AHMET NECDET Sezer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AHMET NECDET Sezer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2017 Salı

Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler


Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler


Cihan Dura
Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler

1999 Helsinki Zirvesi... Türkiye’ye “üye adayı” unvanı veriliyor. Ardından pürtelaş geçirilen üç yıl... 2000 ve 2001 hazırlık ve gelişme dönemlerinden sonra 2002 yılı siyasi kriterler açısından bir operasyonlar yılı oldu. Türkiye, bir yandan Avrupa Birliği’nin (aslında Fransa ve Almanya’nın) emirlerini yerine getirme anlamında “reform hareketleri”ni hızlandırırken, öbür yandan aynı ülkelerden bir “müzakere tarihi” alabilme uğruna yoğun ve adeta “çılgınca” bir faaliyet sürdürdü (Osmanlı da böyle Avrupa’nın dayatmasıyla, “ REFORM” yapa yapa batmıştır).

Helsinki Zirvesi’nde Türkiye “aday üyeler listesi”ne alındıktan sonra ikinci aşama “AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması” olacaktı. Ne var ki müzakerelerin başlatılması, Türkiye’nin, Kopenhag ölçütlerini tam olarak yerine getirmesi koşuluna bağlanmıştır.
Buradaki “tam olarak yerine getirme” ifadesine dikkat ediniz. Böyle bir koşul eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü dünyada hiçbir iş tam olarak yapılamaz. Her işin eksik bir tarafı daima bulunabilir: Türkiye bir “gül” olup Avrupa’nın karşısına çıksa, hiç kuşkunuz olmasın, Gunter Verheugen pis pis sırıtarak “iyi ama, dikenin var” diyecektir.
AB Türkiye’nin “Kopenhag koşullarına uyma” sürecini izlemek gayesiyle şöyle bir süreç uyguluyor:
-“Katılım Ortaklığı Belgesi”yle Türkiye’ye buyruklarını iletiyor.
-Türkiye “Ulusal Program”la taahhütte bulunuyor.
-“Uyum Yasaları” ile taahhütlerini yerine getiriyor.

Atatürk Türkiyesi bitiriliyor

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş bir hatalar zinciri, işte bu süreçle başladı. Sonu belirsiz bir AB hayali uğruna, “teslimiyetçi Batıcı-mason” güçlerin itelemesiyle kendini bu mekanizmanın çarkları arasında bulan Türkiye, her şeyinden, bütün birikiminden vazgeçmeye başladı: Artık nesi var nesi yok değiştiriyor, tüm tarihsel değerlerini terk ediyor, önüne ne konulursa hiç düşünmeden, körü körüne kabul ediyor.

Türkiye Cumhuriyeti “Atatürk Türkiyesi” olmaktan çıkartılıyor, giderek artan bir hızla kendine yabancılaştırılıyor; adeta yapay bir yaratığa dönüştürülüyor.
Evet, Türkiye’yi sürükleyen uğursuz güç AB’ye girme uğruna bütün ulusal birikimimizi dağıtıyor, bütün Atatürkçü kazanımlarımızı yok ediyor (Öyle ki bu pespayeliğe Atatürkçülük adına kim destek oluyorsa, gerçekte yalan söylüyor ve Atatürk’e ihanet ediyor).
Soruyorsunuz bunları yapanlara, “Neden böyle yapıyorsunuz? Bu eylemleriniz şanlı bir geçmişi olan, bir Atatürk ve daha nice kahramanlar yetiştirmiş büyük bir ulusa, Türk milletine yakışır mı? Üstelik bu yaptıklarınız bilimsel gerçeklere de uymuyor. Devlet ve toplum yaşamı böyle sürekli değiştirip durmaya gelir mi? Yüz yılların birikimleri böyle bir kalemde silinip atılır mı? Yoksa “değiştirme hastalığı” diye bir hastalık var da, siz buna mı yakalandınız? Takiyyeci şeriatçılardan her ihanet beklenir; ya siz, hani siz Atatürkçüydünüz? Desenize, siz Atatürkçü değilsiniz; siz “teslimiyetçi Batıcı-mason” Atatürkçülersiniz!

Bu iki şerikin yanıtları, ancak bir çocuğun verebileceği bir yanıt: “Avrupa Birliği’ne gireceğiz de ondan! Avrupalıları memnun etmemiz lazım! Onlar da bize harçlık verecek.”
Evet Osmanlı’nın Reşit, Ali, Fuat Paşaları da, Damat Ferit’i de öyle yapıyordu, devleti bu gafiller gibi yönetiyorlardı. Bütün gayretleri halkı değil, Avrupalıyı memnun etmeye yönelikti. Ancak tarih hiçbir hatayı affetmez. Böyle yabancılar tarafından güdüle güdüle, sonunda koskoca bir devleti çökerttiler. Türk halkını da yapayalnız, sersefil ve yoksul bıraktılar. Onların yaptığının aynısını, şimdi de bu “işbirlikçi Batıcı-mason” Atatürkçüler yapıyor. Devlet yine tehlikede, halk yine perişanmış; Batıcı teslimiyetçilerin umurunda mı? Atatürk Anadolu’yu cennete çevirmeyi düşlüyordu, onlarsa cehenneme çevirdiler. Avrupa’nın gönlünü hoş etmeye gelince, takiyyeci şeriatçılarla nasıl da el ele tutuşuyor, nasıl da sarmaş dolaş oluyorlar!

Aceleleri varmış

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Siz kendi kişisel işlerinizi de böyle abullabut mu yürütüyorsunuz? Şirketlerinizi, evinizi, kişisel hayatınızı? İnsan bir düşünür, kafa yorar, tartışır; bütün eksi ve artıları, sorunun tüm bağlamını hesaba katar; kararını ondan sonra verir. Yalnız büyük sermayenin, TÜSİAD’ın değil, herkesin, köylünün, esnafın, işçinin, gençliğin çıkarlarını gözetir. Bütün bir ulusun geleceği, belirli bir çıkar çevresinin, gelip geçici hükümetlerin, acemi politikacıların keyfine bırakılır mı?

Bakın İngilizler Euro’yu hâlâ kabul etmediler, bütün toplumsal kesimleriyle yıllardır tartışıyorlar. Hâlâ karar veremediler. Neden? Çünkü ulusal bir meziyetleri olarak, hiçbir işlerini aceleye getirmezler. Ama size acele ettirirler, o başka! Çünkü önce kendi ulusal çıkarlarını düşünmeleri, bunun için de başka devletleri güderek sömürmeleri diğer bir ulusal meziyetleridir. Oysa siz tutturmuşsunuz: Acelemiz var! İkide birde elinizde bilmem kaçıncı paket, her defasında aynı laf: Acelemiz var! Alın o acelenizi, başınıza çalın. Bilinmelidir ki hiçbir acele işten hayır gelmez, çünkü acele eden, araştırıp düşünmeden karar verir. O karar da kesinlikle yanlış karardır.

İkiz Sözleşmeler’in yasalaşması

4 Haziran 2003 günü de böyle oldu: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi TBMM’nden alelacele, yangından mal kaçırır gibi geçirildi. AKP ve CHP’nin oylarıyla, bir oldu bittiye getirilerek, adeta kamuoyundan kaçırılarak... Sözde çok sesli televizyonlarımız -Meltem TV ve Ulusal Kanal dışında- bu yasalarla ilgili iki cümlelik bir haber dahi yapmadılar. Olup bitenin üstünü örtmek, kamuoyunu uyutmak istedikleri gün gibi aşikâr.
Peki nedir bu sözleşmeler? Kimi ulusalcı yazarlarımızın şu nitelemeleri ne olduklarını en iyi şekilde anlatıyor: Seksen yılın en büyük komplosu, ikiz ihanet sözleşmeleri, Türkiye’yi parçalama yasaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi varlığına son verme beyanı olan sözleşmeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler, Türkiye’nin Yugoslavyalaşması sürecini başlatan yasalar, yeni Sevr antlaşmaları, emperyalizmin elindeki en etkili koz ve silah...
Türkiye’nin AB iptilası uğruna, 1995 Gümrük Birliği Antlaşması’ndan sonra, neticelerini hesaba katmadan verdiği en zararlı ödünlerden biri oldu, bu sözleşmelerin kabulü.

Bu tür işler usul usul, “ Salam Yöntemi ”yle kotarılıyor:

-Önce bir büyükelçi ülkesi adına imza koyuyor.
-Ardından, bakanlar kurulu onaylıyor.
-En sonra başka bir hükümet Meclis’te yasalaştırıyor.

Türkiye’de de yapılan bu oldu. Süreç yaklaşık üç yılda tamamlandı. Cumhuriyetimizin bir temeli daha, uzun bir zamana yayılarak halka hissettirilmeden ortadan kaldırıldı.

Türkiye insan haklarına ilişkin iki Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni 15 Ağustos 2000’de imzaladı. Türkiye adına imzayı New York’ta Büyükelçi Volkan Vural koydu. DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümeti onayladı, ancak Meclis’e sevk edemedi. Bu eksiği de AKP Hükümeti giderdi. Göstermelik ve tutarsız birkaç beyan ve çekince ile, Meclis’ten sinsice geçirdi. Öyle ki birçok milletvekilinin, hatta bakanların, sözleşmelerin içeriğinden ve doğuracağı sonuçlardan habersiz olduğu ileri sürülüyor.

1966’da BM tarafından imzaya açılmış olan sözleşmeler AB’nin tüm üyeleri ve aday ülkeler tarafından kabul edilmişti. Batıcı işbirlikçiler bunu Kopenhag ölçütlerine uyum yolunda önemli bir adım olarak niteliyordu. Çünkü sözleşmelerin kabulü “Kopenhag Kriterleri ve Uyum Raporu”nda yasal öneriler arasında, “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nda orta vadeli hedefler arasında yer aldı.
Ancak sözleşmelerin gözden kaçırılan çok daha korkunç bir yönü daha var; işin asıl püf noktası da burada: İkiz Sözleşmeler’in kabul edildiği 1966 yılında dünya koşulları çok farklıydı. Bu tür antlaşmalar o yıllarda emperyalist Batının zulmü altında inleyen halkların kurtuluşu için gerekliydi. Ancak sonra koşullar değişti. Küreselleşmeci kraliyetçiler bugün 200 civarında olan devlet sayısının 5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedir. Bir hedef varsa, tabii araç da gerekli... Araç olarak İkiz Sözleşmeleri kullanabileceklerini fark ettiler: Bu sözleşmeler kabul ettirilerek ulus devletler halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara bölünebilir, yıkılabilirdi.
Sovyetler Birliği’ni dağıttılar, Yugoslavya’yı parçaladılar, sıra şimdi Türkiye’de...

İkiz Sözleşmeler’in mahiyeti

“İkiz Sözleşmeler”den “azınlıkların siyasal ve kültürel hakları ile halkların ‘kendi kaderini belirleme’ (self-determinasyon) hakkını tanımayı öngören şu iki sözleşme anlaşılıyor:
-Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
-Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi.
BM sözleşmeleri İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ayrıntılıyor ve tamamlıyor.
34 yıl katılmaktan kaçındığı İkiz Sözleşmeleri AB hayali uğruna imzalaması, teslimiyetçi çevrelerce Türkiye’nin, AB yolunda “önemli bir virajı almış” olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
İç hukukun üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içeriyor. Ayrıca şu hakları güvence altına alıyor: Yaşama, sağlık hizmetlerinden yararlanma, eğitim, sosyal güvenlik, adil yargılanma, sendika kurma, kültürel hayattan yararlanma, insanca yaşama, ailenin korunması ve çocuk hakları ile düşünce ve ifade özgürlüğü.

Türkiye bakımından sonuçları

Sözleşmelerin kabulü Türkiye bakımından şu olumsuz sonuçları doğurabilecektir:

1)Türkiye “tüm halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oldu. Buna göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı kabul edilmiş oluyor. Ayrılmak istemeyenlere ise, kendi statülerini özgürce belirleme hakkı tanınmakta. Bunlar sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılıyor: “Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler. Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek sağlamalıdır.”
Ancak sözleşmede yer alan “halk” kavramı üzerinde, sözleşmeye taraf ülkeler arasında ortak bir tanımlama yapılmış değil. Ancak siz kaygılanmayın, uluslararası merkezler, ABD, Avrupa Birliği’nin iki kabadayısı, Almanya ve Fransa kendi işlerine gelen bir tanımı yakında Türkiye’ye dayatacaklardır. Tabii “Bak karışmam ha, yoksa seni aramıza almayız” diyerek... Bizimkiler de hep aceleleri olduğu için, yine bir “değiştirme fırsatı” (!) bulmanın sarhoşluğuyla, yabancıların yaptığı o tanımı da kafayı hiç çalıştırmadan kabul edeceklerdir.

2)“Kendi kaderini belirleme hakkı” (self-determinasyon ilkesi) uluslararası hukukta “kendi kültürel kimliğini belirleme hakkı” anlamı kazanmış bulunuyor. Bu nedenle, kimi yorumculara göre Türkiye, örneğin “Kürtlerin kültürel haklarını” otomatik olarak tanımış oluyor. Bunun ardından başka talepler de gelecek, kuşkusuz.

3)Türkiye “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar”ın kültürel ve siyasal haklarının tanınması yükümlülüğü altına girmiş olacak. Şu maddeye göre: “Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireylerin kendi gruplarındaki diğer üyeler ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dillerini konuşma ve kendi dinsel ibadetlerini gerçekleştirme hakları engellenemez.”
İlk bakışta masumane ve yerinde görünen bu tanımanın, -ulusal çıkarın yerini yerel, etnik ve kültürel çıkarlar çatışması alacağı için- uzun erimde Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü üzerinde çok olumsuz etkiler yapacağını tahmin etmek zor değil. Böyle bir gelişmenin ilk tahrikçisi de -geçmişte olduğu gibi- Batılı para babaları, AB ve ABD olacak. Açın Osmanlı tarihini okuyun, örnekten geçilmiyor.
Ne var ki bu belaları başımıza saranlar ne tarih okur, ne ondan ders alırlar; dolayısıyla çok yakında şu felaketlerle karşı karşıya kalacağız:

-Cumhuriyet düşmanı ve bölücü terörü daha da azgınlaştıracak, üstelik bunlara uluslararası koruma sağlayacak bir hukuki ortam oluşacaktır.

-Ayrılıkçı, bölücü, mezhepçi, tarikatçı faaliyetler meşrulaştırıldığından, bu faaliyetler doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti yasalarına dayanılarak yürütülecektir.
-Söz konusu faaliyetleri önlemeye yönelik devlet müdahaleleri yasa dışı sayılacaktır. Yabancı güçler iç işlerimize karışacak, hatta askeri müdahale söz konusu olacaktır.
4)Sözleşmelerde öngörülen kuralların denetimi ve ihlalleri durumunda yaptırım uygulanması için etkin bir mekanizma bulunmuyor. Buna karşılık sözleşmeler AB ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından referans olarak kabul edilmektedir. Dolayısiyle “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar,” örneğin Kürtler, kültürel haklarının verilmediği gerekçesiyle AİHM’ye kolektif başvuruda bulunabilecek.

-Batı ülkeleri bu sözleşmeleri bahane ederek sözde “Kürt sorunu”nu kurcalayabilir. Benzerlerini kışkırtabilir.

-Olağanüstü hal ilanı zorlaşacak. Çünkü BM Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi olağanüstü hal durumunda temel hak kısıtlamalarına sınırlamalar getiriyor.

Sözleşmeler Türkiye’nin AB sürecinde gerçekleştireceği siyasal ve hukuki reformlar için yol gösterici olacaktır.

Sözleşmelerin uygulanabilmeleri, TBMM tarafından da onaylanmış olmalarına bağlıydı ki bu da sonunda gerçekleşti. Onay “sözleşmelerin, Türkiye’nin sosyal ve hukuki yapısına uygun olmadığı düşünülen maddelerine çekince konarak” yapılmalıydı ki öyle olmadı. Neden? Çünkü bizimkiler yalnız “aceleci,” yalnız “düşüncesiz” değildir. Bizimkiler aynı zamanda “kraldan kralcı”dır. Nasıl olsa bütün verdiklerini, kendi ceplerinden değil, Anadolu insanının kesesinden veriyorlar. Anadolu halkının geleceği kararmış, Batıcı para babalarının, onların uşaklarının umurunda mı?
Hiç mi umut yok? Var!
Evet, teslimiyetçi cephe karşısında, ulusalcı cephenin sesi çoğu zaman bastırılıyor.
Ama ya gerçekler? Hangi gerçek sürekli bastırılabilmiş? 

Nevzat Erdemir

Bu yolun sonu uçurumdur.,

Siyasal erki elinde tutanlar kendi deyimleriyle “sistem ile” Cumhuriyet ve onun kurumları çatışma halindedir. Cumhuriyet devriminin rövanşını almaya kalkışan siyasal iktidar devletin ulusu ve ülkesi ile bölünmez tümlüğünü parçalayacak, bölücülük ve gericiliği kurumsal hale getirecek ihanet yasalarını çıkararak yola devam etmektedir.

Devlet içinde teokrasi yanlısı kadrolaşmada sıra yargı erkine gelmiştir. AKP Atatürkçü yargıç, savcı ve müfettişleri hızla tasfiye ve sürgüne tabi tutmakta, kilit noktalara teokrasi yanlılarını yerleştirmekte, bir zamanlar Recep Tayyip Erdoğan’ı yargılayan DGM’nin tüm kadrosu dağıtılarak cezalandırılmakta ve hukuksuzluk doruğu ulaşmaktadır. Yargı erki içindeki şeriatçı kadrolaşma Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Fehmi Ulusoy’un gizleme çabalarına karşın çok ciddi ve vahim boyutlara varmıştır. Kurulun bağımsızlığını hukukçuların haklarını korumakta acze düşen Fehmi Ulusoy’un görevinden istifa etmesi gerekir. İrticacı faaliyeti nedeniyle soruşturma geçiren bir kimse Cumhuriyet Başsavcılığı’na atanmış, o soruşturmayı yürüten Atatürkçü Adalet başmüfettişinin ise görevine son verilmiştir. Erken emeklilik yasasının yargı duvarına çarpmasına karşın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in açıklamaları yasaya karşı hile yoluna başvurularak kamu personelinin aşamalı olarak tasfeyi edileceğini göstermektedir. Oysa Anayasa’ya göre yasama ve yürütme organlarıyla idare mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu organlar ve idare mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez (Md.38-son) Anayasa kuralları yasama yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan ve bu arada Sayın Bakanı da bağlayan temel hukuk kurallarıdır. (m11) mahkeme “Kadıya nasıl mülk olmazsa” bakanlıkta sayın Çiçek’e mülk olmayacaktır. Yapılan haksızlıkların, hukuksuzlukların hesabı bir gün elbet yargı önünde verilecektir.
Siyasal iktidar, teokratik amaçlarına ulaşmak için Türkiye’ye karşı düşmanca politika izleyen dış ve iç ihanet odakları birlikte Ordu ve Cumhuriyet’in diğer kurumlarını açıkça hedef almakta, bu kurumlara karşı karalama ve yıldırma kampanyası yürütmektedir.

Toprak bir devletin varlığının temel ve vazgeçilmez öğesi, bağımsızlık ve egemenlik haklarının simgesi olduğu halde;

a)Yabancı yatırımlar yasası ile ülkede yabancıların toprak (arazi ve emlak) edinmesinin önü açılmakta, yani vatan toprakları haraç mezat satışa çıkartılmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin yabancılara toprak satışını iptal eden kararları gün ışığı gibi ortada dururken, yargı karalarını hiçe sayacak, etkisiz kılacak biçimde yeni yasal düzenleme yapılması Anayasa hukuk açısından ağır bir hukuk ihlalidir, “fonksiyon gasbıdır.”
b)37 yıldır TBMM’nin reddettiği “Siyasi ve Medeni Haklar”a ilişkin uluslararası sözleşme ile Ekonomik ve Sosyal ve Kültürel Haklara ilişkin uluslararası iki sözleşme 4 Haziran 2003 tarihinde Meclis’ten geçirilmiştir. Türkiye’nin bölünüp parçalanmasına, Lozan yerine Sevr’in yaşama geçmesine yolaçabilecek bu düzenlemeler Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in imzasına sunulma aşamasındadır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu ihanet yasalarını geri çevireceğine ve bu çirkin oynu bozacağına inanıyoruz. Bunu Sayın Ahmet Necdet Sezer’den talep ediyoruz.

Bütün “halkların kendi tayin hakkının” olduğunu, bu hak vasıtasıyla halkların kendi siyasi statülerini serbestçe belirleyebileceklerini bildiren ve bu sözleşmeler ile her türlü etnik topluluklara, din ve mezhep mensuplarına, tarikatlara, cemaatlere ve yerel gruplara kendi hukukunu tayin hakkı verilmektedir. Başka bir anlatımla, siyasal erki elinde tutanlar demokratik, laik, çağdaş hukuk yerine; Türkiye’yi parçalanmaya götürecek “çok hukukluluk” kaosunun içine sürükleyecek yol haritası izlemektedir. Bu yolun, yol haritasının sonu uçurumdur, uçurum...

Not:Bu yazı sayın Cumhurbaşkanı’nın İkiz Yasaları onaylamasından önce yazılmıştır.





15 Temmuz 2017 Cumartesi

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 4


27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 4



1.4. CUMHURİYET MİTİNGLERİ 

Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde emekli orgeneral Şener ERUYGUR’un genel başkanlığını yaptığı Atatürkçü Düşünce Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin önderliğinde çeşitli sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla bir dizi miting düzenlenmiştir. “Cumhuriyetine sahip çık” mesajı etrafında kurgulanan ve “Laik değilsen layık değilsin”, 
“Çankaya’da imam istemiyoruz”, “Çankaya yolları şeriata kapalı”, “Tayyip baksana kaç kişiyiz saysana” gibi iktidar karşıtı sloganların sıklıkla atıldığı mitinglerde Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın veya başka bir AK Partili siyasetçinin cumhurbaşkanı adaylığına karşı düzenlenmiştir. 

İlki 24 Mart 2007 tarihinde Mersin’de düzenlenen cumhuriyet mitingi daha sonra 31 Mart Antalya, 14 Nisan Ankara, 29 Nisan İstanbul, 5 Mayıs Manisa-Çanakkale, 13 Mayıs İzmir, 20 Mayıs Samsun, 26 Mayıs Denizli ve 9 Haziran Diyarbakır mitingleriyle devam etmiştir. Söz konusu mitinglerde dikkat çeken husus ise mitingleri düzenleyen kişi ve kuruluşların darbe girişiminde 
adlarının geçmiş olmasıdır. Özellikle yukarıda da belirtildiği üzere söz konusu mitinglerin düzenlenmesinde başı çeken Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Genel Başkanı olan emekli Orgeneral Şener ERUYGUR’un emekli Oramiral Özden ÖRNEK’e ait günlüklerde darbe girişimlerinde adının geçmiş olması ve ERUYGUR’un cumhuriyet mitinglerinde oynadığı etkin rolün ise o zaman 
yapamadığı darbe girişimini sivil toplum örgütlerinin faaliyetleri üzerinden yapmaya çalıştığı şeklinde yorumlanmıştır. 

2. 27 NİSAN BİLDİRİSİ VE BİLDİRİ SONRASI GELİŞMELER 

2.1. 27 NİSAN BİLDİRİSİ 

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur oylamasının yapıldığı ve ana muhalefet partisi CHP’nin söz konusu oylamayı Anayasa Mahkemesi’ne taşıdığı günün gecesinde Genelkurmay Başkanlığı’nın laiklik ilkesinin aşındırıldığı görüşü üzerine temellenen basın açıklaması gelmiştir. Saat 23.17’de Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde yayınlanan söz konusu basın açıklamasında çeşitli laiklik 
karşıtı olduğu düşünülen uygulamalardan örneklerden verilmekte ve cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde laiklik konusunun tartışılıyor olmasından duyulan rahatsızlık belirtilerek TSK’nın bu tartışmalarda taraf olduğu ve laikliğin savunucusu olduğu, TSK’nın yapılmakta olan tartışmalarla ilgili gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacağı ve TSK’nın kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme kararlılığında olduğu vurgulanmıştır. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin Mayıs ayında dolacak olması sebebi ile başlayan Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili olarak özellikle anamuhalefet Partisi CHP’nin Türkiye’nin tepedeki üç makamın da Milli Görüşçü olmaması ve Cumhurbaşkanı’nın tüm partilerin uzlaşısı ile seçilmesi gerektiği düşüncesine birçok sivil toplum kuruluşu ile (Cumhurbaşkanı’nın TSK’nın başkomutanı sıfatı taşıdığı gerekçesi ile) müdahil olması, bu görüşlere AK Parti ve diğer sivil toplum kuruluşları tarafından itibar edilmemesi, ülkede gerginliği tırmandırmıştır.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt 12 Nisan’da Cumhurbaşkanı’nın Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanı olması sıfatı ile bu seçimlerin kendilerini de yakından ilgilendirdiğini belirtmiş ve seçilecek Cumhurbaşkanı’nın cumhuriyetin temel ilke ve kuralları ile Atatürkçülüğün gereklerine özde bağlı olması gerektiğini beyan etmesine ve birçok sivil toplum kuruluşu tarafından organize edilen 14 Nisan Cumhuriyet Mitingi’nin netice vermemesi sonucu süreç doğal olarak başlamıştır.

AK Parti Merkez Yönetim Kurulu Erdoğan’a seçimle ilgili tam yetki vermişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı adayını belirlemek üzere 
AK Parti içerisinde ağırlığı olan ve Milli Görüşçü olarak anılan TBMM Başkanı Bülent Arınç ile yaptığı görüşmeler sonucunda, sunduğu birkaç isimden hiçbirinin istenmemesi ve Arınç’ın ya kendisinin ya da Abdullah Gül’ün olmasını istemesi sonucu Abdullah Gül’ü aday ilan etmiştir.

http://e-muhtira.com/27-nisan-2007-e-muhtira-bildiri-sureci/

Genelkurmay Başkanlığı Basın Açıklaması 
Tarih: 27 Nisan 2007 
No: BA-08/07 

“Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları 
müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin 
bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. 

Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl 
amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle 
şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır. 

<     Türk Silahlı Kuvvetleri adına Genelkurmay Başkanlığı’nın Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısı ile 27 Nisan 2007 tarihinde gece saat 23:20’de  yaptığı, lâiklikle ilgili açıklama. Türkiye kamuoyunda hakim olan görüş, basın açıklamasının “muhtıra” olduğu yönündedir. Bildiri internet aracılığıyla verildiği için “e-muhtıra” olarak da adlandırılmıştır.

Genelkurmay Başkanlığı’nın 12 Nisan tarihinde, yapılacak olan Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yaptığı ve birçok köşeyazarının katıldığı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Atatürkçülüğe, laikliğe ve cumhuriyetin temel ilkelerine sözde değil özde bağlı” bir Cumhurbaşkanı adayı profilinin çizildiği “Basın Bilgilendirme Toplantısı”nın ardından yaşanan adaylık sürecinin ve rejim ile ilgili kaygıların değerlendirildiği ve şimdiye kadarki Genelkurmay Başkanlığı Basın açıklaması metodolojisine uymayan açıklama ile başlayan süreç.

Açıklamanın ardından birçok gazeteci ve yazar tarafından yapılan değerlendirmelerde bu açıklamanın olağan bir açıklama sayılamayacağını; bunun Genelkurmay Başkanlığı tarafından alışılmadık bir üslup ile kaleme alındığı ve bir muhtıra olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.

29 Ağustos 2011’de açıklama Genelkurmay Başkanlığı’nın sitesinden kaldırmıştır.

http://e-muhtira.com/27-nisan-genelkurmay-baskanligi-basin-aciklamasi/   >   devamla..,


Bu bağlamda; 

Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde Kur'an okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet iptal edilmiştir. 

22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur. 

Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer Beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda   kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir. 

Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen, herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir. 

Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir. 

Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Malatya’da ortaya çıkan 
olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. 

Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir. 

Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. 

Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. 

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir. 

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.” 

27 Nisan 2007 E-Muhtıra’nın Etkileri,




Hükümet bildiriyi üzerine almış ve hükümet sözcüsü Cemil Çiçek ertesi gün bir basın açıklaması yaparak hükümetin de laiklikten yana olduğunu bildirmiştir. Hükümet alışılmadık bir şekilde, daha önceki askeri müdahalelerin ardından hükümetlerin takındığı tavırların aksine muhtırayı sert bir tepkiyle karşıladı. Cemil Çiçek konuşmasında Genelkurmay Başkanı’nın resmi olarak Başbakan’a bağlı olduğunu, görevleri itibarıyla Başbakan’a karşı sorumlu olduğunu belirtti.

Eski Cumhurbaşkanı ve 12 Eylül darbesini yapan Kenan Evren ordunun gerek gördüğü için böyle bir açıklama yapmış olduğunu ve bunun görevi olduğunu belirtmiştir.[kaynak belirtilmeli]

Mecliste temsil edilen CHP, ANAP, DYP, HYP, SHP ile TBMM’de sandalyesi olmayan DSP, MHP, İP liderleri erken seçim kararı alınarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yeni Meclis tarafından yapılması gerektiğini basın açıklamaları ile belirtmişlerdir. Ancak hükümet böyle bir yolu tercih etmediklerini ve seçim sürecinin devam edeceğini açıklamışlardır. Abdullah Gül ise adaylıktan çekilmeyeceğini açıklamıştır.

TBMM’de 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi 1. turunda toplantı yeter sayısı olan 367 sayısına ulaşılamadığı gerekçesiyle CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne yapılan itiraz başvurusu 1 Mayıs 2007 tarihinde haklı bulunarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 1. turu iptal edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 24 Haziran ya da 1 Temmuz tarihinde erken seçime gidileceği açıklaması yaptı.

Ayrıca, 1973 ve 1980’de olduğu gibi askerlerin Cumhurbaşkanlığı sürecine artık müdahil olmalarını engellemek için, Anavatan Partisi’nin teklifi TBMM tarafından kabul edilerek Anayasa değişikliği yapıldı ve bundan sonra Cumhurbaşkanlarının 5 senede bir doğrudan halk (cumhur) tarafından seçilmesi kabul edildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP itiraz ettikleri için bu değişiklik referandum ile halkoyuna sunuldu ve %68 oy oranı ile kabul edilerek kesinleşti.

<  http://e-muhtira.com/27-nisan-2007-e-muhtiranin-etkileri/  >

VİDEOLAR;

1_  27 Nisan Bildirisi / E-Muhtıra - O Gün Neler Yaşandı? - Dünya Gündemi - TRT Avaz
     <  https://www.youtube.com/watch?v=nbLW2L5vX7Q  >

2_  Genelkurmay Basın Bilgilendirme Yaşar Büyükanıt 12 Nisan 2007 « Asker.TV
      <  https://www.youtube.com/watch?v=wQ8qvFS1Iyw  >


2.2. HÜKÜMETİN BİLDİRİYE CEVABI 

Genelkurmay Başkanlığı’nın cumhurbaşkanlığı seçim sürecinden yola çıkarak siyaset kurumuna ve yargıya müdahale niteliği taşıyan basın açıklamasına Hükümet tarafından ertesi gün cevap verilmiştir. Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil ÇİÇEK tarafından, 28 Nisan 2007 günü saat 15.00’da, Hükümet adına açıklama yapılmış ve Hükümet söz konusu basın açıklamasına sert bir 
tepki ortaya koyarak daha önce askeri müdahalelere maruz kalan hiçbir Hükümetin yapamadığı bir duruş sergilemiştir. 

Hükümetin söz konusu basın açıklamasına cevabında öncelikle bu tür bir açıklamanın Hükümete karşı bir tutum olarak algılandığı ifade edilerek bu tür bir açıklamanın demokratik devlet düzeni bakımından yadırganması gereken bir durum olduğu belirtilmiştir. Açıklamada Genelkurmay Başkanlığı’nın bağlılık ve sorumluluk durumu hatırlatılarak Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir 
konuda Hükümete karşı bir ifade kullanmasının demokratik bir hukuk devletinde düşünülemeyecek bir husus olduğu vurgulanmıştır. Açıklamada ayrıca, cumhurbaşkanı seçim sürecinde bir gece yarısı açıklaması yapılmış olmasının Anayasa Mahkemesi’ni etkilemeye yönelik bir girişim olarak algılanacağı, Hükümetin Anayasa ile belirlenen demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma niteliği konusunda herkesten daha fazla taraf ve hassas olduğu, Türkiye'nin her sorununun hukuk kuralları ve demokrasi içinde çözüleceği ve Hükümet ile TSK’yı karşı karşıya getirme niyetinde olanların bu çabalarının boşa çıkarılması gerektiği hususları belirtilmiştir. 

Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil ÇİÇEK'İN 28 Nisan 2007 günü saat 15.00'te yaptığı açıklama aşağıda sunulmuştur: 

''Dün Genelkurmay başkanlığı tarafından çeşitli konulardaki görüşlerini ifade eden bir açıklama basın yayın organlarına gece yarısı verilmiş ve Genelkurmay başkanlığının internet sitesinde yayınlanmıştır. 

Bu açıklama Hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. 
Kuşkusuz, demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcıdır. 

Öncelikle söylemek isteriz ki, Başbakana bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığının herhangi bir konuda Hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez. 

Genelkurmay Başkanlığı, Hükümetin emrinde, görevleri Anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur. Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur. 

Bu metnin basın yayın organlarına verilmesi ve Genelkurmay'ın internet sitesinde yayınlanmasındaki zamanlama manidardır. Öncelikle, devletimizin yüce makamı olan Cumhurbaşkanlığına 11. Cumhurbaşkanını seçme sürecinde böyle bir metnin, hem de gece yarısı ortaya çıkması son derece dikkat çekicidir. 

Bunun, bu hassas dönemde, Anayasa Mahkemesi eksenli tartışmalar yapılırken ortaya çıkması, yüce yargıyı etkilemeye yönelik bir girişim olarak algılanacaktır. 

Herkes şunu açıkça bilmelidir ki, Hükümetimiz, devletimizin Anayasa'nın 1,2 ve 3. maddelerindeki temel ve vazgeçilmez ortak değerleri, ülkemizin birlik ve bütünlüğü, milletimizin saygınlığı, Türkiye'nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olma niteliği konusunda herkesten daha fazla taraftır ve hassastır. 

Türkiye'nin milli birlik ve bütünlüğü ve Türk Milletinin esenliği bu değerlerin korunması ile mümkündür. 

Cumhuriyetimizin temel niteliklerine, Anayasa ve yasalara aykırı, gerçek ve tüzel kişiler tarafından zaman zaman ortaya konan hiçbir tutum ve davranışı tasvip etmek mümkün değildir. 

Bu durumlarda zaten başta Cumhuriyet Savcıları olmak üzere, soruşturma makamları hiç kimseden izin almadan gerekli soruşturmaları yapma yetkisine sahiptirler. Bu konularda gereğini yapmak vazifeleridir. 

Ayrıca Hükümetimizin ve bağlı birimlerin gerek basın yoluyla duyulan, gerekse çeşitli ortamlarda dile getirilen, devletimizin temel değerleri ile çelişen uygulamalar konusunda duyarsız kalması sözkonusu olamaz. 

Bu nedenle ilgili metinde Genel Kurmay Başkanlığı'nın Hükümetle ilişkileri bakımından son derece yanlış ifadelerin yer alması üzücü olmuştur. Devletimizin tüm temel kurumlarının bu konularda daha özenli ve dikkatli olması gerektiği, Türkiye'nin güçlenme, modernleşme ve demokratik standartlarını yükseltme sürecinin sağlıklı yürümesi bakımından zorunludur. Aksi halde devletimizin 
güçlenmesine, ülkemizin huzur ve refahına telafi edilemez zararlar verilmiş olacaktır. 

Devletimizin temel değerlerini koruma konusunda birincil görev Hükümetindir, Hükümet bu konuda tavizsiz bir şekilde taraf olduğu için, Hükümete bağlı tüm kurumların da bu doğrultuda taraf olmaları zaten eşyanın tabiatı gereğidir. 

Türkiye'nin her sorunu hukuk kuralları ve demokrasi içinde çözülecektir. Aksi bir düşünce ve tutum asla kabul edilemez. Herkese ve her kuruma düşen görev, bu sürecin işlemesini kolaylaştırmaktır. Bunun dışındaki arayışların ülkemize ve milletimize ne kadar zarar verdiği geçmişte yeteri kadar, acı biçimde tecrübe edilmiştir. 

Hükümetimiz, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan cumhuriyetimizi daha da güçlendirmek ve demokrasimizi zedeletmemek konusunda tam bir kararlılık içindedir. 

Cumhuriyetimiz ve Demokrasimiz vazgeçilmez, geri döndürülemez bir kazanımdır. Bugün devletimizin temel niteliklerini korumak konusunda hepimiz el ve gönül birliği içinde geleceğe nasıl daha güçlü yürürüz onun mücadelesini vermeliyiz. Enerjimizi iç tartışmalarla tüketmek yerine ülkemizi küresel rekabette daha güçlü hale getirmeye ve milletimizin refah ve mutluluğunu arttırmaya sarf etmeliyiz. 

Bu bağlamda, bazı iyi niyetli olmayanların hükümetimizle Türk Silahlı Kuvvetlerimizi karşı karşıya getirme çabalarını boşa çıkarmalıyız. 

Türkiye'nin uluslararası toplumda itibarını zedeleyen, çağdaş dünyadaki konumumuza zarar veren, Türk ekonomisinin istikrarını tehdit eden, demokrasiye aykırı ve Türk Milletinin vicdanında yara açan davranışlardan tüm sorumluluk sahiplerinin kaçınması gereklidir. 

Güven ve istikrarı zedeleyenler, ülkemizin ve milletimizin ali menfaatleri bakımından doğuracağı olumsuz sonuçların sorumluluğunu da yükleneceklerini bilmelidirler.''319 



5 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 3

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 3


Görev süreleri dolan komutanların devir-teslim törenlerinde yaptıkları konuşmaların da siyasi iktidara muhalefeti seslendirmenin bir aracı olarak kullanıldığı görülmüştür. 27 Ağustos 2003 tarihinde yapılan törende Orgeneral Cumhur ASPARUK: “Milletler uzaydan dünyaya hakimiyetini kontrol ederken, maalesef biz Türk milleti olarak, yüz yıl geriye gidip bir kısır döngü içerisinde, mavi akım, imam hatip okulları, tesettürlüler, tarikatlarla uğraşmaktayız”,308 28 Ağustos 2003’te düzenlenen törende Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent ALPKAYA, ‘‘Bugün ülkemizin bölünmez bütünlüğünü ve cumhuriyetimizin laik ve demokratik yapısını tehdit eden iç ve dış kaynaklı bölücü ve köktendinci faaliyetler maalesef içinde bulunduğumuz Cumhuriyet'in 80. yılında da 
varlıklarını devam ettirmektedirler’’, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin DOĞAN ise 20 Ağustos 2003’te: ''Kuşkusuz bugün ulusal güvenliğimizin korunmasında öne çıkan en temel görev, laik, demokratik Cumhuriyetin aşındırılmasına geçit verilmemesidir. Laik cumhuriyete sinsice saldırıların sürdüğü, mütareke yıllarını anımsatan aymazlık ve hatta ihanetlerin sergilendiği bu dönemde, 
Cumhuriyet'e gönülden bağlı bütün güçlerin el ve gönül birliği yapması, birbirleriyle daha fazla kenetlenmesi gerektiğine inanıyorum. Ulusumuz aydınlık yarınlar için bir savaşım verirken, O'nun ordusu elbette onun yanında yer alacaktı”309 şeklinde konuşmuştur. 

Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden ÖRNEK’e ait olduğu iddia edilen ve 2003-2004 yıllarını kapsayan günlüklerin Nokta Dergisinde yayınlanması bu döneme ait darbe girişimlerini ortaya çıkarmıştır.310 Günlüklerde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç YALMAN, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden ÖRNEK, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Halil 
İbrahim FIRTINA ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener ERUYGUR’un “Sarıkız” isimli bir darbe planının hazırlıkları içinde olduğu anlatılmıştır. 

Günlüklerin Nokta Dergisinde yayımlanması üzerine Özden ÖRNEK’in şikâyetiyle Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Alper GÖRMÜŞ hakkında soruşturma başlatılmış ve soruşturma sonucunda iftira atmak ve hakaret etmek suçlarından dava açılmıştır. Ayrıca Özden ÖRNEK hakkında şüpheli sıfatıyla askeri darbe hazırlığı iddiasıyla soruşturma başlatılmış, ancak savcılık yetkisizlik kararı vererek soruşturma evrakını yetkili olduğunu düşündüğü Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığına göndermiştir. Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Alper GÖRMÜŞ, aleyhine iftira ve hakaret etme suçundan açılan davadan beraat etmiş ve yapılan araştırmada günlüklerin Özden ÖRNEK’in bilgisayarından çıktığı teknik raporla kesinleşmiştir. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı, asker kişiler hakkında görev ve sıfatlarından dolayı soruşturma başlatılmasının askeri kurum amirinin takdir ve değerlendirilmesine bağlı olması nedeniyle soruşturma evrakının Genelkurmay Başkanlığına göndermiş, Genelkurmay Başkanlığı mahkemeye gönderdiği cevabi yazısında ise iddia hakkında gerçek, somut ve tutarlı bir bilgi ve belge bulunmaması nedeniyle herhangi bir işlem 
yapılamadığını bildirmiştir. 

28 Mart 2004 tarihinde yapılan Mahalli İdareler Seçimi, 3 Kasım 2002 Genel Seçiminde olduğu gibi AK Parti ve CHP ilk iki parti olarak çıkması ile sonuçlanmıştır. Seçim sonucunda AK Parti girdiği ilk mahalli idareler seçiminde İl Genel Meclisi Üyelikleri Seçiminde %41,67, Belediye Başkanlığı Seçiminde %40,18 ve Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı Seçiminde ise %46,06; seçimin 
ikinci partisi olan CHP ise İl Genel Meclisi Üyelikleri Seçiminde %18,23, Belediye Başkanlığı Seçiminde %20,72 ve Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı Seçiminde ise %24,45 oranında oy almıştır.


1.2. 2002-2007 YILLARI ARASINDA GERÇEKLEŞTİRİLEN SALDIRI VE SUİKASTLER, 

Bu dönemde ülke gündeminde oldukça önemli yer edinen ve kamuoyunu sarsmaya yönelik saldırı ve suikastler gerçekleştirilmiştir. Bunlardan ilki Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğretim üyesi Doç Dr. Necip HABLEMİTOĞLU’nun 18 Aralık 2002 günü Çankaya’da evinin önünde vurularak öldürülmesidir. Failleri henüz bulunamamış olan söz konusu suikastın 
ardında kimlerin olduğuna ilişkin pek çok iddia ortaya atılmıştır. 

15 Kasım 2003 Cumartesi günü İstanbul’da bulunan Şişli Beth İsrael ve Beyoğlu Neve Şalom Sinagoglarına “El Kaide” terör örgütü tarafından gerçekleştirilen bombalama eyleminde iki eylemci dahil 26 kişi hayatını kaybetmiş, 303 kişi ise yaralanmıştır. Bu saldırılardan 5 gün sonra, 20 Kasım 2003 Perşembe günü ise HSBC Bank Genel Müdürlük binası ve İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosluğu önünde meydana gelen bombalı saldırılarda aralarında İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosu Roger SHORT’un da bulunduğu 28 kişi hayatını kaybetmiş, 450 kişi ise yaralanmıştır. Her iki saldırıya da El-Kaide’ye bağlı Şehit Ebu Hafız el-Mısri Tugayı üstlenmiştir. 

Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde 9 Kasım 2005 tarihinde daha önce PKK terör örgütüne üye olmak suçundan ceza almış olan Seferi YILMAZ adlı bir kişiye ait Umut Kitabevi’ne düzenlenen el bombalı saldırıda iki kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda kişi de yaralanmıştır. Saldırının ardından Jandarma istihbarat astsubayları Özcan İLDENİZ ve Ali KAYA, ile itirafçı Veysel ATEŞ, “devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak”, “adam öldürmek ve adam öldürmeye teşebbüs etmek”, “suç işlemek için anlaşmak” suçlarından tutuklanmışlardır. 

Trabzon Santa Maria Kilisesi Rahibi Andrea SANTORO 5 Şubat 2006 tarihinde 16 yaşındaki lise öğrencisi Oğuzhan AKDİN’in kamuoyunda hayalet silah olarak bilinen Glock marka bir tabanca ile gerçekleştirdiği silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetmiştir. Misyonerlik faaliyetlerine karşı gerçekleştirildiği iddia edilen olayın tek faili olan Oğuzhan AKDİN 18 yıl 10 ay 20 gün hapis cezasına 
çarptırılmıştır. 

Danıştay 2. Dairesine 17 Mayıs 2006 tarihinde İstanbul Barosu’na kayıtlı avukat Alparslan ARSLAN tarafından yine Glock marka tabanca ile gerçekleştirilen silahlı saldırıda Danıştay İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel ÖZBİLGİN hayatını kaybetmiş, dört Danıştay üyesi ise yaralanmıştır. Saldırgan ilk ifadesinde olayı Danıştay İkinci Dairesinin türban kararı nedeniyle gerçekleştirdiğini 
belirterek “Aldıkları karar Allah’ın adaletine sığmıyor. Cezalandırmak istedim” demiştir.311 Ancak daha sonra Alpaslan ARSLAN’ın saldırı ile ilgili olarak birlikte hareket ettiği kişilerin, Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba atan kişiler olduğunun ortaya çıkması ile saldırı farklı bir nitelik kazanmıştır. 

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant DİNK 19 Ocak 2007 tarihinde Agos Gazetesi binasının çıkışında Trabzon’un Pelitli Beldesinden gelen Ogün SAMAST adlı saldırgan tarafından gerçekleştirilen silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetmiştir. Hrant DİNK cinayeti davasında, saldırgan Ogün SAMAST, azmettirici Yasin HAYAL, yardımcı istihbarat elemanı Erhan TUNCEL 
ile birlikte 19 kişi yargılanmıştır. Yargılama neticesinde sanıklardan Ogün SAMAST 21 yıl 6 ay hapis cezasına, Yasin HAYAL ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış, Erhan TUNCEL ise “Hrant DİNK’i tasarlayarak öldürmek” suçundan beraat etmiştir. Davada mahkeme bütün sanıkların, “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçundan ise beraatlarına karar vermiştir. 

Malatya'da 18 Nisan 2007 tarihinde Hristiyanlıkla ilgili kitap ve broşür basan Zirve Yayınevi beş kişi tarafından basılmış ve söz konusu yayınevinde çalışan Alman uyruklu Tilman Ekkehart GESKE ile Necati AYDIN ve Uğur YÜKSEL boğazları kesilerek öldürülmüştür. Saldırganlar ilk beyanlarında öldürdükleri kişilerin Malatya ilinde misyonerlik faaliyetleri içersinde olduklarını, 
Müslümanlığı kötülediklerini ve bu yüzden öldürdüklerini beyan etmişlerdir. Dava ile ilgili olarak hazırlanan ek iddianame ile emekli Orgeneral Ahmet Hurşit TOLON “silahlı terör örgütünü kurma ve yönetme”, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme”, “tasarlayarak kasten öldürmeye azmettirme”, “kişiyi hürriyetinden 
yoksun kılmaya azmettirme” ve “konut dokunulmazlığını ihlale azmettirme” ve “nitelikli yağmaya teşebbüse azmettirme” suçlarından bir numaralı şüpheli olarak yargılanmaktadır. 

25 Nisan 2007 günü Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) merkez binası önüne gelen bir şahıs YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan TEZİÇ ile görüşmek istediğini belirtmiş ve güvenlik görevlilerinin kendisine mani olmaları üzerine havaya üç el ateş ederek olay yerinden kaçmıştır. Olayı gerçekleştirdiği tespit edilen Nurullah İLGÜN ve olayın azmettiricisi olarak Bülent ASKEROĞLU ile birlikte toplam altı kişi yakalanmış ve yakalanan Nurullah İLGÜN'ün üzerinden Kuvayı Milliye Derneği’ne ait bir kartın bulunduğu tespit edilmiştir. 

Cumhuriyet Gazetesi çizeri olan Turhan SELÇUK’un 16 Nisan 2006’da başına türban bağlamış domuz şekli çizmesi kamuoyunda büyük tartışmalara ve tepkiye yol açmış ve bu olay sonrasında 5-10-11 Mayıs 2006 tarihlerinde Cumhuriyet Gazetesi’ne üç defa el bombası atılmıştır. Söz konusu karikatüre yönelik tepkilere Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan SELÇUK 23 Mayıs 2006 tarihli yazısında “Turhan’ın karikatüründe türban takmış domuzun resmedilmesine mürteci hemen tepki gösterdi, çünkü karikatürde kendini görüyor” karşılığını vermesi de mevcut gerginliği daha da artırmıştır. Cumhuriyet Gazetesinin bombalanmıştır. Bu olay sonrası dava açılmış ve yargılama devam etmektedir. 

1.3. 367 TARTIŞMALARI VE CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı 2007 yılına girilmesi ile beraber cumhurbaşkanlığı seçimi ve kimin cumhurbaşkanı seçileceği konusu Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın 2007 Nisan ayına kadar cumhurbaşkanlığı seçimini konuşmayacakları açıklamasına312 rağmen siyasetin bir numaralı tartışma konusu olmuştur. 

Cumhurbaşkanlığı seçimi giderek AK Parti’ye karşı muhalefetin yoğunlaştığı bir alan haline gelmiş ve “irtica-laiklik-türban” tartışmalarının etrafında cereyan etmeye başlamıştır. Tartışmaların özellikle Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın cumhurbaşkanlığı adayı olacağı varsayımı üzerinde yoğunlaşması ile beraber cumhurbaşkanlığı seçimi konusuna TSK’nın dahil edilmeye çalışıldığı 
görülmüştür. CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL’ın “Erdoğan cumhurbaşkanı olmamalı. Silahlı kuvvetler buna kayıtsız kalmayacaktır diye düşünüyorum.”313 ve “Başbakan Başkomutan olamaz. TSK ile uyumsuz birinin başkomutanlık yetkisini de kuşanan cumhurbaşkanlığına oturması engellenmelidir. Kamuoyuna cumhurbaşkanlığı seçiminin başkomutanlık boyutunu da anlatmalıyız”314 
yönündeki açıklamaları ile cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının odağına TSK’nın çekilmeye çalışıldığını göstermektedir. 

Genelkurmay Karargahı’nda, 12 Nisan 2007 tarihinde kuvvet komutanlarının da hazır bulunduğu bir basın bilgilendirme toplantısında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar BÜYÜKANIT: “…seçilecek cumhurbaşkanı aynı zamanda TSK’nın başkomutanıdır. Bu yönüyle TSK’yı yakından ilgilendirmektedir. Biz hem cumhurbaşkanımızın hem de aynı zamanda başkomutanımızın Silahlı Kuvvetler ve Türk milletinin sahip olduğu cumhuriyetin temel değerlerine, anayasamızda ifadesini bulan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti idealine, devletin üniter 
yapısına bağlı ama sözde değil özde, bunu davranışlarına yansıtacak şekilde bir cumhurbaşkanının oraya seçileceğine olan inancımı belirtmek istiyorum. Tabii ki yasal mevzuatı, anayasayı, hukuku, cumhurbaşkanı nasıl seçiliyor, bunların hepsini biliyoruz. Hem vatandaş hem TSK’nın bir personeli olarak cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde sahip olan bir kişinin cumhurbaşkanı 
seçilecek olmasını umut ediyoruz. Bunu biz bilemeyiz. Karar Meclis’in kararıdır. Cumhurbaşkanlığı konusunda zaten bundan başka da bir şey söyleme durumunda değilim. Hukuken de hakka sahip değilim.”315 diyerek cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında tartışmalara dahil olmuştur. 

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER de 13 Nisan 2007 tarihinde Harp Akademileri Konferansında yaptığı konuşmada: “Türkiye'de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Laik Cumhuriyet'in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler, bu konuda aynı amaç 
doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir. Dış güçler, Türkiye'nin İslam ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin "laik Cumhuriyet"ten, "demokratik Cumhuriyet" adı altında, "Ilımlı İslam Cumhuriyeti"ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. Ilımlı İslam, Devlet'in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeninin din kurallarından belli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir. Bu niteliğiyle Ilımlı İslam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da, Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle, "irticai" bir 
modeldir. Türkiye bölge için, ancak laik, demokratik hukuk devleti niteliği ile örnek oluşturabilir; bu yöndeki deneyimlerini paylaşmaya hazırdır.”316 diyerek mevcut tartışma ortamına “rejim” tartışmasını da eklemiştir. 

Cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik muhalefetin bir diğer aracı ise Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih KANADOĞLU’nun ortaya attığı görüş olmuştur. KANADOĞLU, TBMM'nin cumhurbaşkanı seçimi için Anayasa'nın 102. maddesinde öngörülen üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile toplanması gerektiği, ilk turda TBMM Genel Kurulu’nda en az 367 kişi bulunmaması durumunda diğer turlara geçilemeyeceğini ve Anayasa uyarınca erken seçimin kaçınılmaz olacağını ileri sürmüştür. Bu görüş uyarınca o dönemde 354 milletvekili ile TBMM’de temsil edilen AK Parti’nin muhalefet desteği olmadan yeni cumhurbaşkanını seçmek için TBMM Genel Kurulu’nu toplayamayacaktı. Sabih KANADOĞLU bu görüşünün yanı sıra, “Bugünkü siyasi tablonun sorumlusu yüksek yargıdır. Önceki aymazlığı şimdi göstermeyeceğini umuyorum” diyerek Anayasa Mahkemesi’ni etki altına almaya matuf açıklamalar da yapmıştır.317 

Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları devam ederken 24 Nisan 2007 tarihinde Ak Parti Grup Toplantısında cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah GÜL açıklanmıştır. 27 Nisan 2007 Cuma günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi birinci oylamada 361 milletvekili oy kullanmış, seçime tek aday olarak katılan Abdullah GÜL 357 oy almış, 3 oy geçersiz, 1 oy ise boş çıkmıştır. Cumhurbaşkanı 
seçimi için yapılan oylamada Anayasa'nın 102. maddesinde öngörülen üçte iki çoğunluğun sağlanamaması üzerine Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci oylamasının 2 Mayıs 2007 Çarşamba günü yapılması kararlaştırılmıştır. CHP’nin yanı sıra cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortak hareket etme kararı alan ANAP ve Doğru Yol Partisi (DYP) de oylamaya katılmama kararı almışlardır. Oylamaya 
Ak Parti milletvekilleri dışında Esat CANAN (CHP), Ümmet KANDOĞAN (DYP), Mehmet ERASLAN (DYP), Miraç AKDOĞAN (ANAP), Hasan ÖZYER (ANAP), bağımsızlar Hamza ALBAYRAK, Süleyman BÖLÜNMEZ, Ülkü GÜNEY, Fuat GEÇEN, Göksal KÜÇÜKALİ katılmışlardır.318 

İlk tur seçimin ardından aynı gün içinde CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunularak cumhurbaşkanı seçimine ilişkin ilk oylamanın Anayasa’nın 96. ve 102. maddelerine aykırılığı savıyla iptali ve iptal kararı yürürlüğe girinceye kadar bu uygulama ile oluşan içtüzük hükmünün yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi istenmiştir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 2


27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 2


TSK’nın AB üyelik sürecine bakışında ikircikli bir tutum sahibi olduğu gözlenmiştir. TSK bir yandan AB üyelik süreci çerçevesinde gerçekleşen reform sürecini Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve üniter yapısına bir tehdit olarak görürken bir yandan da bu süreci çağdaşlaşma idealinin bir veçhesi olarak değerlendirmiştir. Bu tutumu dönemin Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Yaşar BÜYÜKANIT’ın Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı'nca Harp Akademileri Komutanlığı’nda düzenlenen “Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik” konulu sempozyumda yaptığı açış konuşmasında da görmek mümkündür. Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Yaşar BÜYÜKANIT aşağıda bir bölümüne yer verilen konuşmasında yer aldığı üzere bir yandan TSK’nın AB’ye karşı olmadığını ve AB’nin Türk toplumunun çağdaşlaşmasında bir zorunluluğu ifade ettiğini vurgulamış diğer yandan ise AB değerlerinin çağdışı ve bölücü hedefleri olanlar tarafından kullanılabileceği yönündeki TSK nezdinde var olan endişeyi dile getirmiştir. 

“Avrupa Birliği konusunda, TSK, haksız bir saldırının hedefi durumuna gelmiştir. Ülke içi ve ülke dışı çevrelerde, hiçbir haklı nedene dayanmadan, TSK’nin Avrupa Birliğine karşı olduğu konusunda yaygın kanaatler oluşturulmuştur. Açıkça ifade ediyorum, bu tür iddialar doğru değildir. 

Değerli Dinleyiciler, 
Bu konudaki Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini büyük harflerle tekrar ifade ediyorum: 
TSK, Avrupa Birliği karşıtı olamaz. Çünkü Avrupa Birliği, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk toplumuna gösterdiği çağdaşlaşma hedefinin, jeopolitik ve jeostratejik açıdan zorunluluğudur. Bu zorunluluk, aynı zamanda; Türkiye’nin sosyal, politik, ekonomik ve güvenlik hedefleri ile de tam olarak örtüşmektedir. 
AB hedefi, ülkenin üniter yapısı ve lâik rejimi konusunda farklı düşüncelere sahip kesimlerin çağ dışı ve bölücü hedefleri ile uyuşamaz. Avrupa Birliğinin de bu tür amaçlara sahip düşüncelerle uyum içinde olması düşünülemez. 

Avrupa Birliğini ve bu birliğin yüksek değerlerini, sahip oldukları çağ dışı ve bölücü hedeflere ulaşmada bir vasıta olarak görenlerin hüsrana uğramaları kaçınılmaz bir sonuçtur. 

Bu sözlerim, varsa, bu düşüncelere sahip olan kişi ve gruplaradır. Ayrıca, bazı çevrelerin Türkiye’ye yaptırmak istedikleri hususları, Avrupa Birliğinin yüksek değerlerini ileri sürerek ve her fırsatta Türk Silahlı Kuvvetlerini gündeme getirerek gerçekleştirmeye çalışmalarının ne Türkiye’ye ne de Avrupa’ya yarar sağlamayacağını ifade etmek isterim. Tekrar ediyorum Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır ve Avrupa Birliğine girecektir. Bu yargı, bazı çevrelerin düşüncesi ile çelişse bile, Türkiye’nin ve TSK’nin kesin kararlığının açık bir ifadesidir ve Türk 
Silahlı Kuvvetlerini her fırsatta tüm olumsuzlukların nedeni olarak topluma yansıtan çevrelere de açık bir cevaptır.”297 

AB reformlarına ve özel olarak da AK Parti iktidarına karşı muhalefetin asker üzerinden yapılmasına, başka bir deyişle askeri muhalefetin odağı haline getirmeye dönük bir yazı “Genç Subaylar Tedirgin” başlığıyla yayınlanmıştır.298 Yazıda özetle Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK arasında gerçekleştirilen görüşmede ÖZKÖK tarafından TSK'nın rahatsızlıklarının ayrıntılı olarak hükümete iletildiği, AB reform paketleri nin içinde yer alan bazı düzenlemelerin demokrasinin yerleşmesine değil zarar görmesine neden olabileceği, komuta kademesinde ve özellikle genç subaylar arasında durumun endişe ile izlendiği, yaşanan kaygının sadece genç kesimle sınırlı olmadığı tüm orduyu kapsadığı gibi hususların dile getirildiği iddia edilmiştir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK 26 Mayıs 2003 tarihinde akredite gazetelerin Ankara temsilcileri ile düzenlediği basın toplantısında söz konusu haberi yalanlayarak “Haber, yanlış olmaktan öteye, maksatlıdır. Dolayısıyla, bu konudaki bütün yorumlar da mesnetsiz kalıyor. Bunu hayret ve üzüntüyle karşıladım. Haberin çağrıştırdığı husus ve ayrım yaratıcı 
özelliği TSK'yı kırmıştır ve yıpratmıştır (…) TSK'da, genç subaylar-yaşlı subaylar ayrımı yoktur. Komutanlar arasında şahinler, güvercinler, sertlik yanlıları yoktur. Bu tür iddiaları yalanlamaktan öteye lanetlediğimi, kusura bakmayın ağır laf söylüyorum, ama açıkça ifade etmek istiyorum. TSK'da tek vücut olmuş bölünmez bir kitle ve modern yönetimimiz uyarınca kolektif bir akıl ve davranış biçimi vardır (…)TSK AB'ye karşı değil, aksine AB'ye uyumun deneyimli bir vasıtasıdır. Ancak AB'ye her şeye rağmen değil, onurla, eşit şartlarla, milli ve coğrafya bütünlüğümüzü koruyarak girmektir.” açıklamasında bulunmuştur.299 

AB’ye üyelik süreci ile beraber bu dönemde siyasetin temel tartışma konularından birini de Kıbrıs sorunu ve bu sorunun çözümüne yönelik olarak ortaya konan Birleşmiş Milletler (BM) Kapsamlı Çözüm Planı (Annan Planı) oluşturmuştur. Dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile anılan “Annan Planı’nın ilk versiyonu 11 Kasım 2002 tarihinde açıklanmıştır. Plan ile temel olarak iki eşit kurucu devletten oluşan federe “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulması öngörülmüştür. Planın ayrı ayrı yapılan eşzamanlı referandumlarla her iki tarafça onaylanmasının ardından ve Kıbrıs’taki yeni duruma ilişkin Andlaşma’nın Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık tarafından imzalanmasıyla yürürlüğe girmesi düzenlenmiştir. 

58. Hükümetin göreve başlaması ile birlikte Annan Planı’nın referanduma sunulması süreci ivme kazanmış ve genel olarak Kıbrıs sorununun çözümü konusunda Hükümet inisiyatif üstlenmiştir. 
Üstlenilen bu inisiyatif ile Kıbrıs sorunu geleneksel olarak devletin ilgili kurumlarının dışında siyasi makamların yönlendirmesi ile ilerleyen bir hal almıştır. Hükümetin bu tutumu TSK komuta kademesinde rahatsızlığa sebep olmuştur. Dönemin Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit TOLON’un 18 Ocak 2004 tarihinde Kıbrıs konusunda “ver kurtul” yaklaşımını benimseyenlerin olduğunu ifade ederek, “Bu memleket hep güzel insan yetiştirirdi. Son zamanlar da hain de yetiştirmeye başladı. Haini yoksa ‘verelim kurtulalım’ diyen kim?” sözleri ile Hükümetin politikası sert bir şekilde eleştirmesi ve Hükümeti bu politikası sebebiyle vatan hainliği ile suçlaması TSK bünyesinde Hükümetin Kıbrıs politikası konusundaki rahatsızlığın en açık göstergesi olmuştur.300 

Türkiye’nin Kıbrıs siyasetinde yaşanan bu değişime paralel bir şekilde 14 Aralık 2003 Kıbrıs Genel seçimleri sonucunda Mehmet Ali TALAT’ın başbakan oluşu ile birlikte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) geleneksel Kıbrıs siyasetinde de değişim yaşanmıştır. 24 Nisan 2004 adanın her iki tarafında da halkoylamasına sunulan Annan Planı, KKTC’de %64,96 ile kabul edilirken,301 
Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde ise %75,8 çoğunlukla reddedilmiştir.302 

2003 yılı içinde AB müktesebatına uyum sağlanması amacıyla TBMM tarafından kabul 3 kanunla 2945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu’nda değişiklikler yapılmıştır. Yapılan değişikliklerle güvenlik bürokrasinin önemli bir parçası olan MGK’da ve Genel Sekreterlikte sivilleşme alanında büyük bir ilerleme sağlanmıştır. 2945 sayılı Kanunda öncelikle 4789 sayılı Kanun ile değişiklik yapılarak Anayasanın 118. maddesinde yapılan değişikliğe paralel bir değişiklik yapılarak Başbakan Yardımcıları ve Adalet Bakanının MGK üyesi olması öngörülmüş ve Kurul kararlarının “tavsiye” niteliğinde olduğu hükme bağlanmıştır. 4963 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle de yine Anayasanın 118. maddesinde yapılan değişikliğe paralel düzenleme yapılmış ve Genel Sekreterliğin yapısının, görevlerinin ve işleyişinin Anayasada belirlenen danışma organı niteliğine uygun bir hale getirilmesi amaçlanmıştır. Bu kapsamda, MGK’nın kendiliğinden toplanma süresi 2 ay olarak belirlenmiş, MGK Genel Sekreterinin atanması usulü yeniden düzenlenerek Kurul yapısının sivilleşmesine imkan sağlanması amacıyla Genel Sekreterin Başbakanın teklifi Cumhurbaşkanının onayı ile atanacağı düzenlenmiş ve yapılan değişiklik ve düzenlemelerle ilgili olarak yeni bir yönetmelik çıkarılacağı hükme bağlanmıştır. 5017 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle de MGK Genel Sekreterliğince yapılan atamaların Resmi Gazete’de yayımlanması önündeki engel ve Genel Sekreterlik kadrolarının gizli olması kaldırılmış, MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliğinin Resmi Gazete’de yayımlanmasını mümkün kılmak amacıyla söz konusu yönetmeliğin “gizli” gizlilik dereceli olması hükmü mülga edilmiştir. 

Görev alanı daraltılarak görevleri yeniden tanımlanan MGK Genel Sekreterliği yapılan değişikliklerle bir danışma kurulu statüsüne niteliğine kavuşmuş ve MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliğinin Resmi Gazete’de yayımlanması ile de işleyişi, görev ve yetkileri kamuoyunun bilgisine açık hale gelerek daha saydam bir hale gelmiştir. Büyükelçi Mehmet Yiğit ALPOGAN’ın 17 Ağustos 2004 tarihinde yeni Genel Sekreter olarak atanması ile de sivilleşme ile ilgili önemli bir düzenleme hayata geçirilmiştir. 

MGK’nın yapısında yapılan değişiklikler askerlerin muhalefeti ile karşılaşmıştır. Özellikle MGK Genel Sekreterliği'ne bir sivilin atanmasının kurumu siyasileştireceği ve yapılan değişikliklerle Genel Sekreterliğin işlevsiz hale geleceği yönündeki eleştiriler bizzat dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer KILINÇ tarafından dile getirilmiştir. MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer KILINÇ görevini devir teslim töreninde yaptığı konuşmada: “(…) MGK Genel Sekreterliği'nin bugün daha da güçlendirilmesi gerekirken, demokrasi adına tamamen işlevsiz hale getirilmesine yönelik yasa tasarısı çalışmalarından vazgeçilmesinin ulusal çıkarlarımız açısından zorunlu mütalaa edildiğini, ilgili mercilere bizzat ilettim. Bu itibarla hiçbir çaba harcanmadığını söylemek, şahsıma ve bu müesseseye haksızlık olmaktadır”' diyerek bu konudaki muhalefet yapılmadığına ilişkin olarak kendisine yöneltilen eleştirilere de cevap vermiştir. 303 

AK Parti iktidarı döneminde Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantıları ve bu toplantılarda alınan kararlar sürekli olarak siyasi tartışmalara konu olmuş ve YAŞ toplantıları kendi işlevinin ötesinde bir anlam yüklenerek sivil-asker ilişkilerinin sınandığı bir alan olarak görülmüştür. Özellikle YAŞ’ta alınan ihraç kararları ve YAŞ’ın sivil üyeleri olan Başbakan ve Milli Savunma Bakanının bu kararlara 
şerh koymaları siyasi tartışmaların temelini oluşturmuştur. YAŞ’ın sivil üyeleri bu dönemde alınan ihraç kararlarının hepsine şerh koymalarını YAŞ kararlarına karşı yargı yolunun kapalı olmasını gerekçe göstermişler dir.304 
Nitekim, Anayasanın 125. maddesinde Yüksek Askeri Şura kararlarının yargı denetimi dışında tutulmuş olması305 ve 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu’nun 50. ve 94. maddeleri ile durumlarının YAŞ tarafından incelenmesi Genelkurmay Başkanlığınca gerekli görülenlerin TSK’dan ayırma işleminin YAŞ kararı ile yapılmasının mümkün kılınarak bu konuda takdir yetkisinin Genelkurmay Başkanlığına bırakılmış olması bakan kararı veya müşterek kararname yolu ile yargı yolu açık bir şekilde TSK’dan ayrılanlara göre eşitsiz bir durumun ve ilgililer bakımından mağduriyetlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. YAŞ kararlarına şerh konulması dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK tarafından “Bir anayasa maddesinin uygulanma istemine muhalefet şerhi koymak, idarenin kanunların uygulanmasını sağlama sorumluluğu ile çelişmiştir ve kanımca bu nedenle yasal dayanaktan yoksundur. Bu konudaki farklı düşüncenin ifade edileceği yer ve durum YAŞ olmamalıydı. Bu istisnai durum şüphesiz irticai faaliyetlere bulaşanlara cesaret vermiştir.”306 şeklinde değerlendirilerek, Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Yaşar BÜYÜKANIT tarafından ise “’YAŞ kararları yargı denetimine açık olmadığı için muhalefet ediyorum’ diyerek, Anayasa'nın bir hükmünü yok kabul etmeniz mümkün değildir” denilerek eleştirilmiştir.307 




***