Abdullah Öcalan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdullah Öcalan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Aralık 2020 Perşembe

PKK nın Kuruluşu,

 PKK nın Kuruluşu,

PKK Kuruluşu, Cem Ersever, Abdullah ÖCALAN, M. Celal BUCAK, AYDINLIK Gazetesi,


Cem Ersever 

    PKK'nın Ankara çıkışlı ilk öncüleriyle, bu öncülerin Doğu ve Güneydoğudaki 
çalışanlarının gözdeleri olan bazı elemanların katıldığı bir toplantı Diyarbakır 
ili Lice ilçesi Fis köyünde 27 KASIM 1978 tarihinde yapılır. Bu toplanma bilinen 
anlamda bir toplantı değildir. Yani partinin kuruluşu için hazır bulunanların 
çeşitli konulardaki görüşlerini dile getirdikleri bir kuruluş kongresi değildir. 
Tamamen Abdullah ÖCALAN'ın kafasında tasarlanan bir eğitim çalışması 
niteliğindedir. Zaten Abdullah ÖCALAN bu anlayışını hala sürdürmektedir. 

Bu güne kadar yapılan PKK'nın tüm kongre, konferans ve toplantılarının özü ve biçimi bu ilk toplantının hep kopyası olagelmiştir. Fis Köyündeki toplantı PKK tarafından örgütün 1. Kongresi olarak kabul edilmektedir. Bu kongrede 7 kişilik bir yürütme komitesi seçilir. Merkez Komite üyeleri ise resmen belirlenmez fakat, toplantıya katılan herkese "Siz merkez komitesi üyesi olabilirsiniz" denir. Bu da Apo'nun özendirme ve çalıştırma taktiklerinden birisidir. Bu toplantıda Apo kendisini kurulan partinin genel sekreteri olarak ilan eder.

Alınan ilk karar toplantının gizli tutulmasıdır. Partinin kurulduğu kesinlikle 
gizli tutulacaktır ve partinin bölge komiteleri ilk etapta inşa edilmeye 
başlanacaktır. Bu amaçla toplantıya katılanlar partinin bölge komitelerini 
kurmak üzere bölgelere dağılırlar. Bölge komitelerinin kuruluşunda bütün ileri 
düzeydeki kadrolara görevler verilir ve herkesten derhal işiyle, okuluyla ve en 
önemlisi aileleriyle bağlarını koparmaları istenir.

Bu anlayış giderek yaygınlaştırılır, ilişkide bulunan herkesten işini gücünü 
bırakıp örgüt faaliyetlerine katılması istenir. Aslında ilişki koparma temelinde 
bir tuzak dayatılmaktadır. Militanlardan istenen örgüt faaliyeti, propagandadan 
ziyade askeri eylem biçimleridir. Bir yandan kurulan partinin alt örgütlemeleri 
oluşturulurken, esas olarak da yoğun bir eylem programı hazırlanmaktadır.
Eylem programlarında belirlenen hedefler şunlardır;

- Devlet güvenlik kuvvetleri ve bunların istihbarat kaynakları,
- Türk Milliyetçisi örgütler ve bunların önde gelen liderleri,
- Doğu ve Güneydoğudaki nüfuzlu ve popüler kişiler,
- Güneydoğulu milletvekilleri,
- Belediye başkanları,
- Aşiretlerin ileri gelenleri,

Sosyal şoven olarak isimlendirilen tüm sol örgütler ve özellikle;

- Halkın Kurtuluşu örgütü,
- Devrimci Halkın Birliği,
- Türkiye İşçi köylü Partisi,
- Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri,
- Özgürlük Yolu,
- Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları

    Böylece Abdullah ÖCALAN, bir bütün olarak Türkiye'deki sağcısından solcusuna; 

Kürtçüsünden tarafsızına kadar herkese karşı savaş ilan etmiştir. 

Sonuçta yalnız ideolojik olarak değil aynı zamanda siyaset alanında da ve esas olarak da eylem alanında "Bizden olmayan düşmandır" mantığını adamlarına hakim kılmaya çalışmıştır. Diğer yandan aile, akrabalık ve dostluk ilişkilerini de çizmiş olduğu mücadele metodu önünde " Ciddi ve tepelenmesi gereken" bir engel olarak görüyordu. Daha da önemlisi insanın doğuşundan var olan; biyolojik ve 
sosyo-psikolojik bir gerçek olan ayrı kişilikleri de kabul etmiyordu. 

Tek tip bir model dayatılmıştı. Bu modele uymayanlar çeşitli bahanelerle aşağılanıyor, bunaltılıyor du. Bir çok militan farklı olan kişiliklerini sanki öyle olmaması gerekiyormuş gibi kamufle etmek ya da gözden kaçırmak için her şeyi göze alıyorlardı. Kimisi de kendini suçlayıcı bir mektup bırakarak kayıplara karışıyor yani; kaçıyorlardı.

27 KASIM 1978 tarihinde kurulan PKK, varlığını 1979 yılı TEMMUZ ayında  Milletvekili Mehmet Celal BUCAK'a saldırarak ilan etti.

M. Celal BUCAK saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. Böylece PKK eylemleri Kırsal 
Kesim Eylemleri ve Şehir Eylemleri olmak üzere iki temel kola ayrılmış oldu.
Kırsal kesimlerdeki eylemlerin temel esprisi; birbirine düşman olan iki aşiret, 
kabile ve aileden birine yanaşarak ve onların desteğiyle diğerine saldırmaktı. 
HİLVAN'da bir aşirete dayanılarak SÜLEYMAN-LAR'a; SİVEREK'te gene bir aşirete 
dayanılarak BUCAK'lara saldırılmıştır. Bu aşiret olaylarında yüzlerce insan 
hayatını kaybetmiştir. Çatışmalar kısa sürede öyle bir hal almıştır ki, taraflar 
birbirinin kedisini köpeğini öldürür duruma gelmişlerdir. Öte yandan MARDIN'de 
bir kabilenin maddi olanaklarına dayanılarak KAHRAMAN'lara saldırılar 
yapılmıştır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu hadiselerin perde arkası 
kamuoyuna yansıtılmamıştır. Eğer bir gün ilgili kesimler bu hadiseleri gün 
yüzüne çıkarırlarsa ibret verici olaylar göreceğimiz kuşkusuzdur.

Abdullah ÖCALAN böyle bir taktiğe; bu kesimlerden kadro, savaşçı ve her türden 
eleman temin edebilmek için başvurmuştur. Bu arada her şeye rağmen oyuna 
gelmeyen kabile ve aileleri çatışma içine çekmek için bir takım provakatif 
eylemlere girişiliyordu, önceden yapılan plan gereği geceleri herhangi bir 
kabilenin evi taranıyor, birkaç gün sonra da gidip, "Size saldıran olmuş, sizi 
biz koruyacağız" denilerek oralara yerleşiliyordu. Yine bilindiği gibi 1979-1980 
yıllarında PKK militanları ile BATMAN ili civarındaki RAMAN aşireti arasında çatışmalar oluyordu.

PKK'lılar; civar köyleri daha aktif hale getirmek ve kullanabilmek için SUÇEKEN 
köyünde bir aileye bombalı paket göndererek bu ailenin katledilmesine sebep 
oluyor, ardından da SUÇEKEN köyünü RAMAN aşiretine karşı üs olarak kullanıyorlardı.

Şehirlerde ise tamamen"...." üslenilerek sendika, dernek vb. gibi açık hedef 
olabilecek yerlerde faaliyette bulunan diğer sağ-sol örgüt ve kuruluşlara karşı 
eylemler geliştiriliyordu.

NİZİP ilçesi ve benzeri yerlerde küçük imalathane sahiplerine mafya 
yöntemleriyle "ya malın ya canın" tazında bir üslup ile yaklaşılıyor işçi 
ücretleri üç-dört kat yükselttiriliyor, ardından da işçilere, "Aylıklarınızı biz 
yükselttik, fazla paraları bize aidat olarak ödeyeceksiniz" deniyordu. İşçilerin 
büyük bir kısmı bu yöntemle zoraki sempatizan durumuna getirilmişti. Otoritenin 
yokluğundan dolayı köyler, kabileler, aşiretler adeta koyun sürüsü gibi 
güdülüyor, silah zoruyla istedikleri her §ey yaptırılıyor, NİZİP'teki işçilere 
de aynı baskılar uygulanıyordu. Profesyonel, hayatta bir baltaya sap olamamış 
üç-beş serseri adeta NİZİP işçilerini, paralarını, evlerini ipotek altına 
almışlardı. Bu dönemdeki APOCU faaliyetin bu yönüyle de incelenmeye değer 
yönleri vardır. Araştırıldığında ibret verici belgeler ortaya çıkacaktır. 
Kendileri az ve bilinmeyen adamlar oldukları için hedef olmadıklarından 
istedikleri gibi gezip dolaşıyor ve istedikleri zamanda cinayet 
işleyebiliyorlardı. Bu halleriyle de savunmasız insanlarca beladan korunmak için 
sözü dinlenir kişiler oluyorlardı. Bir çok gerekçe ile sol örgütlere saldırıyor, 
solculukta kararlı olanların APOCU olmaları sağlanıyordu.
Kuruluş yıllarındaki PKK anlatılırken o zamanlar AYDINLIK Gazetesi ve çevresi ile olan çatışmalar hemen akla gelmektedir.

AYDINLIK Gazetesinin manşetlerinden PKK hiç inmiyordu. "PKK MİT'in organize 
ettiği bir örgüttür...", "Cani çeteler, PKKIı cellatlar...", "Kürt halkını 
birbirine düşürüyorlar..." gibi bir yığın başlık ve yorumlar yayınlanıyordu. PKK 
da Aydınlıkçılar; "İngiliz ajanı", "MİT ajanı", "Kemalizmin çanak yalayıcısı" 
şeklinde hitap ediyordu. PKK bu kişilere yalnız sözle değil eylemle de 
saldırıyor; yöne-ticilerini öldürüyor, AYDINLIK Gazetesinin Doğu ve 
Güneydoğu'daki dağıtımını engelliyor, bulduklarını yakıyorlardı.

Bugün Kürtçülük konusunda anlaşmazlıkları olmayan Abdullah ÖCALAN ve PDA'cılar neden o günlerde birbirlerinin can düşmanıydı?

Kim kime teslim olmuş veya uyum sağlamıştır bu bilinmez! Bu çelişkinin mutlaka 
bir cevabı olmalıdır. APO olsun onlar olsun, geçmişten günümüze politikalarında 
bir sapma olmadığını yayınlarında ve konuşmalarında iftiharla yineliyorlar. 
Ancak geçmişten günümüze bu değişiklikliğin nedeni merak konusudur.
PKK örgütü kurulup örgütlenmesine rağmen o yıllarda bir-iki istisna dışında hiç 
bir yayın faaliyetinde bulunmadan, hiçbir dergi çıkarmadan ve geniş anlamıyla 
hiçbir kitleye propaganda çalışması yapmadan eylemleriyle kamuoyunun gündemine gelip oturmuştur. Türkiye'de bu tür işler kolaydı ve bir serseri iki el ateş ederse kahraman oluyordu. Örnek olarak; PKK'nın birkaç militanı köyündeki evinde yemek başında oturan M. Celal BUCAK'a saldırdıktan sonra olay kamu oyunda geniş yankılar uyandırdı, oldukça büyük bir kesim bu saldırıyı ister istemez oturup tartıştı. M. Celal BUCAK milletvekiliydi ve hem de etkili bir Aşiretin  Lideriydi. 
Dolayısıyla sade vatandaşlar, özellikle yöre halkı böylesi kudretli bir adama saldırabilir cesareti gösteren insanların olağanüstü kişiler olabileceklerini düşünmeye başladılar. Türkiye'de ve özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki insanlarımızın düşünce yapısı üzülerek belirtelim ki böyledir. 

Onların toplumsal yaşamlarında M. Celal BUCAK gibileri erişilmesi mümkün olmayan insanlardır. PKK militanları da BUCAK eyleminin nedenini başta sempatizanlara olmak üzere yetişebildikleri tüm insanlara abartılı bir şekilde anlatmaya başladılar. Denildi ki; "...M. Celal BUCAK, TC. Sömürgecilerinin Kürdistan'daki en büyük dayanaklarından birisidir. TC. kürdistanda Celal BUCAK gibileri sayesinde ayakta duruyor, o bir baskı unsurudur. Halkımızın talebi, arzusu 
üzerine PKK ona saldırmış ve cezalandırmak istemiştir. 

Bundan sonra da Kürdistan da bu tür insanları kesinlikle yaşatmayacağız.." Eylem, PKK örgütünün olduğu her yerde günlerce, aylarca konuşuldu, propagandanın temel malzemesini teşkil etti. 

Böylesi eylemler sayesinde PKK çeşitli çevrelere gözdağı vererek, halka örgütün 
çok güçlü olduğu imajını veriyordu. O tarihlerdeki nüfusuyla 100-150 bin kişilik 
BATMAN'da en fazla 30 kadar kadrosu, 100 civarında sempatizanı, bu kadrolar ile 
sempatizanların aile ve akrabaları vardı. Aile ve akrabaların örgüt mensubu 
çocuklarına sahip çıkmaları, koruma ve kollamaları, onları barındırmaları günün 
koşullarına göre anormal bir durum değildi.

Durum böyle olduğu halde PKK yöneticileri her yerde, "Batman bizim elimizde, 
şehir bizden sorulur" diyorlardı. 30 kişilik profesyonel eylemci kadro, 
sempatizanlar ve ailelerinin de desteğiyle sürekli terör estirerek, sıradan 
vatandaşı sindirerek baskı altına alıyor, vatandaşlar; "Apocular BATMAN'ı işgal 
etmiştir, onlara karşı gelen canından olur" düşüncesine sahip olmuşlardı. 
Bölgede Apocuların etkin olduğu diğer şehirlerde de durum BATMAN'dan farklı 
değildi. Sadece kırsal kesimde durum biraz daha değişikti. Herhangi bir yöredeki 
silahlı PKK grubu dayandığı aşiret, kabile veya ailenin çocuklarını da yanma 
alarak, diğer aşiret, kabile veya aileye saldırıyor, saldın sonrası kendilerini 
barındıranların yanına gelerek yaptıkları eylemleri abartılı bir şekilde 
anlatıyor böylece o aşiret yada kabilenin tüm insanlarını etkilemeye 
çalışıyorlardı.

Bu silahlı gruplar giderek yöre insanları üzerinde, ister istemez korku 
temelinde oluşan bir otorite haline gelmişlerdi. Özetlersek; ne kadar eylem, o 
kadar propaganda ve ajitasyon ve ne kadar eylem o kadar otorite...
Bu dönemde PKK' nın üzerinde durmadığı yayın faaliyetinin istisnalarını ölen 
örgüt militanlarının afişleri, "Kürdistan Devriminin Yolu" isimli bir kitap ve 
4-5 tane de özel broşür teşkil ediyordu. "BÜLTEN" isimli PKK faaliyetlerini 
içeren dergi de ara sıra yayınlanıyordu. Bildiriler hariç diğer yayınlar 
kadrolara yönelikti, bu kitap ve broşürlerin başkasının eline geçmesi 
istenmiyordu. Gerekçe olarak da "Diğer örgütler bizim fikirlerimizi çalmasınlar" 
deniyordu. Ama gerçek neden bu olamazdı. Bu gizlemenin altında yatan gerçeği 
yalnız Abdullah ÖCALAN biliyordu.
 
 
www.aymavisi.org

***

23 Aralık 2020 Çarşamba

ABDULLAH ÖCALAN’IN DÜŞÜNCE VE KANAAT ÖZGÜRLÜĞÜ

ABDULLAH ÖCALAN’IN DÜŞÜNCE VE KANAAT ÖZGÜRLÜĞÜ


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 
23.07.2013 


Abdullah Öcalan, 21 Temmuz 2013 tarihinde BDP heyeti aracılığıyla çözüm sürecinin geleceği ve devamı için çok önemli açıklamalarda bulundu. Basın yayın organları daha çok Öcalan’ın “İmralı’da basın buluşmasıyla kamuoyunu doğrudan bilgilendirme” talebi ön plana çıkartılarak bu talep “İmralı’da basın toplantısı” şeklinde verilerek asıl verilmek istenen mesaj perdelenmek amaçlandı. Oysa Öcalan’ın açıklamasının özü “Türkiye’nin ortak çıkarlarına uygun adımların atılması” ve “Ortadoğu’daki  gelişmelerle ilgili olarak hükümetin hızlı hareket etmesi” ile ilgilidir. Bununla Öcalan,Türkiye’de genel demokratikleşmeye olan gerekliliği ortaya koyuyor.

Öcalan’ın “basınla buluşma” talebi şimdiye kadar avukat/devlet/BDP aracılığıyla çok kısıtlı ve parçalı bir şekilde devam eden bilgilendirme yöntemi yerine yeni bir yöntem öneriyor. Demokratik bir ülkede özgür ve tarafsız bir basının halkın ve kamuoyunun sesi olduğu gerçeğinden hareketle halka doğrudan doğruya ilişki geliştirmek istiyor. Burada önemli olan husus Öcalan’ın kendini ifade etmesinin yolunun açılmasıdır. Bu çeşitli şekillerde olabilir. Örneğin “düzenli olarak bir gazetede düşüncelerini yazabilir” Gazeteciler İmralı’ya giderek “söyleşi” yapabilir. Öcalan’ın kitaplarının serbestçe satılmasının yolu açılabilir. Kendisine eleştiri getiren kişilere cevap verme imkanı tanınabilir. Şunu da hiçbir zaman unutmamak gerekir: Öcalan bir siyasi/toplumsal kişilik olmakla birlikte aynı zamanda bir yazardır. Onlarca kitabı olan, sürekli okuyan, dünyadaki değişimi izleyen biridir. Onun kendi düşüncelerini yazmasının kendi bireysel ifade özgürlüğünden öte anlamlara sahiptir. Onu izleyen, söylediklerine anlam veren milyonların da onun düşünce ve görüşlerine ihtiyacı vardır. Burada üzerinde durulması gereken husus aracısız halka ve kamuoyuna ulaşma isteğidir. Öcalan da yüklendiği tarihi sorumluluk gereği bunu yapmak istiyor.

Siyasi istekler bir yana konuya hukuksal yönden bakmak lazım. Çünkü T.C Anayasasının 2. Maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletidir. Hukuk devletinin anlamı devletin kendini hukuka bağlı görmesi, herkese hukuk güvencesi vermiş olmasıdır.

Anayasa’nın 25. maddesinde “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz;düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz” denilmiştir. 

Bu madde düşünce özgürlüğünün güvencesi olup, özel veya genel nedenlerle sınırlanmayacak bir hak niteliğindedir. “Herkes” kavramı içinde kim olursa olsun ister şüpheli/sanık isterse hükümlü olsun herkesi kapsar. Herkes gibi Abdullah Öcalan da düşünce özgürlüğüne sahip olup, düşüncelerini şu veya bu şekilde açıklama hakkına sahiptir. Abdullah Öcalan’ın bu anayasal hakkı şimdi olduğu gibi geçmişte de ihlal edilmiştir. 

Ancak açılan davalar ve özellikle Bursa 1.İnfaz Hakimliğinin bu konudaki kararına bakıldığında Anayasanın yukarıda yazılı hükmüne aykırı bir şekilde bir çok kararı vardır. Bunlardan birisini buraya alıyoruz: “Avukatların hükümlünün düşüncelerini basına ve hükümlünün mensubu olduğu illegal örgüte ulaştıracakları, bu şekilde görüşlerinin kamuoyunda gündem oluşturduğu … nedeniyle görevli hazır bulunarak kayıt yapılarak belgelere, yazılara el konulmasına” şeklinde karar verilmiştir. Mahkemenin bu kararıyla avukatların boş kağıtlarına dahi el konulmuştur. Öcalan’ın avukatlarına yönelik soruşturmaların direkt Öcalan’ın düşünce özgürlüğünü hedef aldığını da unutmamak gerekir. Düşünce özgürlüğü sadece düşüncesini açıklayanı ilgilendiren bir özgürlük olmanın ötesinde kamuoyunun o düşünceden haberdar olma hakkını da içermektedir. Bu nedenle Abdullah Öcalan’ın düşünce ve görüşlerinin haberleştirilmesi, yorumlanması kadar normal bir şey olamaz.

Yine Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı hakkındaki kanunun 60. Maddesinde hükümlülerinin “ifade özgürlüğüne” sahip olduğu vurgulanmış, bunun nasıl yerine getirileceği hüküm altına alınmıştır. Bu maddede ifade özgürlüğü ile hükümlünün cezaevinde çalışması ile ilgili esaslara atıfta bulunması hususu da dikkate alındığında Abdullah Öcalan’ın siyasi kimliği bir yana yazar olduğu dikkate alındığında -yazarlık da bir çalışma biçimidir- çalışma esasları gereğince düşüncelerini kamuoyuna duyurma hakkının olduğunu da unutmamak gerekiyor.

***

ÇÖZÜM SÜRECİNDEKİ, TEHLİKELİ DENGESİZLİK

ÇÖZÜM SÜRECİNDEKİ TEHLİKELİ DENGESİZLİK


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
17.07.2013 


21 Mart'taki Öcalan’ın çağrısı üzerine HPG silahlı güçlerinin geri çekilişi için yasal düzenleme yapılıp yapılmayacağı tartışması yapıldı. Başbakan yasal düzenlemenin gerekli olmadığını söyledi. Kürt tarafı yasal düzenleme olsun dediyse de daha sonra yasal düzenleme olmadan geri çekilmenin olacağı kararı verildi bu şekilde geri çekilme başlamış oldu. İki taraf arasında bir anlaşma varsa bu anlaşmanın gerekleri güçlü yasal düzenlemelerle ancak olabilir. Bu da yoksa sürece hakemlik edebilecek birilerinin olması gerekliydi. Sarsıntılar ve kararsızlıklar üzerinden giden sürecin iç dinamiklerindeki dengesizlik, tehlikeli dengesizlik haline gelmiş durumda.

Hükümet kendi tarafında hiçbir değişiklik yapmadan değişikliği ve fedakarlığı sürekli olarak Kürt tarafından beklemektedir. Bu nedenle sürekli olarak Kürt tarafına gerektiğinde sopa gerektiğinde havuç göstermekten kaçınmamaktadır. Burada önemli olan husus bir tarafın kendisini sürekli olarak iktidar olarak görmüş olmasıdır. Karşısında yer alanlar da onun bu iktidarını kabul ettiklerini çeşitli şekillerde ortaya koyuyorlar. Kendi gücünü kullanmak yerine iktidarca kabul edilmeyi beklemek anlamına gelen bu durum ilişkilerin tıkanmasının da asıl nedeni olmaktadır.

Kongra Gel Genel Kurulunun en önemli kararı demokratik çözüm sürecinin stratejik olduğunun yeniden vurgulanmış olmasıdır. HGP’den sorumlu genel başkanlık konseyi üyesi Murat Karayılan 11 Temmuzda ANF’ya yaptığı açıklamasıyla barış sürecinin birinci aşamasının bitip bitmediği konusunda hükümetle bakış açılarının farklı olduğunu söyledi. Aslında burada üzerinde durulması gereken nokta demokratikleşme adımlarının aşamalardan ayrı olarak ele alınmasının zorunluluğunun vurgulanışıdır. Hükümetin demokratikleşme adımlarını birinci aşamanın bitmesine indirgemesi hükümet açısından demokratikleşmeden uzaklaşma anlamına gelir. Aynı şekilde Kürt tarafının “biz birinci adımı attık, ikinci adımda siz de demokratikleşme adımlarını atın.” Demenin bir anlamı da yoktur. Bir yandan silahlı güçlerin sınır dışına çıkması diğer yandan demokratikleşme adımlarının atılmasının birbirine paralel olarak gösterilişi aslında çözüm sürecini tıkayan bir durumdur. Çünkü böyle bir pazarlık durumu olursa Kürt tarafı “bakın biz çekiliyoruz, demokratikleşme adımlarını atın” Hükümet de “silahlı güçler tamamen çekilmeden demokratikleşme adımları olmayacak” şeklindeki tartışmaların doğmasına neden olacaktır. Demokratikleşme/silahlı güçlerin sınır dışına çıkışı bir kuşun iki kanadı gibidir. Kanatlardan biri çalışmadığı zaman diğer kanat çalışsa bile nasıl ki tek kanatla kuş uçmuyorsa çözüm süreci de bu şekilde yürümez. Kaldı ki hem Kürt tarafı hem de hükümet tarafı kendi liderliklerine bu konuda sonsuz kredi de açmış durumdalar. Hatta o kadar ileri gitmiş ki bu kredi çözüm sürecinde tıkanma yaşanması halinde neler yapılabileceği de bilinmemektedir. Yine tıkanma durumunda daha önceki dünya deneyimlerindeki gibi hakem/arabulucu olmayışı da çözümsüzlük anında neler yapılacağını belirsiz duruma getirmektedir. Akil insanların, danışma organından öte anlama gelmeyişi, başbakan tarafından belirlenmesi, yetki ve görev alanın dar kapsamlı kalışı da dikkate alındığında adına uygun bir akil insanların da olmadığı görülmüştür. Bir anlamda başbakan akil insanları kullanmıştır. Oyalama için ondan faydalanmıştır. Her şeyden önce iki aylık süre için görev alan akil insanların Abdullah Öcalan’la görüşme yapmayışı/yapma talebinde dahi bulunmayışı akil insanların hakem/arabulucu olabilme rolüne soyunması önünde fiili bir engeldir. Bu durumda el yordamıyla, tamamen hislere dayalı yürüyen bir çözüm sürecinin var olduğunu söyleyebiliriz. Bunun objektiflikten uzak her zaman kırılmalara uygun bir zemin yarattığını hiçbir zaman unutmamak gerekiyor. Her ne kadar hükümet Kürt tarafını bir taraf gibi görmese de çözüm sürecinde önemli adımların atıldığını kabul etmek gerekiyor. Kürt tarafı açısından önce çatışmasızlık sonradan silahlı güçlerin sınır dışına çıkışı, hükümet açısından da operasyonların yapılmayışı, sınır dışına çıkma sürecinde çatışmaların yaşanmayışı önemli adımlardır. Bu adımlar birbirini tamamlayan ve birbirine paralel adımlardır. Şu ana kadar kan dökülmemiş olması küçümsenemez. Bu adımlar taraflarca atılmıştır. Çözüm sürecini bir ırmağın bir kıyısından diğer kıyıya geçişine benzetecek olursak her iki taraf nehrin iki kıyısından atlamış yüzmeye devam etmektedirler. Yolun yarısını kat etmiş durumdalar. Bu durumda geri dönüş hedefe gitmekten daha da zordur. Tarafları bir arada tutacak da budur. Ancak tarafların dışında gelişen etkenlerin de mutlaka dikkate alınması gereklidir.

Murat Karayılan’ın “Herkes bilmeli ki önümüzdeki bir hafta çok çok önemlidir. Türk devletinin şu anki gibi tavrı devam ederse süreç tıkanır. Şu anda tıkanmamış ama tıkanma aşamasındadır” beyanı sadece hükümeti hedef alan bir beyan değildir. Çözüm sürecinin aktörleri durumunda olan BDP, Öcalan ve Barzani’ye yöneliktir. Kim ne derse desin çözüm sürecinde “Erbil faktörü” önemli bir faktördür. Silahlı grupların Güney Kürdistan’a geri gelişinde Barzani’nin tavrı önemlidir. Barzani’nin ilk kez Kandil’e gidip Murat Karayılan’la görüşmüş olması buradaki onayla ilgilidir. Bu süreçte Kürt Ulusal Konferansının toplanması için Demirtaş’ın Erbil ziyareti bununla ilgilidir. Eğer bu görüşmelerden Kürt Ulusal Konferansının toplanması kararı çıkarsa çözüm süreci devam edecektir. Böyle Öcalan’ın istediği dört konferansın dördü de gerçekleşmiş olacaktır.

Karayılan’ın belirlediği bir hafta daha dolmadan meclis tatile girdi. Hükümet meclis kapanmadan önce bazı düzenlemeler yapabilirdi. Ancak görünen o dur ki çözüm konusunda meclisin açılışında bir şeyler olacağı konusunda da umut yoktur. Bu durumda çözüm sürecinin ayakta kalışı Kürtlere bağlı kalmış durumdadır. Başbakan bu konuda adım atmak yerine Bingöl ve Şırnak Havaalanlarının açılışıyla uğraştı. Şırnak Havaalanına Şerafettin Elçi’nin adını vererek bir jest yapmış gibi görünse de Kürt tarafını ikna edecek bir jest olması bir yana adeta Kürt tarafıyla alay etmek onu basit küçük adımlarla oylamak şeklinde algılanacaktır. Burada önemli olan husus yasal adımların atılmasıdır. Tamamen idari kararlarla yürüyen bir süreç vardır. Roboski katliamında sorumluların cezalandırılması ve Öcalan’ın sağlık durumu için bağımsız doktor heyetinin gidişi yasal değişiklik gerektirmeyen sıradan işlemlerde dahi adım atmak istemeyen başbakandan daha fazla adımlar atmasını beklemek de giderek hayal olmuştur. 

Dış politikadaki başarısızlık, Gezi olayları, yaklaşan yerel seçimler de dikkate alındığında AKP’nin çözüm sorununu algıyı idare etmeye indirgediğini gösteriyor. Yine başbakanın popülist ve demagojik bir dil kullanarak çözüme pratik bir katkısı olmayacak Anayasa’da dört partinin uzlaştığı 48 maddenin parlamentoya getirmesi de oyalamadan öte anlam ifade etmez. AKP ile MHP arasında yaşanan gerilimli politika da ileriki süreçte çözüm sürecine zarar verici mahiyettedir. AKP MHP ile gerilimi artırarak Batı illerinde milliyetçi tabanının korumak isterken Kürt illerinde ise “bakın ben MHP’yi engelliyorum” diyerek Kürt tabanını da ikna etmeye çalışıyor.

Barış sürecinin temelinde yer alan dengesizlik ve eşitsizlik giderilmedikçe çözümden çok çözümün olabileceği algısı yaşatıldıkça bunun çürütücü olacağının da bilinmesi gerekmektedir. Sürecin geldiği duruma uyar mı uymaz mı Kafka’nın Dava romanında geçen Yasaya girmek isteyen taşralı ve yasa önünde nöbet tutan bekçinin hikayesini hatırlatalım. Uzun yıllardır demokratik siyaset yapabilme mücadelesi veren Kürt siyaseti eğer yasaya girmek isteyen taşralı durumuna düşecekse bunun genel demokratik siyaset yolu için iyi olmayacağını da belirtmek gerekiyor. Kafka’nın Dava romanındaki öyküyü aşağıya alıyorum. “Yasa önünde nöbet tutan bir bekçi vardır. Taşralı bir adam bir gün ona gelip yasaya girme izni ister. Ancak bekçi o anda izin veremeyeceğini söyler. Adam düşünür ve daha sonra girip giremeyeceğini söyler. ‘Belki’ der bekçi, ‘ama şimdi olmaz’ Bekçi, her zamanki gibi açık duran kapının önünden çekilir ve adam içeri bakmak için eğilir. Bunu gören bekçi güler ve “madem ki girmeyi bu kadar çok istiyorsun, beni aşarak girmeyi dene bakalım.” Ama bil ki ben güçlüyüm. Üstelik bekçilerin en küçüğüyüm. Her bir salonun girişinde gitgide daha güçlü bekçilere rastlayacaksın. Üçüncüsünden itibaren onların görüntüsüne ben bile katlanamıyorum. Taşralı adamın yasanın her zaman açık olduğunu sanmıştır. İzin verilinceye kadar kapıda bekler. Yıllar geçer. Yalvarır, yanında bulundurduklarını rüşvet olarak verir bekçi onları alır ona sırf bir şeyi ihmal etmediğini sanmayasın diye kabul ediyorum der. Adam yıllar boyu beklerken sürekli olarak bekçiyi inceler. Diğer nöbetçileri unutur. Yasa’ya girmesine izin vermeyen ilk ve tek kişi olduğunu düşünür. Sonraları yaşlandıkça, homurdamakla yetinir. Çocuklaşır ve bekçiyi incelediği uzun yıllar boyunca sonunda kürkünün yakasındaki bitleri bile tanıdığı için, onlardan bekçiyi yumuşatmasını rica eder. 
Artık ölüme yaklaşmıştır. 
Ölmeden önce, beyninde toplanan tüm anıları, bekçiye henüz sormadığı bir soruya dönüşür. 

Bu kapıdan içeri girmek yalnız sana tanınmıştı. 
Bu giriş sırf senin için yapılmıştı. Ben artık gidiyorum kapıyı da kapatıyorum.”


***

TAKSİM DİRENİŞİ SİYASAL ANALİZİ 2 "KÜRTLERİN TAVRI"

TAKSİM DİRENİŞİ SİYASAL ANALİZİ 2  "KÜRTLERİN TAVRI"



Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
08.06.2013 

Feyzi Çelik, ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ, Sırrı Süreyya Önder, Gezi Parkı, Reyhanlı saldırısı,


Bu durumda Kürtler ne yapmalı? Kürtler örgütlemeleri ni devam etmeli, CHP benzeri partilerle birlikte hareket etmenin koşulları olmuş olsaydı onlarla birlikte hareket edebilirlerdi. Ancak Kürtler şu anda kendilerini CHP’ye göre AKP’ye daha yakın görüyorlar. O yüzden AKP’ye karşı CHP benzeri partilerle birliktelik kurmaları zor görünüyor ancak bu durumda güç kaybeden AKP’nin Kürtler tarafından ayakta tutulmasına gerek de kalmıyor. Çünkü Kürtler, AKP’nin güçlü bir hükümet olduğunu ileri sürerek Kürt sorununu çözebileceklerine inanıyorlardı. Bu kadar gücü olmadığı, varsa da bunu kullanmak istemediği ortaya çıktı. Bu aşamada AKP’yi Kürt sorunundan çok kendisinin varoluşu söz konusu olacaktır. Kendi varoluşu sorgulanan AKP’nin Kürt sorununu çözmedeki yetersizliği de ortaya çıkacaktır. Bu durumda Kürtlerin örgütlü bir şekilde Suriye’deki Kürtlere benzer tutum geliştirmeleri daha uygun olacağı görülse de Kuzey Kürdistan ve Türkiye’nin şartlarıyla Suriye’nin şartları aynı değildir. Kürtler, doğrudan doğruya AKP’yi karşısına aldıkça AKP’nin gidişi de kolay olacağından dolayı AKP’nin yerine gelecek Ergenekoncu güçlerin AKP’ye olan kızgınlıklarını Kürtlerden alacakları konusunda kaygı duyabilirler.  Kürtlerin olası siyasi krizden AKP’nin zarar görmesini istemeyişinin arkasında bu kaygılar rol oynamış olabilir.

Kürtlerin önünde iki tecrübe var. Kuzey Irak’ta tavırları Saddam’a karşı netti. Muhaliflerin yanında yer aldılar, ABD’nin işgali ile birlikte Irak Anayasasına göre federal bir statü elde ettiler. Bundan dolayı fazla kayıpları da olmadı. Bunda Kürtlerin Irak’ta belirli bir bölgede yaşamaları da etkili oldu. Araplarla birlikte yaşadıkları Kerkük’te ise barış ortamı hiç olmadı. Kerkük’ün durumunun netleşmemesi dışında Kürtlerin muhalif Şiilerle birlikte hareket etmeleri onlar açısından doğruydu.

Suriye tecrübesine bakıldığında, Suriye’de Kürtler Irak’a göre daha dağınık bir yerleşim düzenine sahipler. Çoğu yerde Kürtler, Araplar, Hıristiyanlar birlikte yaşamaktadırlar. 2004 yılında meydana gelen çatışmalar nedeniyle Kürtler PYD’de örgütlüydüler. PYD lideri Salih Müslim tutukluydu. 2011 yılında gösterilerin başlamasıyla birlikte Kürtler beklemeyi tercih ettiler. Ne muhaliflerin yanında yer aldılar ne de Esad’a karşı eyleme geçtiler. Esad içinde bulunduğu açmazdan kurtulmak için çıkarılan af yasası ile birlikte PYD için serbest bir alan oluştu. Kürtler hem idari hem de savunma olarak örgütlenerek kendi bölgelerini koruma yoluna gittiler. Türkiye ilk günlerde Esad’ın adım atabileceğini düşündü. Onunla sürekli görüşmeler yapıyordu. Bu arada muhalifleri kendi ülkesinde örgütlüyordu. Muhalefetin Kürtlere yönelik olumsuz bir tavrı olmamasına rağmen Türkiye Kürtleri muhaliflerin içinde görmeme yolunu seçti.Bu politikasını da Suriye muhaliflerine kabul ettirdi. Türkiye, Mısır’daki gelişmelerden hareketle Müslüman Kardeşlerin iktidarı ele geçirebileceği üzerinden politika yapıyordu. Kürtlerin Suriye’de üçüncü güç olarak ortaya çıkışı ilk meyvelerini Temmuz 2012’de muhaliflerin Suriye’ye önemli bir darbe vurduğu anda oldu. Artık Esad, Şam’a sıkışmış durumdaydı. Kürtler etkin oldukları şehirleri teker teker teslim alıp kendi yapılarını oluşturdular.

Kuzey Kürdistan özellikleri itibarıyla ne Güney’e ne de Rojava’ya benzer. Yine Türkiye, ne Irak ne de Suriye gibidir. İşleyen bir ekonomiye sahiptir, dünyanın en büyük ekonomileri arasında 16. Sıradadır. Yoğun çalışan ve işçiye sahiptir. Ekonomisi de küresel ekonomiye bağlıdır. Toplumsal bağlar oldukça iç içe geçmiş durumdadır. Kürtlerin bu bağlamda tarafsız kalmaları oldukça zordur. Kürtler kendilerini Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir parçası olarak görüyorlarsa hükümetin bu anti demokratik uygulamaları karşısında muhalif güçlerin yanında yer almaları onlardın da lehinedir.

Öcalan’ın 7 Haziran 2013’te BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş aracılığıyla gönderdiği mesajında Gezi Olayları ile ilgili olarak "Direnişi anlamlı buluyor ve selamlıyorum. Elbette ki bu duruş yeni bir siyasal kırılma yaratmıştır. Ancak hiç kimse ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelere de kendini kullandırmamalı. Bu hareketin onların denetimine girmesine Türkiyeli demokrat, devrimci, yurtsever ve ilerici çevreler izin vermemeli dir." Demiştir. 

Öcalan’ın bu mesajı ile olayların ilk günlerinde BDP’nin yaptığı açıklamalar birbiriyle örtüşmektedir. Ancak gelinen aşamada Kürt Siyasal hareketinin Türkiyeli demokrat, devrimci ve ilerici çevrelerle ilişkisi de giderek zayıflamış durumdadır. Bu anlamda bakıldığında Öcalan’ın bu mesajının yeterli karşılık bulacağını sanmıyorum. Eğer kamuoyuna yansıyan yorumlar doğruysa Sırrı Süreyya Önder’in İmralı’ya gidişi hükümet tarafından veto edilmişse, vetoya rağmen BDP buna tepki göstermemişse  Öcalan’ın mesajında adı geçen Türkiyeli demokrat, devrimci ve ilerici çevrelerle Kürtlerin ilişkisini sağlayan önemli bir bağın kopmuş olduğunu da kabul etmek gerekiyor.

Taksim Direnişine bütünsel olarak bakmakta fayda vardır. İlahi bir benzetme yapmak gerekiyorsa 2007 yılında Hrant Dink’in cenazesinde bir araya gelen farklı çevrelerden oluşan kitleye benzetilebilir. O günkü koşullarda hiç kimsenin tahmin edemeyeceği oranda katılımın sağlandığı bu cenaze töreninden sonra burada oluşan dinamizm hiçbir zaman örgütlü bir yapıya dönüşüp kendisini devam ettirmedi. Ancak Taksim direnişinde bir devamlılık ve genişleme var, sokakta görülmemiş bir dayanışma, heyecan var, insanlar olağanüstü bir diriliş sergiliyor lar. Hiçbir parti, siyasi klik tek başına etkili olamıyor. Aynı safta toplanan insanlar birbirine karşı son derece saygılı, sorumlu. Haklı bir direniş dosta karşı nezaket, düşmana karşı hiç dinmeyen bir dirençle sürüyor. Kürtler bu direnişi değerlendirirken bu gerçeği göz önünde bulundurmalıdır.

Kürtler Taksim direnişinin demokratik bir arayış olduğunu kabul ediyorlar; kaygıları bunun Kürtlere karşı siyasi bir komplo ve ulusalcı bir akıma dönüşmesidir. Bu kaygıları haklı çıkaracak bir şey olacağını sanmıyorum. Tersine bu kaygıları taşıyıp uzak durmanın siyasi komplo ve ulusalcılara yer açacağını görmek gerekiyor. Taksim direnişinin meşrulaşması ve değişik çevrelerin desteğini alışında BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in mücadelesi de her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Başbakanın Sırrı Süreyya Önder’e takındığı olumsuz tavrın Önder’in bu mücadelesiyle bağlantısı vardır.

Çözüm sürecine sahip çıkan kararlı bir başbakan ortalıkta görünmüyor. 
Başbakan gerçekten çözüm sürecine sahip çıkıp bazı adımlar atmış olsaydı o zaman Kürtler kaygılarında haklı olabilirlerdi. Reyhanlı saldırısıyla sarsılan, bu sarsıntı geçmeden Suriye’deki gelişmelerin dışında kalan AKP’nin bunu topluma anlatmasının zorlaştığı bir dönemde AKP’den çözüm sürecinin arkasında durabileceğini sanmak bundan sonraki aşamada saf dillikten öte bir anlamı da olmayacaktır. 
Yine ulusalcı ve ülkücü kesimlerin süreci Kürt karşıtlığına dönüştürmesinde AKP Kürtleri koruyamamıştır. Batı il ve ilçelerinde Kürtler hem saldırı ile karşı karşıya kalmış hem de Kürt karşıtı bir söylemin gelişmesine neden olmuştur. Bir yıl önceki güçlü Tayyip Erdoğan imajı da giderek dökülmüştür. Bu gerçekler dikkate alındığında Kürtlerin AKP ve başbakanı koruyan bir anlayış giderek Kürtleri AKP önünde mayın eşeği haline getirmek tehlikesini içinde taşımaktadır. 
Bunun Kürt karşıtlığına dönüşmeyişi biraz da Kürtlerin varlığına/direnişine bağlı olacak.

***

23 Eylül 2019 Pazartesi

PKK TERÖR ÖRGÜTÜ: GEÇMİŞİ, YAPISI, GELECEĞİ VE FAALİYETLERİ, BÖLÜM 2

PKK TERÖR ÖRGÜTÜ: GEÇMİŞİ, YAPISI, GELECEĞİ VE FAALİYETLERİ, BÖLÜM 2




 Tüm bunlar yaşanırken 1995 yılında TSK, Kuzey Irak’taki PKK kamplarına Çelik Harekatı adıyla sınır ötesi bir harekat başlattı. Bu operasyona tam 35.000 Türk 
askeri katıldı. PKK bu operasyonlarda da büyük darbe aldı ve Kuzey Irak’taki üs merkezlerine geri çekildi. Genelkurmay Başkanlığı tarafından harekat sonrası yapılan açıklamada 555’i ölü olmak üzere 568 teröristin ele geçirildiği açıklandı.12 
Bir diğer mesele, bu dönemde PKK ve KDP arasındaki mücadeledir. KDP, PKK’nın da KYB’nin de özellikle bu zaman aralığında ortak düşmanı olmuştur. Kuzey Irak’ta PKK ve KDP arasındaki güç mücadelesi kapsamında 1990’ların başında PKK, sayı, ateş gücü ve mühimmat olarak KDP’ye karşı üstün geliyordu. Fakat 1990’ların sonuna doğru ibre tersine döndü. 1995’e gelindiğinde ise PKK, KDP’den Erbil’deki Kürt Parlamentosu’nda temsil hakkı istedi. Ancak bu isteği reddedildi ve çatışmalar başladı. Örgüt bu çatışmalarda da büyük zayiatlar verdi. 

 1996 yılı içerisinde ise örgüt, terörizm metotları içerisine yeni bir uygulama sokmuştur. Bu dönemde ilk defa intihar eylemlerine girişilmiştir. PKK’nın ilk intihar saldırısı 30 Haziran 1996’da Tunceli’de düzenlenen bayrak töreni sırasında olmuştur ve bu terörist saldırıda 8 asker şehit olmuş ve 29 asker de yaralanmıştır.13 

Bu süreçten itibaren örgütün intihar eylemlerini seçmesinin arkasında yatan sebep de, büyük güç kaybı ve ele geçirmek istediği bölgelerdeki etki alanını hızla kaybetmesi olmuştur. 
Bunda yine Türk ordusunun caydırıcılığı, emir-komuta zincirindeki sıkıntıların ortadan kalkması, “alan hakimiyeti” konsepti, korucuların askeri birliklerle operasyona katılması, lojistiğin ve ordu envanterinin gelişmesi gibi unsurlar etkili olmuştur. 

 1998’e gelindiğinde ise terör örgütü birçok kanattan darbe almıştır. Bu darbelerden biri örgütün üst düzey isimlerinden Şemdin Sakık ve kardeşinin Kuzey Irak’ta bir operasyon sırasında yakalanması ve Türkiye’ye getirilmesi olmuştur. Bu yıl içerisinde köy ve karakol baskınları azalmıştır. Her şeyden önemlisi PKK, Kuzey Irak’ta tekrardan yaralarını sarmayı hedeflerken, Barzani’den sonra Talabani’nin KYB’si de PKK’ya meydan okumaya başlamıştır. Terör örgütünün bu kötü gidişatı karşısında Öcalan, 1 Eylül 1998 yılında Dünya Barış Günü’nü de bahane ederek bir ateşkes ilan ettiğini duyurmuştur. 
1998 yılı bittiğinde ise bölge halkının devlete olan güveninin arttığı ve örgüte olan desteğinin hemen hemen bittiği gözlemlenmiştir. 

Tüm bu olan bitenlerle birlikte PKK elebaşı Öcalan’ın uzun yıllar Suriye’de barınması sonucu Türkiye artık bu tarihlerde Suriye’yi sıkıştırmaya başlamıştır. 
Bu zaman aralığında Suriye’yi destekleyen ve Türkiye’ye tehdit savuran açıklamalar da geliyordu. Libya Devlet Başkanı Kaddafi ve Suudi Arabistan Kralı’nın kardeşi Suriye’nin arkasında olduklarını belirtiyorlardı. 

Daha sonra Birleşmiş Milletler’deki 12 Arap ülkesinin temsilcileri Suriye’yi desteklediklerini ve Suriye’nin yanında olacaklarını açıklıyorlardı. Buna karşın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Rusya ve Yunanistan da desteklerini esirgemiyorlar dı.14  Türkiye’nin kurduğu baskılarla Öcalan en sonunda Suriye’yi terk etmek zorunda kaldı. Buradan Moskova’ya kaçan PKK’nın elebaşı daha sonrasında sahte bir pasaportla İtalya’ya kaçtı fakat İtalyan polisleri tarafından gözaltına alındı. Ancak, bir takım siyasi girişimler sonucunda Öcalan’ın iade talebine İtalyan hükümeti olumlu bir yanıt vermedi.15 

Bu nedenle 1999 yılı PKK için çok önemli bir yıldır. Çünkü bu tarihte Abdullah Öcalan Kenya’nın başkenti Nairobi’den yakalanarak Türkiye’ye getirilmiştir. 
Önce Şemdin Sakık’ın, sonra Abdullah Öcalan’ın yakalanması örgüt kadrolarında büyük bir şoka ve motivasyon kaybına yol açmıştır. 

 Öcalan’ın yargılanma sürecine 1999 yılı içersinde İmralı’da oluşturulan Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) başlandı. Yargılamalar süresince de örgüt birçok eyleme imza attı. İdam kararı çıkması ihtimaline karşı gözdağı verme amaçlı saldırılar toplumda korku uyandırabilmek ve olası bir idam kararını engellemeye yönelikti. 
Ancak bu noktada kamuoyunun beklentisi yönünde oybirliği ile alınan kararla idam cezası çıktı. Bu karardan sonra PKK özellikle şehirlerde ve metropollerde 
ayaklanmalar çıkarma gayreti içerisine girdi. Bu yönde de beklentileri boşa çıkan örgüt, Öcalan’ın çağrısıyla süresiz ateşkes ilan etmiştir. Öcalan bu çağrıda örgütün Türkiye’yi terk etmesini ve silahlı mücadeleyi bırakmasını da emretmiş tir. Bu süreç içerisinde örgüt militanlarındaki moral bozukluğu had safhaya ulaşmış ve teslim olmalar çoğalmıştır. Aynı zamanda PKK bu dönemde ana üssünü Kandil’e taşımıştır. 

 PKK böyle bir ortamda Ocak 2000’de Kuzey Irak’ta yedinci kongresini yaptı ve silahlı mücadele yerine siyasi mücadele stratejisi üzerinde karar kıldı.16 Bu kararın arkasındaki en güçlü unsur, Öcalan’ın idam edileceği endişesiyle, PKK için uluslararası arenayı terörist örgüt imajından vazgeçirme çabası olmuştur. 

Bu kongrede alınan kararlarla ARGK, HPG’ye (Halk Savunma Gücü) dönüştürülmüş tür. ERNK ise YNK’ya (Demokratik Halk Birlikleri) dönüştürülmüştür ve Öcalan yeniden oybirliğiyle başkan seçilmiştir. 

2002 Sonrası ve Günümüz 

Nisan 2002’de sekizinci kongresine giden PKK, isim değişikliğiyle ismini KADEK (Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi) olarak değiştirmiştir. Ve 11 Eylül 
saldırıları ile dünya konjonktürünün değişmesi, diğer terör örgütlerini etkilediği gibi PKK’yı da büyük ölçüde etkilemiştir. Bu çerçevede PKK/KADEK içinde siyasal harekete dönüşüm ve kendini öyle lanse etme çabaları sürmüştür. Bunu en iyi, PKK/KADEK’in sekizinci kongrede Kürt kimliğinin tanınması, idamın kaldırılması, genel af ve Öcalan’a özgürlük gibi taleplerinin yanında, asıl hedefe siyasal mücadele ile ulaşılacağı vurgusu göstermektedir. 

Ancak olası bir müdahale ve operasyon durumunda HPG’nin devreye gireceğini vurgulaması da, PKK’nın bu konuda samimiyetsizliğini ortaya koymaktadır. 

 20 Mart 2003 tarihinde İkinci Körfez Savaşı’nın, diğer adıyla Irak işgalinin ABD öncülüğünde başlamasıyla Ortadoğu’da ve bilakis Kuzey Irak’ta yine dengeler 
altüst olmuştur. CIA bizzat 2002’de Irak işgalinin altyapısını oluşturma çabası kapsamında, Irak’ın kuzeyinde cephe örgütlenmesini Kürt gruplar üzerinden 
hazırlamıştır. Ve zamanla Irak ordusu dağılmış ve Nisan 2003’te Bağdat işgal edilmiştir. Burada değişen dengeler yine terör örgütü PKK lehine olmuştur. 

2005 yılında Irak’ta yeni bir anayasanın yapılması süreci ile Irak, federal bir devlet olarak tanımlanmıştır. Sonuç olarak Kuzey Irak’ta anayasal hukuki zeminle Bölgesel Kürt Yönetimi ilan edilmiştir. 

 2003 yılında dönemin hükümeti tarafından sunulan ve 25 Şubat 2003’te TBMM Genel Kurulu’nda yeterli çoğunluk sağlanamadığı için kabul görmeyen 1 Mart 
Tezkeresi döneme damga vurmuş bir diğer hadisedir. Tezkere eğer kabul edilseydi, sadece koalisyon güçleri Türk hava sahasından yararlanmayacaktı. 
Türkiye de Kuzey Irak’a girecekti ve bu konuda masada söz sahibi olmaya hak kazanacaktı. Tıpkı bugün Suriye’de geç kalınmış Fırat Kalkanı Harekatı’nda olduğu gibi. 
Netice olarak, tüm bu gelişmelerle yine terör örgütü PKK büyük bir zayiat almaktan kurtulmuş oldu denilebilir. Ancak bu tarihten itibaren PKK’nın aleyhine olan, Bölgesel Kürt Yönetimi oluşumunun PKK’yı Kuzey Irak’tan dışlanmaya itme olasılığı olmuştur. 

 Terör örgütü PKK, 2003 yılı içerisinde yaptığı dokuzuncu kongrede yine isim değişikliğine giderek KADEK’in ismini KONGRA GEL (Kürdistan Halk Kongresi) 
olarak değiştirmiştir.17 PKK bu çerçevede yine, terör örgütü imajından kurtulma çabaları kapsamında silahlı mücadelesini sözde meşru savunma olarak belirlemiştir. 
Dahası 2004 yılında PKK’nın Kandil Dağı’nda yaptığı onuncu kongresinin hemen akabinde, 1 Haziran 2004’te ateşkesin sona erdirileceği açıklanmış ve HPG tarafından meşru savunma savaşı başlatılacağı duyurulmuştur. 

 Tüm bu olanlar gösteriyor ki PKK, “Uzun Süreli Gerilla/Halk Savaşı” konsepti içersinde bir hedefe ulaşamamış ve büyük ölçüde başarısız olmuştur. Doğal olarak taktik ve strateji anlayışını ideolojik bir kılıfla zaman içerisinde değiştirmiş ve süslemiştir. Bu da 2005 yılında Öcalan’ın talimatıyla yeni bir örgütlenmeye 
gidilmesiyle olmuştur. Bu yeni örgütlenmenin adı KKK (Kürdistan Demokratik Konfederalizmi) olmuştur.

Bunun arkasında yatan düşünce ise Amerikalı Anarşist Murray Bookchin’in fikirlerinin teröristbaşı Öcalan’da bir ilgi uyandırmasıdır. Demokratik Konfederalizm ve Liberter Sosyalizm olarak ortaya çıkan bu yaklaşım, 
hegemonya veya diğer küresel güçler bağlamında “böl-parçala-yönet” stratejisinin bir temel ayağı olarak tezahür etmektedir. 

 Bu gelişmeler ışığında 2004’te PKK, imajını değiştirmeye yönelik çabalar kapsamında TAK’ı (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) kurmuştur. Her ne kadar PKK’dan ayrı, bağımsız bir örgüt olduğu sıklıkla ifade edilse de bu doğru değildir. Çünkü TAK sözde bağımsız, ama gerçekte Kandil’e ve Murat Karayılan’a bağlı bir örgüttür. 
PKK’nın politik imajını bozacak tüm işlerini TAK’a ihale ettiği bilinmektedir. Murat Karayılan’ın daha sonraki zamanlarda TAK’ın terör eylemlerini savunması ve ölen teröristler için “kahraman şehitlerimiz” açıklamasını yapması bunların birer göstergesidir.18 

 Bu süre zarfında çatı bir yapılanma olarak 17 Mayıs 2005 tarihinde KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) kurulmuştur. Bu çatı yapılanma, Ortadoğu ve 
Avrupa'dan 213 üst düzey örgüt yöneticisinin katılımı ile kabul edilen "KCK sözleşmesi" ile kurulmuştur. Bu sözleşme sadece PKK’yı değil aynı zamanda PYD (Suriye kolu), PJAK (İran kolu) ve PÇDK’yı (Irak kolu) da kapsıyor. 

Sözleşmede KCK, toplumcu demokratik konfederal bir yapı olarak tanımlanmıştır.19 Yani KCK Öcalan’ın demokratik konfederalizm ideolojisi temelinde kurulmuş ve KKK’nın yerini almıştır. Bu çatı yapılanma bilindiği gibi 2009 ve 2010’da düzenlenen geniş çaplı tutuklama dalgalarıyla Türk kamuoyunun gündemine girdi. Yalnız, gündemde her ne kadar PKK’nın “şehir yapılanması” olarak yer almış olsa da bu doğru değildir. 

19 Mart 2012 tarihli KCK davası iddianamesinde “KCK yapılanmasının her bir ülkede (Türkiye, Suriye, İran ve Irak) birleşik bağımsız Kürdistan’ın yapılanma zeminini oluşturma görevini üstlendiği, yürüttüğü faaliyetlerini önce özerk bir yapılanma, nihai olarak da Kürdistan isimli, dört ülkenin topraklarının içerisinde olduğu bir devlet yapılanmasını hedeflediği” iddia ediliyor. KCK, Öcalan’ın ideolojisi göz önünde bulundurulduğunda Ortadoğu’da sorunların çözümü için bir model ve ulus devlete bir alternatif olarak önerilmiştir. Bu neticede bölgede faaliyet gösteren PKK terör örgütünün uzantılarının üstünde bir yürütme erki olarak oluşturulmuş bir yapıdır. Bir diğer önemli husus KCK davasının iddianamelerinde de yer alan Öcalan’ın dört ayaklı paradigmasıdır ve bunun en önemli ayağı “Demokratik Toplum Kongresi” (DTK) olmuştur. Diğer ayaklar Kent Meclisleri, Demokratik Siyaset Akademisi ve Kooperatifler Hareketi olmuştur. 20 

 2009 yılı itibariyle terörle mücadelede ve hükümet politikaları bazında çok farklı bir döneme girilmiştir. Her şey İmralı’da Abdullah Öcalan’ın ‘barış için yol haritası’ hazırladığını duyurmasıyla başlamış ve ardından dönemin başbakanı önce Kürt sorununu dillendirerek daha sonradan “çözüm süreci” ile devam edecek olan Kürt açılımını başlattığını duyurmuştur. Bu çerçevede örgüt üyelerinin bazılarının kısmi aftan yararlanması, yerleşim yerlerindeki Türkçe isimlerin Kürtçeleştirilmesi, TRT Şeş’in açılması ve yerel yönetimlere dayalı genişletilmiş haklar, yapılan düzenlemeler arasındaydı. Bundan önce de PKK 13 Nisan 2009’da bir ateşkes ilan etmişti. 

Bu karar KCK tarafından alınmıştı ve örgüt artık “meşru savunma” yapacağını deklare etmişti. 
Tüm bunlar olurken bir yandan araya Habur süreci girdi. Kürt açılımı denilen bu süreçte, Irak’taki Kandil ve Mahmur kamplarından, aralarında örgüt üyelerinin de bulunduğu 34 kişi Türkiye’ye giriş yaptı.21 Kendilerini ‘Barış Grubu’ olarak adlandıran bu teröristler daha sonrasında çeşitli talep ve bildiriler okudular. Bu süreç içerisinde devletin, çeşitli kanallar aracılığıyla terör örgütüyle görüştüğü de biliniyor. 
Aynı zamanda bu dönemde örgütün yurt dışındaki unsurları bu sorunu uluslararası arenaya taşımada gayret gösteriyordu. Bu dönem aralığında yurt dışında terör örgütünün propaganda ve kışkırtma faaliyetleri devam ederken, yurt içinde hem örgüt mensupları hem de örgütün siyasi uzantıları tarafından devlete karşı çeşitli tehditler savuruluyordu. 

    Örneğin, Murat Karayılan, “Bundan sonra PKK’nın eylemlerinin artarak devam edeceğini ve tek çözümün demokratik özerklik olduğunu” beyan ediyordu. 
Daha sonrasında yine Karayılan BBC’ye verdiği bir röportajda, “PKK’nın Birleşmiş Milletler gözetiminde silah bırakabileceğini, bunun için Türkiye’nin ateşkes 
ilan ederek PKK’nın şartlarını da kabul etmesinin gerektiğini” alenen söylüyordu. 

 Örgütün üst düzey yöneticilerinin deyimiyle artık 2010 yılı diyalog sürecinden müzakere sürecine geçişin aşamasıydı. Bölücü terörizmin meşrulaşma ve siyasallaşma çabaları bir yandan devam ederken, 2011 yılına girildiğinde bölgesel dengeler ve asimetrik tehditler Türkiye’nin güvenlik algısını ve kaygısını büyük ölçüde etkilemeye devam ediyordu. Bu kapsamda 2011 yılının Mart ayında, diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi Suriye’de de bir iç savaş başladı. Domino etkisi göstererek yayılan bu gelişmeler bağlamında Suriye’de savaş hala devam etmektedir. Bu yaşananların sonucunda PKK’nın da, Kuzey Suriye örgütlenmesi, yani PYD ve YPG ortaya çıkmıştır. 

 2011 yılının bir diğer, belki de en önemli gelişmesi Norveç başkenti Oslo’da yapılan, devlet görevlileri ile terör örgütü temsilcilerinin, üçüncü bir aracı/hakem ülke eşliğinde yaptıkları müzakerelerin ses kayıtlarının internet ortamına düşmesiydi. PKK’ya yakınlığıyla bilinen Dicle Haber Ajansı’nın yayımladığı bu ses kayıtları ve bunların yazılı metne dönüştürülmüş hali Türkiye’nin gündemini büyük ölçüde sarsmış bir hadisedir. 

 2012 yılında ise PYD/YPG’nin, Suriye’nin kuzeyinin denetimini ele geçirmeye başlamasıyla terörle mücadele farklı bir boyut kazanmıştır. Bu süre zarfında 
PYD/YPG Ayn El Arap’ı yani Kobani’yi ele geçirmiş, daha sonrasında Afrin ve Derik’e de yerleşmiştir. Hemen akabinde Suriye rejim güçlerinin bölgeden 
çekilmesiyle PYD, Kobani, Afrin ve Cizre kantonlarını kapsayan bölgede özerklik ilan ettiğini duyurmuştur. Diğer yandan bu dönemde ilk defa “çözüm süreci” ifadesi kullanılmış ve müzakerelerin devam ettiği bu süreçte, 21 Mart 2013 tarihinde Diyarbakır’da düzenlenen Nevruz mitinginde Öcalan’ın mektubu okunmuştur. Öcalan, PKK’nın silahlı militanlarının yurtdışına çıkması çağrısında bulunmuştur.22 

Ardından Murat Karayılan, Öcalan’ın çağrısına uyacaklarını belirtmiş ve 21 Mart’tan itibaren PKK’nın ateşkes ilan ettiği duyurulmuştur. 

Ancak PKK her ne kadar ateşkes ilan ettiğini duyursa da bu böyle olmamıştır. 
Örgüt bu süreç içerisinde şehirlerde gençlik yapılanması ve sözde asayiş birimi olan YDG-H’yi kurmuştur. 
Bunun yanında silah ve mühimmat depolama faaliyetlerini sürdürmüştür. Yurtiçindeki bu gelişmelere bakıldığında, 2013 yılından beri devam eden ateşkesin 22 Temmuz 2015 yılında Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesinde iki polis memurunun şehit edilmesiyle sona erdiği bilinmektedir.23 

Aynı zamanda bu tarih çözüm sürecinin de sona erdiği tarihtir. 

Değerlendirme ve Sonuç 

PKK’nın izlediği yöntemin Mao Zedong’un ‘Uzun Süreli Devrimci Halk Savaşı’ olduğunu belirtmiştik. Bunların da kendi içerisinde üç aşamadan oluştuğunu 
vurguladık. Bu açıdan PKK’nın hiçbir zaman bu yöntemin ilk safhası olan stratejik savunmadan çıkamadığı söylenebilir. Hatta bu aşamayı bile zaman zaman tam olarak karşıladığı söylenemez. Çünkü PKK hiçbir zaman devlet güçleriyle baş edebilecek konuma gelememiştir. Bunda kırk seneye yakın zaman zarfında devletin verdiği kayıplara oranla terör örgütünün verdiği oranları kıyasladığımızda görüyoruz. PKK, kurulduğundan beri aşağı yukarı 30.000 militanını kaybetmiştir. 

Ancak bir dönem, yani çözüm süreci olarak nitelendirdiğimiz 2010-2015 yılları arası, operasyonların durduğu dönemde ve PKK’nın başta belirttiğimiz gibi Botan denen bölgede alan hakimiyeti kurması, kırsaldan şehirlere yayılması planlanan isyanın YDG-H gibi temel aktörlerini yaratma çabası, silah ve mühimmat depolaması ile stratejik denge aşamasına geçtiğini görüyoruz. KCK ile “parti-ordu-cephe” üçlemesinin dışında örgütün anayasal bir zemin kurma çabası ve bu çatı yapılanmanın bir yürütme erki olarak hayata geçirilmeye çalışılması da bir diğer unsurdur. PKK burada, Öcalan’ın demokratik konfederalizm dediği ideolojiden hareketle böyle bir çatı örgütü kurmuştur. Ve ABD’nin de Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında, kendi hegemonyası altında birleşik bir Kürdistan yaratma çabası olduğu göz önüne alındığında, KCK davası iddianamesinde de yer aldığı gibi, dört ülkede (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) özerklik amaçlayan bu çatı yapılanmanın hangi çıkarlara hizmet ettiği ve amacının ne olduğu aşikardır. 

 Terör örgütünü ilk kuran isimlere bakıldığında ise hepsinin 68 kuşağından olduğunu ve buradan hareketle o dönemin modası olan sol görüşü benimsediği 
bilinmektedir. Ancak PKK’nın ideolojisinin marksist-leninist ideoloji olmadığı, maoist bir örgüt olduğu, örgütün bizzat etnik milliyetçiliği de barındırmasından hareketle böyle bir sonuca varılmalıdır. Çünkü PKK, marksizmin enternasyonalist yorumundan ziyade Mao’nun milliyetçi sosyalizmine yakın durmuş ve şehirlerden ziyade dağlarda, kırsal bölgelerde örgütlenmeyi hedeflemiştir. Ancak zamanla, PKK da, değişen dünya dengelerine ve siyasi konjonktüre uyma yolunu seçmiş ve ABD’nin desteğini alma adına kendi ideolojisini değiştirmiştir. Burası çok önemlidir. Çünkü PKK’nın Maoist savaş metotlarını benimsemesinin dışında, çatı ideolojisini “liberteryen sosyalizm”e kaydırarak uluslararası topluma kendisini şirin gösterme ve tanıtma çabası kapsamında ideolojik değişim öngörülmüştür. 

 PKK’nın yıllardır geri adım atmadığı temel istekleri Öcalan’a özgürlük ve demokratik özerklik olmuştur. Ancak bölgedeki son gelişmelerle artık, PKK tüm 
dikkatini ve odağını Kuzey Irak’ta Sincar’a çevirmiştir. Çünkü PKK, Irak’ta ve Türkiye’de artık bir varoluş mücadelesi yürütmektedir. Bu açıdan terör örgütü, son zamanlarda Türkiye’de yürütülen büyük operasyonlarla çok büyük darbe almıştır. 
Kandil’de de aynı şekilde varlığını yitirme tehlikesine girmiştir. Buradan hareketle Sincar’da örgüt, yeni bir Kandil yaratma arzusu içine girmiş ve orada cephe açma faaliyetlerine soyunmuştur. Bir diğer önemli nokta, Suriye’nin kuzeyinde YPG ve SDG saflarında savaşan PKK’lı teröristlerin Fırat’ın doğusu ve batısında bir koridor oluşturma çabalarıdır. Emperyalizme karşı savaştığını söyleyen ve kendisiyle büyük ölçüde çelişen PKK/PYD terörünün, ABD ve Rusya’nın himayesinde El Bab’ın doğusu ve Menbiç’in batısındaki köyleri Esad rejiminin sınır muhafızlarına teslim etmesi ve Batı ile koordineli hareket etmesi gözden kaçırılmaması gereken önemli bir husustur. Buradan da anlaşılıyor ki, sonuç olarak özerklik ve Kürdistan’ı yaratma girişimleri doğal bir süreç olmaktan öte yapay bir süreçtir. 

Son zamanlar, bölgede bu süreç, ABD ve Rusya’nın da bizzat kendi eliyle ve İran’ın tutumuyla, terör örgütlerinin militanlarının eğitilmesi ve onlara üs tahsis 
edilmesiyle açık bir şekilde yürümektedir. 

Suriye’de zaten PYD/YPG terör örgütünün uluslararası askeri ve siyasi aktörlerle işbirliği yapma ölçüsünde uluslararası toplumun gözünde meşru bir aktör olarak 
sivrildiğine dünya şahit olmaktadır. 

 Tüm bunlardan yola çıkarak terör örgütleri ile müzakerenin gelişmekte olan ülkelerde ve üçüncü dünya ülkelerinde çözüm esaslı yürümediği bilinmelidir. Netice olarak terör örgütlerinin ve bilakis PKK’nın zora dayalı taleplerinin hiç değişmediği de bilinmektedir ve görülmektedir. Son zamanlar Kolombiya’da FARC ile yürütülen müzakerenin sonucunda varılan anlaşmanın olduğu örneğe bakılırsa, bu sürecin de sıkıntılı bir hal aldığı gözlemleniyor. FARC’ın çekildiği alanlara tekrardan çetelerin yerleştirilmesi ve orada insan hakları savunucularının katledilmeleri, terör örgütleriyle müzakerenin sonuçlarını göstermekle kalmayıp, aralarında ‘barış’ olarak lanse edilen bu sürecin nasıl karşılıklı dayatmalarla yürüdüğü, FARC’ın izlediği komplolardan bilinmektedir. 

 Türkiye’de çözüm sürecinin sona ermesiyle ortaya çıkan sonuç ise, hükümet politikasından devlet politikasına dönüştürülmeye çalışılan bu sürecin içinde, sorunun öznesindeki bir yapının terör örgütü olması ve bu örgütün talepleri, kuruluş amacı ve arkasında olan güçlerin gözardı edilmesiyle doğrudan ilişkilidir. 

Buradan hareketle örgütün kendisini Kürt meselesinin öznesi haline getirme çabası kapsamında, bölgede halk desteğini zaman içinde kaybetmesiyle bir özne olmaktan uzak kalmıştır. 

Dahası bunda ideolojik amaçlar da doğrudan etkilidir. Çünkü en kaba ve basit tabirle ideoloji karın doyurmamaktadır ve her şeyden önce PKK, silahı ve terörü yöntem olarak belirlemiş bölücü bir terör örgütüdür. 

Bu nedenle temsil ettiği herhangi bir kitle yoktur ve hiçbir zaman olmamıştır. Zaman zaman siyasi arayışlar içerisine giren örgütün daha sonradan kendi özünde ve hamurunda yer alan terör vasıtalarını kullanması, zaten terörist bir organizasyonun varoluşsal sebebiyle de paralellik gösterir. 

Unutulmamalıdır ki Terör, PKK’nın Varlık sebebidir. 

 DİPNOTLAR;

1 Dr.Nihat Ali Özcan, “PKK Tarihi, İdeolojisi ve Yönetimi”, ASAM Yayını, 1999. 
2 “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”, İletişim Yay. 
3 Engin Alan, “Terör-PKK, 40 Yıllık İhanet”, Bilgi Yayınevi (Ekim, 2016). 
4 Manaz, A., “Türkiye’ye Yönelik Terör Odakları”, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2005. 
5 Charountaki, M., “The Kurds and US Foreign Policy: International Relations in the Middle East Since 1945”, Routledge Studies in Middle Eastern Politics, October 2010. 
6 http://www.sonsayfa.com/Haberler/Gundem/1984-yilinda-Eruhta-ne-oldu-121631.html 
7 Engin Alan, “Terör-PKK, 40 Yıllık İhanet”, Bilgi Yayınevi (Ekim, 2016), s.23. 
8 Gunter, M., “Historical Dictionary of the Kurds”, Press; 2 Edition (November 4, 2010). 
9 TBMM 17.Dönem Tutanakları 
10 Türkmen Töreli, “PKK Terör Örgütü: Tarihsel ve Siyasal Gelişim Süreci Bakımından İncelenmesi; 1978-1998”, SDÜ, Doktora Tezi. 
11 Özcan, N.A. (12.09.2016). “Yeni Dönem PKK ile Mücadeleye Dair Notlar-2”. www.milliyet.com. 
12 http://www.trthaber.com/haber/turkiye/celik-harekati-13589.html 
13 “İntihar Eyleminde Önce ‘Yemin Töreni’ “. Milliyet, 3 Temmuz 1996. 
14 Hasan Kundakçı, “Güneydoğu’da Unutulmayanlar”, Alfa Yay. 2004. 
15 Doğan, G., “Stratejik Müttefiklikten Uluslararası Terörizme”, IQ Yay. (2007), s.109. 
16 Martin, L., Keridis, D. “The Future of Turkish Foreign Policy”, MIT Press., January 2004. 
17 Charountaki, M., “The Kurds and US Foreign Policy: International Relations in the Middle East Since 1945”, 
Routledge Studies in Middle Eastern Politics, October 2010. 
18 BBC Türkçe, “Türkiye’de Son Dönemde Çok Sayıda Saldırı Üstlenen TAK Kimdir?”, 20 Aralık 2016. 
19 Çiçek, Nevzat. “KCK’ya Gelene Kadar PKK”. Timeturk, 25 Aralık 2009. 
20 Fikret Bila, 08.12.2010. “Öcalan’ın Dört Ayaklı Paradigması”, milliyet. 
21 Anadolu Ajansı, 10.10.2015. “PKK’nın ‘Sözde Ateşkes’ Aldatmacası”. 
22 http://www.cnnturk.com/2013/guncel/03/21/ocalanin.nevruz.mesaji/701058.0/index.html 
23 http://www.haberturk.com/gundem/haber/1106043-sanliurfada-2-polis-sehit-oldu 

***

PKK TERÖR ÖRGÜTÜ: GEÇMİŞİ, YAPISI, GELECEĞİ VE FAALİYETLERİ, BÖLÜM 1

PKK TERÖR ÖRGÜTÜ: GEÇMİŞİ, YAPISI, GELECEĞİ VE FAALİYETLERİ, BÖLÜM 1




ANALİZ 
PKK TERÖR ÖRGÜTÜ: GEÇMİŞİ, YAPISI, GELECEĞİ VE FAALİYETLERİ 
ALPARSLAN ULUHAN 
Nisan 2017 


İÇİNDEKİLER 

• ARKA PLAN 4 
• KURULUŞ 5 
• 1980 İLE 1990 ARASI DÖNEM 7 
• 1990 İLE 2002 ARASI DÖNEM 9 
• 2002 SONRASI VE GÜNÜMÜZ 12 
• DEĞERLENDİRME VE SONUÇ 16 



ÖZET 

Büyük ölçüde Kuzey Irak ve Türkiye’nin Güneydoğusu’nda faaliyet gösteren PKK (Kürdistan İşçi Partisi) terör örgütünün kuruluş öncesi dönemini, kuruluşunu ve 
sonraki yaşanan gelişmeleri konu alan bu çalışmada PKK’nın geçmişten geleceğe yol haritasının ve faaliyetlerinin kapsamlı bir analizi yapılacaktır. 
PKK’nın oluşumunu da tetikleyen faktörler bilhassa önem taşımaktadır. Özellikle bu süreç ve sonrasında örgütün yaşadığı değişimler ve bu değişimleri etkileyen olaylar da mercek altına alınmıştır. 

Arka Plan 

Ondokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde, 1826-1828 İran-Rus Savaşı sonucunda yapılan Türkmençay Antlaşması ile İran’da Ermeni ve Kürt nüfusunun yoğun olduğu topraklar Rus egemenliği altına girmiştir. Rusların Basra Körfezi’ne ve Akdeniz’e, yani sıcak denizlere inme hayallerinin belki de ilk adımları bu tarihte ve bu tarihten sonra yaşanan gelişmelerle olmuştur. Bu kapsamda Kürtlerin yaşadığı topraklar her zaman Rusya’nın Ortadoğu’ya açılan kapısı olmuştur. Buradan hareketle de Kürtler 19.yüzyıldan itibaren Rusların doğal müttefiki haline gelmiştir. İran-Rus savaşından yaklaşık yarım asır sonra 93 Harbi, yani 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı olmuş ve Ermeni çeteleri isyanlara teşvik edilmeye başlanmıştır. 20.yüzyılın başlarında ise Rus yetkililer İran ve bizzat Osmanlı’ya karşı Kürt kartını kullanabilmek için İtalyan Katolik misyoneri Maurizio Garzoni’den sonra ilk Kürdoloji çalışmalarını başlatmışlardır. 

Aynı zamanda bu dönemde Kürtler etnik milliyetçiliğe rağbet etmemişler ve Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı İmparatorluğu’na sadık kalmışlardır. 
Ancak Musul Sorunu döneminde ortaya çıkan ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde emperyalizmin bizzat kullandığı Kürt hareketleri ile Anadolu ne kadar isyanlara sahne olsa da milli birlik ve beraberlik ruhu bozulmamıştır. Daha sonrasında Türkiye’de özgürlükçü ortamda gelişen sol akımların ve bu akımların yanın da Kürtçülük hareketinin, 27 Mayıs 1961 Darbesi’nin ardından kabul edilen 1961 Anayasası’nın yarattığı özgürlük ortamında doğduğu söylenebilir. 
Tüm bunlarla beraber yurt içinde doğudan batıya gelişen göç dalgası ve doğu batı arasındaki ekonomik ve sosyokültürel farklılıklar, doğudan gelen gençleri siyasetle tanıştırmıştır. 
Musa Anter, Yaşar Kaya, Tarık Ziya Ekinci ve Faik Bucak gibi isimler ise Kürtçülüğün fikirsel zeminini oluşturmuştur. Musa Anter’in çıkarttığı ve doğunun geri kalmışlığını konu alan “İleri Yurt” gazetesi buna bir örnektir. Sonrasında Kürt hareketinin temsilcileri o dönemde yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) bünyesinde aktif siyaset hayatına dahil oldular. 

 Sait Elçi’nin kurduğu Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP), öğrencilerin oluşturduğu Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO), Kemal Burkay’ın öncülük ettiği Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi (TKSP) gibi hareketler PKK oluşumunun birnevi düşünsel ardılıydı. Fakat bunlar içinde DDKO ayrı bir önem teşkil etmektedir. Bunun nedeni ise DDKO’nun Ankara’dan sonra Güneydoğu’da şubeler açarak yayılması ve gençleri bu hareketin üzerine çekmesidir. Bilindiği gibi 1969’da kurulan DDKO, 12 Mart 1971 Muhtırası ile yasadışı örgütlere karşı başlatılan mücadele kapsamında büyük yara aldı ve Abdullah Öcalan ile birlikte birçok DDKO elemanı tutuklandı. 

Öcalan bu süreç içerisinde 7 ay cezaevinde yattı. Sonuç olarak DDKO, 70’li yıllardan itibaren, ideolojik olarak gençleri örgütlemiş ve bu minvalde bir kitle yaratmıştır.1 

   Bunun dışında 1960’ların sonunda TİP önderliğinde Diyarbakır, Silvan, Batman, Siverek, Erzurum, Ağrı, Tunceli ve Ankara’da doğu mitingleri düzenlendi. 

Böylelikle sosyalist ve ilk Kürt sol hareketleri bu mitinglerle yurt genelinde kendisini gösterdi ve taraftar topladı. 

1974 yılında Ankara’da kurulan “Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği” nin kurucuları arasında yer alan Abdullah Öcalan, öğrencilik yıllarında da silahlı mücadeleyle çözüm fikrini savunarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde faaliyet alanları kurdu ve PKK’nın temellerini bu şekilde attı. 

Bunda da DDKO’nun çok büyük bir etkisi oldu. 1977’nin sonlarında ise Öcalan’ın “Kürdistan Devriminin Yolu” başlıklı yazısı PKK’nın ideolojik esaslarını belirledi. 
Dahası PKK’nın kurucuları bu yazıyı parti programı olarak kabul ettiler. 

Sonrasında Merkez Komite seçildi ve PKK’nın kuruluşu bu komitenin yapacağı toplantıda gerçekleşti.2 


Kuruluş 

PKK’nın kuruluşu olarak nitelendirdiğimiz “Kürdistan Devrimcileri” olarak bilinen ismin “Kürdistan İşçi Partisi” (Partiye Karkeren Kürdistan) şeklinde değiştirilmesi,  27 Kasım 1978’de Diyarbakır Lice İlçesi’nin Fis Köyü’nde toplanan PKK’nın kurucuları ile, Birinci Kongre yani Kuruluş Kongresi’nde gerçekleşti. 
PKK bu tarihte ve bu kongrede kuruldu. 
Bu toplantıda yapılan görevlendirmelerle, 
Abdullah Öcalan Parti Genel Sekreteri, 
Cemil Bayık Genel Sekreter Yardımcısı, 
Şahin Dönmez, Mehmet Hayri Durmuş ve Baki Karaer Örgütlenme Komitesi Üyesi, 
Mehmet Karasungur Askeri Sorumlu ve 
Mazlum Doğan Basın Yayın Sorumlusu oldu. 

PKK, Marksist-Leninist görüşü benimseyerek yola çıkan, bağımsız Kürt devleti kurmayı amaçlayan, mücadele yöntemi olarak da “Devrimci Halk Savaşı”nı esas alan bölücü bir örgüt olarak böyle kurulmuştur.3 Her ne kadar PKK, marksist görüşü benimseyerek yola çıkmış olsa da pratikte ve düşüncede aslında maoist bir örgütlenme olarak kendisini gösterir. Bunun dayanağı ve nedeni Mao Zedong’un marksizme getirdiği üç yeni yaklaşımın PKK’da tezahür etmesidir. 

Bu Üç yaklaşım şunlardır: 

1) Marx’ın proleterya vurgusuna karşılık Mao’nun köylü sınıfını devrimin öncüsü olarak sayması ve “köylü sosyalizmi”ni geliştirmesi. 
2) Şehir merkezlerinde yapılanma temelli değil, kırsal kesimde ve dağlarda örgütlenmenin olması. 
3) Marksizmin ve leninizmin temelinde yer alan enternasyonalist (uluslararasıcı) yaklaşım yerine, milliyetçi sosyalizmin ortaya çıkması. 

 Buradan hareketle, Mao’nun “Uzatılmış Gerilla Savaşı Doktrini”, PKK’nın temel savaş stratejisi olmuştur. Mao, Çin Devrim pratiği üzerine yazdığı birçok eser ve 
makalede bunun altyapısını kurmuştur. Bu stratejiye göre ilk amaç işçi-köylü kitlelerine dayandırılacak savaşın kırsaldan başlamasıdır. Ve sonrasında savaş, süreç içerisinde geliştirilecek, yani gerilla ordusundan düzenli ordu savaşına kadar yaygınlaştırılacak ve kurtarılmış bölgeler yaratılacaktır. Dağdaki savaşın yanı sıra, örgüt vasıtasıyla yerleşim yerlerindeki halkın örgütlenmesi bir sonraki hedeftir. 
Uygun zaman, fırsat ve koşullar oluşması durumunda ise “kırsala dayalı şehir savaşı” stratejisi uygulanarak ülke genelinde ayaklanma başlatılacak ve bölgedeki güvenlik güçleri yenilgiye uğratılarak bölgeyi terke zorlanacaktır. Bölgede tam kontrol ve hakimiyet sağlandıktan sonra da amaçlanan siyasi neticeye ulaşılacaktır. 

Kısacası, “Devrimci Halk Savaşı” stratejisi sırayla üç aşama öngörüyor: Stratejik Savunma, Stratejik Denge ve Stratejik Taarruz. 

1. Stratejik Savunma 

Bu aşamanın öncelikli hedefi bölge halkını örgütlemek ve terörist militanların sayısını artırmaktır. Bu aşamada kontrolün zayıf olduğu ya da hiç olmadığı kırsal ve dağlık kesimlerde kurtarılmış bölgeler oluşturmak, halktan sempatizan ve milisler kazanmak, uluslararası arenada örgütün varlığını tanıtma çabaları öncelik taşımaktadır. 
Silahlı propaganda ve gerillaların eğitilmesi aşaması da yine stratejik savunma safhasına dahildir. 
Bu aşama, bir terörist örgütün dışarıdan gelecek olan müdahalelere en hassas olduğu dönemdir. 
Bu nedenle örgüt adına yapılan hataların neredeyse telafisi yoktur denilebilir. 
Stratejik savunma topyekun savunmayı barındırmaz. Taktiksel anlamda saldırı, stratejik anlamda savunma ile devlet güçleriyle baş edebilecek konuma gelmek 
asıl hedeftir. 

2. Stratejik Denge 

Stratejik denge, kurtarılmış bölgeleri genişletme ve buralarda alan hakimiyeti sağlama ve zamana yayılmış saldırılarla devlet güçlerini uzun süreli bir yıpratma savaşına zorlama aşamasıdır. Yine bu safhada gelecekte düzenli ordu kurma hedefi kapsamında silah ve malzeme toplamak, teçhizat toplamak asıl amaçtır. Stratejik denge aynı zamanda halktan azami desteği sağlayarak “parti-ordu-cephe” üçlemesini yaratmayı amaçlar. Kitleleri, boykot, genel grev ve işgal gibi eylemlere hazırlamak, silahlı faaliyetler, tahrik edici söylemler yine bu aşamada yaygın olan faaliyetlerdendir. 

3. Stratejik Taarruz 

Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’nin son safhasıdır. Bu safhada açık taarruz taktikleriyle şehirleri ele geçirmek ve bu şehirlerdeki her türlü devlet otoritesinin 
yapısını çökertmek temel amaçtır. Bu son safhada gerilladan düzenli orduya geçilmiş ve teşkilatlanma tamamlanmıştır. Stratejik taarruz aynı zamanda karşı tarafa, yıllarca süren bir savaşın siyasi ve ekonomik yükünü bırakarak, örgütün kendi tabanındaki nefretin azami ölçüde çoğalmasını buna ilave eden ve psikolojik bir üstünlük kurarak bunu siyasi zaferle taçlandırmayı amaçlayan safhadır. 

1980 ile 1990 Arası Dönem 

Bu tarih aralığı yani bu dönem PKK terör örgütü açısından ülke geneli ve bölgedeki gelişmelerin genellikle örgüt lehine olduğu zaman dilimidir. 
Hem 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlayan Türkiye’deki karanlık süreç, hem de 1980-1988 İran-Irak savaşı bunun en önemli örneğidir. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin akabinde, Türkiye’de bulunan çok sayıda Kürt vatandaşı yurt dışına kaçmıştır ve bunlardan Suriye’ye giden kitleler Filistin’deki eğitim kamplarına katılmıştır. Bir bölümü de Avrupa’ya iltica etmiştir. Geride kalanların birçoğu ise Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde bulunuyordu. 

PKK da bu dönemde militanlarını yurt dışına dağıttı ve 12 Eylül’den kısa bir süre önce Suriye’de Şam’a yerleşen Abdullah Öcalan, Hafız Esad’ın ve Suriye istihbarat örgütü El Muhaberat’ın himayesi altında örgütü yönetmeye başladı. Aynı zamanda PKK ve ASALA arasındaki işbirliği de gözlerden kaçmıyordu ve 8 Nisan 1980 tarihinde Lübnan’ın Sidon kentinde bu iki örgüt ortak bir basın toplantısı düzenleyerek Türkiye’ye karşı bir bildiri yayınladılar. Ancak bu olayın tepki çekmesi üzerine ilişkilerin gizli olarak sürdürülmesi kararlaştırıldı.4 

 Bu süreç içerisinde özellikle Diyarbakır Askeri Cezaevi’nden çıkanların kitlesel olarak PKK terör örgütüne katıldığı gerçeğiyle beraber Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’da PKK’ya verdiği Bekaa Vadisi’ndeki kampların, PKK’nın ilk silahlı eğitim kampı olması dikkat çekicidir. 

Örgütün birinci konferansı bu bölgede örgüte tahsis edilen Helve Kampı’nda yapılmıştır. 

1981 yılında Suriye’nin de kontrolünde yapılan bu konferansta silahlı eylemler için yapılacak hazırlıklar karara bağlandı ve ardından Kuzey Irak bu tarihte ana üs olarak belirlendi.5 Bu noktada Kuzey Irak’ın Türkiye’ye yakınlığı ve arazi koşulları göz önünde bulundurularak bu neticeye varıldı. Bu netice üzerinde Hafız Esad rejiminin ve KDP (Kürdistan Demokratik Partisi)’nin etkisi oldu. 

 Tüm bu olanlarla birlikte iç dinamikler bazında 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi önemli rol oynarken, dışarıda, 1980’de Irak’ın başlattığı bir operasyonla kıvılcımlanan ve 8 yıl süren İran-Irak Savaşı da PKK için kritik bir gelişme idi. Bu savaş, zamanla Irak ordusunun baskı ve operasyonlarıyla dağılan Barzani güçlerini İran’a çekilmeye zorladı ve burada oluşan güç boşluğundan yararlanan PKK, Barzani güçlerinden kalan silah ve mühimmatı da sahiplendi. Aynı zamanda örgüt, Barzani güçlerinin yanında İran’a gitmeyen peşmergeleri devşirdi ve en önemlisi de, PKK bu zaman diliminde finansal kaynak ve lojistik imkanlarının temelini attı. Unutulmamalıdır ki, bir terör örgütü için finans, her zaman şah damarı niteliğindedir ve terör örgütleri ile finans akışı arasındaki bağlantı terör örgütlerinin eylemlerinin sürdürülebilirliği, daha da ötesi varlığını sürdürebilmesi açısından hayati bir önem taşımaktadır. Bu noktadan hareketle PKK, bu zaman aralığında kendi lehine olan fırsatları da kullanarak ayakta kalmış ve terör eylemi hazırlıklarını sürdürmüştür. 

 PKK ikinci kongresini 1982 yılında Suriye’de gerçekleştirmiştir ve bu kongrede Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sızma eylemlerinin gizli planları ve dahası silahlı terör 
eylemlerinin altyapısı oluşturulmuştur. 15 Ağustos 1984 ise PKK terör örgütünün devlete karşı ilk silahlı eylemini gerçekleştirdiği tarih olarak biliniyor. Ancak örgütün ilk eylemi 1979 yılında Şanlıurfa Adalet Partisi Milletvekili Mehmet Celal Bucak’a karşı yapılmıştır. 15 Ağustos 1984 saldırısı ise Öcalan’ın emriyle Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçelerinde askeri lojman ve karakollara baskın, bombalı ve silahlı saldırı ile gerçekleştirilmiştir. Bu saldırıda 1 asker şehit düşmüş ve 3 sivil ile 9 asker yaralanmıştır. Jandarma birliğine ait çok sayıda mühimmat, silah ve malzeme örgüt tarafından gasp edilmiştir. Teröristler tarafından ilçe meydanı ve cami minarelerinde propaganda yapılmıştır. PKK, daha sonraları bu tarihi “diriliş bayramı” ve “ilk kurşun günü” olarak ilan etti.6 

 Stratejisinin bir ayağını “zamanlama, mekan ve güç” üçlemesine oturtan PKK için en önemli jeopolitik nokta ve alan hakimiyetinin kurulması gereken yer “Botan” olarak adlandırılan bölgedir. PKK’nın temel gayesi siyasi mücadelenin yanında kurtarılmış bölgeler oluşturarak bu bölgede hakimiyet kurmaktır. Botan, Şırnak’ın Cizre ilçesini merkez alan, Hakkari ve Siirt illerini de kapsayan bir bölgedir. Bunun dışında Botan bölgesinin bir diğer önemi, PKK’nın süreç içerisinde iyice yerleştiği ve üs bölgesi haline getirdiği, Kuzey Irak’taki Sinat-Haftanin-Metina-Zap-Avaşin Basyan-Hakurk-Kandil bölgelerine komşu olmasından kaynaklanmaktadır.7 

 PKK, 1986 yılında Suriye’de Şam rejiminin himayesi altında üçüncü kongresini yapmış ve terör eylemlerinin yelpazesini bu dönemde geniş alana yaymıştır. 
Bu kongrede HRK (Kürdistan Kurtuluş Birliği) lağvedilerek yerine PKK’ya bağlı milis gücü ARGK (Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu) ve ona bağlı ERNK (Kürdistan Halk Kurtuluş Cephesi) kuruldu.8 

Bu dönemde hedefler özenle seçiliyordu. Bu hedeflerin merkezinde özellikle köy koruculuğunu kabul eden köyler vardı. 

Örgüt aynı zamanda komşu ülkelerin de desteğiyle dağlık-kırsal ve kentsel alanlarda ve askeri cezaevlerinde örgütlenmeye çalışıyordu. 

Öbür taraftan köy koruculuğu sistemi hızlıca gelişiyor ve PKK’nın eleman teminine ve örgütlenmesine önemli bir tehdit oluşturuyordu. 
1987 yılında belli başlı Güneydoğu illerinde olağanüstü halin ilan edilmesiyle terörle mücadelede yeni bir dönem başladı.9 

Bunların yanı sıra PKK’nın ordulaşma çabaları doğrultusunda militan sayısındaki artışı sağlamak için üçüncü kongrede Öcalan’ın talimatı doğrultusunda askerlik 
yasası ilan edildi ve bölgedeki gençler Kuzey Irak kamplarına zorla götürüldü ve orada eğitildiler. 

1990 ile 2002 Arası Dönem 

1990 yılına gelindiğinde terör örgütü, hedeflerini, bölgedeki mühendis, öğretmen ve daha çok sivili katletmeye yöneltti. 
Siyasallaşma kapsamında da önemli adımlar atıldı. 
Öcalan’ın talimatı doğrultusunda 1991 seçimleri için Halkın Emek Partisi’nin (HEP) desteklenmesi ve propagandası gündemdeydi. 
1990 yılının bahar aylarında ise PKK Lübnan’da ikinci konferansını gerçekleştirdi. PKK yanlısı kitlesel gösterilerin yapıldığı günlerin hemen akabinde bu konferansın gerçekleştirilmesi ve kitlesel boyutlu gösterilerin tırmandırılması gibi kararların alınması konferansın önemli niteliklerindendir.10 
Örgütün siyasallaşma çabaları ile bu konferansın atmosferi ve teması da birbirleriyle doğru orantılıdır denilebilir. 
PKK, basın yayın çalışmalarına da hız katma adına o dönemde Özgür Halk ve Dilan gibi dergiler çıkarmıştır. 

Bunda bizzat örgütün 1990’ların sonunda hazırladığı Şehir Talimnamesi* etkili olmuştur. 
*Savaş Metodlarını düzenleyen bir tür doküman. 

Aynı zamanda PKK ikinci konferansı ile büyük ölçüde içerik ve eylem kararları açısından benzer olan dördüncü kongresini aynı yıl içinde Kuzey Irak’ın Haftanin 
kampında gerçekleştirmiştir. 

 Bu dönem aralığının başında ve PKK için de çok önemli sonuçlar doğuran hadise, 2 Ağustos 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle ateşlenen ve ABD 
öncülüğünde 40 civarı ülkenin Irak’a karşı başlattığı hava operasyonlarıyla meydana gelen Birinci Körfez Savaşı’dır. 1991 yılının başlarında koalisyon güçlerince Irak’a karşı başlatılan harekat Irak’ın Kuveyt’i terk etmesiyle ve Birleşmiş Milletler’in meseleye el atmasıyla sonuçlandı. Netice olarak Irak’ın güç kaybetmesiyle yine Kuzey Irak’ta meydana gelen güç boşluğundan büyük ölçüde yararlanan PKK terör örgütü buraya daha çok mevzilendi. Burada boşalan alanlara PKK’nın yerleşmesiyle kuzeyden çekilen Irak ordusunun ardından kalan silahlara da örgüt tarafından el konuldu. PKK bu dönemde olağanüstü miktarda silah ve mühimmat elde etti. Körfez Savaşı’ndan sonra Irak, bir dizi ayaklanma ve isyanla karşı karşıya kaldığında Kuzey Irak’ta başlayan Kürt isyanına karşı harekete geçen Saddam rejimi de böylelikle PKK’nın da istismar ettiği Kürt sorununun uluslararası arenaya taşınmasına yol açtı. 

 PKK artık halkın desteğini masum sivil vatandaşları öldürerek ve onları korkutarak elde edemeyeceğini anlayınca daha çok güvenlik güçlerini ve karakolları hedefine aldı. 1992 yılına gelindiğinde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) terörle mücadelede yeni bir konsept belirledi. “Alan hakimiyeti” dediğimiz bu askeri strateji asker sayısının çokluğu üzerine kuruldu. Çok sayıda asker bölgeye yerleştirildi ve kritik güzergahlar tutuldu.11 

Oluşturulan bu yeni strateji doğrultusunda TSK, Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik büyük çaplı operasyonlar başlattı. PKK büyük bir hata yaparak düzenli ordu anlayışıyla karşılık vermeye kalkışınca örgüt çok büyük zayiatlar verdi. Terör örgütü daha sonradan bu kayıpları telafi etmek adına Kuzey Irak’taki kamplara dönmeyi ve toparlanmayı planlıyordu. Bu nedenle Öcalan 1993 
yılında “taktik ateşkes” ilan etti. Ancak PKK’nın aynı yıl içerisinde Bingöl’de 33 eri şehit etmesiyle ateşkes de bitmiş oldu. 

 1993 yılındaki büyük kayıplardan sonra 1994 yılında PKK, Suriye’de üçüncü konferansını düzenledi. Bunun sonucunda militan sayısının artırılması ve “saha 
komutanlıkları” kurulması konusunda karar kılındı. Mayınlama, pusu, karakollara ve köylere baskın ile askerler dışında siviller de hedef alındı. 1995 yılına girildiğinde ise beşinci kongre için Kuzey Irak’ın Haftanin kampı seçildi. PKK’nın beşinci kongre bildirisi diğerlerine oranla çok daha çarpıcı ve adeta örgütün kendi içinde itiraflarda bulunduğu bir içeriğe sahiptir. İdeolojik olarak örgüt içinde yapılan kavgalar, bu kavgaların 1980’li yılların ortalarında doruk noktasına ulaşması ve en önemlisi 1992 yılında TSK’nın terör örgütü PKK’ya karşı büyük başarıya imza attığı ve PKK’nın ‘Güney Savaşı’ olarak adlandırdığı büyük yenilgisi sonrasında kendi içinde büyük çözülmelere gittiği, bu kongre dokümanlarında yer almaktadır. Bu kararlar aynı şekilde manifesto niteliğindedir. Bunun nedeni ‘ulusallaşma’ ibaresi altında Kürtçülüğe ideolojik esas olarak yer verilmesi ve ‘ordulaşma’ kapsamında yeni birliklere ve taktiklere yer verilmesidir. Alınan kararlar doğrultusunda en az 60.000 kişilik bir ulusal ordu yaratılması ve ulusal ordulaşmanın kalan safhalarının tamamlanması öngörülmüştür. Devamında Kuzey Irak’ta “Kürdistan Demokratik Ulusal Birliği” adı altında yeni bir cephe örgütlenmesine gidildi. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***