İnan Kahramanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnan Kahramanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2018 Çarşamba

Kürt Sorunu Neden ve Nasıl Yaratıldı?

Kürt Sorunu Neden ve Nasıl Yaratıldı?


İnan Kahramanoğlu
TURKSOLU SAYI 59

Kürt sorunu Türkiye’nin toplumsal yapısından kaynaklanmıyor
Türkiye’de uluslaşma sürecinin tamamlanması Osmanlı’dan devralınan çok dinli ve çok kimlikli yapının yerine ulusal kimlik olarak Türk kimliğinin inşaasıdır. Türk kimliği etnik temelde değil ortak bir tarih ve uygarlık temelinde tarif edildiği için Türk milleti tanımı Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan çeşitli etnik grupların tek bir ulusal kimlik içinde kaynaşmasıdır.

Ulusal Kurtuluş mücadelesi ve mazlum millet milliyetçiliği çerçevesinde şekillenen Türk kimliği, farklı etnik unsurları doğal bir özümleme süreci içinde milletleştirmiştir. Farklı etnik kimlikler doğal bir süreç içinde kaynaştıkları için toplumsal yapıda meydana gelebilecek etnik çatışmalar önlenmiş ve toplumsal kaynaşma sağlanmıştır. Toplumsal kaynaşmanın sonucu olarak Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü gibi irili ufaklı etnik kimlikler aradan geçen dönem içinde Türk kimliğinin bir parçası haline gelmişlerdir.

Türkiye’de uluslaşma süreci Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte sona ermiştir. Lozan’da tarif edilen azınlıklar dışındaki bütün etnik unsurlar Türk kimliğinin bir parçası olarak kabul edilmiştir.

Buna rağmen Türkiye’de bugün bir Kürt sorunu tartışmasının günden güne daha da yoğun biçimde yürütüldüğünü görmekteyiz.

Türkiye’de Kürt sorunu tarihsel ve toplumsal dayanağı olmayan bir sorundur. Kürt sorunu bizzat emperyalist müdahaleyle oluşturulmuş yapay bir sorundur. Emperyalistler Türk kimliğinin dışında bir Kürt kimliği yaratarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Kürt sorununu sürekli olarak gündemde tutmaktadırlar.
Türk kimliği doğal asimilasyonla oluştuğu için kapsayıcıdır
Türkiye’de hiç kimse Kürtçülük faaliyetinin ve bölücü terörün kaynağının etnik bir çatışmanın ürünü olduğunu söyleyemez.
Türkiye tarihinde hiçbir zaman Türk-Kürt çatışması gibi bir olay yaşanmadı. Ne devlet kurumları içinde ne de toplumsal yaşamda böyle bir ayrım yapılmadı. Bugün bile otuz bin insanını etnik-bölücü teröre kurban veren bir Türkiye gerçeği ortadayken bunun etnik bir çatışmaya dönüşmemiş olması dikkatle değerlendirilmelidir.
Bunda belki de en önemli pay Türk toplumsal yapısının tarihin hiçbir döneminde Batıda yaşandığı gibi ırkçı bir akıma yol açmamasıdır.
Türkiye’de bugün en düşük derecedeki devlet kadrolarından tutun Meclis’e kadar etnik kökene dayalı bir sınıflandırma yapılsa farklı etnik kökenlerden gelen yurttaşların buralarda hiçbir etnik ve dinsel ayrımcılığa tabi tutulmadan yeraldıkları görülebilir. Türk kimliğini benimseyen hiçbir etnik ve dinsel grup herhangi bir ayrımcılıkla karşıya kalmamıştır.
Bu sadece bugün için değil bütün bir Cumhuriyet tarihi için geçerlidir. Örneğin Kürt bölücülüğünün ortaya çıkışında etkin rol oynayan Bedirhan ailesi Cumhuriyet döneminde herhangi bir baskıyla karşılaşmadığı gibi Atatürk’ün Çınar soyadını verdiği Vasfi Çınar Milli Eğitim Bakanı olabilmiştir. Aynı süreç diğer bir ünlü Kürt ailesi Babanzadeler için de geçerlidir.
Türk ulusal kimliği içinde yeralmak isteyen bütün etnik ve dinsel kimlikler doğal bir asimilasyon süreci içinde Türklerle kaynaştılar ve Türk ulusu sadece bir ırk temelinin dışında ortak bir kültür ve uygarlık temelinde oluşan yeni bir kimlik olarak ortaya çıktı.
Bu nedenle farklı kimliklerin özümlenmesine dayalı ulusal kimlik oluşumu toplumu bütünleştirici bir projeydi. Bu doğal süreci tersine çevirmeye çalışan bütün etnik hareketlerse sonuçta ırkçı bir yaklaşımın ürünüdürler.
Mozaikçilik ve Türkiyelilik..,
Kürt kimliğinin yaratılması ve Kürt azınlık yaratma süreci içinde Türk kimliğinin yokedilmesine yönelik operasyonun bir ayağı da ulusal bir kimlik tarifi yerine mozaik kavramının yerleştirilmesi oldu. Bu aslında Osmanlı’yı parçalayan Wilsoncu tezlerin bir kez daha ortaya çıkmasından başka bir şey değildi.
Türkiye’de Türk kimliği dışındaki her tür etnik ve dinsel kimliğin kültürel bir zenginlik olarak tanıtıldığı mozaikçilik, Türkiye’de toplumsal uzlaşmayı engellediği iddia edilen Türk milliyetçiliğinin alternatifi olarak kondu.
Kültürel çeşitliliğin toplumsal yapıyı kaynaştırmak yerine ayrıştırdığı ezilen dünyadaki etnik bölünme örnekleri düşünüldüğünde rahatlıkla görülebilir.
Ancak Türkiye’de kimlik tartışmasının açılmasıyla birlikte ortaya çıkan mozaik toplum teorisi bölücü terörle birleştiğinde Türk kimliğinin bugün büyük ölçüde yıkıma uğratıldığını görüyoruz.
Tek bir Türk kimliği yerine farklı etnik kimliklerin tanınması yoluyla toplumsal uzlaşmanın sağlanacağı tezinin bugünkü uygulamasını ise Türkiyelilik kavramında görüyoruz. Türkiyelilik mozaik toplum teorisinin bir başka biçimde ifadesidir.
Gerek mozaikçilik gerekse de Türkiyelilik kavramları uluslaşma süreci içinde yokolan farklı etnik kimliklerin diriltilerek ulusal kültürün bir öğesi olarak tanımlanmasının demokratik bir toplumun ön koşulu olduğundan yola çıkarak ulusal kimliğin parçalanmasına hizmet etmektedirler.
Türkiye özellikle son yirmi yıllık dönemde Kürtlerin Türk ulusundan ayrıştırılması planıyla uğraşıyor. Türk ulusundan ayrı bir Kürt kimliği tarifi Türk uluslaşmasının gücü oranında zor bir olaydı. Emperyalizm bu ayrılığı yaratmak için klasik böl-yönet stratejisinin dışında bir yöntem uygulamak zorunda kaldı.
“Kürt realitesi” olarak başlayan ve aradan geçen zamanda adım adım Kürt sorununa dönüşen ve bugün bağımsız bir devlet talebiyle ortaya çıkan Kürtçülük faaliyetinin görünürdeki en büyük başarısı Kürt kimliğinin yoktan varedilmesidir. Türklükten bağımsız Kürt kimliği bizzat bölücü terör yoluyla yaratıldı.
Kürdolojinin Kürt Uydurması..,
Ancak emperyalist böl-yönet politikasının Kürt sorunu özelinde ortaya çıkan bir özgüllüğü bulunmaktadır. Klasik böl-yönet politikası uluslaşma öncesinde farklı bir etnik ırka, dinsel kimliğe ve kültüre sahip olan kimliklerin uluslaşma sürecinin tersine çevrimesiyle yeniden diriltilmesine dayanmaktadır.
Kürt sorununun özgüllüğü de buradan kaynaklanmaktadır. Emperyalizm olmayan bir Kürt ırkı, olmayan bir Kürt dili ve kültürü uydurup bir millet yaratmak istemektedir ki bu son derece cüretli ve bir o kadar da zorlu bir deneme olmuştur.
Kürtler açısından iddia edildiği gibi bir milletleşme süreci hiç bir zaman olmamıştır. Bu gerçek tarihsel süreç içinde Kürtlerin gelişimi incelendiğinde rahatlıkla görebilir. Batı tarihçiliğinin uydurmalarıyla Kürtler hiçbir tarihsel geçmişleri olmadan bir anda tarih sahnesine çıkartılmışlardır.
Batılı araştırmacıların Kürdoloji adı altında yaptıkları bilimselliği son derece tartışmalı çalışmalar sonucunda özellikle 1800’lerin ardından Ortadoğu’da ve Türkiye özelinde Kürt sorunu emperyalistler tarafından giderek artan bir biçimde gündeme getirilmiştir.
Bu tarih aslında emperyalistlerin Kürt politikasının oluşturulduğu tarihtir. Kürtlüğe neden bu denli yoğun ilgi gösterildiğini anlamak için bu tarihe dikkat etmek gerekir.
Örneğin; Ruslar geleneksel politikaları olan Boğazlar yoluyla sıcak denizlere inme umutlarını kaybettikleri 1856 Paris Antlaşması’nın ardından Akdeniz’e inmek için kendilerine yeni bir yol aramak zorunda kalmışlardır. Bulunan yol Kafkasya, Azerbaycan, Türkiye, İran, Irak yoluyla Basra körfezine uzanan bir hat oluşturmaktadır. Bu yol Kürt nüfusun yoğun olarak bulunduğu bir bölge olduğu için de Kürtleri araştırmak üzere Minorsky, Nikitin, Jaba gibi daha sonra Kürdolojinin babaları olarak anılacak isimler görevlendirilmiştir.
Ancak bu Kürdologlar bilimadamı kimliklerinden ziyade siyasi kimlikleriyle ön plana çıkmışlardır. Kürdolojinin önde gelen isimleri olarak anılan bu kişiler aynı zamanda Rusya’nın Urmiye ve Erzurum konsoloslukları görevlerini yürütmüşlerdir.
Rusların Kürtlere olan bu ilgisi aynı şekilde Batılı devletler için de geçerlidir. Sömürgeci güçler arasındaki paylaşım mücadelesinin Ortadoğu’ya kaymasıyla birlikte Ortadoğu’nun etnik yapısını en küçük ayrıntısına kadar incelemeye alan Batılılar bölgede güçlü uygarlıklar yaratan Türk, Arap ve Fars toplumlarının dışında kendi denetimlerine tabi olabilecek yeni bir unsur arayışına girmişlerdir. Bu unsurları keşfedip yoktan varetmek için de araştırmacılar görevlendirmişlerdir.
Ancak yapılan bütün araştırmalar bilimsel niteliği son derece tartışmalı, gerçeklikten son derece uzak kasıtlı ve zorlama verilere ve sonuçlara dayanmaktadır.
Maurice Duverger, Kürtlerle ilgili olarak yapılan araştırmaların bilimdışılığını şu sözlerle ifade etmektedir: “Adı var kendi yok bir dille tanımlanan; bu adıvar kendi yok halk topluluğunu, birçok ‘sözde’ bilginler bir yere yerleştirmeye çalıştılar. Vardıkları sonuçların birbirini tutmazlığı, bunların saçmalığını daha da açıkça ortaya koymaktadır”
Birinci Uydurma: Kürt Irkı
Kürdolojinin ilk başarısı olmayan bir Kürt ırkı yaratmak olmuştur. Bu süreçte Kürtlerin kökenine ilişkin yapılan çalışmalar herhangi bir kanıta dayanmaktan çok varsayımlara dayandırılmıştır.
“Kürtler” isimli kitabın yazarı Nikitin Kürtlerin kökenini kanıtlamaya giriştiği çalışmasında “Demek ki Kürtlerin kökeni çok tartışmalı bir sorundur ve yukarıda özetlediklerimize oranla daha doyurucu sonuçlara varmak için bu konuda daha yoğun çaba gereklidir” sözleriyle yapılan araştırmaların yetersiz ve dayanaksız verilerle yürütüldüğünü itiraf etmektedir.
“Kürtlerin Kökeni” isimli kitabın yazarı İhsan Nuri ise Kürtlerin atası olarak anılan Med’lerle ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunmaktadır: “Bu büyük milletin nasıl olup da tarih sahnesinden kaybolduğu, adının unutulmaya terkedildiği Şeyhname’de bile adının geçmeyişi ilginçtir. Bugün Med diye bir aşiret de yoktur. Acaba tüm Medlerin adlarını yitirmeleri ve özellikle Medistan’ın merkezinde Kürt milletinin ortaya çıkması nasıl olmuştur”
İhsan Nuri bütün kitap boyunca kanıtlamaya çalıştığı Kürtlerin kökeni konusunda hiç bir nesnel veri bulamamasına rağmen yine de ısrarla Kürtlerin atalarının Medler olduğunda ısrar etmektedir.
Ancak Medlerin Kürtlerin atası olmadıkları gerçeğinin bugün kanıtlanmış olması bir yana kendisinin de itiraf etmek zorunda kaldığı gibi ilk Kürt tarihi olarak bilinen Şerefname’de Medlerin adı bile geçmemektedir.
Buna rağmen bir Kürt milleti yaratmak ve tarihte bu milletin köklerini bulmak adına olmadık zorlamalara girişmekten çekinmemektedir. Tarihte böyle bir Kürt milleti olmadığı gerçeğini düşünmekse hiç aklına gelmemiştir.
Benzer tespitler Minorsky’nin İslam Ansiklopedisi’nin Kürtler maddesine yazdıklarında da görülebilir. Minorsky’ye göre “Sistemli tetkikler Kürt adı ile örtülen bir tabaka altında bir çok kavimlerin mevcudiyetini ortaya çıkarmaktadır”. Demek ki saf bir Kürt ırkından bahsetmekten çok bir çok irili ufaklı kavimin oluşturduğu bir topluluktan sözetmek çok daha mantıklıdır.
Buna rağmen Kürtlerin M.Ö 5000 yılından bu yana tarih sahnesinde olduklarını ve her türlü işgal ve saldırı karşısında dağlara çekilerek saflıklarını korumuş bir ırk olduklarını iddia eden araştırmacılar bulunmaktadır.
Bu sözde araştırmacılar bugün Kürt coğrafyası olarak adlandırılan bölgelerde ortaya çıkan bütün kavimleri Kürtlerin ataları olarak göstermektedirler. Örneğin Guti, Mitanni, Mannai, Subaru, Kardu, Nayri, Med, Lulu, Hurri, Kassitler bu kavimlerden bazılarıdır.
Daha da ileri giderek Hatti, Hitit ve Asurları da bu kavimler içine katan ve Gut ve Sümerleri akraba olarak göstererek Kürtlerin kökenini Sümerlilere kadar götürmeye çalışan araştırmacılar da bulunmaktadır.
Ancak bu kavimler içinde Hitit, Asur ve Hurrilerin Kürt olmadıkları kesin olarak kanıtlanmıştır. Diğer kavimler ise günümüze hiç bir kanıt bırakmadan yok olup gitmişlerdir. Bu kavimlerin ne dilleri, ne tarihleri, ne de kültürleri hakkında bir bilgi elde etmek mümkün olmamıştır. Dolayısıyla bunları Kürtlerin ataları olarak adlandırmak için yeterli hiç bir veri bulunmamaktadır.
Kürtlere ilişkin antropolojik çalışmalar da bir Kürt ırkından sözedilemeyeceğini ortaya çıkarmaktadır. Nikitin, “Kürtler” isimli kitabının “Antropolojik kanıtlar” bölümünün girişinde şu tespiti yapmaktadır: “Tarih ve dilbilim alanında yaptığımız bu gezi henüz pek çok noktayı karanlıkta bırakıyor ve Kürtlerin kökenleri üzerinde ancak bazı varsayımlar öne sürmemize imkan veriyorsa da antropoloji de bize bu konuda fazla yardımcı olmayacaktır”
Nikitin’in aktarmalarına göre Stalze’nin fotoğrafladığı Doğu Kürtlerinin hepsi bölgede yaşayan İranlılarla büyük benzerlikler taşıyan esmer ve brakisefal tiplerdir.
Van Luschan ise Nemrut ve Zemcenli yöresinde incelediği Batı Kürtlerini sarışın ve dolikosefal olarak tarif eder.
Millingen, Türkiye ve İran’ın kuzey sınırlarında Kürt tiplerinin çeşitlilik gösterdiğini söylerek “Her ne kadar kara gözlü, kara saçlı tipler hakimse de sarı ve kestane rengi saçlar, mavi gözlü tiplere de rastlanır” der.
E. Soane, Kürtlerle Anglo Saksonların aynı kökenden geldiğini iddia etmektedir. Nikitin ise Kürtleri Sami olarak gösterecek bazı bilgilere değinir.
Yalçın Küçük de “Kürtler üzerine tezler” isimli kitabında “Bir Kürt tipinden söz etmek mümkün görünmüyor; yaşadıkları yöreye ve kaynaştıkları ırka göre Kürt tipleri birbirinden ayrılıyor” tespitini yapmaktadır.
Görüldüğü gibi Kürtlerle ilgili antropolojik araştırmaların gösterdiği gibi Kürtlerin ırk özellikleri olarak brakisefal mi dolikosefal mi sarışın ya da esmer mi oldukları yolunda tam bir karışıklık sözkonusudur.
Nikitin bu karmaşık sonuçları değerlendirirken “Saptayabileceğimiz tek şey Kürt etnik tipinin çok karışık bir karakterde oluşudur” diyerek saf bir Kürt ırkından bahseden tezlerin yetersizliğini itiraf etmek zorunda kalmaktadır.
İkinci Uydurma: Kürdistan
Kürtlerin kökenine ilişkin çarpıtmalar Kürtlerin yaşadığı coğrafya konusunda da sürmektedir. Kürtlerin bir millet olarak Kürdistan adı verilen coğrafyada yaşadığı tezi bugün Kürdistan’ı dirilterek bağımsız bir Kürt devleti kurma planlarına dayanak olarak gösterilmektedir. Oysa tarihsel gerçekler Kürdistan adı verilen bölgede bir Kürt egemenliğini reddetmektedir.
Kürdistan terimi ilk defa 12. yüzyılda Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sancar döneminde kullanılmıştır. Ancak coğrafi bir terim olmanın ötesinde bir anlam yüklenmemiştir.
Kürdistan olarak adlandırılan bölge Kürt nüfusun değil Türk ve Arap nüfusun egemenliğinde bulunan bir alandır. Bu alan MÖ 2000 yılından beri Türkleşme süreci yaşamaktadır. 11. yüzyıldan itibaren de Anadolu, Oğuz boylarının yeni bir göç dalgası ile yeniden adım adım Türkleşmeye başlamıştır.
Bundan önce ise bölge Arap-Bizans çatışmalarının yaşandığı bir coğrafi alan konumundadır.
Oğuzlar Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu’da homojen bir etnik yapı söz konusu değildir. Romalıların bölgeye hakim olduğu Selevkuslar döneminde Anadolu’da Kapadokya, Bitina, Bergama, Rum, Pontos ve Kommagame isimli altı krallık mevcuttur. Bu krallıklar İran kökenli olup daha sonra Rumlaşmış unsurlardan oluşmaktadır. Bunların dışında Süryani ve Ermeni nüfusun olduğu da bilinmektedir.
Doğu Anadolu bölgesindeki yerli halk bu gibi bir çok etnik unsurdan oluşmaktadır. Ancak bu bölgenin yerli halkı Kürt olarak tanımlanmamaktadır. Buralarda Kürt varlığına ilişkin tarihsel hiçbir veri de bulunmamaktadır.

Ortadoğu’da bugün Kürtlerin yaşadığı bölge 300 yılı aşkın bir süre Sasanilerin egemenliğinde kalmış, ardından 637 itibariyle Arap hakimiyetine girmiş, 11. yüzyıldan sonra Selçuklular bölgede hakimiyet kurmuşlardır. 1299’da Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu ile bölgede Osmanlı hakimiyeti kurulmuş, bölgedeki Akkoyunlu ve Karakoyunlu gibi Türk devletlerinin egemenliği ise 16 yy’a kadar devam etmiştir.
Sasanilerle başlayan, Araplar, Selçuklular, Akkoyunlu ve Karakoyunlu hakimiyeti ile devam eden 1300 yıllık süreçte Kürtlerin adı bile anılmamaktadır.
15. yy’dan itibarense Doğu Anadolu ve çevresinde yoğun bir Ermeni nufüs bulunmaktadır. Ermeniler ve Kürtler arasında o dönemden beri yaşayan çatışmalara bakıldığında da bölgede Kürt egemenliğinin olmadığını görebiliriz. Kürt-Ermeni çatışmasının temelinde Ermenilerle Kürtlerin yaşadıkları coğrafyanın tarihsel olarak kendilerine ait olduklarını iddia etmeleri ve bu alanda kendi egemenliklerini yeniden diriltme istekleri yatmaktadır. O dönemlerde bölgede gerçekten de yoğun bir Ermeni nüfus bulunmakla birlikte yoğun bir Kürt nüfusundan bahsetmek mümkün değildir. Bölgedeki asli unsur ise her zaman Türkler olmuştur.
Evliya Çelebi Doğu Anadolu ile ilgili olarak buralardaki Türkmen aşiretlerinin sayılamayacak kadar çok olduğunu yazmaktadır.
Bugün Kürdistan’ın başkenti olarak ilan edilen Diyarbakır’ın bile büyük Türkmen yerleşim merekezlerinden birisi olduğunu düşünürsek Kürtçü tezlerin Kürdistan iddialarının ne kadar uydurma olduklarını daha iyi görebiliriz.
Buraya kadar yazılanlar ışığında bakarsak 12. yüzyıldan önce Kürtlük bırakın tarihsel bir gerçek olmayı bir kavram olarak bile varolmamıştır.
Üçüncü Uydurma: Kürt Dili ve Uygarlığı
Kürtlerden bir azınlık yaratma hatta daha ileri giderek bir Kürt milleti yaratma niyetlerinin temel hedeflerinden biri Kürt dilinin varlığını kanıtlamaktır. Kürt dili Kürt etnik varlığının kanıtlanması için olmazsa olmazlardan birisi olduğu için de Kürdoloji araştırmalarının üzerinde en çok yoğunlaştığı konuların başında Kürt dili gelmektedir.
Ancak Kürtçe yapısal olarak incelendiğinde ağırlıklı olarak Farsça ve biraz da Türkçeden esinlenerek oluşmuş bir dildir. Gerek gramer açısından gerek kullanılan sözcüklerin kökeni açısından bakıldığında Kürtçenin özgün bir dil olduğunu söylemek mümkün değildir.
St. Petersburg Akademisi’nin yayınladığı 8528 kelimelik Kürtçe-Rusça-Almanca sözlük’te Kürtçede 3000 Halis Türkçe, 2000 Türkçeleşmiş, 1240 Zint, 1030 eski Pehlevice, 108 Gildani ve 60 Kafkas Türkçesi kelime yeraldığı belirtilirken Kürtçenin sadece 300 kelimesi mahalli Kürtçe olarak adlandırılmaktadır.
Ancak Kürtçeden bahsettiğimizde bugün Kürtçe adı altında birbirinden oldukça farklı ve kendi içinde bile anlaşamayan çeşitli lehçeler olduğunu görmekteyiz. Kırmanç, Sorani ve Zazaca lehçelerinin her biri farklı yapısal özelliklere sahiptir.
Kaldı ki Zazaca’nın Kürtçe ile ilgisinin bulunmadığı birçok dilbilimcinin hemfikir olduğu bir görüştür. Bu farklı lehçelerin kullanıldığı Türkiye, İran, Irak gibi bölgelerde ortak bir iletişim dilinden sözetmek mümkün değildir.
Kürtçü tezler bu konuda egemen devletlerin Kürt dilinin gelişimini engellediğini söyleyerek tartışmayı geçiştirmeye çalışmaktadırlar ancak ortada sadece dilin gelişimi açısından bir sorun yoktur. Daha çok birbiriyle hiçbir yapısal benzerlik taşımayan farklı lehçeler sözkonusudur.
Buna rağmen ortak bir Kürt dili yaratmak maksadıyla bu farklı lehçeler bir dilin parçaları olarak tarif edilmekte ve olmayan bir dil uydurulmak istenmektedir.
Ancak Kürtçenin gerçek bir dil olmadığı yine tarihsel seyri göz önüne alanarak görülebilir. Köklü bir dil herşeyden önce yazılı birtakım eserler, edebi metinler, destan ve söylenceler bırakmak zorundadır. Dil bir süre sonra ortadan kalksa bile bu ürünler ışığında onun tarihsel gelişimini ve varlığını kanıtlamak mümkündür.
Kürtçe açısından böyle bir durum sözkonusu değildir. Yazılı bir tek Kürtçe tablet ya da günümüze ulaşan tek bir kanıt bulunmamaktadır. Kürt destanları olarak anılan Zerdüşt vb. birkaç destanının da yine Kürtlükle alakalı olduğuna dair inandırıcı hiçbir kanıt yoktur.
Oysa aynı değerlendirmeyi Türkçe için yaptığımızda Orhun kitabelerinden tutun da Türklere ait sayısız yazılı ve sözlü destan ve belgeye kadar günümüze ulaşan ve sayısız kanıt bulmak mümkündür. Kürt dili sözkonusu olduğunda ise bu tür kanıtlara rastlanamamaktadır.
Dolayısıyla bugün Kürt dili olarak yutturulmaya çalışılan lehçeleri toparlayarak özgün bir dil yaratma girişimi Kürdolojinin zorlamalarından başka birşey değildir.
Weber ve Friç’in Kürtçe ile ilgili görüşlerini hatırlatmak bu noktada faydalı olacaktır: “Kürt dili bir dil hamuru değil, bir söz yığınıdır ve herhangi bir milletin belli başlı varlığını göstermemektedir”
Olmayan bir dilin bir kültür ve uygarlık birikimi sağlaması da mümkün olmamıştır. Kürdistan olarak anılan bölgede bugün ayakta kalan uygarlıklara ve uygarlık miraslarına bakıldığında da Arap, Fars ve Türk uygarlıklarının bu bölgeye damgalarını vurduklarını görürüz.
Kürt uygarlığı olarak gösterilmek istenen buluntularsa tarih sahnesinden silinmiş ve Kürtlükle alakası bulunmayan toplulukların ve çoğu zaman da Arap, Fars ve Türk uygarlıklarının mirasından başka bir şey değildir.

Emperyalizm Kürtleri kullanmaya başlıyor

Emperyalist ülkelerin Kürtlere olan bu ilgisinin temelindeyse elli yıllı aşan bir süredir uygulamada olan kukla Kürt devleti kurma projesi vardır.
Bugün ise Türkiye AB ve ABD tarafından uygulamaya konulan iki farklı Kürt devleti planıyla karşı karşıya.
ABD Irak’ı işgal ederek elli yıldır kurmaya çalıştığı Kürt devletini fiilen ilan etmiş durumda. ABD stratejisi Kuzey Irak merkezli bir Kürt devleti kurmak ve ardından da bu devletin sınırlarını Türkiye’nin Güneydoğusuna kadar genişletmeye dayanıyor. ABD askeri gücünü devreye sokarak Irak’ı işgal etti ve bu işgal sonucunda Kürt devleti için fiili durum yarattı.
AB’nin Kürt devleti kurma stratejisi ise Güneydoğu merkezli bir Kürt devleti kurmak ve mümkünse bunu diğer bölge ülkelerine doğru genişletmek üzerine kurulu.
Ancak AB, ABD gibi işgal yeteneğine sahip bir silahlı güce dayanmadığı için daha çok Türkiye içinde kendisiyle işbirliği içindeki güçlere dayanarak bu planını uygulamaya çalışıyor. AB özellikle PKK terörünü destekleyerek hedefine ulaşmaya çalışıyor. PKK’nın silah bırakmasının ardından girdiği siyasallaşma faaliyeti Türkiye’nin AB’ye giriş sürecine denk getirilerek özellikle demokratikleşme adı altında PKK’nın siyasallaşması ve Türk devleti tarafından muhatap olarak tanınmasına yönelik önemli adımlar atıldı.
Bu sürecin en önemli ayaklarından birisini Türk Ordusu’nun tasfiyesine yönelik sivilleşme operasyonu oluşturdu. Böylelikle bölücülükle mücadele siyaset mekanizmasının kontrolüne terkedildi. AB, Türkiye’deki işbirlikçi siyasetle yakın teması olduğu için son derece avantajlı bir konumda bulunuyor.
Gelinen noktada Kuzey Irak’ta fiilen kurulan Kürt devleti ve Türkiye’de yaratılan bölücü terörün siyasallaşması sürecinde çok önemli mesafe katedilmiş gorünüyor. Emperyalizmin kukla Kürt devleti planının gerçekleşmesi için geri sayım başlamış durumda.
Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmelerin bir benzerinin yakın dönemde Güneydoğu’da da yaşanacağını ve emperyalist planların tamamlanacağını beklememek için hiçbir neden yok.

AB ve ABD emperyalizminin desteklediği bölücü terör.,

Kürt ayrılıkçılığına toplumsal taban yaratma imkanları Türk kimliğinin kapsayıcılığı ve Türk uluslaşmasının başarıyla sonuçlanması yüzünden ortadan kalkmıştı. Bu noktada bölücü terör devreye sokuldu. Kürt sorununun Türkiye gündemine sokulması da yine bölücü terör yoluyla sağlandı.
1980 sonrasında başlayan PKK terörünün ortaya çıkışından günümüze kadarki en büyük destekçisi AB ülkeleri ve ABD oldu. ABD 1990’ların başından itibaren Körfez Savaşı’nın ardından Türkiye’ye yerleştirdiği Çekiç Güç aracılığıyla PKK’yı hem eğitti hem de bölücü örgüte silah desteği sağladı.
Sonuçta Türk devleti hem Batı destekli PKK terörünün yarattığı milyarlarca dolarlık ekonomik zararla zararla karşı karşıya kaldı hem de otuz bin insanının yaşamını yitirdiği bir çatışma ortamına girmek zorunda kaldı.
PKK terörü yirmi yıllık süreç içinde Batının Türkiye üzerindeki parçalama planlarının temel dayanağı haline geldi. Türk devleti bu süreç içinde terörün yarattığı ekonomik ve askeri zararlardan ötürü güçsüz kaldı ve Batıya daha da bağımlı hale getirildi.
Kürt “Realitesi”nden Kürt “Sorunu”na
Bölücü terör bir yandan Türk Ordusu ile silahlı bir mücadeleye girişirken bir yandan da AB ve ABD’nin desteğiyle siyasallaşma çabalarına hız kazandırdı. Batının insan hakları ve demokrasi adı altında Türk devletine yönelen baskılarının esas hedefi Türk devletinin terörle mücadele sürecini zaafa uğratmaktı. Bunda büyük ölçüde başarı da kazanıldı.
Bölücü terörün ilk kazanımı “Kürt realitesi”nin tanınması oldu. Bölücü örgüt yandaşı dernek ve kuruluşlar siyasallaşma çalışmalarına hız verdiler. PKK’nın siyasi kanadı olarak çalışan HEP, DEP, HADEP, DEHAP gibi partiler yoluyla bölücü örgüt yandaşları bizzat Meclis’e taşındı.
Askeri alanda Türk Ordusu ile başa çıkamayan ve büyük ölçüde güç kaybederek tecrit konuma düşen bölücü örgüt strateji değiştirerek silah bırakma ve siyasallaşma sürecine girdi.
Siyasallaşma programının da yine AB ve ABD tarafından hazırlanarak PKK’nın önüne konduğunu söylemek gerek.
“Kürt realitesi”nin tanınması sloganı ile başlayan süreç bölücü örgütün siyasallaşmasıyla beraber “Kürt sorunu”na dönüştürüldü. Basit bir kültürel kimlik mücadelesi ve Türkiye’nin kültürel zenginliği olarak gösterilen “Kürt realitesi” aradan geçen süreçte sistemli bir biçimde Kürt sorununa dönüştürülerek bağımsız Kürt devleti taleplerine kadar vardırıldı.
Türkiye’de geleneksel sağ iktidarların AB ve ABD güdümündeki işleyişi bölücü terörle mücadeleyi Türk Ordusu’nun üzerine yıktı. Ancak sorunun boyutları askeri boyutun çok üzerine çıkmıştı.
Batıyla ilişkileri sorgulamaktan dahi kaçınan Türk siyasetinin sonuçta Batının Kürt politikasına payandalık etmekten başka bir politika izlemesi ise mümkün olmadı. Batı işbirlikçi iktidarlar yoluyla elde ettiği gücü Türkiye’de bir etnik çatışma ortamı yaratmak için kullanmaktan da çekinmedi.
Özal dönemi Türkiye’nin tamamen ABD güdümüne sokulmaya çalışıldığı bir dönemdi ve ABD’nin Kürt politikasına uygun olarak Özal, Kürtlere federasyon fikrini ortaya atarak bülücü örgütü Türk devleti ile masaya oturtmaya çalıştı. Bu aynı zamanda Türk devletinin bölücü örgütü siyasal bir muhatap kabul etmesi anlamına geliyordu.
AB’ye Uyum Süreciyle Kürt Bölücülüğü Yasallaştırıldı
Türkiye 1990’lara geldiğinde otuzbinin üzerinde insanını bölücü teröre kurban vermiş bir ülkeydi. Bu dönem aynı zamanda Batının Türkiye’yi parçalama planlarının hızlandırıldığı bir dönem oldu.
Batı ile ilişkilerini AB üyelik süreci ve ABD ile stratejik müttefiklik üzerine oturtan ve ulusal güvenliğini Batı ittifakına bağlayan Türkiye terörle mücadeleyi de adım adım terk etmek zorunda kaldı.
Batının insan hakları ve demokratikleşme talepleri aslında Türkiye’nin terörle mücadelesine engellemeyi ve terör örgütünü Türk devleti ile masaya oturtmayı amaçlıyordu.
3 Ağustos’ta Meclis’ten geçirilen Kürtçe eğitim ve yayının yasallaştırılması terör örgütünün yirmi yıllık hedeflerinin bizzat Türk devletince gerçekleştirilmesiydi. Bu süreç, Türk devletinin Batıya bağlanma sürecinin yarattığı tehdidin boyutlarını da ortaya koymuş oluyordu. Türk devleti kendi varlığını ortadan kaldırmaya yönelik PKK stratejisini kendi Meclisinden geçirmek zorunda bırakılıyordu.
3 Ağustos yasaları ile Türk devleti Kürtleri fiilen bir azınlık olarak kabul etmiş oluyordu.
Bu Türk devletinin bağımsızlık belgesi olan Lozan’ın çiğnenmesi Sevr’in yeniden diriltilmesi demekti.
Kürtler artık Türk kimliğinden bağımsız bir etnik kimlik kazanıyorlardı.
Bundan sonraki aşama ise Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde bağımsız bir devlet kurmalarıdır. Türkiye bugün bu aşamadadır.
İnan Kahramanoğlu

http://www.turksolu.com.tr/59/kahramanoglu59.htm



***

AKP., DEVLETE KARŞI

AKP.., DEVLETE KARŞI ..,

İnan Kahramanoğlu.,
05.05.2003/Sayı:29



AKP.., DEVLETE KARŞI ..,
İnan Kahramanoğlu.,
05.05.2003/ Sayı:29
AKP hükümeti ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında türban ve şeriatçı kadrolaşma ile başlayan gerilim son olarak Meclis Başkanı Bülent Arınç tarafından düzenlenen 23 Nisan resepsiyonun devlet protokolü tarafından protesto edilmesiyle birlikte tekrar şiddetlendi.

Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına, üst düzey bürokratlardan yargı organları başkanlarına kadar devletin bütün organları Arınç’ın eşinin türbanlı olarak resepsiyona katılacağının açığa çıkmasının ardından tepkilerini sert biçimde ortaya koydular ve resepsiyona katılmayacaklarını açıkladılar. Bu sert tepki karşısında geri adım atmak zorunda kalan ve eşinin resepsiyona katılmayacağını açıklayan Arınç’ın girişimleri ise sonuçsuz kaldı.
23 Nisan resepsiyonunun ardından toplanan ve 7.5 saat süren ve 28 Şubat’ın ardından tarihin en uzun ikinci MGK toplantısıyla AKP-Ordu ilişkilerinde yeni bir sürece de girilmiş oluyor.
AKP devlet savaşı büyüyor
AKP ve orduyu karşı karşıya getiren ve hükümet ordu çatışması olarak adlandırabileceğimiz sürecin ilk adımlarının da yine Arınç tarafından atıldığı düşünüldüğünde ordunun tepkisini görmezden gelmeye yönelik açıklamaların, oluşan tepkinin şiddetini azaltmaya yönelik bilindik açıklamalardan öte bir anlamının olmadığı ortada.

Zira 3 Kasım seçimlerinin ardından AKP ile orduyu karşı karşıya getiren ilk olay orduyu kastederek “bazı çevrelere inat Meclis başkanlığına aday oluyorum” diyen ve başkanlığa seçilmesinin hemen ardından türbanlı eşini devlet protokolüne sokan Bülent Arınç tarafından yaratılmıştı. Arınç’ın türban zorlamasına TSK’dan yine büyük tepki gelmiş ve Arınç’ı tebrik etmeye giden MGK üyesi komutanlar yalnızca otuz saniye süren bir ziyaretin ardından Arınç’ın makamını terk etmişlerdi.
Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan Resepsiyonu Devlet-AKP çatışmasının en üst seviyede ortaya çıkmasına neden oldu. Daha önce türbanı devlet protokolüne sokmaya çalışan Arınç bu defa eşini resepsiyona getirmeyeceğini açıklamasına karşın, başta Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay Başkanı resepsiyonu protesto ettiler. Üst düzey devlet bürokrasisinin de protesto ettiği resepsiyon böylece AKP içi bir çay partisine dönüşmüş oldu. Resepsiyonda kendi başlarına kalan AKP’nin sergilediği görüntü aslında şeriatçı hükümetin Türkiye’de ne kadar tecrit olduğunu da ortaya çıkartmış oldu. Şeriatçılar devleti kuşatmaya çalışıyorlar ancak devlet içinde köşeye sıkıştıklarını sanırız hâlâ farkedemiyorlar.
Bu ilk ciddi gerginliğin ardından hükümetin hazırladığı acil eylem planıyla özellikle YÖK yasa tasarısı ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılması konusundaki planlarını uygulamaya koyması ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki şeriatçı kadrolaşma çabalarına hız vermesi üzerine Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanlığına kadar bütün devlet organlarıyla AKP karşı karşıya gelmişti.
Bu gelişmeler yaşanırken toplanan MGK’da da hükümet uyarılmıştı. MGK toplantısında alınan kararlara muhalefet şerhi koyarak imza atan dönemin Başbakanı Abdullah Gül’e yanıt bizzat Genelkurmay başkanının ağzından “başbakan irticaya cesaret verdi” denilerek ortaya konmuştu. Bu açıklama aslında AKP’nin hükümette kalmasının artık mümkün olmadığını ve ordunun AKP iktidarının Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerine göz yummayacağını göstermişti.

Çatışmanın en üst seviyeye ulaştığı anda başlayan ABD’nin Irak saldırısı ise gündemi farklı bir noktaya taşıdı. Ancak bu süreç içinde AKP hükümeti bir yandan Kıbrıs ve Irak’ta devlet politikasını hiçe sayarak büyük tavizler verirken şeriatçı kadrolaşma çalışmalarını da sürdürmekten geri kalmıyordu.
Dolayısıyla her ne kadar varolan gerilim azalmış gibi görünse de AKP devlet savaşı alttan alta kızışmaktaydı. 23 Nisan resepsiyonunda ortaya çıkan durum işte tam da bu arka planda yürüyen kavganın patlak vermesinden başka birşey değildi.
AKP’den devlete şeriatçı kuşatma
Abdullah Gül’ün büyükelçiliklere şifreli genelgesi Ordunun büyük tepkisine yol açtı. Genelgede, Milli Görüş teşkilatları ile Fethullah Gülen cemaatine destek verilmesi isteniyordu.
AKP iktidara geldiği 3 Kasım’dan bugüne kadar aradan geçen altı aylık süre zarfında gerçekleştirdiği şeriatçı kadrolaşma operasyonunun bugün ulaştığı nokta Cumhuriyet’in şeriatçı bir kuşatmayla karşı karşıya kalması anlamına geliyor.
İlk olarak Türkiye’yi 28 Şubat’a taşıyana süreçte Cumhuriyet karşıtı şeriatçı hareket rejimi değiştirecek güce ulaşmış ancak ordunun müdahalesiyle iktidardan düşürülmüştü. Aradan geçen altı yıldan sonra bu kez yine aynı şeriatçı Milli Görüş geleneğinin temsilcisi AKP iktidarda. Üstelik AKP Refah Partisi döneminden farklı olarak Meclis’te anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip ve tek başına iktidar. Böyle olunca da devlette şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerinin engellenmesi oldukça zor hale geliyor.
AKP hükümeti iktidara geldiği ilk günden beri planlı bir kadrolaşma faaliyeti içinde bulunuyor ve bu plan bugün de aynı şekilde uygulanıyor.
THY, TRT, ISDEMİR ve daha birçok önemli devlet kuruluşlarının başına Milli Görüş kökenli kişiler atanmakta. Türbanın serbest bırakılmasına yönelik çalışmalar aynı şekilde devam ediyor. Kadrolaşma operasyonu öyle boyutlara ulaştı ki devletin en gizli belgelerinin bulunduğu Cumhuriyet Arşiv Daire Başkanlığı’na “Molla Üniversitesi” olarak bilinen şeriatçı El-ezher Üniversitesi İlahiyat mezunu Hüsnü Özer atandı. Daha önce de Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevine bir Muratbey Balta isimli bir imam atanmıştı.
Başbakan Tayyip Erdoğan, idealinin Amerikan modeli bir başkanlık sistemi olduğunu açıktan ifade etmeye başladı. Bu, şeriatçıların, mevcut Cumhuriyet rejimi içinde kalmak istemediklerinin, bir başkanlık yetkisi ile Türkiye imamlığına soyunmak istediklerinin de göstergesi.
Şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerini engellemeye çalışan cumhurbaşkanı Sezer’in bütün çabalarına rağmen bu atamalara engel olunamıyor. Atama kararnamelerini geri çeviren Cumhurbaşkanı aynı atama kararnamesini tekrar karşısında buluyor. Ataması gerçekleşmeyenler de görevlendirme ile istenilen görevlere getiriliyor.

AKP özellikle son bir aylık süreçte kadrolaşma faaliyetlerini kolaylaştıracak bazı yasal düzenlemeleri de uygulamaya koydu. Sadece emeklilik yaşını 61’e düşüren yeni yasayla 2 bin 100 deneyimle bürokrat görevden uzaklaştırıldı ve bunların yerine şeriatçı kadrolar atandı.
Milli Eğitim ve üniversiteler üzerindeki şeriatçı kuşatma da günden güne artıyor. YÖK’ü kaldırma çalışmalarını gelen yoğun tepki üzerine bir süreliğine geri çeken AKP bu günlerde bu planlarını tekrar gündeme getiriyor. Önümüzdeki dönemde de artararak devam etmesi beklenen türbana özgürlük ise AKP için vazgeçilmez önemde.

Bütün bu kadrolaşma tartışmaları sürerken biraraya gelen Cumhurbaşkanı Sezer ve Tayyip Erdoğan arasında geçen ve basına da yansıyan diyalog yaşanan sürecin vehametini en açık biçimde ortaya koyuyor. Sezer’in “Devletin her kademesine imamları dolduruyorsunuz” şeklindeki sözlerine Erdoğan’ın yanıtı şu oluyor: “Ben de imamlık yaptım ama şimdi başbakanım”
Şeriatçı terör örgütlerine devlet protokolü
AKP hükümeti bir yandan devlet bürokrasisi içinde yoğun bir kadrolaşma hareketine girerken bir yandan da bağlantılı bulunduğu yurt dışındaki şeriatçı örgütlenmeleri açıktan destekliyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından 16 Nisan tarihinde yayınlanan ve MGK toplantısının en önemli maddelerinden birisi olan Milli Görüş ve Fethullah Gülen cemaatinin kollanması yolundaki genelge Türkiye Cumhuriyeti devleti aleyhine faaliyet gösteren kuruluşların bizzat hükümet tarafından korunduğunu gösteriyor. Abdullah Gül imzasıyla bazı ülkelerdeki büyükelçiliklere gönderilen genelgede Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler içinde bulunan Milli Görüş teşkilatının çalışmalarının desteklenmesi isteniyor.
İran’dan gelen çarşaflı heyet de AKP’nin nasıl bir düzen istediğini gösteriyor.
Türkiye’nin terörist örgüt olarak kabul ettiği Milli Görüş, yalnız Türkiye’de değil faaliyet gösterdiği ülkelerden Almanya’da da sıkı takip altında ve 26 bin üyesi ve büyük ekonomik gücüyle “takip altındaki en büyük yabancı örgüt” konumunda. Genelgede yer alan “Milli Görüş zararlı bir teşkilat değildir. Milli Görüş Teşkilatı’nın organizasyonlarına gerektiğinde büyükelçiler ve diplomatlar da gitmelidir. Resmi heyet programlarına bundan sonra bu teşkilat da dahil edilmelidir” şeklindeki ifadelerle Türkiye tarihinde ilk kez şeriatçı terör örgütleri devlet protokolüne alınmış oluyor.
Yine aynı genelgede 28 Şubat’ın ardından Amerika’ya tedaviye giden ve nedense bir türlü iyileşip Türkiye’ye dönemeyen Fethullah Gülen ve cemaaatinden övgüyle sözediliyor. Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler yürüttüğü iddiasıyla yargılanan Fethullah Gülen ve cemaatinin yurtdışındaki okulları için Türk kültürünü yayan kurumlar ifadesi kullanılıyor ve bu okullarla ilişkilerin geliştirilmesi isteniyor.
AKP orduya savaş açtı
MGK toplantısı öncesinde ortamı geren bir diğer önemli gelişme de İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Rıza Arif ve beraberindeki ekibin Ankara’da ağırlanması sırasında yaşanan olaylardı. Devletin resmi kuruluşu olan TRT ve Anadolu Ajansı’nın dahi içeri alınmadığı ve adeta gizli örgüt toplantılarını andıran yemekteki haremlik selamlık uygulaması ve çarşaflı kadınların yarattığı manzara Ankara’nın içine düştüğü kuşatmanın ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından önemli bir örnekti.

Tüm bu kadrolaşma çabalarına Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay başta olmak üzere devlet organları tarafından gösterilen karşı çıkış yaklaşan MGK toplantısı öncesinde taraflar arasındaki gerginliği daha da tırmandırdı.
AKP cephesi MGK’da hükümetin irticayla mücadele konusunda uyarılacağının ortaya çıkmasıyla birlikte saldırıya geçti. MGK’nın siyasilerin hesap vereceği bir yer olmadığını söyleyen AKP yetkilileri “MGK’da hesap vermeyeceğiz” tavrıyla tabanlarına dik durma mesajı vermeye çalıştılar. Orduya yönelik en sert saldırı ise Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan orduyu kastederek “devletin en üst noktasından en alt noktasındana kadar hiç kimse la yü’sel (sorumsuz) değildir” diyerek MGK toplantısı öncesinde orduya meydan okumaya çalıştı.
Medyanın da yoğun desteğini arkasına alan Erdoğan partisinin Meclis’teki çoğunluğundan da güç alarak orduyu hedef alan açıklamalarına devam etti.
Erdoğan Belediye başkanlığı döneminde karıştığı ve yargılandığı yolsuzluk dosyalarını unutarak “Türkiye’nin imkan ve kaynaklarını boşa harcayanlar, statükonun korunması için direnenler, yolsuzluklar ve usulsüzlüklere bulaşanlar iddia edildiği gibi sadece siyasiler değil” sözleriyle silahlı kuvvetleri ve cumhurbaşkanını eleştirdi.
MGK toplantılarında hep dinleyen konumunda kalan şeriatçılar tek başına iktidar olmanın verdiği güçle bu kez karşı atağa geçerek baskın çıkmayı hedefliyorlardı. MGK’nın asker kanadı Milli Görüş ve Gülen cemaatini koruyan genelge, kadrolaşma ve türban tartışmalarıyla YÖK tarafından hazırlanan ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddiye alınmayan raporu gündemine alırken AKP kanadı da kadrolaşma faaliyetini savunacak karşı hazırlıklara girişti.
AKP AB kozunu kullanarak Orduyu tasfiye etmek istiyor
Medyanın büyük desteğini arkasına alan AKP ordu üzerinde kurmaya çalıştığı psikolojik baskıyla MGK toplantısını kazasız belasız atlatmaya çalışırken uzun vadede ordunun müdahalelerini engelleyecek bazı düzenlemelere girişeceğinin de ipuçlarını veriyor.
Özellikle AB süreci içinde demokratikleşme adı altında ordunun siyasete müdahalesini engellemeye yönelik planın iki ayağı var. ilk olarak Askerin icraat ve söylemlerinin “askeri tehdit” konularıyla sınırlandırılması öngörülüyor. İkinci olarak da 2004 sonuna kadar MGK’nın tamamen ortadan kaldırılması ya da en azından hükümete tavsiye kararı vermesi engellenmek isteniyor.
Hedefine ulaşma yolunda en büyük engel olarak gördüğü orduyu tasfiye planlarını yürürlüğe koyan AKP’nin elindeki en büyük koz da sözde AB üyelik süreci. AB üyeliği için siyasetin sivilleştirilmesi ve ordunun siyasetin dışına itilmesi AB’nin Türkiye’den taleplerinin ilk sırasında yeralıyor.
AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Gunter Verheugen’in Türkiye’deki ordu siyaset ilişkileri konusundaki görüşleri de AKP ile son derece uyumlu. Verheugen AKP AB ittifakının orduyu tasfiye planlarını şu sözlerle açığa vuruyor: “ordu siyasilerin emrinde olacak, siyasiler ordunun değil”
Başkanlık sistemiyle devlet ortadan kaldırılacak
Tayyip Erdoğan’ın “siyasetteki tek arzum başkanlık ya da yarı başkanlık modelidir. Bunun ideali de Amerika’da uygulanan sistem” açıklaması da orduyu tasfiye planları yapan AKP’nin geleceğe dönük niyetlerinin ne olduğunu anlamak açısından son derece önemli.
AKP, şeriat hedeflerinin önünde engel olarak orduyu ve devlet bürokrasisini görüyor ve bu amaçla giriştiği icraaatların sürekli bu organlardan geri tepmesi üzerine bu kez de başkanlık sistemini gündeme getiriliyor.
Başakanlık sistemi, devlet bürokrasisinin ortadan kalkması ve yetkinin tıpkı Amerikan sisteminde olduğu gibi başkan ve etrafındaki danışman kadrosunun denetimine girmesi demek. Başkanlık sistemine geçiş aynı zamanda Cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırılması anlamına geliyor
Bakanlık yapmak için seçilmiş olma zorunluluğunun aranmadığı ve dışarıdan atamaların mümkün olduğu böylesi bir sistemin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Bunun şeriatçı hareket açısından yaratacağı fırsatları saymaya da herhalde gerek yok.
Başkanlık sisteminin yanısıra hükümet tarafından hazırlanan yerel yönetimler yasasayla da merkezi devlet çökertilerek yetki ve karar belediyelere devrediliyor ki bunun sonucunda şeriatçı belediyeler ve özellikle Güneydoğu’daki HADEP çizgisindeki belediyelerin etkinlikleri daha da artacak. Bu üniter devletin ortadan kaldırılması ve Türkiye’nin eyaletlere parçalanmasına yolaçacak bir gelişme
AKP 
Türkiye’yi yönetmeye devam edebilir mi?
Altı aylık AKP iktidarı Türkiye’de şeriatçı bir partinin iktidarda kalmasının mümkün olmadığı ve ordunun buna izin vermeyeceği gerçeğini doğruluyor. AKP daha iktidara gelmeden ordu tarafından dikkatle takip ediliyordu ve AKP’nin şeriatçı hareketin bir parçası olduğu ordu tarafından biliniyordu.
Ancak AKP’nin 3 Kasım seçimlerinde aldığı oy oranı ordunun müdahale etmesini geciktiren bir faktör. Arkasında geniş halk desteği bulunduğu izlenimi medyanın da aynı yöndeki yayınları biraraya geldiğinde AKP’nin bu gerilim ortamında bir süre daha iktidarda kalması mümkün.
Ancak AKP devlet ilişkilerinin geri dönülemez biçimde tahrip olduğu düşünüldüğünde uzun vadeli bir AKP iktidarına Türkiye’nin tahammülünün kalmadığı da görülmeli.
Şu anda yapılacak bir ordu müdahalesi sadece ordunun demokratik süreci kesintiye uğratan ve on yıllık periyotlarla müdahaleyi alışkanlık haline getirdiği yönündeki propagandanın güç kazanmasına ve ordunun puan kaybetmesine yolaçacak. O nedenle kısa süre içinde bir ordu müdahalesi çok mümkün görünmüyor.
Fakat çok uzun süre önce kopan AKP ordu ilişkisinin yeniden tamiri mümkün değil. O nedenle AKP’lilerin yarattığı ve yaratacağı benzeri bütün gerilimler sadece AKP’nin dosyasının kabarmasına yol açacak ve zamanı geldiğinde yapılacak müdahalenin daha da meşruluk kazanmasını sağlayacak.
Devlete savaş açan AKP karşılığını almaya başladı bile. Bu savaşın iki değil tek bir olasılığı var: Türkiye Amerikancı ve gerici AKP iktidarından kurtulacak.
İnan Kahramanoğlu - AKP devlete karşı
http://www.turksolu.org/29/kahramanoglu29.htm
***

AKP-Ordu ilişkileri “ Şiir Gibi ” Olabilir mi?

AKP-Ordu ilişkileri “ Şiir Gibi ” Olabilir mi?


İnan Kahramanoğlu
AKP-Ordu ilişkileri “şiir gibi” olabilir mi?
28 Şubat dersi: Şeriata geçit yok,
27 Temmuz 2015

28 Şubat Şubat 1997’de alınan MGK kararlarının üzerinden yedi yıl geçti. 28 Şubat darbe miydi, postmodern darbe miydi, yoksa balans ayarı mıydı, 28 Şubat sürüyor mu, bitti mi? bitmedi mi? Aradan geçen yedi yılda bu sorular üzerinde yoğunlaşan tartışmalar dinmek bir yana daha da alevlendi. Türk siyaseti yedi yıldır bu sorular üzerinde tartışıyor.
28 Şubat’tan beri Türk siyasetinin temel çelişkisi 27 Mayıs’tan sonra yeniden siyaset-ordu çatışması eksenine kaymış durumda.
Aslında 28 Şubat’ın ortaya çıkış gerekçeleri ve amaçları düşünüldüğünde istenilen hedeflere ulaşma noktasında son derece olumsuz bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz. Şeriatçı Refah Partisi ancak DYP ile koalisyon ortaklığı kurarak iktidara yerleşebilmişti. Ancak şeriatçıların iktidar sevinci oldukça kısa sürmüş ve 28 Şubat kararlarının altına imza atan dönemin başbakanı Erbakan koltuğunu da terketmek zorunda kalmıştı. Ordu ise 28 Şubat’la birlikte şeriatçıları iktidardan düşürürken bundan sonrası için de şeriatçılara iktidar yolunun kapandığı mesajını veriyordu.
Oysa bugün Türkiye aynı şeriatçı geleneğin temsilcisi olan AKP iktidarına mahkum durumda. Üstelik AKP Refah Partisi’nin çok üzerinde bir güce sahip. Meclis’te Anayasayı değiştirebilecek çoğunlukta ve tek başına iktidar. Dolayısıyla Şeriatçılar açısından 28 Şubat’ı her fırsatta yeniden ısıtıp tartışmaya açmaktansa üstüne örtmek ve unutturmaya çalışmak en mantıklı yol gibi görünüyor. Fakat bugün karşılaştığımız durum bunun tam tersi. Şeriatçılar bir yandan Tayyip’in bizzat ifade ettiği gibi “28 Şubat artık bitmeli” nakaratına sarılırken bir yandan da ağır sözler ve ithamlarla 28 Şubat sürecini ve dönemin öne çıkan isimlerini hedef tahtasına koyuyorlar.
Fakat bir yandan 28 Şubat düşmanlığı yaparlarken bir yandan da AKP ile Ordu arasındaki ilişkilerin ne kadar sorunsuz ve uyumlu ilerlediği propagandasını yayıyorlar. AKP nasıl değiştiyse Ordu da değişti mesajı vermeye çalışıyorlar. Şeriatçı ve Amerikancı propagandanın özeti şu: Ordu artık 28 Şubat’taki Ordu değil, zaten 28 Şubat’taki kadro da tasfiye oldu. Amerikancı ve Şeriatçı basın, AKP’nin iktidara geldiği günden beri AKP ile Ordu arasındaki ilişkilerin düzeldiğine yönelik yayınlar yapıyor. Genelkurmay Başkanı’na atfedilen “hükümetle aramız şiir gibi” sözü hemen her fırsatta ve olur olmaz her yerde bir şekilde tartışmanın içine sokuluyor.
Tayyip’in Tercüman’da yayınlanan röportajı da benzer temalarla aynı mesajı veriyor. Tayyip bir yandan Genelkurmay’la ve Cumhurbaşkanı ile ne kadar uyumlu çalıştıklarını anlatırken bir yandan da “28 Şubat artık bitmeli” mesajını araya sıkıştırıyor. İyi ama madem Ordu ile AKP ilişkileri “şiir gibi” o halde “28 Şubat artık bitmeli” demek de ne oluyor? Bitmeli denildiğine göre 28 Şubat devam ediyor. Devam ediyorsa bu çizilen uyumlu çalışma tablosu açık bir çelişki olmuyor mu?
Bu çelişik ifadeleri bir kafakarışıklığı ya da Ordu hükümet ilişkilerini tam olarak kavrayamamaktan kaynaklanan bir değerlendirme hatası olarak görmek de pek mümkün değil. Sonuçta rejimi yıkmak isteyen, şeriat düzenine geçme planları yapan ve uzun yıllardır bu amaç için çalışan bir siyasal hareketten bahsediyoruz.
O halde, bütün bu gerçeklere baktığımızda şu tespit yapılabilir: Şeriatçılar 28 Şubat’ı tasfiye etme yolunda önemli adımlar atmış olsalar da 28 Şubat’ın yarattığı korkuyu atlatabilmiş değiller. Attıkları her adım onları hedeflerine bir adım yaklaştırırken korkularını da bir derece arttırıyor.
Korku arttıkça savunma refleksi saldırganlık olarak ortaya çıkıyor. İktidardan indirilme korkusu paranoyak bir ruh haline dönüşüyor ki şeriatçı yazarların 28 Şubat’a ilişkin yazdıkları her cümle de bu paranoyak ruh halinin yansımalarını görebiliyoruz.
Ordu ile ilişkilerin gerçekte olmasa bile görünürde uyumlu gösterilmesi bu nedenle önemli. Çünkü şeriatçılar hem kendilerinin hem de Ordu’nun değişmediğini bal gibi biliyorlar.
Yapılması gereken ilk şey şeriatçı iktidarın önünde engel olan Ordu’yu ne yapıp edip etkisizleştirmekti. AB uyum süreci adı altında girişilen demokratikleşme adımlarının ilk hedefi hâlâ Türk Ordusu. AKP’nin Türk Ordusu’nu tasfiye etme amaçlı ve AB-ABD destekli sivilleşme planı yeni bir 28 Şubat’la daha karşılaşma ihtimali düşünülerek son hızla ilerletiliyor. Ama bazıları hâlâ AKP ve Ordu arasındaki uyumlu çalışmadan bahsedebiliyor.
Ne Ordu değişti ne de AKP
Şeriatçılar ne yapmalı sorusunun cevabını aslında AKP’nin kuruluş süreci öncesinde bulmuşlardı. Aynı politikalar ve söylemlerle iktidara gelme imkanları olmadıklarını gördükleri için sinsi bir takiyye planı hazırladılar.
Hatırlayalım Tayyip ve arkadaşları AKP’yi kurarken değişim sloganını öne çıkarttıklarında pek çok kişi bu değişimin bir aldatmacadan ibaret olduğunu söylüyordu. Ancak medyanın yoğun propaganda kampanyaları ve Batı desteği AKP’yi iktidara taşımayı başardı. “Değişim” aldatmacası başarıya ulaştı.
Oysa AKP değişti mi değişmedi mi sorusunun cevabı hiç değişmedi. AKP değişmemiş sadece 28 Şubat’tan çıkarttığı derslerle klasik islamcı sloganlar ve RP’lilerin yaptığı yanlış çıkışlarla bir yere varılamayacağını gördüğü için değişmiş görüntüsü çizerek iktidara gelme planını uygulamaya koymuştu. Şimdi bu planın önemli ölçüde ilerlemiş olduğunu görüyoruz.
Değişimin bir aldatmacadan başka bir şey olmadığını görmemiz açısından Mehmet Metiner’in Neşe Düzel’le yaptığı ve son günlerde büyük tartışma yaratan ropörtaja ve tartışmaya bakalım. Metiner, Kürt-islam çizgisinde ve RP il başkanı ve İstanbul Büyükşehir Beledeye Başkanlığı yaptığı dönemde Tayyip’e en yakın danışmanlardan biriydi. Metiner röportajında “Tasarladığımız şeriat rejimi, dinsel bir diktatörlüktü” ve “Taliban gibi düşünüyorduk” sözleriyle gerçek niyetlerinin ne olduğunu açıklıyor.
Ancak hatırlayalım; “demokrasi bizim içim amaç değil araçtır” diyen Tayyip aynı dönemde kendilerinin aslında şeriat devleti gibi bir hedefleri olmadığını söyleyerek demokrasi nutukları atıyordu. Metiner’in açıklamalarıyla birlikte Tayyip’in pek de doğruları söylemediğini anlıyoruz. Gerçi Metiner hem kendisinin hem de Tayyip ve arkadaşlarının değiştiğini söylüyor ancak geçmişte de benzer takiyyeler yapanlara şimdi niçin güvenelim?
Üstelik Metiner kendi adına değiştiğini söyleyebilir ve gerçekten değişmiş de olabilir. Ancak ne Tayyip’in ne de şariatçı kesimin Metiner’le aynı düşüncede olmadıkları röportaj üzerine başlayan tartışmalarda ortaya çıkıyor. Metiner bu açıklamalarıyla neredeyse şeriatçılar tarafından aforoz edilmiş durumda. Örneğin Tayyip’in sözcüsü konumundaki Yeni Şafak Gazetesi’nin başyazarı Ahmet Taşgetiren, Metiner’i ağır dille suçladıktan sonra “Onuncu Yıl Marşı’nı ne zaman okuyacaksın” diye çıkışıyor. Daha Onuncu Yıl Marşı’na bile tahammül edemeyen bir zihniyetin değiştiğine ve Cumhuriyet’i ortadan kaldırma gibi bir niyetlerinin olmadığına inanmamızı gerektiren tek bir neden var mı?
Uzlaşma yok, çatışma kaçınılmaz
Değişim tartışmaları bir yana AKP’nin bir yıllık iktidarı boyunca ortaya koyduğu politikalar düşünüldüğünde bile aklı başında her insan Ordu ile AKP arasında açık bir çelişkinin var olduğunu ve bunun bir çatışmayla sonlanacağını görebilir. Üstelik bu çatışmanın bir çok örneğini yaşayarak gördük. Örneğin Tayyip’ten önce Başbakanlık koltuğunda bulunan Abdullah Gül şeriatçı örgütlenmeleri koruyan bir genelge yayınladığında Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından “Başbakan irticaya cesaret verdi” denilerek uyarılmıştı. Ardından Meclis Başkanı Arınç’ın türbanlı eşini devlet protokolüne sokma çabalarına Ordu’dan gelen sert yanıt AKP-Ordu ilişkilerini iyice gerginleştirmişti.
Yaklaşan yerel seçimler öncesinde Tayyip’in İmam-Hatip okullarının üniversiteye girmesini kolaylaştıracak bir yasa değişikliği vaadi, türbana serbestlik kazandırma çabaları, devlet içinde şeriatçı kadrolaşma ve daha pek çok gelişme düşünüldüğünde şeriatçıların yansıttığı gibi bir uzlaşma değil aksine bir çatışma beklemek gerek.
Şeriat düzenine geçiş yolundaki AKP uygulamalarının yanısıra dış politikada Türkiye’nin devlet politikasını ayaklar altına alan tutumuyla AKP’nin önümüzdeki dönem Ordu ile ilişkilerinde ciddi çatışmalar yaşaması kaçınılmaz.
Türk Ordusu türbana geçit mi verecek, İmam-Hatiplerin üniversiteleri kuşatmasına sessiz mi kalacak, devletteki şeriatçı kadrolaşmaya göz mü yumacak, Kıbrıs’ta AKP’nin ver-kurtul politikasına boyun mu eğecek, K. Irak’ta ABD güdümlü kukla kürt devletine izin mi verecek? Hiç kimse bu sorulara evet cevabı veremez.
Bunlar Ordu’nun varlığını ve Türk devletinin kaderini belirleyen olgular. Dolayısıyla Ordu, ya bu konularda taviz vererek kendi varlığını ve Türkiye’nin bağımsızlığını tehlikeye atacak ya da AKP’nin bu planlarını bozacak. Bu planlar da herhalde “uyum içinde” bozulmayacak.


..

Türk Dünyası Edebiyatı'na merhaba

Türk Dünyası Edebiyatı'na merhaba


İnan Kahramanoğlu 


25 Kasım 2009, 14:08

Uluğ Bey gibi dünyaca ünlü bir astronom ve matematikçi ile öğrencisi Ali Kuşçu'nun Batılı bilim adamlarından yüzlerce yıl önce teleskopla gökyüzünü araştırıp yıldızları incelemesi, İbni-Sina gibi kitapları dört yüz yıl boyunca Batı dahil bütün dünyada tıptaki tek temel kaynak olarak okutulmuş bir bilim adamı ile Biruni gibi Galileo'dan beşyüz yıl önce dünyanın yuvarlak olduğunu keşfeden bir başka Türk bilim adamının dünya bilim tarihine yaptığı katkı ve bilime vurdukları Türk mührü şimdi Türk tarihini anlatan edebiyat eserleri sayesinde yeniden gün yüzüne çıkmaktadır.

  • Yeniden “dilde, fikirde, işte birlik!”


  • İleri Yayınları'nın “Türk Dünyası Edebiyatına Merhaba” sloganıyla yayımlamaya başladığı Türk dünyası edebiyatı klasikleri, Türk düşün hayatına büyük bir katkı olmanın ötesinde Türk siyasal yaşantısı açısından da yeni bir dönemin başlangıcını müjdeliyor.

    O nedenle Türk dünyası edebiyatının yıllardır gizlenen ve Türk milleti ile buluşması engellenen eserlerinin yeniden yayımlanmasının önemini hakkıyla değerlendirmek gerek.

    Türk dünyasının yüzlerce yıldır yaşamakta olduğu bölünmüşlükten kurtulmasını sağlayacak ve yüz yılı aşkın bir süredir gerçekleştirilmeyi bekleyen “Türk Birliği” projesini ete kemiği büründürecek bir Türk uyanışı, ne kadar engellenmeye çalışılsa da gelmektedir ve Türk dünyası edebiyatı klasiklerinin yayınlanmış olması da bu uyanışın önemli bir parçası olacak derecede önemlidir.

    Türkiye ve Türk dünyası benzeri bir büyük uyanışı neredeyse yüz yıl önce yaşamıştı ve o günden beridir içine düştüğümüz büyük sessizlik aynı zamanda Türkiye'nin ve bütün bir Türk dünyasının birbirinden koparılmasının ve Türk milletinin yapay sınırlar ve yapay kimliklerle birbirinden uzaklaştırılmasının da tarihidir.

    Her fırsata sınırların kalktığını ve dünyanın küresel bir köy haline geldiği propagandasını yürüten küreselleşmeci ideoloji çok ince bir biçimde tek bir millet olarak Türklerin ve tek bir vatan olarak Turan coğrafyasının birleşmemesi için ne gerekiyorsa yaptı ve yapıyor.

    Bu ayrıştırma operasyonunun siyasal ve askeri yönü bir yana en çok öne çıkan yönlerinden birisi ise şüphesiz dil ve kültür alanında yaratılan ayrıştırma ve bölünmeydi.

    Bu sömürgeci saldırıya karşı Türk dünyasında ortaya çıkan direniş hareketleri de dünden bugüne tam da bu nedenle salt askeri bir direniş ve mücadele olmanın ötesinde ciddi bir dil ve kültür direnişini de içerdi. Ulusal Kurtuluş Savaşı elde silah yürütülürken Ulusal Kültür Savaşı da bu savaşla eş zamanlı olarak ve büyük bir titizlikle ilerletildi.

    Hatta o derece ki; 1800'lerin sonunda Türkiye dışındaki Turan coğrafyasında, İsmail Gaspıralı gibi isimlerin öncülüğünde başlayan sömürgeciliğe karşı Türk birliği projesi esas olarak dil temelinde gelişti. Rus sömürgeciliğine karşı gelişen Türk direnişinin ilk önemli isimleri ve bu direnişin ulusal bir savaşa dönüşmesini sağlayan milli motivasyon Ceditçilik adıyla anılan bir dil hareketi etrafında ortaya çıktı. Bu direnişin o zamanki ünlü sloganı ise “Dilde, fikirde, işte birlik” idi. Dil birliği, sömürgeci saldırıya karşı milli bir ruh, milli bir birlik ve milli bir direnişin ilk ve en önemli koşulu olarak görülmekteydi.
  • Ulusal direniş-ulusal edebiyat


  • Bu mücadelenin sloganı olarak ortaya çıkan “Dilde, fikirde, işte birlik!” parolası dilin etkili bir ulusal birlik ve direniş silahı olarak doğrudan bir mücadele silahına dönüşmesinin zorunluluğuna vurgu yapmaktaydı. Dil birliği üzerinden gelişecek milli ruh, fikri, ekonomik ve siyasi bir birliğin de ilk koşulu olacaktı.

    Çarlığa ve sonrasında Stalin zulmüne karşı gelişen Türk milletinin varoluş savaşında da edebiyat ve kültürün taşıyıcı gücü olan Türk dili yine bir direniş silahı olarak işlevselleşti.

    Nitekim bu yüz yıllık direniş sürecinde ortaya konulan Türk dünyası edebiyatının en önemli klasikleri de aşk, ileri-geri ve din-bilim kavgası gibi pek çok temayı işlerken bile içinde hep sömürgeciliğe karşı bir milli direniş çağrısını barındırdı.

    Tam da bu nedenle Türk edebiyatının Kadiri, Kadirov, Aybek ve Yakubov gibi en büyük isimlerinin eserleri Rus sömürgeciliği tarafından adeta birer silah muamelesi yapılarak yasaklandı. Yazarları baskı altına alındı ve çoğu zaman da milliyetçilik suçlamasıyla kurşuna dizildi.

    Yine bu sebeple Türk direnişini kırmak isteyen Rus sömürgecilerin ilk yaptığı şey de askeri bir zapt-u rapt altına alma operasyonunun dışında Türk dilini yok etmeyi hedefleyen bir alfabe değişikliği oldu. Kiril alfabesinin Türk dünyasına dayatılmasıyla birlikte başlayan operasyon da zaten ortak bir Türk kültürü ve Türk dili üzerinde gelişen Türk kimliğinin ve Türklük şuurunun yok edilmesi içindi.

    Bugün Özbekistan'dan Azerbaycan'a kadar pek çok Türk topluluğunun ve Türk devletinin bu dil ve kültür temelinde Rus sömürgeciliği tarafından birbirine karşı yabancılaştırılması ve adeta birbirine ilişkisi olmayan farklı milletlere dönüştürülmek istenmesi gerçeği üzerinden atlanmaması gereken bir olgudur.


  • Ulusal kültür savaşımız


  • Türk milleti 19. yüzyılın sonlarından itibaren Çarlık Rusyası'nın sömürgeci politikalarına karşı Türkistan'da bir varlık yokluk mücadelesi içindeyken bunun hemen ardından 20.yy başında Anadolu'da da Mustafa Kemal öncülüğünde Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarak Batı sömürgeciliğine karşı yeni bir ulus devletin inşaasını gerçekleştirmişti.

    Atatürk'ün bu süreçte ekonomik ve siyasal kurtuluşun yanı sıra özellikle dil ve tarih alanında yarattığı devrimci atılımlar hem yeni bir ulus devletin hem de bu yeni ulus devletin özünü oluşturacak olan Türk kimliğinin güçlü bir biçimde yeniden inşa edilmesini hedefliyordu.

    Bu amaçla toplanan dil ve tarih kongreleri ve yine bu alanda çalışma yapmak üzere kurulun Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu gibi devlet kurumlarının kuruluşu hiç de sıradan birer adım değildi. Tam tersine Atatürk yeni bir ulusal kuruluşun ancak Türk milletinin uygarlık ve kültür alanında yarattığı birikime dayanarak başarılı olabileceğini görmüştü.

    Güneş-Dil Teorisi gibi bugün kimilerinin fantastik araştırmalar olarak göstermeye çalıştığı adımlar da aslında böylesi bir bakış açısının gerektirdiği bir zorunluluktu.

    Nitekim gerek Türkiye de gerekse Türk dünyasında bu devrimci atılımlardan hemen sonra gelişen sömürgeciliğe yeniden teslim olma dönemlerinde ilk göze çarpan olgu sömürgeci güçlere olan düşünsel bağımlılığın siyasal bağımlılıkla birlikte ortaya çıktığıdır.

    İnönü ve sonrasında gelişen Batıcılık ve Türk dünyasında ortaya çıkan Rusçuluk akımları işte böylesi bir teslimiyetin işaretleriydi.

    İnönü döneminde Köy Enstitüleriyle başlayan ve Türk kültürü yerine sözde Yunan uygarlığının ikamesi anlamına gelen Batı klasiklerinin egemenliği ile başlayan Batıcılığı teslim olma sürecinin bir benzeri Turan coğrafyasında Rus edebiyatının ve Rus kültürünün hakimiyetinin kabul edilmesi oldu.

    Bunun sonucunda Türkiye'de Batı emperyalizminin kültürel hegemonyasını reddeden aydınımızın en ilerici temsilcilerinin bile son kertede dönüp dolaşıp “Batıya rağmen Batıcılık” gibi bir çıkmaza girmesi, benzer biçimde Rus tahakkümü altındaki Türk dünyasında da “Rusya'ya rağmen Rusçuluk” gibi benzeri bir anlayışın yerleşmesi, bugün yürüttüğümüz ulusal kültür savaşımızın başarıyla sonuçlandırılması açısından dikkatle değerlendirilmelidir.
  • Batının düşünsel barbarlığı


  • Batının sömürgeciliği ilk ortaya çıkışından itibaren her dönem silahlı bir zapt-u rapt altına alma şeklinde gelişti. Ancak silahla kurulan egemenliğin uzun süreli olmasının zorluğu ve maliyeti sömürgeciliği sömürge ülkelerde askeri ve ekonomik bir bağımlılık dışında düşünsel ve kültürel bir bağımlılığı da zorunlu hale getirdi. Tam da bu nedenle Batının sömürgecilikte ilerlediği dönemlerde Batıda Rönesans ve Reform hareketleri üzerinden Batının ilericiliğine dair bir mit de yaratıldı ve sömürgeleştirilen coğrafyalar bu ilericilik miti üzerinden sömürgeci Batıya bağlandı.

    Bugün bizim ülkemiz de dahil olmak üzere bütün Üçüncü Dünyada hâlâ kabul gören sahte ve tümüyle uydurma Yunan uygarlığı miti dünyada bilimden kültüre sanattan edebiyata kayda değer ne varsa hepsinin Batı kaynaklı olduğunun propagandası için temel malzeme olarak kullanıldı.

    Böylelikle Batı tarafından Batı dışındaki bütün Üçüncü Dünyaya dayatılan Batının ilerleme şemasını takip etme ve Batıyı taklit ederek gelişme tezi bütün bu coğrafyada hakim anlayış haline getirildi.

    Batının bu düşünsel barbarlığı aslında Üçüncü Dünyanın silah zoruyla bağımlı hale getirilmesinden çok daha düşük maliyetli bir zihinsel bağımlılık yarattı. Bu düşünsel bağımlılık hiçbir Batılı silahın yapamayacağı kadar etkili oldu zira zihinlerde kurulan egemenlikle kurallarını Batı sömürgeciliğinin belirlediği bir oyunda Üçüncü Dünya kendisini daimi bir figüranlığa mahkum etti ve dahası bunu da gönüllü olarak kabullendi ve benimsedi.
  • Hasıraltı edilen Türk Rönesansı- Türk Aydınlanması


  • Bugün bile Türk ilericileri Türkiye'nin geri kalmışlığının sebebi olarak Türklerin Batı tipi bir aydınlanma ve rönesansı gerçekleştirememiş olması gibi yine Batı kaynaklı bir yanlış tahlile saplanıp kalmış durumdalar. Oysa Türkler ve Türk dünyası Batının henüz Ortaçağ karanlığında cadı avına çıktığı ve her türden ilericiliğe savaş açtığı bir dönemde bütün dünyaya örnek olacak bir bilimsel ve kültürel atılım yaratmışlardı.

    Türk dünyası edebiyatının klasikleri özellikle bu unutturulmaya çalışılan ve Batı tarafından yıllardır ustalıkla hasıraltı edilen Türk Rönesansı ve Türk Aydınlanması gerçeğini gözler önüne sermektedir.

    Uluğ Bey gibi dünyaca ünlü bir astronom ve matematikçi ile öğrencisi Ali Kuşçu'nun Batılı bilimadamlarından yüzlerce yıl önce teleskopla gökyüzünü araştırıp yıldızları incelemesi, İbni Sina gibi kitapları dört yüz yıl boyunca Batı dahil bütün dünyada tıptaki tek temel kaynak olarak okutulmuş bir bilim adamı ile Biruni gibi Galileo'dan beşyüz yıl önce dünyanın yuvarlak olduğunu keşfeden bir başka Türk bilim adamının dünya bilim tarihine yaptığı katkı ve bilime vurdukları Türk mührü şimdi Türk tarihini anlatan edebiyat eserleri sayesinde yeniden gün yüzüne çıkmaktadır.

    Yalnızca bilim alanında da değil, Hindistan'da İngiliz sömürgeciliği tarafından yıkılan devletin 19. yüzyılın sonlarına kadar 300 yıldan fazla varlık gösteren bir Türk devleti olduğu gibi büyük tarihsel gerçeklerden tutun da bugün İngilizlere özgü milli oyunu olarak görülen polonun aslında Türklerin “çevgan” dediği eski bir oyunun birebir kopyası olduğu gerçeğine kadar pek çok tarihsel gerçeği de yüzlerce yıl öncesinden bugüne kadar Türk tarihini ve Türk toplumunun gelişimini aktaran bu edebiyat klasiklerinden öğreniyoruz.

    Edebiyat alanında Batı edebiyatının yarattığı tekelin kırılması ve Türk edebiyatının ve Türk dilinin hak ettiği saygın yeri geç de olsa yeniden geri kazanması da bu sürecin doğal bir sonucu olacaktır şüphesiz.

    Tabii böylece Türk tarihinin ve özellikle Türk edebiyatının Batı tarafından bu denli yok sayılmasının altında yatan gerçeği de kolaylıkla anlayabiliyoruz.

    Böylelikle dünya tarihinde çok önemli bir rol oynayan ve 16 devlet kurmuş bir milletin Batıdan hiç de geri olmadığını tam tersine Batının bugün ilerleme ya da buluş diye ortaya atığı pek çok olgunun da aslında Batı Rönesansı ve Aydınlanmasından çok önce Türk Rönesansı ya da Türk Aydınlanması diyebileceğimiz bir dönemin birikimi üzerine kurulduğu gerçeğini de görüyoruz.

    Elbette bunun Batının dünyanın merkezi olduğu şeklindeki uydurmanın köklerine yapılmış büyük bir bombardıman olduğunu ve Batının bugüne kadar binbir itina ile yarattığı bütün bu sahte dünyanın yıkılması anlamına geldiği de aşikardır.
  • Türk birliği düşünü gerçekleştirmek












  • Bu tarihsel gerçeklerin ortaya çıktığı ve Türklerin dünya tarihine yaptıkları bu büyük katkının kabul edildiği bir dünya ise hiç kuşkusuz bambaşka bir dünya olacaktır. Bu açıdan Türk edebiyatı klasiklerinin yayımlanması, okunması ve gerektiği gibi anlaşılması, Batıya ilişkin tüm mitlerin yıkıldığı ve Batı karşısındaki eziklik duygusunun yerini milli gururun ve manevi bir ayağa kalkışın aldığı bir Türk uyanışının da önünü açacak denli önemlidir.

    Türk düşün hayatının ilerletilmesi ve Türk milletinin maneviyatının yükseltilmesi Türk birliğinin yeniden kurulması ve Türk milletinin ve Türk vatanının yine o eski görkemli günlerine geri döndürülmesi açısından bir gerekliliktir. Bu açıdan İleri Yayınları'nın ilk adımını attığı Türk dünyası edebiyatının Türk milleti ile buluşturulması projesi sadece edebiyat alanı ile sınırlı bir etkinin çok üzerinde ve esas olarak da 21. yüzyıla damgasını vuracak yeni ve büyük bir Türk uyanışının da tetikleyicisi olacaktır

    Bu uyanış çoktan başlamıştır ve önüne çıkan bütün engelleri aşarak yeni bir Türk yüzyılının müjdesini vermektedir.


    ***

    3 Ekim 2017 Salı

    ABD, Türk Ordusundan Rahatsız



     ABD, Türk Ordusundan Rahatsız



    İnan Kahramanoğlu 
    26.05.2003/Sayı:31
    ABD, Türk ordusundan rahatsız

    ABD ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında uzun süredir yaşanan çatışma ABD Savunma Bakanı Paul Wolfowitz’in açıklamalarıyla yine gündemde. Tezkere krizi ile başlayan gerilim Wolfowitz’in açıklamalarıyla devam ediyor.

    Wolfowitz’in Türk Ordusu’na yönelik ağır eleştirileri ABD-Türkiye ilişkileri açısından yeni bir döneme girildiğinin de kanıtı.

    ABD-Türkiye çatışmasının merkezi Kuzey Irak

    Wolfowitz, CNN TÜRK televizyonunda Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’la yaptığı söyleşide Türk Ordusu’ndan rahatsız olduklarını belirterek ABD’nin Türkiye’ye yönelik mesajlarını iletti.

    Wolfowitz’in açıklamasındaki ABD’nin Türk Ordusu’na yönelik suçlamalarının merkezinde ise ABD’nin Irak saldırısında ABD’nin isteklerinin geri çevrilmesi ve tezkere krizi yatıyor. Türkiye üzerinden açacağı kuzey cephesi üzerinden Irak’a saldırmayı planlayan ABD tezkerenin meclisten geçmemesi üzerine Irak’a güneyden saldırmak zorunda kalmış ve bu da ABD’nin bütün planlarını alt üst etmişti.

    Bu noktadan sonra ABD-Türkiye ilişkilerinin artık eskisi gibi olmayacağı söylenmeye başlanmıştı. Wolfowitz’in son açıklamaları da bu tesbitin doğruluğunu kanıtlıyor.

    Wolfowitz açıklamasında ABD’nin Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’ta bulunmasını istemedikleri ve Türk ordusunun derhal Irak’tan çekilmesi gerektiği mesajını veriyor.

    ABD: TSK’nın faaliyetlerinden kuşkuluyuz

    TSK’yı Irak’a karışmakla suçlayan ABD Wolfowitz’in açıklamasının ardından bu kez de ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson aracılığıyla tekrarladı. Irak saldırısıyla başlayan ve Wolfowitz’in açıklamalarıyla süren gerilimi azaltmak için ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson ile görüşen Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Uğur Ziyal, Pearson’dan “Kuzey Irak’taki faaliyetinizden kuşkuluyuz” cevabını aldı. Ziyal’ın Pearson’a ABD makamlarının Türkiye’ye yönelik tepkisinin endişe verici boyutlara ulaştığını söylemesi üzerine de Pearson “Türkiye’nin nereye gittiğini bilmiyoruz. Asıl Irak’taki ABD askeri makamları Türk askeri makamlarından rahatsız. Irak’taki ABD kuvvetleri Türk askeri varlıklarının tutumundan ve Kuzey Irak’taki faaliyetlerinden kuşku duyuyor” sözleriyle ABD’nin tavrından geri adım atmayacağını göstermiş oldu.

    Dışişleri’nin ilişkileri normalleştirmek amacıyla Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün katılacağı üst düzey ziyaret önerisi de ABD tarafından reddedildi. Wolfowitz’in açıklamalarını değerlendiren Dışışleri Bakanı Abdullah Gül ise Wolfowitz çok açık, samimi ve pragmatik konuşmuş diyerek tehditleri duymazdan gelmeyi tercih etti. Abdullah Gül ilişkileri düzeltmek amacıyla ABD’yi ziyaret etme isteğinin geri çevrilmesini de aynı şekilde görmezden gelerek “bu ziyareti en uygun zamanda gerçekleştiriz” dedi.

    Wolfowitz: Türkiye tezkerenin kabul edilmemesinin bedelini ödedi

    Wolfowitz’in açıklamaları ABD’nin Irak saldırısı sonrasında içine düştüğü çıkmazın sorumlularından biri olarak Türkiye’yi gördüğünü gösteriyor. Ancak Wolfowitz’in sözleri basit bir sitemden çok açık bir tehdit anlamı taşıyor. Wolfowitz Türkiye’nin ABD’ye destek vermiş olması durumunda bugünkünden çok daha büyük bir ekonomik yardım alabileceğini söyleyip Türkiye’nin bu hareketinin bedelini ödediği mesajıyla Türkiye’yi tehdit ediyor.

    Wolfowitz’in tehditleri Türkiye’nin son dönemde İran ve Suriye ile ilişkilerini geliştirme çabalarınında ABD tarafından dikkatle takip edildiği sözleriyle sürüyor. Wolfowitz, “Türkiye Kuzey Irak’taki her şeye şüpheyle yaklaşmamalı. Amerikalıların ne istediğini umursamıyoruz dememeli. İran ve Suriye ne olursa olsun bizim komşumuz dememeli... Hata yaptık. Irak’taki olaylara daha duyarlı davranmalıydık. Artık biliyoruz. Nerede ne kadar yardımcı olabilirsek o kadar yardımcı olmalıyız demeli” sözleriyle Türkiye’nin son dönemki politik tavrını eleştiriyor ve Türkiye’nin ne yapması gerektiğini söyleyerek tehditlerini sürdürüyor. Kuzey Irak’ta ABD ve Türk askerinin karşı karşıya gelmesi hatırlatıldığında ise Wolfowitz’in cevabı “Artık o bölgede tek taraflı hareketlere giremeyiz. herkes General Franks’ı takip etmek söylediğini yapmak zorunda” oluyor ve hemen ardından da Türkiye’nin artık Kuzey Irak’ta askeri güç bulundurmasına gerek kalmadığını ekliyor.

    Müttefikçilik oyununun sonu

    Wolfowitz’in sözleri aslında uzun yıllardır varolan ancak bir türlü açığa vurulmayan ABD-TSK gerginliğinin gözler önüne serilmesini sağladı. ABD Türk ordusundan rahatsız olduğunu daha önce de çeşitli defalar üstü örtülü biçimde vurgulamış ve orduyu tasfiye etme planlarını uygulamaya koymuştu.Türk Silahlı Kuvvetleri içinde de ABD ile sözde müttefiklik ilişkisinin sorgulandığı ve ABD’nin Türkiye’nin ulusal güvenliği için açık bir tehdit durumuna geldiği tespitinin yapıldığı bilinen bir gerçek. Ancak bugüne kadar her iki tarafta bu gerçekler ışığında strateji belirlemelerine karşın varolan gerilimi açığa vurmaktan kaçınmıştı. Bu anlamıyla Wolfowitz’in hiçbir kaygı gütmeden yaptığı suçlamalar ABD-Türkiye ilişkilerinin geri dönülemez biçimde tahrip olduğunu ortaya koyuyor. Elli yıllık stratejik müttefiklik aldatmacasının sonuna gelindiği artık tarafların ağzından ifade ediliyor.

    Amerikancılar itiraf ediyor: Türkiye-ABD ilişkileri eskisi gibi olamaz

    Türkiye ABD ilişkilerinde büyük bir kopuşun yaşandığını artık Amerikancı yazarlar bile kabul ediyor. ABD ile stratejik müttefiklik propagandasının Türkiye’deki önde gelen isimlerinden Mehmet Ali Birand, Radikal gazetesinde Neşe Düzel ile yaptığı söyleşide Wolfowitz’in açıklamaların aslında Amerikan yönetiminin resmi görüşünün yumuşatılmış şekli olduğunu, Pentagon ve Beyaz Saray’da Türkiye ile ilgili çok daha ağır sözlerin söylendiğini belirtiyor ve “o kadar ki Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndaki özel konuşmamızda bize, Eğer Paul ile bu söyleşiyi yirmi gün önce yapsaydınız, konuşma şimdikinden bir misli sert olurdu” diyerek ABD’nin Türkiye’ye yönelik tepkisinin boyutlarını ortaya koyuyor.

    Birand, Pearson’u Amerikadaki şahinlerden biri olarak gösterip bu açıklamaların ABD yönetimini bağlamadığı yolundaki yorumları da yalanlayarak aynı tür yorumları Grossman ve Halbrook gibi ABD’li yetkililerden de dinlediğini aktararak Wolfowitz’in açıklamalarının ABD yönetiminin kurumsal tavrı olduğunun altını çiziyor. Birand ABD-Türkiye ilişkilerinin bundan sonra nasıl olacağı sorusuna ise “Gereken ihtimam gösterilirse daha sağlam zemine oturur ama hiçbir zaman eskisi gibi olmaz. Amerika bundan sonra Türkiye’yi her yerde desteklemez” diyerek cevap veriyor.

    Bütün bu gelişmeler düşünüldüğünde Amerikancı yazarların bile kabul ettiği gibi Türkiye ABD ilişkilerinin düzelmesi mümkün değil. Üstelik ABD-Türkiye ilişkilerini kopma noktasına getiren süreç işliyor ve varolan gerilimi daha da artıracak. ABD Kuzey Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesiyle kukla Kürt devleti kurma planlarını uygulamaya koyacak. Türkiye’nin savaş nedeni saydığı kırmızı çizgiler aşılmış durumda.

    Türkiye artık Batı ittifakından kopma ve ulusal güvenliğini koruyacak yeni stratejik arayışlarla ABD’nin tehditlerini göğüsleme yoluna girmek zorunda.



    http://www.turksolu.org/31/kahramanoglu31.htm

    ***