ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 2
Askerler Refah'ı Destekledi mi?
BİRİNCİ soru, Suriye'nin PKK'ya destek veren bir ülke olduğu ve su konusunda da sürekli sorunlar çıkardığı şeklinde cevap veren Türk tarafı Refah Partisi konusunda ise oldukça ilginç, adeta bir RP iktidarından yana oldukları izlenimini veren bir üslupla, Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğunu, iktidara gelecek partiyle Anayasa'da belirtilen kavramların değiştirilmesinin mümkün olmayacağı nı, dolayısıyla endişenin yersiz olduğunu belirtiyordu. Olayın dikkat çeken tarafı bu görüşmelerden kısa bir süre sonra da RP'nin DYP ile bir koalisyon kurmuş olmasıydı. Ancak endişelerin yersiz olduğunu söyleyenler -ki bunu söyleyen Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir'di- kısa bir süre sonra RP'nin PKK'dan bile daha tehlikeli olduğunu ifade edecek ve Türkiye birçok kez darbenin eşiğine gelecekti. İsrail'e RP konusunda teminat veren Çevik Bir, kısa bir süresonra Amerika'daki bir konuşması sırasında Sincan'da yürüyen tanklarla ilgili olarak "demokrasi"de balans ayarı yaptık diyecekti. O halde bu çelişki
ne anlama geliyordu?
Aslına bakılırsa askerlerin RP'nin iktidara gelmesi için herhangi bir çaba sarfettiği söylenemezdi. Buna gerek de yoktu. Çünkü kamuoyu araştırmaları zaten RP'nin sandıktan oldukça güçlü bir şekilde çıkacağını gösteriyordu. Ancak tüm bunlardan daha da önemlisi askerlerin bir RP iktidarını engellemek için hiç
birşey yapmamış oluşlarıydı. Bir iddiaya göre bazı askerler bundan maksimum fayda elde edebileceklerini çok iyi biliyorlardı.
Bu iddiaya göre ordu içerisinde bir kanat ciddi denebilecek bir darbe eğilimi içerisindeydi ve bu kanat 1987 yılından bu yana ordu içerisinde hızlı bir şekilde örgütleniyordu. 1987 yılında Özal'ın, dönemin Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ Paşa'nın 2000 planını bozmasıyla birlikte ordudaki taşlar oynamış ve
ordudaki darbe geleneğine ciddi bir "darbe" vurulmuştu.
Bu plana göre 2000 yılına kadar kimin Genelkurmay Başkanı olacağı belirlenmiş ti. Yine iddialara göre Üruğ ekibi olarak bilinen bu oluşum kökenlerini "Yön" hareketinden alıyordu. Ancak Özal kliğinin 1990'ların başında yavaş yavaş güçten düşmesi ve Özal'ın 1993 yılında vefat etmesiyle birlikte, Üruğ ekibi
daha güçlü bir şekilde TSK'nin kilit noktalarını ele geçiriyor ve hatta komuta kademesinde temsil edilmeye başlanıyorlardı.
Bütün personel daire başkanlıkları ve hareket başkanlıklarında etkin hale gelen bu ekip, kısa bir süre sonra kendi görüşlerinde olmayan subayları tasfiye etmekte gecikmeyecekti. Kimine "gerici", kimine "faşist" kimine de "Amerikancı" diyerek "Korgeneral" rütbesinde bile bazı isimleri tasfiye etmekten çekinmeyen bu ekip İsrail'le ilişkilerin de başını çekiyordu. Bir iddiaya göre İsrail'in RP ile ilgili sorusu bu yüzdendi ve bu doğrultuda RP, Türkiye'de çok iyi bir darbe gerekçesi olabilirdi.
Diğer taraftan yine iddialara göre bu ekip içerisinde PKK ile ilgili olarak son derece farklı düşünenler de bulunuyordu.
Özal ağzına aldığında yoğun eleştirilere sebep olan federasyon, Kürtlere kültürel hak ve özgürlükler gibi sözler bu ekip tarafından artık açıkça ifade edilmeye başlanıyordu. Milli Güvenlik Kurulu'nda bu yüzden MİT ile askerler arasında ülke için tehdit değerlendirmesi konusunda bazı fikir ayrılıkları ortaya çıkıyordu.
MİT'e göre PKK hâlâ l. tehdit olmaya devam ederken, Genelkurmay yetkililerine göre ise irtica artık PKK'nın yerini alıyordu. Nitekim Hanefi Avcı da 5 Temmuz 1997'de 32. Gün programında üst düzey bir askerî yetkiliyle APO arasında ilginç bir telefon görüşmesi geçtiğini belirtiyordu. Sözkonusu telefon konuşmasına göre üst düzey askerî yetkili APO'ya şöyle diyordu: " Siz bir müddet sesinizi çıkarmayın, sizinle sonra ilgileneceğiz..."
RP'nin kafasında ise kendisini ABD'ye göbek bağı ile bağlı olmayan bir Türkiye yaratmak düşüncesi bulunuyordu. Dolayısıyla RP iktidarının yaratacağı bu psikolojik farklılık ABD tarafında "Ankara"nın kafasını kızdırmama düşüncesinin etkin olmasıyla sonuçlanacaktı. Nitekim RP'nin iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra da Erbakan; İran, Pakistan, Malezya, Endenozya ve Singapur'u kapsayan Müslüman ağırlıklı "Doğu Seferi" ile Türkiye'nin seçeneklerinin çok fazla olduğunu ABD'ye hissettirecekti.
Dahası, Refah Partisi'nin iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra yapılan Çekiç Güç oylaması öncesinde, ABD, Ankara'nın yıllardır kulak tıkadığı bazı taleplerine bu kez tepki gösteremeyecek ve Irak'la ticareti mümkün kılan BM kararının uygulamaya konmasını kabul edecekti. Bundan da önemlisi, Çekiç Güç'ün
süresinin uzaması için, Türk tarafınca daha önceleri istenen fakat geri çevrilen bazı Çekiç Güç düzenlemelerine onay verecek ve Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti'ne öncülük etmeyeceğini deklare ederek taahhüt altına girecekti. Bazı askerler için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Hem Çekiç Güç gitmiş
olacak, hem muhtemel bir darbe girişimde ABD'nin desteği alınabilecekti...
Bir taşla iki kuş...
PKK, Anlaşmanın Merkezinde.
İŞİN ilginç tarafı yapılan görüşmeler boyunca Türk tarafı gerek PKK, gerekse diğer sorunlar dolayısıyla sürekli şikayetçi pozisyona düşerken bölgedeki geçmişi 50 yılı bulmayan İsrail ise şikayetleri dinleyen ağabey gibi davranıyordu.
Orgeneral Çevik Bir, görüşme sırasında bir ara söz alıyor ve Suriye İstihbaratının İsrail gizli servisine angaje olduğunu bildiklerini söylüyordu. Bu tarihi sözün anlamı ne olabilirdi? Acaba Suriye İstihbaratı, kontrolüne girecek kadar MOSSAD'A mı kilitlenmişti ve bu yüzden Suriye olayları MOSSAD'ın istediği
gibi mi görüyordu?
İsrail tarafı Orgeneral Çevik Bir'in bu sözlerine cevap vermedi. Oysa Ortadoğu'da kurgulanmak istenen bir çok şey belki de bu cümlede gizliydi.
Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz ise anlaşmayla ilgili kamuoyunda oluşan tepkiden ötürü bu anlaşmayı uygulamadan kaldırabileceklerini söylüyordu. RP'li Abdullah Gül ise, 2 Hazİran 1996 tarihinde El-Hayat gazetesinde yeralan söyle- şisinde Başbakan Yılmaz'ın bile bu anlaşmadan rahatsızlık duyduğunu
belirterek Refah Partisi'nin iktidara gelmesiyle birlikte bu anlaşmaya son verileceğini kaydediyordu:
"Bu anlaşmanın benzerleri bazı Arap ülkeleri ile yapılmış olsa da İsrail ile gerçekleştirilen bu anlaşmayı kesinlikle iptal edeceğiz. Bu anlaşmanın iptal edilmesi halinde Türk ordusunun herhangi bir müdahalede bulunacağını sanmıyoruz. Ordunun rolü büyük ölçüde değişmiştir. Hükümet güçlü ise ordu da ona uyacaktır."
Sözkonusu anlaşmadan birkaç ay sonra REFAH-YOL Hükümeti kurulmuş ve kısa süre sonra da Hükümetlin çok güçlü olmadığı, Türk Ordusu'nun da rolünün değişmediği anlaşılmıştı. İşin garip tarafı, Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihine bakıldığında Türkiye'nin son derece temkinli bir politika izlediği anlaşılacaktı. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler'de Filistin'in bölünmesine karşı çıkmış, daha sonra Batılı devletlerin güvencesinde İsrail Devleti'ni tanımıştı. Türkiye'nin İsrail'i tanımasının bir başka sebebi de Sovyetler Birliği'ydi. Sovyetler Birliği, kendi topraklarında yaşayan Musevilerin İsrail'e göç edeceği düşüncesiyle İsrail'in kurulmasını destekliyordu. Türkiye Rusya'yı
karşısına almak istemiyordu.
1950'de, Demokrat Parti döneminde Türkiye İsrail'le bir ticaret anlaşması imzaladıysa da bu çok fazla uzun sürmeyecekti.
1967 Arap-İsrail savaşları sırasında Türkiye, İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesini isteyebilmişti.
Dahası, 1970'li yıllarda Türkiye, Birleşmiş Milletler'de daima İsrail'e karşı Arapları destekliyordu. Örneğin 1975 yılında Türkiye Siyonizmi ırkçılık olarak tanımlayan ülkeler arasında yer alabilmiş-ti. Aynı yıl Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü'nü, Filistin'i temsil eden örgüt olarak kabul etmişti. 1976 yılında Türkiye, İslam Konferansı Örgütü'nün bir üyesi olmuş ve ilişkilerinde hep Araplar'ın tarafında olmaya dikkat etmişti.
1988 yılında Filistin'in yurtdışında bulunan parlamentosu tarafından Filistin Devleti'nin kuruluşu ilan edilmiş ve Türkiye bu devleti tanıyan ülkeler arasında yeralmayı yeğlemişti. Tüm bu süreç boyunca Türkiye ile İsrail arasında dostane ilişkiler de yaşanmıştı. Örneğin 1958 yılında Irak'ta meydana gelen ihtilalden kaçan Iraklı Musevilere Türkiye kapılarını açmış ve Türkiye üzerinden İsrail'e kaçmaları konusunda da yardımcı olmuştu. Ancak Türkiye hiçbir zaman dengeli ve temkinli politikasından ödün vermemişti. Körfez Savaşı'yla birlikte bütün taşlar dağılmış, yepyeni bir tablo ortaya çıkmıştı.
Tarih Ya da Düşünce Kimyasının Yarattığı En tehlikeli Ürün
PAUL VALERY denemelerinin birinde, tarih için düşünce kimyasının yarattığı en tehlikeli oyun diyordu.
Tarih disiplininin içerdiği muhtemel tehlikelerden birisi de tarihsel verilerin özel bir ayıklanmaya tâbi tutularak, kimi zaman istenmeyen bölümlerin çıkartılması kimi zaman da olgulara yeni bir anlam yükleme cambazlığıyla yeni bir anlam yaratma iddiası kazanmasiydi. Bu yüzden Hanneh Arendt'in de dediği gibi, tarih yazıcısı; sağduyunun artık hiçbir modern olaya uymayan, basmakalıplaşmış, değerini kaybetmiş kuralları ile ideolojik çılgın iddiaları arasında yolunu bulmak zorundaydı. O halde bize belgeler gerekecekti: Resmî mühür ve imza...
İkinci Bölüm
ABD'NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE İSRAİL
TED GALEN CARPENTER, Foreign Policy dergisinin 91-92 kış sayısında şöyle diyordu: (Ted Galen Carpenter, "The New World Disorder", Foreign Policy, 85
Winter 1991-1992; sh. 24-39)
"Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra, üstelik son yıllarda ortaya çıkan yeni güç odaklarına rağmen dünyadaki en büyük askerî gücü ve bu gücü kullanma iradesini elinde tutan en büyük devlet olarak, ABD'nin kaldığı görülüyor. Bu durum bazılarına bugün tek süper devletli bir dünyada yaşadığımızı, artık
dünyanın tek polisinin Birleşik Amerika olduğunu ileri sürmek olanağını veriyor."
Gerçekten de ABD'nin Sovyet vetosundan kurtulmasıyla birlikte, Birleşmiş Milletler içinde büyük bir etkinlik kazanması ve bu sayede Irak ve Libya karşısında uluslararası toplumu peşinden sürüklemeyi başarması, bu şekilde düşünenleri haklı çıkaran kanıtlardı. Nitekim 1992 yılında hazırladığı son derece
önemli bir raporda Pentagon (The New York Times, 8 Mart 1992), ABD'nin hiçbir devlet ya da kuruluşla yetki ve güç paylaşımına gitmeden dünya barış ve güvenliğini korumak için, kollarını sıvamasını istiyordu. 8 Mart 1992 tarihinde The New York Times gazetesine sızan ve büyük tartışmalara yol açan
"Tek Süper Devletli Dünya Raporu" adlı bu raporda, Amerikan dış ve savunma politikasının bundan böyle tek amacı şu şekilde belirtiliyordu:
"Batı Avrupa'daki, Asya'daki ya da eski Sovyetler Birli-ği'ndeki devletlerden hiçbirinin Birleşik Amerika'nın karşısına dikilecek, ona kafa tutacak güce erişmesine izin vermemek..." Başka bir deyişle ABD egemenliğinde tek süper devletli bir dünya kurmak ve bu dünyanın devamını sağlamak... Raporu
hazırlayanlara göre bu amaçla ABD kendisine karşıt olabilecek devletleri uluslararası alanda daha büyük roller yüklemeye heveslenmekten, kendisinin ve dostlarının çıkarlarını korumak için onları saldırgan politikalar izlemeye, çekirdekli silahlar edinmeye kalkışmaktan caydıracak kadar büyük bir gücü her
zaman elinde tutmalıydı."
Ortadoğu: Egemenliğin Yolu
BUNUN DA yolu kuşkusuz Ortadoğu'dan geçiyordu. Çünkü Türkiye'nin de içinde bulunduğu Ortadoğu bölgesi üç kıtanın birleşmesinden kaynaklanan jeostratejik öneminin yanısıra, dünyanın şu anki petrol rezervlerinin yüzde 65,7'sini (yani üçte ikisini) barındırması nedeniyle büyük bir ekonomik öneme sahipti.
(Baskın Oran, Kalkık Horoz, sh. 19)
Hangi anlamda ele alınırsa alınsın, Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika arasında bir köprü durumundaydı ve bu üç kıtaya açılan bir kapı, eski dünyanın ortası, kalbi olma niteliğini her zaman koruyacaktı. Kıtalar arasındaki bu merkezî konumundan ötürü tarih boyunca çeşitli yönlerden gelen göçlerin geçit yeri ve
tarihin ilk devirlerinden bu yana insanlığın kaderini belirleyen uygarlıkların beşiği olmuştu. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti'ni parçalayan sömürgeci güçlerin bölgedeki denetimleri İkinci Dünya Savaşı'na kadar sürdü. Savaştan sonra bölgede dengeler değişmişti, Filistin'de kurulan İsrail Devleti'nin
izlediği Siyonist politika, (Ortadoğu Barış Süreci ve Türkiye Üzerine Etkileri, Genelkurmay Başkanlığı, Harb Akademileri Komutanlığı) bölgenin duyarlı dengesini bozuyordu. Yöredeki eski etkinliklerini kaybeden İngiltere ve Fransa yerine ABD, İsrail Devleti'nin destekçisi olarak önemli roller üstleniyordu.
Bu tehlikeli ikilinin bölgedeki etkinliği artarken bölgeye, kan ve nefret kelimeleri hakim oluyordu.
Hava Kuvvetleri'nde görevli Albay Mehmet Kocaoğlu'na göre, Ortadoğu petrollerinin ABD ve Batı pazarlarına akışının kesintisiz devam etmesi bir ABD reel politiğiydi ve bölgenin jeostratejik konumu ve sahip olduğu zengin petrol rezervlerinden dolayı Ortadoğu, özellikle Körfez Bölgesi ve çevresi ABD millî
güvenliği ile ilişkili bir hale gelmişti.
Albay Mehmet Kocaoğlu şöyle diyordu:
"Tarihsel süreç incelendiğinde görülecektir ki, dünyada hiçbir bölge Ortadoğu kadar yoğun bir bölge olmamıştır. Sanayileşme sonucu, petrolün son derece önemli bir nitelik kazanması ve bu maddenin de Ortadoğu'da bulunmasından ötürü, sadece bölge içi ülke ve güçlerin değil, bölge dışı emperyalist güçlerin
çıkar ve nüfuz mücadelesi alanı haline dönüşmüştür. 1990'da Kuveyt'in Irak tarafından işgali ile başlayan Körfez Krizi ve 1991 Körfez Savaşı, Ortadoğu petrolleri üzerinde sürdürülen nüfuz kurma mücadelesinin tipik ve en çarpıcı özelliğini oluşturmaktadır."
Amerikan-Sovyet çatışması bitmiş ve Körfez Savaşı ile Amerikan egemenliği bölgede tescil edilir edilmez, Amerika ve İsrail bölgede yeni bir Ortadoğu resmi çizmişti. Batı dünyası tarafından onaylanmakta gecikilmeyen bu resme göre Ortadoğu, Soğuk Savaş'ın hemen ardından yeni bir "iki kutuplu" sisteme oturmuştu. Bir yanda Amerika'nın uzaktan koordine ettiği ve İsrail'in başını çektiği Ürdün, Arafat'ın FKÖ'sü, Mısır ve Muhafazakar Arap monarşilerinden oluşan bir 'barış cephesi', diğer taraftan da İran, Suriye ve Bağdat'taki Saddam rejiminden ve iki ülke tarafından desteklenen direniş örgütleri... (Türkiye İçin Milli Strateji, Harun Yahya, sh. 11) İşte böyle bir cepheleşmede Türkiye'nin yeri nerede olacaktı? Amerika ve İsrail Türkiye'nin en hassas noktasının PKK terörü olduğunu biliyor ve Türkiye'yi kalbinden vuruyordu. Genel kanı ABD-İSRAİL
ikilisinin, bölgedeki terörün aynı merkezden yani Şam'dan yönetildiği, dolayısıyla bölgedeki bütün terör hareketlerine karşı ortak hareket etmeleri gerektiği düşüncesini Türkiye'ye dayattığı ve Türkiye'nin de bu fikre sıcak baktığı ve bu yüzden bu ikili ile işbirliğine girdiği şeklindeydi. Yani Türkiye'ye, PKK'nın da,
İsrail karşıtı direniş hareketlerinin de aynı merkezden yönlendirildiği, dolayısıyla birlikte mücadele edilmesi gerektiği söyleniyordu.
Durum gerçekten böyle miydi? Türkiye'nin yaklaşık 20 yıldır en büyük baş belası olan PKK gerçekten Şam'dan mı idare ediliyordu? Yoksa bu bir illüzyondan başka bir şey değil miydi? Çünkü biz biliyorduk ki... İsrail PKK'yı Destekli(yor)du
YILLAR önceydi. Ankara'da terörle mücadeleden sorumlu üst düzey bir emniyet yetkilisi, ismini ve görev yaptığı birimi açıklamayan bir başka üst düzey istihbarat yetkilisi ile ayrılıkçı Kürt hareketi üzerine konuştuğumuzda, Türkiye'nin en yakın müttefiki olarak bildiği ülkelerin PKK'ya en büyük desteği verdiğini
söylediklerinde oldukça şaşırmıştım. Bu tür şeyleri her zaman duyar ve yazardık. Ancak bu sözlerin devletin en önemli aygıtlarından birini yönetmekle görevlendirilmiş biri tarafından söylenmesi Türkiye'nin içine düştüğü acziyeti gösteriyordu. Dahası Abdullah Öcalan'ın Suriye üzerinden İsrail'in kontrolüne girmiş olabileceğini söylediklerinde daha da şaşırmıştım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ya her şeyi biliyor ancak çaresizlikten hiçbir şey yapamıyordu ya da koskoca bir yalanı yaşıyordu.
İki yıl içerisinde 20'ye yakın anlaşma imzaladığı İsrail yoksa PKK'nın yıllarca can damarı mı olmuştu?
Neredeyse yarım yüz yıl boyunca yakınında durmak için didindiğimiz ABD, PKK'nın en büyük destekçisi miydi? Tüm bunlar ne anlama geliyordu? Bu sorulara tam olarak yanıt vermek zordu ancak bildiğimiz bir şey vardı ki; o da, ifade edilmekten çoğunlukla korkulan ve çekinilen ileride değineceğimiz "evet"
cevabının birçok kez Türk Devleti'nin resmî belgelerinde yer aldığıydı. Genelkurmay Başkanlığı tarafından farklı tarihlerde hazırlanan raporlar, ABD'nin bölgede apaçık bir Kürt devletinin kurulması için yoğun çaba sarfettiğini gözler önüne seriyordu. Bu belgeler aynı zamanda ABD ile Türkiye arasında yaşanan adı konmamış gizli bir savaşın ipuçlarını da veriyordu. Ama ismini açıklamayan üst düzey istihbarat yetkilisi tam odadan çıkarken kulağıma eğilerek şöyle dedi:
"PKK'YI DAĞDA DEĞİL BURADA ARA. ANKARA'DA... BU SÖZÜN NE
ANLAMA GELDİĞİNİ BİR GÜN ANLAYACAKSIN..."
Bu sözün anlamını uzun bir süre anlayamadım. Ta ki Hanefi Avcı 32. Gün programında "devlet içerisinde bir grubun APO ile işbirliği içerisinde olduğu"nu söyleyene kadar...
İsrail, Genelkurmay Belgelerinde
İŞİN daha da ilginç tarafı Genelkurmay Başkanlığı tarafından .....hazırlanan "Güneydoğu Anadolu'da Devam Etmekte Olan Bölücü Hareketin Gelecekteki Muhtemel Seyri ve Türkiye'nin Bütünlüğüne Etkileri" adlı dokümanda İsrail, PKK'yı ulusal çıkarları dolayısıyla destekleyen ülkelerin başında geliyordu.
Dokümanın birçok yerinde ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler üstü kapalı olarak "bazı gelişmiş Batı ülkeleri" şeklinde geçiyordu. Oysa Türk kamuoyunda bilinen, bundan çok farklıydı, PKK'nın özellikle Iran ve Suriye tarafından desteklendiği vurgulanıyor ve Türkiye birçok kez bu ülkelerle çok ciddi sorunlar
yaşıyordu. Gerçi bu iki ülke her ne kadar PKK'ya açık destek vermese de, PKK'nın bu ülkelerde kamp imkanlarına sahip olduğu biliniyordu. Ama PKK'nın bu ülkeler tarafından yönlendirildiği, kullanıldığı anlamına gelmiyordu.
Türkiye ile İsrail arasında yaşanan bu yakınlaşmanın mihenk taşını Suriye oluşturuyordu ve her iki ülkenin de Suriye ile ciddi sorunları bulunuyordu. Dolayısıyla "düşmanımın düşmanı dostumdur" mantığıyla hareket
edildiğinden doğal bir ittifak ortaya çıkıyordu. Ankara'dan bakıldığında şöyle gözüküyordu tablo: Suriye, Türkiye'nin stratejik düşmanıydı. İki ülke arasındaki ihtilaf konulan, öncelikle Fırat-Dicle sularının paylaşım sorunu ve Suriye'nin Hatay üzerindeki emelleriydi. Suriye bu yüzden PKK'yı destekliyordu. Kudüs'ten
bakıldığında ise Suriye, İsrail ile iki kez savaşmış son derece stratejik bir düşmandı, İsrail Golan tepelerini geri vermedikçe, Suriye'nin stratejik düşmanı olarak kalmaya devam edecekti. Dolayısıyla Suriye Lübnan'daki İsrail karşıtı hareketlere İran'la birlikte planlı bir şekilde destek verecekti. O halde
Türkiye'nin Suriye ile sorunları ve Suriye'nin İsrail ile olan sorunları arasında nitelik olarak derin farklar bulunuyordu. Bu yüzden bu iki farklı terörden birinin ortadan kaldırılması doğal olarak diğerinin de ortadan kalkması anlamına gelmiyordu. Nitekim Mehmet Ali Bİrand, 30 Ocak 1996 tarihli yazısında
şöyle diyordu: "Suriyeli yetkililer ile yaptığım görüşmelerde duyduklarımı, sonradan Washington ve Ankara'dan doğrulatınca hayretler içinde kaldım. Zira Suriye- İsrail barış görüşmelerinde "PKK" konusu çıkarılmış. Görüşmelerden yine Suriye'nin terör örgütlerine verdiği desteğin bitmesi ele alınıyor ancak PKK yok.
Barış sürecinde sadece İsrail tarafından terör örgütü olarak adlandırılan Filistin Kurtuluş Örgütleri'nin hesaba katılması kararlaştırılmış."
Cengiz Çandar ise 23 Nisan 1996 tarihli yazısında şöyle diyordu: "Sizin terörizminiz İsrail açısından hiç öncelikli değil. İsrailli yetkililer, bizimkilerin anlattıklarının aksine, PKK konusunda tavır almalarının niçin mümkün olmadığını açıkladılar uzun uzun."
Suriye İllüzyonu
TÜRKİYE'NİN Suriye ile sorunlarını sağlıklı bir gözle, özellikle Türk Genel kurmayı'nın hazırlamış olduğu raporlar ışığında incelediğimizde kitabımızın başında belirttiğimiz, Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'in, İsrail Genelkurmay Başkan Yardımcısı Tümgeneral Matan Vilnai, Genelkurmay Başkanı Korgeneral
Ammon Lipkin Shakak ve Savunma Bakanlığı Genel Direktörü David İvry ile yapmış olduğu görüşmeler sırasında söylemiş olduğu "Suriye İstihbaratı'nın, İsrail'e angaje olduğunu biliyoruz" sözü daha da bir anlam kazanıyordu.
1996 Mart'ında P.Kur.Yb. Mehmet İlhan Ünver tarafından hazırlanan, "Ortadoğu Barış Süreci ve Türkiye Üzerine Etkileri" adlı dokümanda Türkiye'nin Suriye ile arasında çok sık gündeme getirilen Hatay sorununun aslında kimler tarafından gündeme getirilmek istendiğini çok açık gösteriyordu.
Bu dokümana göre İsrail, Suriye'nin üçe bölünmesini istiyordu. Fakat İsrail'in bu projesi Türkiye'yi de tehdit ediyordu. Çünkü bu projeye göre Hatay da üçe bölünmüş Suriye'nin Şii-Alevi bölümünde yer alıyordu. İşin ilginç tarafı Hatay sorunu hep Batı kamuoyu tarafından ya da CIA kaynaklı bazı kuruluşlar
tarafından ısıtılıyordu. En son 1.6.1994 tarihinde Washington'da Amerikan Barış Enstütüsü'nde, eski CIA şefleri tarafından yeniden gündeme getiriliyor ve Suriye'nin Hatay yarası kaşınmak isteniyordu. Söz konusu askerî dokümanda aynen şu ifadeler yeralıyordu:
"Sağlık durumu iyi olmayan Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad'ın ölümünden sonra ülkede karışıklıklar çıkabilir. Bu durumda ortaya çıkacak istikrarsızlıktan yararlanacak bazı güçler, Suriye'yi bölme planını yürürlüğe koyabilirler. Bu plana göre İsrail'in tasarladığı Suriye şöyledir: 'Suriye etnik ve dinî yapısına uygun olarak çeşitli devletlere ayrışacaktır. Kıyıda bir Şii-Alevi devleti, Şam'da buna düşman bir başka Sünni devleti, Havran-Kuzey Ürdün-Golan bölgesinde de bir Dürzi devleti. Bu yapı, barış ve güvenliğimizin garantisi olacaktır ve bu hedef erişebileceğimiz kadar yakındır.' Suriye'de meydana gelebilecek bir kargaşa ortamı ve bölünme, Türkiye üzerinde olumsuz etkiler yapabilecektir. Suriye'nin istikrarının korunmasının Türkiye'nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir."
Görüldüğü gibi Suriye'nin kendi çıkarınaymış gibi mücadele ettiği Hatay meselesi aslında İsrail'in çıkarlarına hizmet ediyordu. Su konusunda da aynı şeygeçerliydi. İsrail bir taraftan Türkiye'ye yakınlaşırken diğer taraftan Fırat-Dicle sularının paylaşılması konusunda da Suriye'yi destekliyordu. P.Kur.Yb. Mehmet İlhan Ünver, İsrail'in " Su" politikasıyla ilgili olarak da şunları söylüyordu:
"Su konusunda İsrail'in üzerinde fazlaca durmamızın nedeni, bu ülkenin, hem Ortadoğu'nun su konusunda sorunlu bölgesindeki en güçlü ve "suçlu" ülke olması, hem de ABD ve Batı Avrupa ülkeleri üzerinde büyük etkiye sahip olmasıdır.
İsrail'in suyun temininde gösterdiği maharet, su sorununa bulunacak çözüm konusunda da devam etmektedir. Ortadoğu'da özellikle Türkiye'ye yönelik hasmane düşüncelere bazı İsrailli yetkililerin görüşleri temel teşkil etmektedir.
O halde Türkiye'nin İsrail'e yakınlaşmasının Türkiye'nin çıkarına olduğu iddia edilen gerekçeler hiç de gerçekçi gözükmüyordu. Diğer taraftan anlaşmanın İsrail'in bölgedeki Kürt hareketlerini, -özellikle PKK'yı- desteklediği Türk tarafınca somut olarak bilinmesine rağmen yapılması, olayı daha da anlaşılmaz
kılıyordu."
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***