Bülent Arınç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bülent Arınç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2019 Pazar

Reis'ine Fazla Güvenenler İçin İbret Hikayesi,

Reis'ine Fazla Güvenenler İçin İbret Hikayesi : 



Ali Fuat Yılmazer

Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
2017--0-3-


Hırslı ve davasına bağlı bir adamdı, cemaat ve parti büyüklerine güveni tamdı. Genç bir polis olarak başladığı meslek kariyerinde devletin ve memuriyetin değil paralel iradelerin emirlerini uygulayarak adım adım ilerledi.

Sakin yükselişten, büyüklerinin övgülerinden memnundu ama kendisini daha kısa sürede, daha yüksek makamlara lâyık görüyordu. Bunun, büyük bir "devlet operasyonunda" önemli bir pozisyon yakalayarak gerçekleşebileceğini biliyordu.

Beklediği fırsat "Ergenekon" adı altında zuhur etti. "Eski devletin" kalıntılarına hukuksal bir dava görünümü altında son verilecekti. Kirli, çok kirli adamlar lazımdı. Rüşvetçi savcılar, işkenceci polisler, kariyer için her şeyi yapabilecek hakimler, kalemini ve vicdanını satmaya hazır gazeteciler..

Bu önemli operasyonu Reis'in " Bizzat yöneteceği" söylendi. Talimatlar direkt ondan gelecekti. Sıraya giren hakimler, savcılar, polisler, gazeteciler oldu ancak Ali Fuat Müdür hiç telaş etmedi, kendi şansından emindi çünkü. Böyle önemli bir görevde Reis'e sadece cemaat referansta bulunabileceğini biliyordu. Sessizce bekledi. Büyükleri Reis'e çıkıp, "Efendim elimizde çok yetenekli, bize çok bağlı bir polis var, adı Ali Fuat Yılmazer. Delil toplama ve tutuklatma işini siz ona bırakın" dediler.

Bu referanstan sonra İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube Müdürlüğüne getirildi. Zaten sıradan bir polis memuruydu, gerçek istihbarat ile bir işi yoktu.Onun görevi istihbaratın yerine geçecek sahte bilgi, belge ve iddiaları toplayıp savcıları yönlendirmekti. Savcılara da "Ali Fuat'tan gelen malzemeleri sorgusuz sualsiz dosyaya koyacaksınız" talimatı çoktan verilmişti.

Savcıların kendisinden emir beklediğini gören küçük memur Ali Fuat coştukça coştu. Hele de kendisine "Çalışmalarından Reis bire bir haberdar, senden çok memnun" denildiğinde; baskın yaptırdığı evlerde bulduğu düğün davetiyelerini bile basına ve savcılara "örgüt delili" diye dikte etmeye başladı.

Reis'e kendisi hakkında gerçekten çok iyi referanslar gidiyordu. Reis kendisini takdir ettikçe, onun da Reis'e olan saygı ve bağlılığı artıyordu. Artık her şeyi yapmaya hazırdı, her şeyi!

Bir gün, Reis'le tanışma vaktinin geldiği, artık ona doğrudan bilgi vereceği söylendi. O gece uyuyamadı. Artık gözünde İçişleri Bakanlığı, MİT Müsteşarlığı canlanıyordu. Sabah erken elinde bir dosya ile Atatürk Havalimanı'nın VİP salonuna dikildi. Bazı gazeteciler de bu önemli buluşmayı görüntülesinler diye önceden haberdar edildi. Reis geldi, bu küçük memura büyük bir ilgi gösterdi, ihsanlarda bulundu,VİP salonuna alıp baş başa görüştü..

Havaalalanı buluşmaları rutine dönüştü. Ali Fuat artık Başbakan'ı bizzat bilgilendiriyor, hatta kimlerin tutuklanmasının "isabetli olacağı" konusunda tavsiyede bile bulunabiliyordu.

Küçük memur Ali Fuat'ın bu önlenmeyen (önlenemeyen değil) yükselişi, kısa sürede etkilerini havalimanı sınırları dışında da göstermeye başladı. Artık amirlerine kafa tutuyor, Emniyet müdürünü, valiyi, savcıyı azarlıyor, mesleki hiyerarşiyi hatırlatacak olanları Başbakan ile olan şahsi bağlarını öne sürerek susturuyordu. Kendi ekibini kurdu, atamalar, görevlendirmeler yaptı. İstanbul Emniyeti bir şube müdürünün emrine verilmişti, bir dediği iki edilmiyordu.

Binlerce sahte delil üretti, yüzlerce hayat kararttı. İftiralar altında ölenler, ağır hastalıklara yakalananlar, ailesi dağılanlar, ocağı sönenler oldu. Küçük memur Ali Fuat, bu insanlık suçlarını yükselişinin ayak sesleri olarak gördü. Kazandığı ikramiyeleri çocuklarının kursağından gönül rahatlığıyla geçirdi.

Gel zaman git zaman devran döndü, eski çamlar bardak oldu. Kendisini Reis'e refere edenlere bundan sonra hain muamelesi yapılmasına karar verildi. Dört yıl boyunca karşılıklı yenilen kilolarca hurmanın faturası Ali Fuat'ın hesabına yazıldı.

İnanamadı; olamazdı, birileri Reis'e mutlaka yanlış bilgi veriyor, kendisini onun gözünden düşürmeye çalışıyordu. Telaşla Reis'e ulaşmaya çalıştı ama kendisine en alt düzeyde bir muhatap dahi bulamadı. Telefonlarına çıkılmadı, randevu taleplerine cevap verilmedi.

Reis bunu neden yapıyordu?

Kendisi bir görev adamıydı. Reis istesin, bugün "hain" ilan edilen eski ağabeyleri için de delil üretir, onların da tutuklanmasını sağlardı oysa..

Feryatları duyulmadı. Bir sabah, bir zamanlar kendisine koridorda selam duran genç polisler eve gelip ters kelepçe ile derdest ettiler Ali Fuat Müdürü. Vaktiyle azarladığı savcılardan biri tutuklama talep etti, gönderdiği sahte delillerle asker, gazeteci, politikacı tutuklamış hakimlerden biri de tutuklayıverdi. Hem de terör örgütü mensubu olmaktan!

Tam üç yıldır bir zamanlar kimlerin gönderileceğinin listesini yaptığı ceza evinde olup bitenleri düşünüyor. Başına bunların neden geldiğini anlamaya çalışıyor. Geleni giden, arayanı, sahip çıkanı yok. Avukat bulmakta bile zorlanıyor. Daha kaç yıl bu şekilde yatacağı, suçlamaların altından nasıl kalkacağı belli değil.

Bitmedi. Sadece kendisini bu soğuk betona gömmekle kalmadılar. Emekli maaşına, mal varlığına, parasına puluna da el koyup geride bıraktığı ailesini açlığa mahkum ettiler.

O da yetmedi, son bir hamleyle can evinden vurdular ve binbir zorlukla okullarını bitirip babalarına destek olmaya çalışan iki kızını da tutukladılar.

Şimdi hücresinde düşünüreken biliyor ki bu kadarını kendisine hayatlarını kararttığı Ergenekon ve Balyoz sanıkları bile yapmazdı. Suçun şahsiliği ilkesine sadık kalırlar, hiç değilse çoluk çocuğuna ilişmezlerdi.

Kızların tutuklanmasına en kadim dostları bile sessiz kaldı. Sıradan bir gazete haberi olarak geçiştirildi. Yine biz Ergenekon sanıklarının vicdanı rahat durmadı, tepki gösterdik, sosyal medyada itiraz sesleri yükselttik, "Bu kadarı fazla, çocukların ne suçu var" dedik..

Netice..

Makam,mevki ve para için vicdanını satan, sadece kendi hayatını değil, çoluk çocuğunun hayatını da cehenneme atar.

Evet, ilahi adalet zalimleri birbirine kırdırarak da olsa, kendi düzenini mutlaka hakim kılar.

Önünde veya Sonunda..

NOT: Bu ibret hikayesinin İdris Naim Şahin; Ahmet Davutoğlu, Efkan Ala, Bülent Arınç, Ekrem Dumanlı vs. versiyonları da mevcuttur.

http://acikistihbarat.com/Haberler/10633-Haberler-Reis


*************

28 Kasım 2018 Çarşamba

AKP., DEVLETE KARŞI

AKP.., DEVLETE KARŞI ..,

İnan Kahramanoğlu.,
05.05.2003/Sayı:29



AKP.., DEVLETE KARŞI ..,
İnan Kahramanoğlu.,
05.05.2003/ Sayı:29
AKP hükümeti ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında türban ve şeriatçı kadrolaşma ile başlayan gerilim son olarak Meclis Başkanı Bülent Arınç tarafından düzenlenen 23 Nisan resepsiyonun devlet protokolü tarafından protesto edilmesiyle birlikte tekrar şiddetlendi.

Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına, üst düzey bürokratlardan yargı organları başkanlarına kadar devletin bütün organları Arınç’ın eşinin türbanlı olarak resepsiyona katılacağının açığa çıkmasının ardından tepkilerini sert biçimde ortaya koydular ve resepsiyona katılmayacaklarını açıkladılar. Bu sert tepki karşısında geri adım atmak zorunda kalan ve eşinin resepsiyona katılmayacağını açıklayan Arınç’ın girişimleri ise sonuçsuz kaldı.
23 Nisan resepsiyonunun ardından toplanan ve 7.5 saat süren ve 28 Şubat’ın ardından tarihin en uzun ikinci MGK toplantısıyla AKP-Ordu ilişkilerinde yeni bir sürece de girilmiş oluyor.
AKP devlet savaşı büyüyor
AKP ve orduyu karşı karşıya getiren ve hükümet ordu çatışması olarak adlandırabileceğimiz sürecin ilk adımlarının da yine Arınç tarafından atıldığı düşünüldüğünde ordunun tepkisini görmezden gelmeye yönelik açıklamaların, oluşan tepkinin şiddetini azaltmaya yönelik bilindik açıklamalardan öte bir anlamının olmadığı ortada.

Zira 3 Kasım seçimlerinin ardından AKP ile orduyu karşı karşıya getiren ilk olay orduyu kastederek “bazı çevrelere inat Meclis başkanlığına aday oluyorum” diyen ve başkanlığa seçilmesinin hemen ardından türbanlı eşini devlet protokolüne sokan Bülent Arınç tarafından yaratılmıştı. Arınç’ın türban zorlamasına TSK’dan yine büyük tepki gelmiş ve Arınç’ı tebrik etmeye giden MGK üyesi komutanlar yalnızca otuz saniye süren bir ziyaretin ardından Arınç’ın makamını terk etmişlerdi.
Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan Resepsiyonu Devlet-AKP çatışmasının en üst seviyede ortaya çıkmasına neden oldu. Daha önce türbanı devlet protokolüne sokmaya çalışan Arınç bu defa eşini resepsiyona getirmeyeceğini açıklamasına karşın, başta Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay Başkanı resepsiyonu protesto ettiler. Üst düzey devlet bürokrasisinin de protesto ettiği resepsiyon böylece AKP içi bir çay partisine dönüşmüş oldu. Resepsiyonda kendi başlarına kalan AKP’nin sergilediği görüntü aslında şeriatçı hükümetin Türkiye’de ne kadar tecrit olduğunu da ortaya çıkartmış oldu. Şeriatçılar devleti kuşatmaya çalışıyorlar ancak devlet içinde köşeye sıkıştıklarını sanırız hâlâ farkedemiyorlar.
Bu ilk ciddi gerginliğin ardından hükümetin hazırladığı acil eylem planıyla özellikle YÖK yasa tasarısı ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılması konusundaki planlarını uygulamaya koyması ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki şeriatçı kadrolaşma çabalarına hız vermesi üzerine Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanlığına kadar bütün devlet organlarıyla AKP karşı karşıya gelmişti.
Bu gelişmeler yaşanırken toplanan MGK’da da hükümet uyarılmıştı. MGK toplantısında alınan kararlara muhalefet şerhi koyarak imza atan dönemin Başbakanı Abdullah Gül’e yanıt bizzat Genelkurmay başkanının ağzından “başbakan irticaya cesaret verdi” denilerek ortaya konmuştu. Bu açıklama aslında AKP’nin hükümette kalmasının artık mümkün olmadığını ve ordunun AKP iktidarının Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerine göz yummayacağını göstermişti.

Çatışmanın en üst seviyeye ulaştığı anda başlayan ABD’nin Irak saldırısı ise gündemi farklı bir noktaya taşıdı. Ancak bu süreç içinde AKP hükümeti bir yandan Kıbrıs ve Irak’ta devlet politikasını hiçe sayarak büyük tavizler verirken şeriatçı kadrolaşma çalışmalarını da sürdürmekten geri kalmıyordu.
Dolayısıyla her ne kadar varolan gerilim azalmış gibi görünse de AKP devlet savaşı alttan alta kızışmaktaydı. 23 Nisan resepsiyonunda ortaya çıkan durum işte tam da bu arka planda yürüyen kavganın patlak vermesinden başka birşey değildi.
AKP’den devlete şeriatçı kuşatma
Abdullah Gül’ün büyükelçiliklere şifreli genelgesi Ordunun büyük tepkisine yol açtı. Genelgede, Milli Görüş teşkilatları ile Fethullah Gülen cemaatine destek verilmesi isteniyordu.
AKP iktidara geldiği 3 Kasım’dan bugüne kadar aradan geçen altı aylık süre zarfında gerçekleştirdiği şeriatçı kadrolaşma operasyonunun bugün ulaştığı nokta Cumhuriyet’in şeriatçı bir kuşatmayla karşı karşıya kalması anlamına geliyor.
İlk olarak Türkiye’yi 28 Şubat’a taşıyana süreçte Cumhuriyet karşıtı şeriatçı hareket rejimi değiştirecek güce ulaşmış ancak ordunun müdahalesiyle iktidardan düşürülmüştü. Aradan geçen altı yıldan sonra bu kez yine aynı şeriatçı Milli Görüş geleneğinin temsilcisi AKP iktidarda. Üstelik AKP Refah Partisi döneminden farklı olarak Meclis’te anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip ve tek başına iktidar. Böyle olunca da devlette şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerinin engellenmesi oldukça zor hale geliyor.
AKP hükümeti iktidara geldiği ilk günden beri planlı bir kadrolaşma faaliyeti içinde bulunuyor ve bu plan bugün de aynı şekilde uygulanıyor.
THY, TRT, ISDEMİR ve daha birçok önemli devlet kuruluşlarının başına Milli Görüş kökenli kişiler atanmakta. Türbanın serbest bırakılmasına yönelik çalışmalar aynı şekilde devam ediyor. Kadrolaşma operasyonu öyle boyutlara ulaştı ki devletin en gizli belgelerinin bulunduğu Cumhuriyet Arşiv Daire Başkanlığı’na “Molla Üniversitesi” olarak bilinen şeriatçı El-ezher Üniversitesi İlahiyat mezunu Hüsnü Özer atandı. Daha önce de Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevine bir Muratbey Balta isimli bir imam atanmıştı.
Başbakan Tayyip Erdoğan, idealinin Amerikan modeli bir başkanlık sistemi olduğunu açıktan ifade etmeye başladı. Bu, şeriatçıların, mevcut Cumhuriyet rejimi içinde kalmak istemediklerinin, bir başkanlık yetkisi ile Türkiye imamlığına soyunmak istediklerinin de göstergesi.
Şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerini engellemeye çalışan cumhurbaşkanı Sezer’in bütün çabalarına rağmen bu atamalara engel olunamıyor. Atama kararnamelerini geri çeviren Cumhurbaşkanı aynı atama kararnamesini tekrar karşısında buluyor. Ataması gerçekleşmeyenler de görevlendirme ile istenilen görevlere getiriliyor.

AKP özellikle son bir aylık süreçte kadrolaşma faaliyetlerini kolaylaştıracak bazı yasal düzenlemeleri de uygulamaya koydu. Sadece emeklilik yaşını 61’e düşüren yeni yasayla 2 bin 100 deneyimle bürokrat görevden uzaklaştırıldı ve bunların yerine şeriatçı kadrolar atandı.
Milli Eğitim ve üniversiteler üzerindeki şeriatçı kuşatma da günden güne artıyor. YÖK’ü kaldırma çalışmalarını gelen yoğun tepki üzerine bir süreliğine geri çeken AKP bu günlerde bu planlarını tekrar gündeme getiriyor. Önümüzdeki dönemde de artararak devam etmesi beklenen türbana özgürlük ise AKP için vazgeçilmez önemde.

Bütün bu kadrolaşma tartışmaları sürerken biraraya gelen Cumhurbaşkanı Sezer ve Tayyip Erdoğan arasında geçen ve basına da yansıyan diyalog yaşanan sürecin vehametini en açık biçimde ortaya koyuyor. Sezer’in “Devletin her kademesine imamları dolduruyorsunuz” şeklindeki sözlerine Erdoğan’ın yanıtı şu oluyor: “Ben de imamlık yaptım ama şimdi başbakanım”
Şeriatçı terör örgütlerine devlet protokolü
AKP hükümeti bir yandan devlet bürokrasisi içinde yoğun bir kadrolaşma hareketine girerken bir yandan da bağlantılı bulunduğu yurt dışındaki şeriatçı örgütlenmeleri açıktan destekliyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından 16 Nisan tarihinde yayınlanan ve MGK toplantısının en önemli maddelerinden birisi olan Milli Görüş ve Fethullah Gülen cemaatinin kollanması yolundaki genelge Türkiye Cumhuriyeti devleti aleyhine faaliyet gösteren kuruluşların bizzat hükümet tarafından korunduğunu gösteriyor. Abdullah Gül imzasıyla bazı ülkelerdeki büyükelçiliklere gönderilen genelgede Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler içinde bulunan Milli Görüş teşkilatının çalışmalarının desteklenmesi isteniyor.
İran’dan gelen çarşaflı heyet de AKP’nin nasıl bir düzen istediğini gösteriyor.
Türkiye’nin terörist örgüt olarak kabul ettiği Milli Görüş, yalnız Türkiye’de değil faaliyet gösterdiği ülkelerden Almanya’da da sıkı takip altında ve 26 bin üyesi ve büyük ekonomik gücüyle “takip altındaki en büyük yabancı örgüt” konumunda. Genelgede yer alan “Milli Görüş zararlı bir teşkilat değildir. Milli Görüş Teşkilatı’nın organizasyonlarına gerektiğinde büyükelçiler ve diplomatlar da gitmelidir. Resmi heyet programlarına bundan sonra bu teşkilat da dahil edilmelidir” şeklindeki ifadelerle Türkiye tarihinde ilk kez şeriatçı terör örgütleri devlet protokolüne alınmış oluyor.
Yine aynı genelgede 28 Şubat’ın ardından Amerika’ya tedaviye giden ve nedense bir türlü iyileşip Türkiye’ye dönemeyen Fethullah Gülen ve cemaaatinden övgüyle sözediliyor. Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler yürüttüğü iddiasıyla yargılanan Fethullah Gülen ve cemaatinin yurtdışındaki okulları için Türk kültürünü yayan kurumlar ifadesi kullanılıyor ve bu okullarla ilişkilerin geliştirilmesi isteniyor.
AKP orduya savaş açtı
MGK toplantısı öncesinde ortamı geren bir diğer önemli gelişme de İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Rıza Arif ve beraberindeki ekibin Ankara’da ağırlanması sırasında yaşanan olaylardı. Devletin resmi kuruluşu olan TRT ve Anadolu Ajansı’nın dahi içeri alınmadığı ve adeta gizli örgüt toplantılarını andıran yemekteki haremlik selamlık uygulaması ve çarşaflı kadınların yarattığı manzara Ankara’nın içine düştüğü kuşatmanın ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından önemli bir örnekti.

Tüm bu kadrolaşma çabalarına Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay başta olmak üzere devlet organları tarafından gösterilen karşı çıkış yaklaşan MGK toplantısı öncesinde taraflar arasındaki gerginliği daha da tırmandırdı.
AKP cephesi MGK’da hükümetin irticayla mücadele konusunda uyarılacağının ortaya çıkmasıyla birlikte saldırıya geçti. MGK’nın siyasilerin hesap vereceği bir yer olmadığını söyleyen AKP yetkilileri “MGK’da hesap vermeyeceğiz” tavrıyla tabanlarına dik durma mesajı vermeye çalıştılar. Orduya yönelik en sert saldırı ise Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan orduyu kastederek “devletin en üst noktasından en alt noktasındana kadar hiç kimse la yü’sel (sorumsuz) değildir” diyerek MGK toplantısı öncesinde orduya meydan okumaya çalıştı.
Medyanın da yoğun desteğini arkasına alan Erdoğan partisinin Meclis’teki çoğunluğundan da güç alarak orduyu hedef alan açıklamalarına devam etti.
Erdoğan Belediye başkanlığı döneminde karıştığı ve yargılandığı yolsuzluk dosyalarını unutarak “Türkiye’nin imkan ve kaynaklarını boşa harcayanlar, statükonun korunması için direnenler, yolsuzluklar ve usulsüzlüklere bulaşanlar iddia edildiği gibi sadece siyasiler değil” sözleriyle silahlı kuvvetleri ve cumhurbaşkanını eleştirdi.
MGK toplantılarında hep dinleyen konumunda kalan şeriatçılar tek başına iktidar olmanın verdiği güçle bu kez karşı atağa geçerek baskın çıkmayı hedefliyorlardı. MGK’nın asker kanadı Milli Görüş ve Gülen cemaatini koruyan genelge, kadrolaşma ve türban tartışmalarıyla YÖK tarafından hazırlanan ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddiye alınmayan raporu gündemine alırken AKP kanadı da kadrolaşma faaliyetini savunacak karşı hazırlıklara girişti.
AKP AB kozunu kullanarak Orduyu tasfiye etmek istiyor
Medyanın büyük desteğini arkasına alan AKP ordu üzerinde kurmaya çalıştığı psikolojik baskıyla MGK toplantısını kazasız belasız atlatmaya çalışırken uzun vadede ordunun müdahalelerini engelleyecek bazı düzenlemelere girişeceğinin de ipuçlarını veriyor.
Özellikle AB süreci içinde demokratikleşme adı altında ordunun siyasete müdahalesini engellemeye yönelik planın iki ayağı var. ilk olarak Askerin icraat ve söylemlerinin “askeri tehdit” konularıyla sınırlandırılması öngörülüyor. İkinci olarak da 2004 sonuna kadar MGK’nın tamamen ortadan kaldırılması ya da en azından hükümete tavsiye kararı vermesi engellenmek isteniyor.
Hedefine ulaşma yolunda en büyük engel olarak gördüğü orduyu tasfiye planlarını yürürlüğe koyan AKP’nin elindeki en büyük koz da sözde AB üyelik süreci. AB üyeliği için siyasetin sivilleştirilmesi ve ordunun siyasetin dışına itilmesi AB’nin Türkiye’den taleplerinin ilk sırasında yeralıyor.
AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Gunter Verheugen’in Türkiye’deki ordu siyaset ilişkileri konusundaki görüşleri de AKP ile son derece uyumlu. Verheugen AKP AB ittifakının orduyu tasfiye planlarını şu sözlerle açığa vuruyor: “ordu siyasilerin emrinde olacak, siyasiler ordunun değil”
Başkanlık sistemiyle devlet ortadan kaldırılacak
Tayyip Erdoğan’ın “siyasetteki tek arzum başkanlık ya da yarı başkanlık modelidir. Bunun ideali de Amerika’da uygulanan sistem” açıklaması da orduyu tasfiye planları yapan AKP’nin geleceğe dönük niyetlerinin ne olduğunu anlamak açısından son derece önemli.
AKP, şeriat hedeflerinin önünde engel olarak orduyu ve devlet bürokrasisini görüyor ve bu amaçla giriştiği icraaatların sürekli bu organlardan geri tepmesi üzerine bu kez de başkanlık sistemini gündeme getiriliyor.
Başakanlık sistemi, devlet bürokrasisinin ortadan kalkması ve yetkinin tıpkı Amerikan sisteminde olduğu gibi başkan ve etrafındaki danışman kadrosunun denetimine girmesi demek. Başkanlık sistemine geçiş aynı zamanda Cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırılması anlamına geliyor
Bakanlık yapmak için seçilmiş olma zorunluluğunun aranmadığı ve dışarıdan atamaların mümkün olduğu böylesi bir sistemin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Bunun şeriatçı hareket açısından yaratacağı fırsatları saymaya da herhalde gerek yok.
Başkanlık sisteminin yanısıra hükümet tarafından hazırlanan yerel yönetimler yasasayla da merkezi devlet çökertilerek yetki ve karar belediyelere devrediliyor ki bunun sonucunda şeriatçı belediyeler ve özellikle Güneydoğu’daki HADEP çizgisindeki belediyelerin etkinlikleri daha da artacak. Bu üniter devletin ortadan kaldırılması ve Türkiye’nin eyaletlere parçalanmasına yolaçacak bir gelişme
AKP 
Türkiye’yi yönetmeye devam edebilir mi?
Altı aylık AKP iktidarı Türkiye’de şeriatçı bir partinin iktidarda kalmasının mümkün olmadığı ve ordunun buna izin vermeyeceği gerçeğini doğruluyor. AKP daha iktidara gelmeden ordu tarafından dikkatle takip ediliyordu ve AKP’nin şeriatçı hareketin bir parçası olduğu ordu tarafından biliniyordu.
Ancak AKP’nin 3 Kasım seçimlerinde aldığı oy oranı ordunun müdahale etmesini geciktiren bir faktör. Arkasında geniş halk desteği bulunduğu izlenimi medyanın da aynı yöndeki yayınları biraraya geldiğinde AKP’nin bu gerilim ortamında bir süre daha iktidarda kalması mümkün.
Ancak AKP devlet ilişkilerinin geri dönülemez biçimde tahrip olduğu düşünüldüğünde uzun vadeli bir AKP iktidarına Türkiye’nin tahammülünün kalmadığı da görülmeli.
Şu anda yapılacak bir ordu müdahalesi sadece ordunun demokratik süreci kesintiye uğratan ve on yıllık periyotlarla müdahaleyi alışkanlık haline getirdiği yönündeki propagandanın güç kazanmasına ve ordunun puan kaybetmesine yolaçacak. O nedenle kısa süre içinde bir ordu müdahalesi çok mümkün görünmüyor.
Fakat çok uzun süre önce kopan AKP ordu ilişkisinin yeniden tamiri mümkün değil. O nedenle AKP’lilerin yarattığı ve yaratacağı benzeri bütün gerilimler sadece AKP’nin dosyasının kabarmasına yol açacak ve zamanı geldiğinde yapılacak müdahalenin daha da meşruluk kazanmasını sağlayacak.
Devlete savaş açan AKP karşılığını almaya başladı bile. Bu savaşın iki değil tek bir olasılığı var: Türkiye Amerikancı ve gerici AKP iktidarından kurtulacak.
İnan Kahramanoğlu - AKP devlete karşı
http://www.turksolu.org/29/kahramanoglu29.htm
***

7 Nisan 2016 Perşembe

AKP, Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'ne düşman, Fransa'da Anayasa Mahkemesi kapısında!





AKP, Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'ne düşman, 
Fransa'da Anayasa Mahkemesi kapısında!




Serap Yeşiltuna



Fransa Senato Genel Kurulu Soykırım İnkar Yasası'nı kabul etmişti.
Ancak geçtiğimiz hafta yasa teklifinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvuru yapıldı. 77 senatör ve 65 milletvekilinin imzasıyla yapılan başvuru değerlendirmeye alındı.

Sonucu ne olacak, Fransız yargısı bu yasanın Anayasa'ya aykırı olup olmadığını nasıl değerlendirecek göreceğiz.
Bir yasama, yürütme, yargı mekanizmasının olduğu, hasbelkader demokrasinin olduğu her ülkede böyle bir yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesi doğaldır.
Bunun sebeblerini sonuçlarını bu yazıda tartışmayacağız.
Burada garip olan yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesi değil Türkiye'deki tepkileridir bizce.
Tayyip Erdoğan AKP gurup toplantısında yaptığı konuşmada kararı şöyle değerlendirdi:
"Anayasa Konseyi'ne her iki taraftan da bu müracaatın 60 sayısının üzerinde gerçekleşmesi tabii önemli bir adım. Gerçekten bu imzaları koyan gerek Fransız senatörlere, gerek milletvekillerine özellikle Tayyip Erdoğan olarak milletim adına kalbi şükranlarımızı ifade ediyoruz. Çünkü Fransa'daki siyasetçilere yakışan buydu, olması gerekeni yaptıklarına inanıyorum. Temennimiz odur ki Anayasa Konseyi de daha önce zaten bu konuyla ilgili biliyorsunuz, yaptıkları açıklamaları da var. Bu beklentiler istikametinde verilecek bir kararla bu hakka uygun olmayan, hakikate uygun olmayan süreç, Fransa'nın değerleriyle ters düşen süreç tekrar Fransa'nın değerleriyle uygun hale gelir diye düşünüyorum."
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise " Fransız senatörler bu adımla kendi değerlerine sahip çıktı. Türk-Fransız dostluğunun kazanmasını diliyorum." dedi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de " Ben Fransızların kendi ülkelerine böyle büyük bir gölge düşürülmesine müsaade edeceklerini tahmin etmiyordum. Şimdi Anayasa Mahkemesi muhakkak ki doğru kararı verecektir " diyordu.

Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, henüz yasa Anayasa Mahkemesi'ne gitmeden Fransız parlamenterlere çağrı yapıyordu:

"Bizim doğrudan dahil olmadığımız bir süreci takip ediyoruz. İnanıyoruz ki Fransız parlamenterler yasal imkanlarını kullanarak Anayasa Konseyi'ne müracaat etsinler ve konseyin bunu Anayasaya aykırı bulması halinde bu tasarı bir daha görüşülemeyecek duruma gelsin."

Bu açıklamalar bize oldukça garip geldi çünkü saydığımız bu isimlerin Anayasa Mahkemesi'ne ya da parlamenterlere çağrı yapmak şöyle dursun, Anayasa Mahkemesi dendiğinde tüylerinin diken diken olduğunu çok iyi biliriz.
Meclis'ten geçen herhangi bir yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesini milli iradeye vurulmuş bir darbe, bu başvuruyu yapan parlamenterleri de milli irade düşmanı, demokrasi düşmanı diktacılar olarak değerlendirirler.
Mesela Tayyip Erdoğan'ın şu sözleri bilindiktir:
"Anamuhalefet Anayasa Mahkemesine adeta yatağı sermiş, Anayasa Mahkemesi anamuhalefet mahkemesi haline gelmiştir."
Ya da "Onyıllardır biri Anayasa Mahkemesi önünde diğeri Danıştay'ın önünde iki nöbetçi kulübesi kurdular oradan yürütmenin adeta elini kolunu bağladılar." diyerek Anayasa Mahkemesi'ne muhalefetin Anayasa Mahkemesi'ne başvurularını eleştirir dururdu.
Ancak şimdi birdenbire her şey değişti ve Türkiye'de Anayasa Mahkemesi düşmanları Fransa'da Anayasa Mahkemeci kesiliverdiler.
Tabi bu durum yandaş basına da sirayet etti. Zaman gazetesi haberi "Fransa'da sağduyu kazandı"başlığıyla veriyordu.
Türkiye'de yapıldığında diktacılığın ve seçkin elitlerin halkın iradesine koyduğu ipotek olarak değerlendirilen Anayasa Mahkemesi başvurusu, Fransa'da demokrasinin ve Fransa'nın da kendi değerlerinin gereği oluyordu.
Bu gerçekten oldukça yüzsüzce gözümüzün önüne serilen bir çifte standart uygulamasıdır.
Fransa'da değil de Türkiye'de bir mahkeme kararını bekliyor olsaydık; AKP'nin hazırladığı bir yasa, AKP ile ilgili bir kapatma davası, katsayı ya da türbanla ilgili bir mesele ya da Cumhurbaşkanlığı ile ilgili bir konu olsaydı Anayasa Mahkemesi'ne giden parlamenterlerin ne faşistliği kalırdı ne diktacılığı, ne demokrasi düşmanlığı ne milli irade saygısızlığı…
Denklemi kurmuşlardır: Fransa'daki milletvekilleri antidemokrattır, Anayasa Mahkemesi ise son derece adil…
Türkiye'de ise tam tersi, milletvekilleri demokrattır, Anayasa Mahkemesi ise önyargılı…
Sadece…


İşlerine öyle geldiği için…


http://www.turksolu.com.tr/353/yesiltuna353.htm

..