DEMOKRASİ OYUNU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DEMOKRASİ OYUNU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Aralık 2017 Çarşamba

DEMOKRASİ OYUNU



DEMOKRASİ OYUNU



Yekta Güngör Özden 
24 Mayıs 2007

yektagungorozden@mucadele.com.tr
Herkes demokrat görünmeye çalışıyor. Sözcüğün anlamını kavramamış, bilincine yerleştirememiş, kendini eğitmemiş kimileri siyasal getiriler gözeterek, kimliğini ve niteliklerini gizleyerek gösterişli çıkışlarla demokratlık savını sürdürüyor. Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni, düzeyli bir dünya görüşü olan demokrasiyle bağdaşmayan yaşam biçimi, tutum ve davranışlarıyla tanınanlar bile sıkıştıkça demokrasiden ve demokratlıktan sözediyor. Hele köktendincilikle, şeriatçılıkla, lâiklik, cumhuriyet ve Atatürkçülük karşıtlığıyla demokratlığın uyuşmadığını göz ardı edip demokratlık taslayanlar… Birbirinin görüşüne, inancına, varlığına katlanamayanların, birlikte yaşamayı bilmeyenlerin, yıkma, yok etme ve değişik dayatmalar, zorlamalarla sonuç almaya çalışanların bırakınız demokratlığını yurttaşlığından kuşku duyulur. Seçim döneminde ne değişiklikler, ne terslikler, ne döneklik ve gösteriler izlenecek kimbilir? Terbiyesi olmayan asla demokrat olamaz. Yalana-dolana, saptırmaya, karalayıp kötülemeye varan çabalarıyla medyada yuvalanan kimilerinin sözleri ve yazıları demokrasinin neresinde olduklarının kanıtıdır.

Görülenler

Bizim insanlarımızda özenti eğilimi oldukça fazladır. Kendi ulusal günlerimizde göstermediğimiz ilgiyi ve coşkuyu kaynağı dışarıda olan kimi “gün”lerde gösteririz. Ulusal düzeyde etkinlik gücümüzü unuturuz. AB’nin ve ABD’nin sürdürdüğü günleri kutlamakta yarışanlar vardır. Üstelik onların bize olumsuz, dışlayan bakışları sürerken. Fransa’nın yeni cumhurbaşkanıyla elele verecek Federal Almanya Başbakanının AB için önümüze neler çıkaracaklarını göreceğiz. Körükörüne üyelik istemi, peşpeşe verilen ödünler, ezilip büzülme karşıtlarımızı yüreklendirmekte, dirençlerini artırmaktadır. ABD Büyükelçisi’nin PKK konusunda kusurlarını açıklaması batının yaklaşımlarındaki bozukluğun örneklerinden birinin açığa çıkarılmasıdır.

Seçimler sırasında kürtçüler için nasıl bastıracaklar izlenecektir. Şimdiden içimizdeki yandaşları bildirilerle, ortak bağımsız aday söylemleriyle bayraklarını açtılar. İktidarın olumsuzluklarını, yanlışlarını, takiyyelerini, değişik alanlarda verdikleri zararları görmezlikten gelen, Türkiye’yi Türkiye yapan değerleri ve ilkeleri unutan, Silâhlı Kuvvetlerin iyi niyetli ve içtenlikli açıklamasını “Darbe-muhtıra” olarak niteleyen bu grubun kimlerden ve nasıl oluştuğunu bilenler bilir.

Bir devlet üniversitesinde uygulamakla zorunlu oldukları kuralları şeriatçıların gösterilerini yineleyerek eleştirenleri, kürtçülerin giysi ve ezgileriyle sahneyi dolduranları savunan yönetime ses çıkarmayanların bir başka üniversitede onlarca Tıp öğretim üyesi varken Tıp Fakültesi için öğrenci vermemekte direnmesi düşündürücüdür.

Gözü kara iktidarın inanç sömürüsü değişik katlarda sürmektedir. Başbakanın konuşmaları, iktidar partililerin sözleri bu durumun giderek artacağını göstermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Van Bostaniçi Lisesi’ndeki ev düzeniyle öğretim için “Tiyatro çalışmaları” savunması, Konya Ilgın İlköğretim Okulu’nun web sitesinde Said-i Nursi’ye “kahraman” nitelemesi, Denizli Yeşilköy İbrahim Cengiz Yatılı Bölge İlköğretim Okulu’nda öğrencilere dağıtıldığı yazılan dinsel içerikli kitap, Erzurum AKP mitinginde bir marşın “Atam izindeyiz” bölümünün seslendirilmemesi iktidarın inatçı tutumunun ve önümüzdeki günlerde daha nelerle karşılaşacağımızın belirtisidir.

Dayatmalar- aldatmalar

Şemdinli davasına ilişkin mahkeme kararını Yargıtay bozarak görevli Askerî Mahkeme’yi gösterdi. “Tertip”ler bozuluyor.

Başbakan kabadayılık gösterilerine yenilerini ekliyor. Yabancı gazetecilerin de aralarında bulunduğu bir topluluk önünde konuşurken Genelkurmay’ın Başbakanlığa bağlı olduğunu, sanki kendisine partisinin bir biriminin bağlı olduğu gibi, anlatmış. Anayasa’nın 117. maddesini yeterince anlayamamaktan, işine geldiği gibi yorumlamaktan kaynaklanan bir yanlış, yanıltıcı anlatım. Maddenin dördüncü fıkrasındaki “sorumluluk” önceki fıkralar gözardı edilip, fıkralar birbirinden soyutlanarak değerlendirilemez. Genelkurmay Başkanının fıkrada belirtilen görev ve yetkilerinden Başbakana karşı sorumlu olması. Millî Savunma Bakanlığı’nın bağlısı durumunda olmadığının belirlenmesinin ilk koşuludur. Resmî düzen içerisinde işlemler için belli bir gidişin, sıranın gereğidir. Yoksa Başbakanın “Tak-şak” tekerlemesini anımsatan buyruğundaki bir konum değildir. Türkiyemizin özel koşullarının, deneyimlerinin gereği günümüzde olması gereken yapıyı oluşturan fıkranın asıl amacı ilişkiler düzenidir. Silâhlı Kuvvetleri bu düzen içinde kendi kabadayılık gösterisine araç kılması asla doğru değildir. Haklı bir tepkiyi, iyi niyetli bir uyarıyı geçersiz kılmak için bu tür çıkışlar yapılmasının demokratlıkla ilgisi yoktur. 3 Mart 1924’de kâbul edilen 429 no. lu “Şer’iyye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye Vekaletlerinin Kaldırılmasına Dair Kanun”un 9. maddesini olduğu gibi alıyorum: “Cumhurbaşkanına vekaleten, barış zamanında ordunun emir ve kumandası ile görevli en yüksek askerî makam olarak Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur. Genelkurmay Başkanı görevlerinde bağımsızdır.” belki birilerine bu kural bir şeyler anımsatır, bir şeyler düşündürür, yararlı olur.

Başbakanın ikinci çıkışı, önceki yıllarda kimilerinin gündeme getirdiği, safsata sayılacak bir söylemi çelişkilerle yinelemesidir. “Laiklik ve din araçtır” sonucuyla özetlenecek konuşmasında kültür yetersizliğini, bilgi yoksunluğunu açıklayacak biçimde “Lâik devleti savunma anlamında lâikim. İslamın karşısına koyduğunuz anlamda değilim. Kişi lâik olmaz, devlet lâik olur” diyerek ustalarını izlemiştir. Kimse lâikliği islâmın karşısına koymuyor . Lâiklik din karşıtlığı, din düşmanlığı değil, inançlar yönünden devletin saygın bir yansızlığı, devletin dinden bağımsızlığı, aklın özgürlüğü, vicdanın aydınlığıdır. Lâiklik dinlerin olduğu yerde vardır. Olmadığı yerde yoktur. Lâik insan hangi dinden olursa olsun, hangi inancı taşırsa taşısın, başkasının dinine ve inancına karışmayan, toplumsal ve devlet ilişkilerinde insanlara bu nedenlerle yaklaşmayan insandır. Lâik olmayan insan lâik devleti savunamaz, o gerçek ve sağlıklı bir yönetici olamaz. Çünkü devlet ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insan ve hukuk kurumudur. Yönetimin ve yasamanın dinden bağımsızlığı 3 Mart 1924 günlü, 429 no.lu yasa ile, daha önce 20 Ocak 1921 günlü, 85 no.lu Anayasa’nın 1. maddesi ile yaşama geçmiştir. Sözde, yapay lâiklik geçersizdir. Fransız bilim adamı Claude Bernard “Lâboratuvara girerken inancımı dışarıda bırakıyorum” demiştir. Bay Başbakan dinciliğini bırakarak Başbakanlık yapmalıdır. Anayasasında lâikliği cumhuriyetin özgün niteliği olarak kabûl eden (mad.2), Atatürk ilke ve inkılâplarıyla lâikliğe bağlı kalma andı içen (mad. 81) bir Başbakanın lâikliği anlamaması ve siyaset için araç yapması ne kadar üzücü. RTE bir ara da “Erken seçim istemek vatana ihanettir” demişti. Sonra kendileri istedi. Peki ihanet eden kim ya da kimler?

Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI)’nün İstanbul’daki toplantısında “Türkiye’nin farkı Kemalist devrimlerdir” diyen Suriye’li bilim adamı Bissim Tibi’yi duymuyorlar. Tıpkı, müslüman çoğunluklu ülkeler Cumhurbaşkanı ve Başbakanlarının eşlerinin başları açık, modern giysilerini görmezlikten geldikleri gibi. Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’nın 153/son maddesine göre bağlayıcılığı tartışılmaz kararını unutup sıkmabaş kavgasını sürdürdükleri gibi. İşlerine gelmeyince Anayasa’yı bile tanımayanlara nasıl güvenilir? Seçime katılan 21 partiye 216 milyon YTL. ödenmesi nasıl işlerine geliyor? Çünkü kendileri de 94 milyon YTL.yi geçen Hazine yardımı alacaklar. Dört ayda 13 bin şirket kapanmış (TOBB’nin açıklaması), iç ve dış borçlar çığ gibi yükselmiş, umurlarında değil. Ekonominin güçlü(!) olduğu savı, yurttaşların çektikleri sıkıntılar yadsınarak ileri sürülüyor. Dileğine, beklentisine uygun görünüşü, çıkışı, sonucu destekleyip alkışlamak moda oldu.

Cumhurbaşkanının göreve gelmesi gibi görevini belli nedenle sürdürmesi de anayasal bir süreçtir, zorunluluktur. Bu duruma neden olan iktidarın başı kendi kusurlarını başkalarına yükleyerek, durumu aykırılık ve sakınca göstererek konuşmaktadır. Kışkırtıcı, sakınca göstererek konuşmaktadır. Kışkırtıcı, sakıncalı sözlerin Başbakandan duyulması yadırganmasını ağırlaştırmaktadır. Yalnız bu mu? Adaylık için başvuran kimi asker kökenlilerle, askerlerin eşleri, konuşmaları. Demek ki gereksiz şerh konulan Yüksek Askeri Şûra kararlarıyla temizliğin yeterli düzeyde yapılamadığı anlaşılıyor.

Komünizmi, kapitalizmi, liberalizmi, tüm ekonomik doktrinleri bilen, günümüz koşullarını bile karşılayan 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi konuşmasıyla sorunlara değinip çözümler gösteren, sanayileşmede devlet öncülüğüyle 1930 dünya ekonomik buhranını Türkiye’de sıkıntılara düşülmeden atlatan Atatürk’ü kötülemek ve karalamak için, ekonomik alanda kusurlu göstermek için çalakalem yazılar sürmektedir. 1950 sonrasına değinen, bu dönemin liderlerini eleştiren kimse çıkmamaktadır. Nankörlüklerini ihanet düzeyine çıkaranları toplum izlemekte ve gereken yanıtları vermektedir. Mitingleri değerlendiremeyen önyargılılar, kiralıklar, satılıklar, dönekler, numaracı ve mandacılar, bilgi, ahlâk, terbiye yoksunları tarihe çamur atmaktan geri durmamaktadır. Yalanları, yakıştırmaları, yanılgıları da ayrı.

Siyasal curcuna mı?

Bölünmeler, birleşmeler, yeni yapılanmalar, kapanmalar derken seçim düzlemine girilmiştir. İktidarın zorlamalarıyla düzeni sistemi bozma oyunları anayasa değişiklikleriyle gündemdedir. Yıllar dır zorunlu saydığımız, katıldığımız, önerdiğimiz Anayasayı albaştan değiştirme önerilerimize karşı çıkanlar, tören açış konuşmalarımızı, konferanslarımızı ve demeçlerimizi duymak istemeyenler, yazılarımızı okumaktan kaçınanlar, etki ve katkılarını unutturmaya, adımızı silmeye çalışanlar düzenledikleri etkinliklerle, konuşma ve yazılarıyla yeni Anayasa istemektedir. Şimdiye kadar nerdeydiniz? Günaydın! Günümüz Anayasası toptan, Siyasi Partiler ve Seçim Yasaları da köklü değişikliğe bağlı tutulmadan demokrasi, gerçek demokrasi bir düş olmaktan öteye geçemez. “Milyonuncu kez söylüyoruz” desem abartı olmaz. Yargı kararlarına uymayan yönetim geçerliğini (meşruiyetini) yitirir. İktidarın onlarca yürütmeyi durdurma kararına uymadığı geçeğini yurttaşlar bilmelidir. Medya bunları duyurmuyor. Tıpkı Ankara-Tandoğan Mitingi’ni vermeyip sonra sayfalarını bayraklarımızla donatan kimi yayın organları gibi.

Siyasette yoğunlaşma amaçlı, birleşmek için örnek ve önder olma çabalarıyla oluşturulan kuruluşlar nedeniyle öne çıkan kişileri “bölücülük” le suçlayıp bu yolu imzalarıyla açanları unutanlar, asıl kendi iç bölücülüklerini de unutuyorlar. Siyasal miras, helâlleşme söylentileriyle topluma olumlu iletiler verenlerin önceki davranışları, şimdiki tutumları, gelecekte neler yapabileceklerinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Siyasette köklü, temelden, gerçekçi, sağlıklı birleşmeler yerine yapay birliktelikler, bilimde gelişigüzel, kayırmalı onursal doktoralar, demokratik kitle örgütlerinde hiçbir ciddî, bilimsel, anlamlı araştırma ve değerlendirmeye dayanmayan ödüller günümüz açılımlarının olumsuzlukları somut ve belirgin kimileridir. Seçimlerde yasama ve yürütme çalışmalarında yararlanılacak nitelikleri olanlardan çok kalabalıkların alkışladığı isimler üzerinde durulduğu duyulmakta, yazılmaktadır. Ölçüler iyice kaçırıldı. Listelerde olanların da uzman, yetenekli, ilkeli, dürüst, çalışkan, ahlâklı, yürekli, halka inmesini, sorunlarla ilgilenip çözüm üretmesini bilenlerin bulunmasını dileriz. Siyasal partiler, demokrasinin vazgeçilmez öğelerinden olduklarını gösteriyle, şamatayla, yerine getirilmesi olanaksız sözleri vermekle değil. Türkiyemize gerçekten aşamalar kazandıracak olgun, doyurucu, güven verici tutumlarıyla kanıtlamalıdır. Seçmenler “Fena hükûmetlerin oylarını kullanmayan yurttaşlar tarafından kurulduğunu” unutmamalı , oylarını namus bilerek kullanmalı, oy için verilen armağan vs.nin ağırlığını oylarını bilinçle vererek atmalıdır. Cumhuriyetin değerini ödünsüz korumalı, çevremize ve müslüman çoğunluklu ülkelerin durumuna bakmalıyız. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” sözünü “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişini asla unutmamalı, Türk olduğunu söylemekten kaçınan aymazlara, bu güzel sözün anlamını bilmeyen ve bilmek istemeyen kötü amaçlılara, ayrımcılara karşı çıkmalıyız.

Siyaseti çıkar ve gösteri yeri değil, hizmet alanı kabûl eden, hizmet türü gözetmeyen, devleti, ülkesi ve ulusu için özveriden kaçınmayan herkes çağrı beklemeden uygun bulduğu partiye adaylık için başvurmalıdır. Unutmayalım ki elini alta sokmaktan kaçındığımız taşlar bir gün bizim başımızı yaralayabilir. Bunları hiçbir siyasal partiyle ilgisi, ilişkisi kalmamış, hiçbiriyle konuşmamış, görüşmemiş, siyasal bir amacı ve beklentisi bulunmayan, deneyimli olduğunu sanan bir yurttaş olarak yineliyorum.

Mitingler

Atatürkçü Düşünce Derneği’nin öncülüğüyle başlayan mitinglerin iktidarı etkilediğini sanmıyorum. Yurttaşlarımız bilinçlenmişler, seslerini duyurmuşlar, toplumsal etkinliğin gücün göstermişlerdir. Muhalefet partilerine çağrılarını yapmışlardır. Katılanları, yöneticilerini içtenlikle kutluyorum. Ancak, her mitingde aynı kişilerin konuşmasını, aynı şiirlerin okunmasını, şeriatçıların aramızdan aldıkları şehitlerimizin anılmamasını, halkımızın kendiliğinden katılmasının kimi kuruluşlara maledilmesini doğru bulmuyorum. Ayrıca uzakta kalanları, katılmak isteyip gelemeyenleri de gözetirsek, iktidar yanlılarının akçalı ve kurumsal olanaklarla topladıklarından kat kat fazla yurttaşımızın alanları dolduracağı kuşkusuzdur. Coşkunun, uygar tepkinin ve ilginin sıcaklığını sürdürmesi, cumhuriyet bekçilerinin olumsuzlukları izleyip karşılaması gerekir.

Sömürü

Mustafa Kemal Üniversitesi’nin çağrılısı olarak 10 Mayıs günü Hatay’da verdiğim, değişik kesimlerden bayanların çoğunlukta dinleyici olduğu bir konferansta tarihsel gelişmeleri anlatırken “Siyasetçiler din ve inanç sömürüsünden vazgeçmezler. Temmuz 1932’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genelgesiyle başlayan Türkçe ezan, Demokrat Parti Hükûmeti’nin programının (Grupta okunduğu 29 Mayıs 1950’den 17 gün sonra 16 Haziran 1950’de Türk Ceza Yasası’nın 1’inci maddesi değiştirilerek arapçaya çevrildi. İlk kez Bilal Habeşi’nin duvar üzerinden okuduğu ezan din kuralı değildir. Ayet, Sûre, Hadis değildir. Kutsallığı olan bir çağrıdır. Kendi dilimizden olması daha anlamlı ve çekici olur. Şimdilerde ses yükseltici aygıtlarla çığlıklara dönüştürülüyor” diyerek kimi yakınmaları dile getirip ezana saygı, yozlaştırmaktan uzak durma çağrısı yaptım. Ertesi gün yayımlanan ona yakın Hatay gazetesinde bu iyi niyetli ve içtenlikli yaklaşımıma hiçbir eleştiri gelmedi. Kökten dinci tutumu, konuşmacılarının kimler oldukları iyi bilinen bir TV kanalı konuşmamı kimi yerlerini almayıp çarpıtarak ezan düşmanlığı yaptığımı ileri sürmüş. Okuduğunu, dinlediğini anlamayanlara ne denilse azdır. Tutumları bilinen şeriatçılarn kötülemesi benim haklı olduğumun kanıtıdır. Halkın zararına olanları halkın yararına gösterip aldatan siyasetçiler gibi inanç temizliğini, dil temizliğini, unutup araştırmadan, sormadan, okumadan saldırıya geçen yayıncılarla onların yanılttığı kimseler ne yaptıklarının ayırdında değiller. Ezanı iyi okuyamayanlar, ses yükselticilerle binaların tepelerinden yayın yapanlar çığlığa dönüştürüyor. Bu da üzücü oluyor. Neden böyle olsun. Biraz özen gösterilse daha iyi olmaz mı? Allah, din, kutsal kitap, hukuk, Anayasa, ulus, devlet kavramlarıyla terbiye bilinci oluşmamış sözde inançlılar, sözde dindarlar çirkin yazılarla, iletilirle saldırıyormuş. İyi ki izlemiyorum. Dili, kalemi, vicdanı, düşüncesi, ruhu temiz olmayan dindar olamaz. Bunlar insan olamaz ki Müslüman olsun. Aymazlık, bağnazlık, dindarlık ve yurttaşlıkla bağdaşmayan terbiye ve bilgi yoksunluğu açık. Din ve ezan karşıtlığı yapmadım. Gerçekleri tersine çevirip düşmanlık yaratanların nelere karşı oldukları biliniyor. Söylenenleri anlamayacak düzeydeki ilkellikleri sergileyenlerle, inancı sömüren körükçüler dincilerin işlediği cinayetlerin sorumlularıdır. Dinde zorlama olmadığını bilmeyecek ölçüde bağnazlığını yaygarayla ortaya koyan yalancı ve sahtekârlara önem vermez, düzeylerine inmeyiz. İnançlara saygı, insana saygı ile başlar.

Dedikodu sınır tanımazmış. Kimileri de benim kimi toplantılar için yurtdışına gittiğimi yazıyormuş. 1971’de ve 1975’de Nato’yu tanıtmak için çağrılan yurttaşlar ve hukukçular topluluğu içindeydim. Almanya, Belçika, Hollanda, Fransa ve İngiltere’ye turistik ve günübirlik geziler yaptık. Dönüşte Dışişleri Bakanlığı’na bir de özel rapor verip Jozef Luns’un dostluğunu, Yunanlılar için söylediği olumsuz sözleri aktardım.

Anayasa Mahkemesi’ndeki görevim sırasında arkadaşlarımla Kıbrıs, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Fransa’ya gittim. Meslekdışı hiçbir toplantıya, kurula katılmadım. 
19 Mayıs 2001’de Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği’nin çağrılısı olarak güftesini yazdığım Atatürk Senfonisi’nin dünya ilk seslendirmesine katılmak için Köln’e gittim. 
Başka bir şey bildiğini savlayanlar kanıtlarıyla ortaya çıkarlar. Benim Atatürkçü Düşünce Derneği’nde yaptığımı, başlattığım yapılanmalarla birlikte istediği gibi 
göstermeye çalışanları ciddiye almam olanaksızdır. Ahlâklı, yansız ve gerçekçi üyeler her şeyi bilir. Kimsenin övgüsüne de gereksinimim yok, savunmamı da kendim yaparım. Zaman hızla geçiyor. Kimler nelerle uğraşıyor. Önceki yöneticileri tartışmak, karalamak kimseye bir şey kazandırmaz. Genel Kurulların alkışlarla akladıklarını bırakıp yeni yöneticilere destek olsunlar, öneriler, çözümler getirsinler. Atılımlar, başarılar sağlasınlar. Sayı çokluğu ancak böyle anlam taşır. Gerçek Atatürkçü, iyi yurttaş yalana-dolana sapmaz. Terbiyelidir.


http://www.mucadele.com.tr/yazarlar/demokrasi-oyunu-56280/


****************