuoyunda günlerce tartılışmıştır. 

Bu kişilerin Konuta girişlerinde sakallı, sarıklı ve cüppeli görüntüleri televizyonlarda günlerce yayımlanmıştır. Basında tarikat yemeği olarak lanse 
edilen haberlerde, bu olay “irtica kalkışması” olarak yansıtılmıştır. 

 Hürriyet Gazetesi yazarı Sedat Ergin, bu olayın “bardağı taşıran son damla” olduğunu ifade etmiştir. 104 Bu olay hakkında, 16 Ocak 1997 tarihinde, 
CHP Genel Sekreteri Adnan Keskin ve 33 milletvekili, Başbakan Necmettin Erbakan'ın Başbakanlık Konutu'nda verdiği yemekle ilgili olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunmuştur. Bu olay Başsavcının parti kapatma iddianamesinde de yer almıştır. 

 Komisyonumuzca bilgisine başvurulan dönemin tanıklarından Zaman Gazetesi imtiyaz sahibi Alaaddin Kaya; “O yemekte Diyanet İşleri Başkanımız da vardı…
bugünün çok daha büyük çapta yapılan, devlet ricalinde yapılan yemeklerin belki de minyatürüydü yani, o bir bahaneydi, yoksa o yemeğin içinde böyle sıkıntı 
yaratacak, efendim, insanları hesaba çekilmesini gerektirecek bir şey yoktu.” demiştir.105 

  _REFAH-YOL Hükümetinin Dış Politikası: 

 28 Şubat döneminde, başta ABD olmak üzere, dış güçlerin, resmi düzeyde, Türkiye’de demokrasinin sekteye uğratılmaması koşuluyla, iktidarda bulunan 
REFAH-YOL’un uluslararası alanda atmış olduğu bir kısım adımlardan rahatsızlığın dair açıklama yaparken, fiili bir darbeye de ışık yakmaması, darbe heveslisi kesimlerde hayal kırıklığına yol açmıştır. 


 28 Şubat sürecinde, hem ABD’nin, hem de AB’nin 106 28 Şubat MGK kararları sonrasında, resmi düzeyde, ciddi bir eleştiride bulunmadıkları görülmekle birlikte, 28 Şubat sürecini açıkça desteklediklerini veya bu sürece müdahil olduklarını yansıtan herhangi bir husus tespit edilememiştir. 

 Öte yandan, Avrupa Komisyonu tarafından 1998 yılından itibaren yayımlanan İlerleme Raporlarında ve diğer resmi belgelerde, “sivil-asker ilişkileri” başlığı 
altında, üst düzey askerlerin demeçleri, MGK ve MGK Genel Sekreterliğinin yapısı ve rolü, MGK Kararlarının siyaset üzerindeki etkisi, YAŞ, Jandarmanın 
konumu vd. hususlarda çeşitli eleştirilerin mevcut olduğu bir vakıadır. 

  _Hükümet Programına ve Koalisyon Protokolüne Göre Dış Politika: 

 REFAH-YOL Koalisyon Hükümetinin Programında,107 bir yandan “Ankara Antlaşması ve Gümrük Birliğiyle amaçlanan nihaî hedeflere ulaşılabilmesi için, 
yasal düzenlemeler dahil gerekli çalışmaların yapılacağı” belirtilirken; diğer yandan da “Türk cumhuriyetleri ve İslam ülkeleriyle ekonomik, ticarî, sosyal ve 
kültürel ilişkilerin geliştirilmesi için yürütülen faaliyetlere hız kazandırılacak; bu ülkelerle olan, işgücü, mal, hizmet ve sermaye dolaşımının kolaylaştırılması için 
gerekli tedbirler alınacaktır” çok boyutlu ve “şahsiyetli” dış politika yürütüleceği vurgusu yapılmıştır. 
Hükümet Programında kullanılan “Batı” ve “Doğu” arasındaki bu dengeli dil, hükümetin görevi süresince yumuşak karnı olarak görülecektir. 

 REFAH-YOL Hükümeti döneminde, Bakanlıklar arası görev dağılımını düzenleyen Başbakanlık Genelgesiyle; Dışişleri Bakanlığı görevi, Başbakan Yardımcısı 
Tansu ÇİLLER’e; Kıbrıs ve Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerin sorumluluğu ise Devlet Bakanı Abdullah GÜL’e verilmiştir. 18 Aralık 1996 tarihli bir başka genelgeyle de, “Türki Cumhuriyetler, yurtdışında yaşayan Türkler ve İslam ülkeleri ile tüm ekonomik ve kültürel işlerin koordinasyonu” görevi de yine Bakan GÜL’e verilmiştir. Bu durum nedeniyle Meclisteki muhalefet partilerince, Devlet Bakanı Gül’ün “gölge dışişleri bakanı” olarak nitelendirilmiştir.108 

Erbakan’ın yurtdışı seyahatleri nedeniyle 8 Ekim 1996 tarihinde Bitlis Milletvekili Kamran İnan ve 22 arkadaşı hükümetin izlediği dış politika konusunda 
genel görüşme yapılması, Zonguldak Milletvekili Mümtaz Soysal ile 20 arkadaşının109 Bakanlar Kurulu, Cumhuriyet Halk Partisi Grubu ise 
Başbakan Necmettin Erbakan hakkında gensoru açılması için verdiği önergelerde:110 

REFAH-YOL Hükümetinin dış politikası, “iki başlı olmak”la eleştirilmiş, Başbakan Necmettin ERBAKAN “Doğu ve Afrika ülkelerinden”, Başbakan Yardımcısı 
Tansu ÇİLLER ise “ABD ve Avrupa ülkelerinden” sorumluymuş gibi dış politika yürüttükleri öne sürülerek;111 REFAH-YOL Hükümeti ve özellikle 
Başbakan ERRBAKAN, “… İmparatorluk döneminin deneyimlerini de taşıyan Türk hariciyesini devre dışı bırakmakla ”, “ Uluslararası görüşmelerde, Dışişleri Bakanlığının deneyimli kadrosunu devre dışı bırakmakla ” ve “kimi görüşmelerin devlet arşivine girmesini engellemekle” eleştirilmiştir.112 

Refah Parti’li Bülent ARINÇ ise bu gensoruların tek sebebinin “darbeyle, laikle, Atatürkçülükle yıkamayacaklarını anladıkları bir Hükümeti, şimdi, Libya’da olan 
bitenlerle yıkmaya çalışmak” olduğunu öne sürmüştür.113 ARINÇ, bu konuda şunları söylemiştir: “Bakınız, Refah Partili bir Hükümetin kurulmasına, 24 Aralıktan itibaren karşı çıkılmıştır. Bu, demokrasi adına fevkalade utanılacak bir durumdur. Halkın oyunu almış, 6 milyondan fazla insanı temsil eden bir legal siyasî kuruluşa, uzaydan gelmiş gözüyle bakıp, onu bir cüzamlı haline koymak kimsenin haddi değildir.”114 

     Dış Politika Uygulamaları: 

    _ Çekiç Güç: 

 27 Temmuz 1996’da gerçekleştirilen MGK toplantısında, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu iç ve dış güvenlik tehditleri hakkında ilk kez bilgi alan Erbakan, 
Türkiye’nin özellikle ABD, AB ve İsrail’le ilişkilerinin önemi konusunda bilgilendirilmiştir. Erbakan, bu bilgilendirmenin yapıldığı MGK toplantısının hemen sonrasında, Ağustos ayı içinde, muhalefetteyken karşı çıktığı Çekiç Güç’ün görev süresinin beş ay uzatılmasına ilişkin tezkerenin kabul edilmesine onay vermiş; ayrıca Türkiye ve İsrail Genelkurmay Başkanlıkları tarafından müzakere edilen, “Türkiye-İsrail Askeri Eğitim ve Savunma Sanayii Anlaşması”nı imzalamıştır. 
Başbakan Erbakan’ın, iktidara gelmeden önce her fırsatta karşı olduğunu ifade ettiği Çekiç Güç’le ilgili bu adımı muhalefeti rahatsız etmiş ve daha üç ay önce 
Çekiç Gücün görev süresinin uzatılmasına ilişkin görüşmeler sırasında Refah Partisi sözcülerinin uzatmaya karşı çıktıklarını hatırlatılarak çelişkili bir politika 
izlendiği savunulmuştur.115 

   _ Başbakan ERBAKAN’ın İslam ülkeleriyle Temasları 

 Başbakan Necmettin ERBAKAN, Türkiye’nin kuruluşundan bu yana devam eden “yüzünü Batıya dönme” tavrını bir nebze olsun değiştirmek, İslam ülkeleri 
arasunda alternatif bir işbirliği modeli oluşturulmasına öncelik etmek ve Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek maksadıyla, Ağustos ve 
Ekim 1996 aylarında, Müslüman ülkeleri ziyaret etmiştir. Bu gezi, İran’ı “terörist ülke” olarak niteleyen ABD tarafından116 tepkiyle karşılanmıştır. 

   _Başbakan ERBAKAN’ın Libya Ziyareti: 

 Başbakan Erbakan, Ağustos ayında Müslüman ülkelere gerçekleştirdiği yurt dışı gezilerinin ikincisini, Ekim 1996 ayı başında Mısır, Libya ve Nijerya’yı 
kapsayacak şekilde yapmıştır. On gün süren bu gezi programındaki özellikle Libya gezisinde meydana gelen olaylar basında yoğun olarak eleştirilmiştir. 
Geziye ilişkin kararnamenin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar tarafından imzalanmaması, DYP ve hükümet içinde sıkıntıya sebep olmuştur. 
(Bu konuda 10/11/2012 tarihinde Mehmet AĞAR Komisyonumuza açıklamalarda bulunmuştur.) 

   Erbakan’ın Kaddafi’yle yaptığı görüşme, iç basında “skandal” olarak değerlendirilmiştir.117 16 Ekim 1996 tarihinde TBMM’de yapılan görüşmelerde söz alan Devlet Bakanı GÜL, Kaddafi’nin “yanlış, hatalı, tasvip etmeyeceğimiz bir konuşma yaptığını”118 fakat basında anlatılanın aksine orada kendisine gereken cevabın verildiğini ifade etmiştir. Tepkiler üzerine, Çiller, Erbakan’a haber vermeksizin, Trablusgarp Büyükelçisini geçici olarak Ankara’ya çağırmıştır.119 
   Libya gezisi,120 sadece muhalefet tarafından değil, ABD tarafından da resmi düzeyde eleştirilmiştir. 

   _İsrail: 

 Bu dönemde, Orta Doğu Barış Sürecindeki olumlu gelişmeler ve Türkiye’nin Suriye’den duyduğu rahatsızlığın artmasından dolayı, 1990’ların ikinci yarısında 
her alanda ivme kazanmıştır. Bu süreçte, askeri ve ekonomik işbirliği ilişkilerdeki canlanmanın iki temel alanını oluşturmuştur.121 

 Bu çerçevede, 23 Şubat 1996 tarihindeki Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve Anlaşmasına dayanılarak 28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması, Türk kamuoyunda en çok ses getiren anlaşma olmuş; iki ülke arasında savunma alanında bilgi transferi ve teknisyenlerin karşılıklı olarak eğitimi alanlarında çalışmaları bu anlaşmayla başlatılmıştır. 

 Bu gelişmeye paralel olarak, 54 F-4 savaş uçağı İsrail Uçak Sanayii (Israeli Aircraft Industry, IAI) fabrikasında 1996’dan itibaren modernize edilmiş; 
tarafların ortaklaşa düzenlediği tatbikatlar,122 askeri alanda işbirliğinin bir diğer boyutu olmuştur. 

 Bu dönemde hızla gelişen Türk-İsrail işbirliği iç kamuoyunda farklı tepkilere yol açmıştır. Türkiye’de öncülüğünü askerlerin yaptığı bir grup, Türkiye’nin İsrail’le 
yakınlaşmasını başından itibaren istemiş ve desteklemiştir. Öte yandan, bu yakınlaşma Refah Partisi tarafından temsil edilen kesimlerin bir kısmında, 
Refah Partisi’nin iktidarı döneminde İsrail’le imzalanan bu anlaşmaların onaylanması tepkiyle karşılanmıştır.123 

    _İran’la İlişkiler: 

 İran gezisinde, iki ülke arasında 25 yıldır gündemde olan, ancak bir türlü imzalanamayan doğalgaz boru hattı yapımına ilişkin ön anlaşma imzalanmıştır. 
 Öte yandan, Başbakan Erbakan’ın, Aralık 1996 ayında İran ile Savunma Sanayii ve İşbirliği Anlaşması imzalanacağını açıklaması, Devlet Bakanı Abdullah Gül’ün, 
İran’la ortak helikopter yapımı projesinden bahsetmesi, Dışişleri bürokrasisinde ve askerde rahatsızlık yaratmıştır. 

 İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin 20 Aralık’taki Türkiye ziyareti üst düzey askerler ve ABD tarafından tepkiyle karşılanmış; Ankara’ya gelen bir İran heyetinin TAI tesislerini ziyaret etme isteğinin Milli Savunma Bakanı tarafından reddedildiği öne sürülmüştür.124 
Milli Savunma Bakanı Turan Tayan, bu iddiayı reddetmiştir. 

    _D-8 Toplantısı: 

 Başbakan Necmettin ERBAKAN, kalkınmakta olan Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya arasında siyasi ve ekonomik 
ilişkilerin derinleştirilmesi amacıyla geliştirilen “D-8 Grubu” projesinin öncülüğünü yapmıştır. 

 Bu maksatla, 4-5 Ocak 1997 tarihlerinde, İstanbul'da yapılan toplantı akabinde, İran, Pakistan ve Türk yetkililer tarafından gerçekleştirilen "Afganistan" konulu 
üçlü toplantıda sonunda yapılan ortak basın açıklamasında, Afganistan'da bulunan gruplara ateşkes çağrısında bulunulmuştur. Meclis’te ise Hükümet aleyhindeki gensoruların birleştirilerek görüşüldüğü 16 Ekim 1996 tarihinde yapılan görüşmelerde,125 Söz alan Mesut Yılmaz bu projeyi eleştirmiştir.126 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


79 Yaşar Dedelek, Şinasi Altıner, Tevfik Diker ve İrfan Demiralp. 
80 Bu milletvekillerinden bazıları, 7 Ocak 1997 tarihinde kurulan milletvekilleri tarafından Demokrat Türkiye Partisi (DTP) içinde yer almıştır. 
81 Hükümeti programında, özetle, mahalli idarelerin yetki, idari ve mali açıdan güçlendirileceği, eğitim ve sağlık alanlarına ayrılan kamu kaynaklarının 
artırılacağı, sosyal hayatta tahribata yol açan talih oyunları işletmelerinin cazibe merkezi haline gelmelerinin önleneceği, din hizmetlerine önem verileceği, 
din hizmeti sunan görevlilerin her türlü siyasi düşünce ve etkilerin dışında tutulması konusundaki hassasiyetin korunacağı, vakıfların çalışmalarının teşvik 
edileceği, kamu yatırımlarında sağlık ve eğitim sektörlerine, bölgesel gelişmişlik farklarının giderilmesine ağırlık verileceği, terörle mücadeleye önem verileceği, 
Olağanüstü Hal uygulamasının “gerekli tedbirler” alınarak kaldırılacağı, Türk Cumhuriyetleri ve İslam Ülkeleri ile ekonomik, ticari, sosyal ve kültürel 
ilişkilerin geliştirilmesi yönünde yürütülen faaliyetlere hız kazandırılacağı, İslam Konferansı Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) 
çerçevesindeki ekonomik işbirliği faaliyetlerine etkin bir şekilde katılmaya devam edileceği, Avrupa ile İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) üyesi ülkeler arasındaki 
ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine çaba gösterileceği, Avrupa Birliği'ne tam üye olması hedefi ile imzalanan Gümrük Birliği’nin sağlıklı bir biçimde gelişmesinin 
sağlanacağı vb. hususlar yer almıştır. 
82 "Kültür Bakanı İsmail Kahraman Taksim'e Cami istemeyen yobazdır, dedi" Milliyet Gazetesi, 20 Temmuz 1996; "Tahrikler bitmiyor - Refah Partisi türban, hac, kurban derileri, Taksim'e cami krizlerini, yeni krizler yaratarak daha da tırmandırıyor" Hürriyet Gazetesi, 2 Nisan 1997; "Tanklı Protesto- Erbakan: Cami yapılacak diye kuduruyorlar: Refah Grubu'nda konuşan Erbakan, Taksim'e Cami yapılmasına karşı çıkanları "gulu gulu dansı yapan yamyamlara benzetti" 
Sabah Gazetesi, 2 Mayıs 1997; "RP Belediyelere yeni yetkilerin verilmesi için yaptırdığı çalışmayla, Taksim'e cami yapılması ve Ayasofya'nın cami olması 
engellerini aşmayı planlıyor" Milliyet Gazetesi, 23 Nisan 1997. 
83 Erkan YÜKSEL, Medya Güvenlik Kurulu, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2004, s.30-31. 
84 Hürriyet Gazetesi, 7 Eylül 1996. 
85 Erkan YÜKSEL, Medya Güvenlik Kurulu, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2004, s.35. 
86 Hürriyet Gazetesi, 30 Eylül 1996. 
87 Genelkurmay Başkanlığı’nın 11.10.2012 tarih ve ADMÜŞ:0940-1094-12 90035870 sayılı yazısı. 
88 Meral AKŞENER, 25 Haziran 2012 tarihinde Komisyonumuza bu konuda şunları söylemiştir. Aczimendiler mevzuuna gelince: O dönem çok enteresandı. 
Şimdi, şöyle bir şey: Mesela görüyorsunuz, yani burada acayip bir şey var, görüyorsunuz, fakat bütün basın yayın hurra, bütün televizyon kanalları hurra şeklinde. Ne oluyor? Size düşen görev, yani herkesin sizden beklediği, bunların ne olup ne olmadığını araştırmak şeklinde. Ha bire araştırıyorsunuz. Çünkü… Hukukçular açısından benim ne dediğim anlaşılıyordur. Bakan olarak sizin göreviniz, yapılan şikâyete onay vermek, araştırın, soruşturun şeklinde onay vermek. Ama esas mesele şu: Şimdi, orada ben sivil toplum örgütlerini derken hepsini söylüyorum, üniversiteler derken hepsini söylüyorum, yani kurumsal yapıları. Öyle altısı, beşi, ikisi, üçü değil, tamamını söylüyorum. Şimdi, çok büyük bir yalnızlık söz konusu oldu. Yani arkanızda sizin bir sivil desteğiniz olmuş olsa ona göre. Herkese de çemkiriyor kardeşim. Şimdi, çemkiren….” 
89 Kadir SARMUSAK, 08.10.2012 tarihli dinlemede şunları söylemiştir: Dikkat buyurun, Fadime Şahin ama ben bunu hiç önemsemedim çünkü o zaman normal bir insanı takip ederseniz hiçbir şey olmadı. 
… Şöyle, ben üniversitede görevlendirildim. Çok doğru, onu açıklayacaktım, özür dilerim… Üniversite içerisinde o dönemde sol örgütler bir yapılanma 
içerisindeydi, daha doğrusu dışarıda takip ettiğimiz sol örgüt Niğde’de açılan Evrensel Sanat Merkezi çerçevesinde… Daha önce bu Evrensel Sanat Merkezleri 
hem Atatürkçü Düşünceyi kullanarak hem başka sebeplerden dolayı kapatıldı ve bu kapatılmanın gerekçelerinin tamamında öyle bir onay almışlardı ki 
bakanlıktan, ticari müessese gibi gözüküyorlardı. Ben bütün onayı incelemiştim. Bu Evrensel Sanat Merkezi adı altında faaliyet gösteren kurum, af buyurun, 
beyaz kadın ticareti dahi yapmaya yetkiliydi. Yani verilen onayda her şeyi yapabilir aldığı yetkiyle yani kişi bakanlığa başvurmuş ve bu onayı almıştı. 
Bu esnada biz… Niğde Belediyesi Cumhuriyet Halk Partisine aitti. Ben orada bu kaynaklar normalde açıklanmaz ama çok zaman geçtiği için, on beş yıl 
geçtiğinden dolayı- sadece halkla ilişkiler müdiresini çok iyi bir eleman yapmıştım. Niğde’de olan her şeyi biliyordum önceden, hatta kime ne kadar 
para verildiğini bile. 
90 Hürriyet Gazetesi, 9 Kasım 1996. 
91 Türkiye’de “devlet sırrı” kavramı her zaman tartışma yaratmıştır. Bilgi Edinme Kanunu’na göre; “Açıklanması halinde devletin emniyetine, dış ilişkilerine, milli savunmasına ve milli güvenliğine açıkça zarar verecek, niteliği itibarıyle devlet sırrı olan ve yetkili makamlar tarafından usulüne uygun şekilde gizlilik dereceleri ile korunan bilgi ve dokümanlar, bu kanun kapsamı dışındadır.” denilerek “devlet sırrı” tanımlanmaya çalışılmıştır. 
92 Şevket KAZAN’a ilişkin Tutanak. 
93 Şükrü Karatepe’nin 02/11/2012 tarihli Komisyon Tutanağı. 
94 İçişleri Bakanlığı “BAKANLIK MAKAMINA” 22/08/2000 tarihinde gönderilen mektup Ek’tedir. 
95 Bekir YILDIZ’a ilişkin 10/10/2012 tarihli Tutanak. 
96 Komisyonda dinlenen Gazeteci Fatih ÇEKİRGE, Sincan olayları hakkında şunları söylemiştir: “… Sincan’da tanklar yürüdü. O günkü tesadüf bu… 
Ben de merak ettim hakikaten, geriye dönüp bakıyoruz yani. Daha doğrusu bizim Sedat biraz iyi şey yapar. Baktık, Hürriyet’teki haber şöyle: “Sincan’da tanklar yürüdü.” Ertesi gün yani aynı gün Sabah’ta da var, Hürriyet’te de var, aynı gün, 4’ü veya 5’i. Bakarsanız orada da resmin altında şunu yazıyor, diyorki:  
“İki tank bozulduğu için meydanda kaldı.” Yani, tanklar meydanda kalmış, önüne giden, gidip çekiyor zaten. Ya bozuldu ya bozdular yani fotoğraftan 
kaçmasın diye. Bu, Hürriyet’in ertesi günkü 1’inci sayfasının fotoğraf alt yazısıdır. Yani, hay Allah tankı kaçırdım bir daha geçirin diye bir şey yok, zaten bozuk bırakmışlar. 
Yani kaçmasın diye. Dolayısıyla, o bir şehir efsanesi, bu hep söylendi çok teşekkür ediyorum sorduğunuz için -kayda geçmesini açısından söylüyorum- 
o tanklar orada zaten duruyordu.” 
97 Bu sözler karşısında (E) Korg.Nevzat BÖLÜGİRAY’ın kendi kitabında yer alan “öyleyse birçok sanık milletvekili dokunulmazlık zırhını çıkarmayarak neden 
yargıdan kaçıyor” şeklinde özetlenebilecek sözleri, Türkiye’de asker-siyaset ilişkilerinin anlaşılması bakımından önem arz etmektedir. Nevzat BÖLÜGİRAY, 
28 Şubat Süreci 1, Tekin Yayınevi, Ankara, 1999, s.91. 
98 Komisyonumuzun görüşlerine başvurduğu Hasan Hüseyin CEYLAN, bu konuşmanın YAZICIOĞLU’nun helikopterinin düşürülmesine sebep olduğunu öne 
sürmüştür. 
99 İsmail Hakkı KARADAYI’nın 25/06/2012 tarihli Komisyon Tutanağı. 
100 Kadir SARMUSAK’ın 8/10/2012 tarihli Komisyon Tutanağı. 
101 Komisyonumuzda dinlenen eski TİSK Başkanı Refik BAYDUR, TÜSİAD hakkında şunları söylemiştir: “ Bugüne kadar TÜSİAD’ın üyesi değilim. 
Niye değilim? Şunun için değilim. Bunu, rahmetli Vehbi Bey de ısrar etti söyledim, Nejat Bey de ısrar etti söyledim ve hâlen söylüyorum: 
Devletimizin yasaları -hepinizi kastediyorum- iki faktör önünde gelişiyor çalışma hayatı yönünden; bir tanesi işçi, bir tanesi işveren. İşçiye bir kanun yapmış; 
Sendikalar Kanunu, Toplu Sözleşme Kanunu, Çalışma Kanunu. Demiş ki: “ Sen bu haklarını sendika ile korursun. Gider üye olursun, sendika ile korursun.” 
İşverene iki hak vermiş. Bir hakkı odalarda vermiş, bir hakkı işveren sendikalarında vermiş. Onun için bir üçüncü seyahate lüzum yok kararındayım.” 
102TÜRK-İŞ Resmi İnternet Sayfası, Eylemlerimiz, “ 1961'DEN İTİBAREN TÜRK-İŞ’İN EYLEMLERİ”, 
http://www.turkis.org.tr/index.dyn?wapp=11365F51-2C09-4DEC-87AF-0DDC590F1A1Cwww.turkis.org.tr 
103 CUMHURBAŞKANLIĞI SÜLEYMAN DEMİREL ARŞİVİ, Dolap No:91703, Fihrist No:22357-230. 
104 Erkan YÜKSEL, Medya Güvenlik Kurulu, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2004, s.56. 
105 Alaaddin KAYA’nın Komisyon Tutanağı. 
106 1998 yılında Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan Türkiye İlerleme Raporunda 28 Şubat krizi eleştirilmemiştir. Keza AB, 28 Şubat’tan on ay sonra, 
16 Ocak 1998 tarihinde Refah Partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından “laiklik karşıtı odak” olma gerekçesiyle kapatılmasında da net bir tavır almamıştır. 
107 Refahyol Koalisyon Hükümetinin Programı için Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP54.htm 
108 “Seçil ÖZYANIK, “Refahyol Hükümetinin Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2005, s. 27” içinde Gencer Özcan, 
“Yalan Dünyaya Sanal Politikalar”, Onbir Aylık Saltanat, 1. baskı, der. Gencer Özcan, İstanbul, Boyut Kitapları, 1998, s.181. 
109 Sonradan Kazım Üstüner de bu gensoru önergesine katılmıştır. 
110 Önerge metinleri için Bkz. 
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c011/tbmm20011004.pdf,  (Erişim Tarihi: 06 Eylül 2012), ss. 272-276 ve 
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c011/tbmm20011005.pdf,  (Erişim Tarihi: 07 Eylül 2012), ss. 349-350. 
111 http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c011/tbmm20011004.pdf, s.272. 
112 http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c011/tbmm20011004.pdf, s.275. 
113 A.g.k., ss. 94-95 
114 A.g.k., s. 93. 
115 A.g.k., s. 430-433. 
116 Financial Times Gazetesi’nde, bu gezinin ABD’yi “ Çileden Çıkardığını ” ve ABD’nin Türkiye’den diplomatik desteğini çekmesinin söz konusu olduğunu ifade 
edilmiştir. 14 Ağustos 1996 tarihli Hürriyet Gazetesinde bu durum “ 70 Yıllık imajımız güme gidiyor ” şeklinde değerlendirilmiştir. 
117 7 Ekim tarihli Hürriyet Gazetesinde “ Küstah Libyalının sözlerini başını tavana çevirerek dinleyen Erbakan, hiç tepki göstermedi ” yorumu yapılmış; 
Milliyet Gazetesinde ise “ Libya faciası ” manşeti atılmıştır. Zaman Gazetesi başyazarı Fehmi Koru “ REFAHYOL Hükümeti en büyük darbeyi çölün ortasında 
kurulu bir çadırda, gözlerini sağa sola kaçırarak konuşan ,diplomasi kurallarını tanımayan Kaddafi’den aldı ” yorumunu yapmıştır. 
118 Görüşme tutanakları için Bkz. 
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c012/tbmm20012008.pdf, (Erişim Tarihi: 7 Eylül 2012), s. 119-120. 
119 Hakan AKPINAR, 28 Şubat “Postmodern” Darbenin Öyküsü, Ümit Yayıncılık, Ankara, 2001, s.103. 
120 Ayrıca bkz. Hüseyin GÜLERCE’ye ilişkin 15/10/2012 tarihli Tutanak. 
121 Çağrı Erhan ve Ömer Kürkçüoğlu, “İsrail’le İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt II, 9.baskı, der. 
Baskın Oran, İstanbul: İletişim, 2004, s.571. 
122 Çağrı Erhan ve Ömer Kürkçüoğlu, s. 572. 
123 Çağrı Erhan ve Ömer Kürkçüoğlu, s. 574. 
124 Hakan Akpınar, 28 Şubat Postmodern Darbesinin Öyküsü, Birharf Yayınları, İstanbul 2006, s.140-141 
125 Görüşme tutanakları için Bkz. 
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d20/c012/tbmm20012008.pdf, (Erişim Tarihi: 7 Eylül 2012), s. 65-132. 
126 A.g.k., s. 84. 


***