Reyhanlı saldırısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Reyhanlı saldırısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

TAKSİM DİRENİŞİ SİYASAL ANALİZİ 2 "KÜRTLERİN TAVRI"

TAKSİM DİRENİŞİ SİYASAL ANALİZİ 2  "KÜRTLERİN TAVRI"



Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
08.06.2013 

Feyzi Çelik, ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ, Sırrı Süreyya Önder, Gezi Parkı, Reyhanlı saldırısı,


Bu durumda Kürtler ne yapmalı? Kürtler örgütlemeleri ni devam etmeli, CHP benzeri partilerle birlikte hareket etmenin koşulları olmuş olsaydı onlarla birlikte hareket edebilirlerdi. Ancak Kürtler şu anda kendilerini CHP’ye göre AKP’ye daha yakın görüyorlar. O yüzden AKP’ye karşı CHP benzeri partilerle birliktelik kurmaları zor görünüyor ancak bu durumda güç kaybeden AKP’nin Kürtler tarafından ayakta tutulmasına gerek de kalmıyor. Çünkü Kürtler, AKP’nin güçlü bir hükümet olduğunu ileri sürerek Kürt sorununu çözebileceklerine inanıyorlardı. Bu kadar gücü olmadığı, varsa da bunu kullanmak istemediği ortaya çıktı. Bu aşamada AKP’yi Kürt sorunundan çok kendisinin varoluşu söz konusu olacaktır. Kendi varoluşu sorgulanan AKP’nin Kürt sorununu çözmedeki yetersizliği de ortaya çıkacaktır. Bu durumda Kürtlerin örgütlü bir şekilde Suriye’deki Kürtlere benzer tutum geliştirmeleri daha uygun olacağı görülse de Kuzey Kürdistan ve Türkiye’nin şartlarıyla Suriye’nin şartları aynı değildir. Kürtler, doğrudan doğruya AKP’yi karşısına aldıkça AKP’nin gidişi de kolay olacağından dolayı AKP’nin yerine gelecek Ergenekoncu güçlerin AKP’ye olan kızgınlıklarını Kürtlerden alacakları konusunda kaygı duyabilirler.  Kürtlerin olası siyasi krizden AKP’nin zarar görmesini istemeyişinin arkasında bu kaygılar rol oynamış olabilir.

Kürtlerin önünde iki tecrübe var. Kuzey Irak’ta tavırları Saddam’a karşı netti. Muhaliflerin yanında yer aldılar, ABD’nin işgali ile birlikte Irak Anayasasına göre federal bir statü elde ettiler. Bundan dolayı fazla kayıpları da olmadı. Bunda Kürtlerin Irak’ta belirli bir bölgede yaşamaları da etkili oldu. Araplarla birlikte yaşadıkları Kerkük’te ise barış ortamı hiç olmadı. Kerkük’ün durumunun netleşmemesi dışında Kürtlerin muhalif Şiilerle birlikte hareket etmeleri onlar açısından doğruydu.

Suriye tecrübesine bakıldığında, Suriye’de Kürtler Irak’a göre daha dağınık bir yerleşim düzenine sahipler. Çoğu yerde Kürtler, Araplar, Hıristiyanlar birlikte yaşamaktadırlar. 2004 yılında meydana gelen çatışmalar nedeniyle Kürtler PYD’de örgütlüydüler. PYD lideri Salih Müslim tutukluydu. 2011 yılında gösterilerin başlamasıyla birlikte Kürtler beklemeyi tercih ettiler. Ne muhaliflerin yanında yer aldılar ne de Esad’a karşı eyleme geçtiler. Esad içinde bulunduğu açmazdan kurtulmak için çıkarılan af yasası ile birlikte PYD için serbest bir alan oluştu. Kürtler hem idari hem de savunma olarak örgütlenerek kendi bölgelerini koruma yoluna gittiler. Türkiye ilk günlerde Esad’ın adım atabileceğini düşündü. Onunla sürekli görüşmeler yapıyordu. Bu arada muhalifleri kendi ülkesinde örgütlüyordu. Muhalefetin Kürtlere yönelik olumsuz bir tavrı olmamasına rağmen Türkiye Kürtleri muhaliflerin içinde görmeme yolunu seçti.Bu politikasını da Suriye muhaliflerine kabul ettirdi. Türkiye, Mısır’daki gelişmelerden hareketle Müslüman Kardeşlerin iktidarı ele geçirebileceği üzerinden politika yapıyordu. Kürtlerin Suriye’de üçüncü güç olarak ortaya çıkışı ilk meyvelerini Temmuz 2012’de muhaliflerin Suriye’ye önemli bir darbe vurduğu anda oldu. Artık Esad, Şam’a sıkışmış durumdaydı. Kürtler etkin oldukları şehirleri teker teker teslim alıp kendi yapılarını oluşturdular.

Kuzey Kürdistan özellikleri itibarıyla ne Güney’e ne de Rojava’ya benzer. Yine Türkiye, ne Irak ne de Suriye gibidir. İşleyen bir ekonomiye sahiptir, dünyanın en büyük ekonomileri arasında 16. Sıradadır. Yoğun çalışan ve işçiye sahiptir. Ekonomisi de küresel ekonomiye bağlıdır. Toplumsal bağlar oldukça iç içe geçmiş durumdadır. Kürtlerin bu bağlamda tarafsız kalmaları oldukça zordur. Kürtler kendilerini Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir parçası olarak görüyorlarsa hükümetin bu anti demokratik uygulamaları karşısında muhalif güçlerin yanında yer almaları onlardın da lehinedir.

Öcalan’ın 7 Haziran 2013’te BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş aracılığıyla gönderdiği mesajında Gezi Olayları ile ilgili olarak "Direnişi anlamlı buluyor ve selamlıyorum. Elbette ki bu duruş yeni bir siyasal kırılma yaratmıştır. Ancak hiç kimse ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelere de kendini kullandırmamalı. Bu hareketin onların denetimine girmesine Türkiyeli demokrat, devrimci, yurtsever ve ilerici çevreler izin vermemeli dir." Demiştir. 

Öcalan’ın bu mesajı ile olayların ilk günlerinde BDP’nin yaptığı açıklamalar birbiriyle örtüşmektedir. Ancak gelinen aşamada Kürt Siyasal hareketinin Türkiyeli demokrat, devrimci ve ilerici çevrelerle ilişkisi de giderek zayıflamış durumdadır. Bu anlamda bakıldığında Öcalan’ın bu mesajının yeterli karşılık bulacağını sanmıyorum. Eğer kamuoyuna yansıyan yorumlar doğruysa Sırrı Süreyya Önder’in İmralı’ya gidişi hükümet tarafından veto edilmişse, vetoya rağmen BDP buna tepki göstermemişse  Öcalan’ın mesajında adı geçen Türkiyeli demokrat, devrimci ve ilerici çevrelerle Kürtlerin ilişkisini sağlayan önemli bir bağın kopmuş olduğunu da kabul etmek gerekiyor.

Taksim Direnişine bütünsel olarak bakmakta fayda vardır. İlahi bir benzetme yapmak gerekiyorsa 2007 yılında Hrant Dink’in cenazesinde bir araya gelen farklı çevrelerden oluşan kitleye benzetilebilir. O günkü koşullarda hiç kimsenin tahmin edemeyeceği oranda katılımın sağlandığı bu cenaze töreninden sonra burada oluşan dinamizm hiçbir zaman örgütlü bir yapıya dönüşüp kendisini devam ettirmedi. Ancak Taksim direnişinde bir devamlılık ve genişleme var, sokakta görülmemiş bir dayanışma, heyecan var, insanlar olağanüstü bir diriliş sergiliyor lar. Hiçbir parti, siyasi klik tek başına etkili olamıyor. Aynı safta toplanan insanlar birbirine karşı son derece saygılı, sorumlu. Haklı bir direniş dosta karşı nezaket, düşmana karşı hiç dinmeyen bir dirençle sürüyor. Kürtler bu direnişi değerlendirirken bu gerçeği göz önünde bulundurmalıdır.

Kürtler Taksim direnişinin demokratik bir arayış olduğunu kabul ediyorlar; kaygıları bunun Kürtlere karşı siyasi bir komplo ve ulusalcı bir akıma dönüşmesidir. Bu kaygıları haklı çıkaracak bir şey olacağını sanmıyorum. Tersine bu kaygıları taşıyıp uzak durmanın siyasi komplo ve ulusalcılara yer açacağını görmek gerekiyor. Taksim direnişinin meşrulaşması ve değişik çevrelerin desteğini alışında BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in mücadelesi de her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Başbakanın Sırrı Süreyya Önder’e takındığı olumsuz tavrın Önder’in bu mücadelesiyle bağlantısı vardır.

Çözüm sürecine sahip çıkan kararlı bir başbakan ortalıkta görünmüyor. 
Başbakan gerçekten çözüm sürecine sahip çıkıp bazı adımlar atmış olsaydı o zaman Kürtler kaygılarında haklı olabilirlerdi. Reyhanlı saldırısıyla sarsılan, bu sarsıntı geçmeden Suriye’deki gelişmelerin dışında kalan AKP’nin bunu topluma anlatmasının zorlaştığı bir dönemde AKP’den çözüm sürecinin arkasında durabileceğini sanmak bundan sonraki aşamada saf dillikten öte bir anlamı da olmayacaktır. 
Yine ulusalcı ve ülkücü kesimlerin süreci Kürt karşıtlığına dönüştürmesinde AKP Kürtleri koruyamamıştır. Batı il ve ilçelerinde Kürtler hem saldırı ile karşı karşıya kalmış hem de Kürt karşıtı bir söylemin gelişmesine neden olmuştur. Bir yıl önceki güçlü Tayyip Erdoğan imajı da giderek dökülmüştür. Bu gerçekler dikkate alındığında Kürtlerin AKP ve başbakanı koruyan bir anlayış giderek Kürtleri AKP önünde mayın eşeği haline getirmek tehlikesini içinde taşımaktadır. 
Bunun Kürt karşıtlığına dönüşmeyişi biraz da Kürtlerin varlığına/direnişine bağlı olacak.

***

TAKSİM DİRENİŞİN SİYASAL ANALİZİ 1

TAKSİM DİRENİŞİN SİYASAL ANALİZİ 1



Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
08.06.2013 


BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in Gezi Parkında ağaçları sökmeye çalışan kepçenin önüne atılmasıyla başlayan eylemlerin devasa eylemlere dönüşüp Türkiye çapında yayılacağını hiç kimse tahmin etmezdi. Reyhanlı saldırısının şokunu henüz üzerinden atmadan Taksim’deki eylemlerin bu boyuta ulaşacağını hükümet de tahmin etmedi. Böylece hükümetin giderek halktan kopukluğu ortaya çıkmış oldu. AKP, sadece kendisine oy vermeyenlerin dışında kendisine oy vermiş olan kesimlerle de kopukluk yaşamaya başlamış durumdadır. Bunun ilk belirtisi liberal kesimlerin AKP’ye olan desteklerini çekmeleri ile kendisini gösterdi. AKP’nin gerek sistemle gerekse değişik kesimlerle bağlantının meşruluğunu bu kesim sağlıyordu. 2010 Yılında Anayasa oylamasında “yetmez ama evet” deyip Anayasa değişikliğinin yapılmasında rol oynayan liberal kesimlerin Anayasa oylamasından sonra AKP’nin yargı üzerinde siyasi etkinlik kurmaya başlamış olması bu kesimlerde AKP’ye karşı bir güvensizlik yaratmaya başladı.

Son olayların üzerinden analiz yapan bazı kesimler, daha önceden AKP’ye destek vermeleri nedeniyle AKP’nin bu hale gelmesinden sorumlu tuttukları liberal solculara büyük bir ateş püskürtmektedirler. Aslında uzun süredir liberaller de bunun farkına vardıkları için AKP’ye daha mesafeli yaklaşmaya başlamışlardı. Onların AKP’yi destekler mahiyette bulunmaları halinde bir anlamda AKP üzerinde bir emniyet sübabı görevi görüyorlardı. Taksim eylemlerinin en önemli sonuçların dan biri de liberallerle sol kesimlerin uzun süren ayrılığından sonra yeniden bir araya gelmeye başlamış olmasıdır. AKP, oy oranını yükseltip, devletin içine iyice girince, medyayı kontrolü altına aldıkça bu kesimlere ihtiyacı olmadığı sonucuna vardı. Bu anlamda iktidarının ustalık dönemi olarak adlandırdığı dönemi ideolojik bagajını gerçekleştirmek için kullanmaya çalıştı. Çok çocuk yapma kampanyası, Kürtaj tartışmaları, alkol yasakları, 4+4+4 uygulaması, Taksim’e ve Çamlıca’ya Cami projeleri bunun görünümlerinden bir kaçıdır. 

Bu uygulamalar öyle bir boyuta geldi ki AKP Parti olarak icraatların dışında kalmış gibi görünüyor. Başbakan ve etrafındaki birkaç bakan ve danışmanların etkinliği adeta partinin organları üzerine çıkmış durumdadır. Bakanlar kurulunda tartışılıp kararlaştırılmadan çok önemli yasalar kanun teklifi olarak doğrudan doğruya TBMM’nin önüne getirilip kabul edilmektedir. Bunlardan en önemlisi de eğitim sistemini baştan aşağı değiştiren 4+4+4’le ilgili kanundur. Yine alkolle ilgili düzenleme de bu şekilde meclise gelmiştir. Bir anlamda AKP içinde genel başkan etrafında oluşan dar bir grup önce partiyi giderek toplumu hakimiyetleri altına almaya başlamıştır. Yerel yönetimleri de etkisiz hale getiren bu dar grup AKP içinde de sıkıntıya neden olmaya başlamış tır. Bundan en çok rahatsızlık duyanların başında da cemaat gelmektedir. Cemaat kendi yayın organlarında bundan dolayı sitemlerini, eleştirilerini seslendirmeye başlamıştır. 

Dikkat edilirse Çözüm Süreci de bu dar grup etrafında yürütülmeye çalışılmaktadır.

AKP’nin 2011’den başlayarak ılımlı İslam düşüncesi doğrultusunda hızlı adımlar atmaya başlaması başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin radikal İslam’a karşı ılımlı İslam’ı ikame etme çabası ve bu konuda AKP’nin güdümündeki Türkiye’nin İslam Dünyasında rol-model olarak ileri sürülmesi politikasının hayata geçirilişidir. 
Arap Baharı olarak adlandırılan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da meydana gelen olayların gerisinde Ilımlı İslam’a geçiş işaretleri veren Müslüman Kardeşler örgütünün bulunduğu da dikkate alındığında AKP’nin bu örgütle olan ilişkilerini geliştirmek adına kendine daha fazla İslami renk vermek için içeride Anayasa ve yasalarda değişiklik yapma gereği duymuştur. Böylece kendisinin İslami bir hareket olduğu imajını İslam ülkelerinde yaygınlaştırıp AKP modelinin Arap Baharı yaşayan ülkelere benimsetmeyi amaçlamıştır. Ancak ne Müslüman Kardeşler istedikleri başarı elde ettiler ne de AKP onları üzerinde etkili olabildi. Tersine İslam Dünyasında mezhep çatışmaları eskisinden daha fazla görülmeye başladı. 

Bu İslam dünyasının Filistin/İsrail konusundaki görünürde de olsa ortak görülen politikalarında bölünmelere yol açtı. Bu açıdan bakıldığında İsrail’in kuruluşundan bu güne kadar en rahat günlerini yaşadığı söylenebilir. Özellikle İsrail’in gözünü sürekli korkutan Lübnan Hizbullah’ının Esad’ın yanında yer alarak Suriye’deki Muhaliflere karşı savaşmaya başlaması İsrail’e karşı zayıflama ve bölünme anlamına geliyor.
Başbakan Reyhanlı olayında da görüldüğü gibi kendi politikasının hatası olarak ortaya çıkan olumsuz sonucun sorumluluğunu kendisinde bulmak yerine başkasında bulma yoluna gitmektedir. Neredeyse Reyhanlı olayını CHP’nin üzerine atacaktı. Buradaki amacı gerçekleri kamuoyundan gizleme çabasıydı. Gezi olaylarına getirdiği yorum Reyhanlı’dakinden farklı değildi. Başbakan Erdoğan’ın eylemlerin en yoğunlaştığı 2 Haziran günkü açıklamaları olaya yeni bir boyut getirdi. Günlerdir polisi göstericilerin üzerine salan hükümet bundan sonuç alması bir yana bunu daha da büyüttüğünü söyleyebiliriz. Başbakanda bir panik havası vardır. Suriye’yi hatırlayacak olursak Suriye’de ayaklama ve gösterilerin ilk günlerinde göstericilerin üzerine güvenlik güçlerini gönderdi. Kısa bir süre içinde ince dengeler üzerinde bulunan Suriye’de mezhebe dayalı çatışmalar başladı. Bunda Beşar Esad’ın etkisi oldukça belirgindi. Ülkesinde bulunan Nusayri ve Hıristiyanların Sünni Müslüman kardeşlerin gelmesi halinde kendi gelecek güvenliklerini tehlikeye gireceğinden dolayı onlar sıkı sıkıya rejime bağlandılar. Yine Müslüman Kardeşlerden endişe duyan “Türkiye’deki Sünni/Laiklere” benzer kesimler de Esad’dan yana tavır koyunca ülke iyice iç savaş bataklığına saplanmış oldu. Erdoğan, güvenlik güçleriyle bunu engelleyemeyeceğini anladıkça kendi partililerini sokağa dökmeye çalışıyor. “Benim de bir partim var, ben istersem bir milyon kişiyi sokağa dökerim.” Diyebiliyor. Başbakanın bu söylemi tehlikeli bir söylemdir. Bu aynı zamanda tükenmişliğin de ifadesidir. Çünkü güvenlik veya başka bir yolla olayları durdurma imkanı olan birinin kendi yandaşlarını sokağa çağırmasına gerek yoktur.

Başbakan Erdoğan tüm enerjisini iktidarda kalmak amacıyla kullanıyor. Demokratik bir ülkede birilerinin gelip kendisinden iktidarı alma ihtimalini aklına getirmek istemiyor. Kendisini ilelebet kendisinin iktidarda kalacağını düşünüyor. Bunu sağlayabilmek için toplumun kendi içindeki dengelerle oynayarak kutuplaş ma yaratmaktan dahi geri durmuyor. Bunun en önemli nedeni 2014 Yılının ilk aylarında yapılacak yerel seçimler ve yaz aylarında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimidir. 

Ortadoğu’da bölgesel güç olma çabası gerçekleşmeyen hükümetin bundan sonraki bütün çabası yerel seçimleri kazanmak üzerine kurulmuştur. Bunu da kutuplaşma üzerinden yürütebileceğini sanıyor. Kendisine oy verenlere: “bunların amacı AKP karşıtlığıdır, iktidarı elimizden alırlarsa hepimizin defterini dürerler.” diyerek kendisine oy verenler üzerinde de baskı oluşturuyorlar. Böylece kendisine verilen oyları korumaya çalışıyor. Yerel seçimlerde yaşanacak bir gerileme Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı bir yana AKP’li bir Cumhurbaşkanının seçilmemesi sonucunu dahi doğurabilir. Bunun siyasal sonucu da Kutuplaşmanın oluşu seçimleri kazanabileceğini sanıyor 2015’te yapılacak genel seçimlerin kaybedilmesi dir. Başbakanın bir korkusu da AKP’yi oluşturan farklı kesimleri bir arada tutup tutmayacağı korkusudur. Kendi içinde demokratik yapıyı ortadan kaldırması buradaki kırılmayı önlemek amacıyla da olsa bunu önlemsi de oldukça zordur. Bu itibarla AKP, ciddi bir bölünmeyle karşı karşıyadır.

Tayyip Erdoğan, gerginlik politikasına sarılmış durumda, çok ileri tarihlere kadar iktidarda kalacağını sanıyor diyelim ki iktidarda kaldı ancak Türkiye karıştıysa bu iktidar olmak ona ne fayda getirecektir. Ön görüleri de doğru değildir. 

Reyhanlı’dan tutalım Gezi Parkına kadar tüm olayların sorumlusu olarak CHP’yi görmüş olması ön görüsüz olduğunu gösteriyor. Zaten Reyhanlı’da görüleceği gibi kendi istihbaratı arasında bile bir uyumsuzluk olduğu görüldü. AKP, ideolojik yönelimlerle hareket ederek kendisine oy veren %50’lik kesimi kendisine bağlı olarak görüyor oysa AKP’ye çok farklı çevre ve saiklerle oy verenleri unutmamak gerekiyor. AKP’ye İslami duyarlılıkla bağlı olanların oranı %15 civarındadır. Bunun bir kısmı da AKP’nin güç kaybetmesi durumunda gitmeye hazır Saadet Partisine oy verenlerdir. Şemsiye görevi gören bu partinin ilk fırtınada gitme tehlikesi yeni şemsiye arayışına götürebilir. AKP iktidara geldiği zaman Türkiye çok önemli bir ekonomik krizi üzerinden atmaya çalışıyordu. Ekonomik krizin mevcut partileri bir anda barajın altında bırakıp silmesi AKP’ye tek başına iktidara gelme yolunu açmıştı. Kemal Derviş’in küresel ekonomiye uyum politikasını tereddütsüz sürdüren AKP hükümetinin yönetimindeki ekonomi her zamankinden daha fazla Küresel Kapitalizme bağlanmıştır. 
Hangi nedenlerden olursa olsun Türkiye’de meydana gelecek herhangi bir kriz kırılgan yapılı ekonomiyi de olumsuz etkileyecek tir. Bunda menfaati olan çevreler de bu anlamda kaderini AKP’ye bağladıklarından dolayı AKP’nin toplumu kutuplaştırıcı ve çatışmacı tavırları bu çevrelerin AKP konusundaki düşüncelerini gözden geçirmesine neden olacaktır. Yine KOBİ olarak adlandırılan küçük ölçekli işletmelerin kendilerini yaşatmaları için huzur ve güvene ihtiyaç duydukları bir gerçektir. Çoğu gönülden Fethullah Gülen’e bağlı olan Zaman gazetesine abone olan bu orta ölçekli işletme/esnafların AKP’nin kutuplaştırıcı politikasından rahatsız olacağı da bilinmektedir.

Geçmişte devlet halkı sokağa döküyordu. Tayyip’in bir milyon kişiyi sokağa dökerim demesi gerginliği devlet/toplum gerginliğinden toplum/toplum gerginliğine dönüştürmesidir. Geçmişte onlara karşı olan korkunun benzeri onlar tarafından diğerlerine karşı hissedilmesidir. Bu korku iktidarı kaybetme korkusu dur. İktidarda kaldıkça iktidarı kendisine ait bir alanmış gibi görmeye başlar. AKP’nin iktidarının sarsılması durumunda gemiden ilk ineceklerden biri cemaat olacak.

Suriye ve Ortadoğu politikasında yanlışları ortaya çıkan hükümetin özellikle Reyhanlı Saldırılarından sonra yönetme sorunu yaşadığı gün yüzüne çıkmıştı. Her ne kadar kurumlar arası koordinasyonsuzluk denilse bile istihbaratı bir elde toplayan hükümetin koordinasyonsuzluktan şikayetçi olması kendi politikasızlığının bir sonucuydu. Aynı zamanda halka yönelik yalan ve manipülasyonun da ortaya çıkışıydı. Halkın sokaklara dökülmesini belirli bir nedene bağlamak mümkün değildir. Kimisi için Suriye konusu, kimisi için çözüm süreci, kimisi için çevre sorunları, kimisi için AKP ben Sünni çoğunluğa dayanırım mezhep kışkırtması benim işime yarar anlayışının ne kadar yanlış olduğu Suriye’de ortaya çıktı. Çoğunluk olan Sünniler lehine bir şey olmadı. Irak’ta Şii çoğunluk iktidarı aldı ancak iç savaşı durduramadı Suriye’den daha beter durumda. Huzur olmadıktan sonra %60 alsanız ne olacak. Kaldı ki Sünni/Laik gerçekliği de vardır. 
Bunların AKP’yi desteklemesi mümkün değildir. Her ne kadar Alevilerin arasından AKP’ye oy verenler çok az olsa da CHP’ye oy verenlerin büyük çoğunluğu Sünnilerden oluşuyor. Bu anlamda CHP’ye mezhep temelli bir parti olarak bakmak yanlış olacaktır. Şehirleşmiş, politikleşmiş Sünni kesim önemli oranda oy veriyor bu partiye. Tıpkı Suriye’de Sünni/Laiklerin Esad’a destek vermeleri gibi.

Muhafazakar demokratlıktan muhafazakar otoriterliğe doğru gidiş. Reyhanlı dış politikanın çöküşüydü. Yeni bir dönemin başlangıcı dedik ancak AKP bunu algılamak yerine bunu kendi partisinin iktidarına yönelik bir CHP komplosu gözüyle baktı. Bu bakış doğru değildi, kendi başarısızlığını başkasının üstüne yüklemek amacı vardı. Bundan gerekli dersler çıkarmış olsaydı bu olaylar meydana gelmeyebilirdi. Tersine bu olaydan sonra mezhepçi söylemlerine hız verdi, alkol yasası, taksim düzenlemesi..Taksim olayları ise iç politikada oluşan belirsizliklerin doğurduğu panik havasıdır. İstanbul’u kaybetme korkusu onun paniklenmesini artırıyor. Taksim olaylarını da alıp CHP’ye bağlaması bununla ilintilidir.

AKP’nin Taksim Projesini toplumdan gizlemesi, gizli niyetleri ortaya çıktıkça toplumdan daha fazla tepki topluyor. Hiç söylenmediği halde Kilisenin önünün açılıp karşısında yeni cami yapılması, AKM’nin yıkılması, AVM olarak açıklananın otel ve residansa dönüşümü öfkeyi daha da artırdı. Ben karar verdim havasına girdikçe yerelliğin ruhunu da yok etti. Milyonlarca insanı görmezlikten geldi. Taksim’i bir fetih edasıyla kendi damgasını vurmaya çalışıyor.

Olayların yaygınlaşması halinde Ordu ne yapabilir. Ordunun politik olarak hükümete bağlılığı görünüşte olsa da ordunun NATO bağlılığı göz önünde bulundurulduğunda AKP’nin mevcut orduyu istediği şekilde kullanması mümkün değildir. Ordu özerk bir şekilde hareket ederek durumdan faydalanabilir. Mısır’da olduğu gibi yapabilir. İktidarını AKP’yle paylaşımı gibi.  Kuşkusuz bu da Türkiye demokrasisi için büyük bir geri çekilme anlamına gelecektir. Bu nedenle direnişin başlangıcındaki ruhun canlı tutulması, görülmemiş büyüklükteki bu hareketliliğin  güçlü bir demokratik değişime yol açabilmesi için herkesin çaba harcaması ve mücadeleye katılması gerekiyor.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***