BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINI 100.YIL DÖNÜMÜNDE 3.DÜNYA SAVAŞI 1 SAVAŞ GÖÇMENLERİ SORUNU
Feyzi ÇelikÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
2014 Birinci Dünya Savaşının yüzüncü yıl dönümü. Yüzyıl önce yaşanan dünya savaşının en önemli sonucu Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus Çar İmparatorluğunun yıkılışı ile sonuçlandı. Büyük toprak kaybına rağmen, Osmanlı'nın çekirdek toprakları üzerinde Türkiye kurulurken, Rusya'da Sovyetler Birliği kuruldu. Batı'nın kendi içindeki güç dengeleri Osmanlı'nın tamamen silinmesini gerektirmediği için Türkiye bir şekilde tarihte yerini almış oldu.
Bunun bedeli de Kürtlere ödetildi. Kürdistan, Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında bölüşüldü. Sonrasında Kürtler ayaklandıysa da bunda başarılı olamadılar.
Batı içi çatışma/denge noktasında Batı'dan (Rusya dahil) destek alamadılar.
Birinci Dünya Savaşından sonra yeni bir güç olarak kendisini gösteren ABD, İkinci Dünya Savaşının sonucunun belirlenmesinde de etkili olunca bu Batı'nın öncülüğünün ABD'nin eline geçmesi anlamına geliyordu. İkinci Dünya Savaşının galiplerinden biri de Sovyetler Birliği idi. Geçmişte, hegemonya/siyasi anlayış farklılık şekilde oluşan Batı içi çatışmaya bu boyutlara ideolojik (Sosyalizm-Liberalizm) yön eklenmiş oldu. Dünya iki bloğa ayrıldı. Bloklar arası çatışma tarihsel Doğu-Batı çatışmasını dahi geride bırakmıştı. Asya, Yakın Doğu, Afrika, Güney Amerika'da her yerde yaşanan buydu.
Sovyetler Birliğinin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra eskisi gibi olmasa da bu rolü Rusya oynamaya devam ediyor. Başkalarının toprak ve yönetimi üzerinde etkili hale getirerek güç paylaşımını/savaşını başkaları üzerindeki emperyal anlayış bu günkü sorunların ana kaynağıdır. Bunun en görünür nedeni ülkelerin karşı karşıya gelişi, ülkeleri oluşturan halkların etnik/dinsel/mezhepsel olarak karşı karşıya getirilmesidir. Toplumun kendi sorunlarını çözme yeteneğini yok ederek kendisine muhtaç hale getirmesidir. Böylece küresel güçler kendi aralarındaki savaşları kendi toprakları dışında, kendi insan kaynaklarını kullanmadan yürütebilmektedir ler.
Savaşların en önemli sonucu, büyük göçmen istilasıdır. Bir savaşta, göçmenlerin sayısı, niteliği, göç yönleri savaşın uzun ve sert geçeceğinin en önemli belirtisidir. Suriye açısından bakıldığında toplam nüfusu 20 Milyon olan Suriye'den komşu ülkelere (Ürdün, Türkiye, Lübnan, Irak) beş milyona yakın mülteci göç etmek zorunda kaldı. Bunlara kayıt dışı olarak daha uzak yerlere göç edenler de dahil edildiğinde yaşanan göçler Birinci Dünya Savaşında Balkanlar ve Doğu Avrupa'da yaşanan göçleri gölgede bırakacak durumdadır. Göçmenlerin saysısallığının savaşın süresinin belirleyiciliği karşısında, savaşın giderek daha da boyutlanacağını göstermekle kalınmayacağını, fiziki kitlesel imha/soykırımların yaşanacağını gösteriyor. Göç nedeniyle meydana gelebilecek bir sorun da göçün yönünün olduğu ülkelerin buna paralel olarak savaşa girme riskini taşımasıdır. Türkiye, bu göçmen tehlikesini ön göremedi. Göçmen sayısının kritik miktarını yüzbin olarak belirledi. Buna göre hazırlık yaparak başlangıçta göçmen gelişini teşvik etti (Sınırlarda çadır kentler kurarak, buradaki konforu basına servis etti).
Kısa süre içinde Türkiye'ye gelen Suriyeli sayısı 1,5-2 milyona dayandı. Sınırdaki çadır kentler yetersiz olduğundan dolayı, kısa sürede bu göçler Türkiye'nin her yerine doğru ilerledi. Göç edenlerin kontrolü kolay olmadığından dolayı hiç de beklenmeyen olayların (Suriyelilere karşı Irkçı yönelmeler, radikal islam'a eleman olma, ucuz iş gücü) meydana gelişi de kaçınılmazdı.
Türkiye ile Esad Suriye'si savaş halindedir. Saddam'ın ve Kaddafi'nin akibetinin Esad'ın başına gelmemiş olması Türkiye'yi germiş durumdadır. Tüm hesaplarını Esad'ın gidişi üzerine kuran Türkiye yaşadığı Kürt sorununa ek olarak bir göçmen istilasına uğramış olması, Türkiye'yi kıpırdamaz bir duruma getirmiştir.
Türkiye, Kuzeyinde Rusya ile sorunlar (Ukrayna, Kırım, Çeçen), Güney Doğusunda Suriye, Irak ve Kürtlerle sorunlar yaşamaktadır. Kobani nedeniyle ABD ile oluşan yaklaşım farklılıkları da dikkate alındığında "hareketsizliği" mahkumiyeti daha da iyi anlaşılmaktadır. Buna Türkiye'de belirli bir iç konsensüs (CHP, Cemaat, Askerin durumu vs) olmadığı da eklenirse zorluğun derecesi daha da açık görülecektir.
Birinci Dünya savaşında Osmanlı'nın yaşadığı yenilgi Suriye savaşı ile devam edecek gibi görünüyor. Çünkü, Osmanlı Birinci Dünya Savaşına girerken, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğuyla ittifak halinde girmişti. Bu ittifak dahi savaşı kazanmasına yeterli olmamıştı.
Göçmenlerin yarattığı sorunlara geri dönecek olursak, savaş sona erse dahi göçmenlerin geldikleri veya geri dönecekleri yerlerde sorunların devam edeceği, yeni bir boyut kazanacağının bilinmesi gereklidir. Diyelim ki, Suriye savaşını Esad kazandı. Esad, egemenlik kurduğu topraklarda devlet/kamu düzenini sağladığı zaman malını mülkünü orada bırakıp göç edenler geri döndüklerinde mallarının yeni sakinler tarafından kullandığını gördüklerinde bunun yeni bir çatışmaya neden olabileceği de ön görülmelidir. Aynı durum, Esad rejiminin yıkılması halinde de görülecektir.
Türkiye'nin savaşması çok zordur. Türkiye'nin durumu Birinci Dünya Savaşına adeta sürüklenen Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna benzemektedir. Kuzey Doğu'da bir yandan Rusya ve Polonya ile Güneyinde ise Milliyetçi Sırplarla savaşması mümkün değildir. Ayrıca onlarca farklı halkı içinde barındırdığı için içten de kaynamaktadır. İmparatorluğun her yerinden İmparatorluğun çekirdek merkezlerine doğru savaş nedeniyle büyük bir göç de yaşanmaktadır. Yukarıda da dediğimiz gibi Türkiye'nin "düşmanı bol, gücü sınırlı" durumu savaşa girmesine uygun değilse de Türkiye'yi birden fazla cephede savaşa sürüklemek isteyen siyasi kadrolar, bu haliyle Türkiye'yi savaşa sokarlarsa, durumu aynen daha birinci dünya savaşı bitmeden lime lime olan Avusturya-Macaristan'ın durumunu yaşayacaktır. Böylece 20.Yüzyılın başında eksik kalan, Türkiye'nin küçülmesi de 21.Yüzyılın başında gerçekleşmiş olacaktır.
Enver/Talat'ın rüyasını gören Erdoğan / Davutoğlu da Enver / Talat'ın da gerisine düşecektir.
***
ABD NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYEYE ETKİLERİ BÖLÜM 5
5.2. Bölünmeye Neden Olan Uygulamalar Bununla birlikte yukarıdaki açıklama Türkiye’nin bölünmeyeceğinin bir garantisi olarak algılanmamalıdır. Günümüz küresel siyasi sistemi 20. yüzyıldakinden önemli ölçüde farklılıklar içermektedir. Kabaca bu değişikliğin, sistemin odağının kısmen de olsa değişmesi ile ilgili olduğunu söylemek mümkündür. 20. yüzyıl dünyası milli devletlere vurgu yaparken günümüz küresel sistemi en azından ilkesel olarak insan güvenliğini de dikkate almaktadır. Elbette ki sistemin tamamen birey odaklı olduğunu söylemek naiflik olacaktır; ama en azından insan güvenliği ve haklarının ciddi anlamda dikkate alınması şeklinde kendini gösteren bir temayülün olduğunu söylemek de mümkündür. Bu eğilimin somut sonuçları da Soğuk Savaş sonrası dönemde bazı devletlerin bağımsızlıklarını kazanmasında kendini göstermiştir. Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde ve Balkanlar’da bağımsızlıklarını kazanan ülkeler örneğinde self-determinasyondan söz etmek mümkün ise de Doğu Timor ve Kosova gibi bazı örneklerde self-determinasyondan farklı bir teamül etkili olmuştur. Özellikle Kosova örneğinde daha belirgin bir şekilde takip edilen bu teamüle göre her ne kadar devletlerin egemenliklerinin korunması birincil önemde ise de, kendi vatandaşlarına karşı sistematik şiddet siyaseti izleyen bir yönetime karşı uluslararası toplumun harekete geçmesi ve gerekirse mağdur grubun korunması mümkün olabilmiştir. Buna göre örneğin Kosova’da çoğunluğu oluşturan Arnavutların Sırbistan tarafından yönetilmeye devam ettikleri takdirde sistematik saldırılara maruz kalacakları düşüncesi Kosova’nın bağımsızlığının temel gerekçesi olmuştur. Bu da Türkiye açısından şu anlama gelmektedir: Türkiye’de yaşayan grup veya toplulukların temel hakları garanti edildiği ve korunduğu sürece Türkiye’nin bölünmesi söz konusu değildir. Ancak sistematik ayrımcılık ve ciddi boyutlarda insan hakları ihlalleri ile birlikte belli bir grubu hedef alan şiddet günümüz uluslararası hukuk anlayışında mazur görülmemekte ve içişlerine karışmama ilkesine bir istisna olarak değerlendirilmektedir. 5.3. İnsan Hakları ve Kürtçü Siyaset Bölünmeyi önlemenin en etkin yollarından bir tanesi şeffaf ve demokratik bir yönetim düzeninin güçlendirilmesidir. Bu da istikrarlı ve kararlı bir şekilde insan hakları ve demokratik değerlere vurguyu gerektirmektedir. Pragmatik bir açıdan böylesi bir tutum hem devletin evrensel hukuk standartlarına uymasını sağlayacak ve hem de Kürtçü siyasetin elinde bir süredir araçsallaştırılan insan hakları, demokrasi ve özerklik gibi bazı kavramların yerli yerinde kullanılmasını sağlayacaktır. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren popülaritesi gittikçe artan ve günümüzde küresel düzlemde gördüğü ilgi zirveye ulaşan insan hakları, DTP ve BDP gibi etnik Kürtçü siyasi partilerin elinde pek de şeffaf olmayan parti hedeflerine ulaşmada kullanılan bir araç haline gelmiştir. Gelinen noktada bu siyasi çizginin insan hakları ve demokrasi ilgi ve vurgusunun çok da içten olmadığı iddia edilebilmektedir. Ancak özellikle de dış dünyaya karşı partinin ve terör örgütünün olduğundan farklı bir biçimde sunulması için insan hakları ve demokrasi odaklı ve vurgulu söylem söz konusu siyasi çizginin temsilcileri tarafından kullanılmaya devam edecekmiş gibi görünüyor. İnsan hakları ve demokratikleşmeye etnik Kürtçü siyasetçiler tarafından daha fazla sahip çıkıldığı bir ortamda geniş halk yığınları ve bazı bürokratik kurumlar da insan hakları felsefesi ve söylemine daha da yabancılaşmakta ve insan hakları savunuculuğunu teröre destek gibi algılayabilmektedir. Bunun tehlikeli bir gidiş olduğu açıktır. Bu nedenledir ki “insan hakları” gibi evrensel bir kavram ve eğilim DTP ve yerine kurulan BDP gibi içine kapalı, demokratik ilkeleri içselleştirmeye karşı dirençli ve etnik siyaset üzerine kurulu bir siyasi çizginin elinden kurtarılmalıdır. Ya da bu siyasi çizginin aktörleri insan hakları ve demokratikleşme ye dayalı söylemlerinin gereklerini yapmaya doğal ve meşru yollardan zorlanmalıdır. Etnik Kürtçü siyasi çizginin insan hakları söylemini zaman zaman kendi gündemleri için bir dayanak ve destek olarak kullandığına dair çok sayıda örnek mevcuttur. Her şeyden önce DTP ve BDP’nin demokrasi ve insan hakları söylem ve vurgusu zaman zaman tutarsız, belirsiz ve yüzeysel kalmıştır. Bu siyasi çizginin aktörleri çoğu kere kendilerinin icat edip tanımladığı, ama somut bir anlam ifade etmeyen yeni terkipler ile halkın karşısına çıkmaktadırlar. Bunun son örneği “demokratik özgürlük”tür. Kavramın ne ifade ettiğinin belirgin olmaması bir tarafa, DTP’nin ve daha sonrasında da BDP’nin kavramla neyi amaçladığı uzunca bir süre muğlâk kalmıştır. “Demokratik,” “konfederasyon,” “federasyon,” “özerklik,” “eyalet sistemi” gibi insan hakları ve demokratikleşme alan literatürüne ait kavramlardan kısa aralıklarla yeni ama anlamsız terkipler ortaya atan etnik Kürtçü siyasetin temsilcileri bununla vitrin düzenlemesi ve süslemesi yapmaktadır. Hiç şüphesiz başta eski İnsan Hakları Derneği (İHD) Başkanı Akın Birdal olmak üzere çok sayıda BDP’li gerçek anlamda insan hakları savunucuları olarak görülebilir. Ancak bu durum parti olarak DTP’nin ve BDP’nin çekici kavramları harmanlayarak “suni” ve içi boş yeni kavramlar “uydurarak” meşruiyet arayışına girdiği gerçeğini değiştirmeyecektir. 5.4. Etnik Kürtçü Taleplere Karşı Daha Fazla “İnsan Hakları” Vurgusu Terör ile arasına perde çekemeyen ve bu nedenle de insan hakları vurgusu inandırıcılıktan normalde uzak olan etnik Kürtçü siyasetin temsilcisi oldukları bilinen DTP ve BDP gibi partileri kapatmak ve siyasi sahneden uzaklaştırmak gerçekçi bir çözüm değildir. Demokratik ve evrensel hukuka saygılı bir devlet özelliklerini de yansıtmamaktadır. Bu tür siyasi örgüt ve hareketleri kapatmak veya yasaklamak yerine söz konusu siyasi çizginin temsilcisi partilerin sıklıkla ve bilinçli bir şekilde atıfta bulunduğu insan hakları ve demokratikleşme söyleminin tekel altına alınamayacağı fiili olarak gösterilmelidir. Teorik olarak demokrasi ve insan hakları yanlısı olduklarına şüphe olmayan siyasi partiler bunu tavırlarına, söylemlerine ve uygulamalarına özenle yansıtabilmelidir. Geniş halk kitlelerinin ve bu kitlelerin siyasal tercihlerini siyasi alana taşıyan partilerin insan hakları ve demokrasiye özel bir önem atfettiği bir ortamda etnik Kürtçü siyaset “insan hakları” ve demokrasi odaklı söylemi ile öne çıkamayacaktır. Bu söylemini devam ettirse bile –ki aksini arzu etmek için hiçbir neden yoktur aslında— insan hakları ve demokrasinin Türkiye’deki birkaç temsilcisinden biri olma iddiasında ve görünümünde olamayacaktır. SONUÇ
Böyle bir ortamda ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile ilgili oluşan tedirginliklerin hepsi gayet makul görünmektedir. Öncelikli sıkıntı ise, bölgede oluşabilecek güç boşluğudur. ABD’nin 2003’ten beri varlığı bölgede gruplar arasında yaşanabilecek olan çatışmaları engellemektedir. Fakat ABD’den sonra gruplar arasındaki sıkıntılar çatışma halini alabilir. Bu çatışmalar göz önünde tutulduğunda özellikle kuzeyde Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasındaki çözülememiş toprak uyuşmazlıkları, petrolün paylaşımı gibi konuların yer aldığı göze çarpmaktadır. Sünni yönetimli Irak’ın Evlatları grubu Irak ekonomisine ve hükümetine dâhil olamamıştır ve hala zararlı bir güç durumundadır. Irak’ta ekonomi ve elektrik şebekesi gibi temel altyapı sistemleri vasat durumdadır. Ve tabii ki, Iraklıların yeni bir hükümet kurma mücadelesi kötü yönetimin mevcudiyetinin sonucudur. Bu sebeple birçok akademisyen, Irak’taki farklı etnik gruplar arasında bir iç savaş öngörmektedir. Geçen yüzyılda yaşanan iç savaşlar hakkında yapılan akademik çalışmalar gösteriyor ki %50 oranında iç savaşlar ateşkesin ardından 5 yıl içerisinde yeniden baş gösteriyor. Eğer bir ülke ganimet olarak görülen altın, elmas ya da petrole sahipse bu oran daha da artıyor. Burada dikkat çekici nokta, eğer büyük bir güç ABD’nin Irak’ta yaptığı gibi barış gücü ya da uzlaştırıcı görevinde uzun vadeli bir biçimde katkı sağlamaya hevesli olduğunda, iç savaşın tekrar başlama olasılığı üçte birden düşük bir ihtimal halini alıyor. Dolayısıyla ABD’nin şu an Irak’a yaptığı katkılar oldukça önemlidir. Burada değinilmesi gereken bir diğer konu ise, iç savaşın kamuoyunun istemesiyle çıkmayacağıdır. Birçok insan iç savaşı bir felaket olarak görmektedir. İç savaşlar çoğu zaman liderlerin amaçlarını zor kullanarak elde edebileceklerini düşünmesi sonucunda yeniden alevlenebilmektedir. Genelde büyük bir devletin askeri gücü devreye girdiğinde liderler ikna edilmekte ve savaşmaktan vazgeçmektedirler. Bu nedenle ABD’nin bölgesel güçlerle ya da uluslararası organizasyonlarla işbirliği içinde Irak’ta barış ve istikrarın kurulmasına katkı sağlaması gerekmektedir. Raymond Odierno kendisiyle konu ile ilgili yapılan mülakatta Kürt askerlerinin bir yıl içerisinde Arap ağırlıklı Irak ordusunda yer alamaması durumunda Birleşmiş Milletler barış güçlerinin bir seçenek olabileceğini belirtmişti. General Odierno, Birleşmiş Milletler güçlerinin gerekli olmamasını umduğunu da eklemiştir. Öte yandan Odierno iki kültür arasındaki tansiyonun ve Irak’ın kuzeyindeki petrol zengini bölgelerin her iki grup tarafından kendi bölgeleri olarak gösterilmesinin yıllardır çözüme ulaşmadan kaynadığının farkındaydı. Irak’lı Kürtler, Arap ağırlıklı merkezi Irak hükümetine karşı bir hareket olarak; Ninevah, Tamim ve Diyala gibi birçok bölgeyi kendi otonom bölgelerine dâhil etmek istemektedir. Amerikalı bir üst düzey askeri yönetici, ABD kuvvetlerinin 2011’in sonunda çekilmesinden sonra eğer Araplar ve Kürtler arasındaki tansiyon azalmazsa Birleşmiş Milletler barış kuvvetlerinin kuzeydeki ihtilaf konusu olan toprakları korumasının söz konusu olabileceğini belirtmiştir. Öte yandan, Irak’ta kalacak olan yaklaşık 50 000 Amerikan askerinin adı farklı şekilde anılmaya başlasa da bu askerlerin çoğu hala muharip birliklere mensuptur. Irak’taki ana birlikler muharip tugaylar olarak değil, danışma ve destek tugayı olarak isimlendirilmektedir. Ancak muharip tugaylarla bu tugaylar arasında yapısal ve personel farkı asgaridir. Irak’taki ABD güçlerinin eski komutanı David Petraeus’un 2007-2008’de yürüttüğü strateji sonucunda, görevlerinin askeri operasyonlar çerçevesinden çıkıp sivillerin yöneteceği bir görev haline geldiği Amerikalı siyasetçiler tarafından ortaya konmuştur. Dahası Irak’ta güvenlik 2005-2006 yıllarıyla karşılaştırıldığında son dönemde oldukça iyi bir noktaya gelmiş olsa da gelecek aylarda ve yıllarda ne olacağı belirsizliğini korumaktadır. Sadece Kürtler ve Araplar arasında yaşanan bu tartışmaların bile, 2012 sonrasında bir güç boşluğuna neden olabileceği söylenebilir. Ancak Kürtler ve Arapların birbirleriyle savaşmak yerine Irak’taki el Kaide gibi bir ortak düşmana karşı birleşebilecekleri ümit edilmektedir. Son zamanlarda birçok bölgede barış içinde birlikte yaşanabilmesinin böylesi bir ümidi yeşerttiği söylenebilir. Kürt-Arap anlaşmazlığına ek olarak ABD’li yetkililer yükselen bir İran tehdidinden bahsetmektedir. İran’ın bazı Şii gruplara destek vermesi Araplar ve Kürtler arasında yaşanan çatışmaya yeni bir boyut kazandırabilir. Kuzey Irak’ın ayrı bir devlet olması durumunda ise benzer bir ayrışmanın Şii gruplar için öngörülebilir olması Irak’ta tüm dengelerin sarsılabileceğine işaret etmektedir. Güç boşluğunun doğurabileceği bu ihtimallere ek olarak, 2010 seçimlerinin ardından Irak’lı liderlerin beklenenden daha büyük bir özgüvenle politikalarını belirledikleri dikkat çekmektedir. Özellikle Maliki’yi destekleyen çoğunluğun bir kısmının anti-Amerikancı din adamı Mukteda el-Sadr’ın takipçilerinden olması endişelere neden olmaktadır. Maliki parlamentoda Arap, Kürt ve Şii’lere yer vererek bu endişeleri bir nebze olsa dindirmiştir. Ancak Maliki’nin ABD’li birlikler çekildikten sonra, Irak’ın güvenliğini, birliğini ve egemenliğini kendi başlarına koruyabileceklerini belirtmesi çekincelerin bir kez daha gözden geçirilmesine sebep olmuştur. Toparlamak gerekirse, ABD’den sonra 2003 ile kıyaslandığında göreceli olarak düzen sağlanmış ve özellikle kuzeyde Kürtler ilk etapta istediklerini elde etmiş olsa da, Araplar ve Kürtler arasında sınırların belli olmaması, petrol gelirlerinin paylaşımı gibi konular büyük sorunlara neden olabilecek gibi görünmektedir. Üstelik ABD, İran’dan algıladığı tehditten ötürü Irak’tan çekildikten sonra bölgedeki varlığını destek gruplarıyla devam ettirecektir. Tüm bu süreçte Türkiye için kritik günlerin başlayacağını iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bölgede İran nüfuzunun artması Türkiye’nin çekindiği diğer bir konudur. Bu sebeple Ankara, Irak’taki gruplarla dengeli ve diyaloga dayalı ilişkiler yürütmeye çalışmaktadır. Kürt grupların doğacak güç boşluğundan faydalanarak kuzeyde bağımsız bir Kürt devleti kurması ilk etapta mümkün görünmese de Türkiye’nin temkinli politikalar izlemesi gerekmektedir. Özellikle Kürt sorununun halledilememesi ve Kuzey Irak’ın Türkiyeli Kürtler için bir cazibe merkezi halini alması ihtimali bölgenin Türkiye için oldukça güç bir hal alması ile sonuçlanacaktır. Sürece uluslararası hukuk perspektifinden bakıldığında, her ne kadar siyasi ortamın böyle bir bölünmeye izin verecek bir potansiyeli varmış gibi görünse de, özellikle halkların kendi kaderlerini tayin etme retoriğinin pratikte genellikle devletlerin egemenlik haklarına saygı ve içişlerine karışmama gibi ilkelerle çakıştığı ortadadır. Öte yandan son zamanlarda kimi örneklerde, self-determinasyon ilkesinin uygulanmasında devletin üzerine düşen görevleri yerine getirip getirmemesinin de dikkate alındığı ortadadır. Dolayısıyla Türkiye için özel olarak, Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet oluşumu dikkate alındığında, kısa ve orta vadede böyle bir ihtimal hukuki anlamda tartışılamaz. Tartışılsa dahi Türkiye’nin Kürt vatandaşlarına gerekli sosyo-kültürel hakları tanımasıyla hukuki bağlamda Türkiye’nin etkilenmeyeceğini söylemek mümkündür. Aksi durumda Türkiye kendi izleyeceği politikalar sebebiyle konjonktürden kaçınılmaz olarak etkilenecektir. Bölgedeki gelişmeleri doğrudan etkileyebilecek bir diğer gelişme de Türkiye’deki siyasi ve ekonomik istikrarın devam etmesi ve Türkiye’nin hızla büyüyerek cazibe merkezi olmasıdır. Bu çerçevede elde edilecek ve sürdürülecek olumlu sonuçlar Türkiye’deki ve bölgedeki barış ve istikrar ortamının devamına önemli katkılar sağlayacak, aksi bir durum ise hem Türkiye’deki hem de bölgedeki olumsuz gelişmeleri tetikleyebilecektir. Bu çerçevede Tunus ve Mısır başta olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesinde meydana gelen halk ayaklanmaları karşısında Batılı devletlerin bölge istikrarı adına Türkiye’yi adres gösteriyor olmaları önemlidir. Malumu ilam kabilinden olsa da, bu noktada sahip olduğu potansiyelin Türkiye’ye bölge ülkeleri için model rolü oynama imkânını verdiği hatırlanmalıdır. Türkiye’nin bölge halkları arasında güçlenen imajı ve demokrasi tecrübesi Türk dış politikası adına önemli fırsatlar sunmaktadır. ABD’nin Irak’tan çekilmesi, Amerikan etkisinin bölge ülkeleri üzerinde giderek zayıflaması bağlamında değerlendirildiğinde daha da anlamlı hale gelmektedir. Mısır ve Tunus’taki halk hareketleri ABD’nin bir süpergüç olarak bölgede etkinliğini kaybetmeye başladığını göstermiştir. Bu toplumsal tepki sürecinde devreye girmekte zorlanan ABD ve AB, bölgesel politika geliştirme ve bu politikaları kabul ettirme konusunda artık daha fazla zorlanmaktadır. Bu da Türkiye’nin kendi bölgesel vizyonunu uygulama adına bir fırsat anlamına gelmektedir. Böylesi bir fırsat ise ancak bölgesel dinamiklerin ve bölgedeki gelişmeleri etkileyen farklı faktörlerin iyi analiz edilmesi ile değerlendirilebilecektir. ***
ABD NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYEYE ETKİLERİ BÖLÜM 4
5. TEMEL ULUSLARARASI HUKUK İLKELERİ
Şüphesiz “temel” diye nitelendirilebilecek çok sayıda uluslararası hukuk ilkesinden söz etmek mümkündür. Ancak klasik uluslararası hukukun özel önem atfettiği ve birbirleriyle yakından ilişkili iki temel ilke vardır ki bunlar 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl uluslararası siyasi sistemini şekillendirmiştir. Bunlardan birincisi, bütün devletlerin diğer devletlerin egemenlik haklarına saygı göstermesi gerektiğini ifade ederken ikincisi de bu noktadan hareketle devletlerin diğer devletlerin iç işlerine karışamayacaklarını vurgulamaktadır. 20. yüzyılın başında Amerikan başkanı Wilson tarafından popüler hale getirilen self-determinasyon (halkların kendi geleceklerini tayin etme) hakkı önemli bir uluslararası hukuk prensibidir. Fakat bu prensip 20. yüzyıl küresel siyasi sisteminde kısıtlı bir rol oynamış ve hiçbir zaman yukarıda anılan iki temel ilkeyi zedeleyecek veya ihlal edecek bir şekilde uygulanmamıştır. Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren beliren ve zamanla gözle görülür bir ilerleme kaydeden uluslararası insan hakları hukuku veya rejimi, klasik uluslararası hukuk içeriğini ve önceliklerini değiştirmeye başlamıştır. Bu çerçevede yukarıda bahsi geçen iki temel ilke sorgulanır hale gelmiş ve hatta giderek kendi vatandaşlarına temel insan haklarını garanti edemeyen rejimlere müdahale edilebileceği fikrinin doğmasına neden olmuştur. Bu eğilim giderek güçlenmiş ve en son Kosova örneğinde de görüldüğü gibi yeni bir boyut kazanmıştır. Yukarıda atıfta bulunulan iki temel uluslararası hukuk ilkesi bu örnekte göz ardı edilmiştir. Dahası, self-determinasyon ilkesi çerçevesinde de bağımsızlığı söz konusu olmayan Kosova’nın küresel siyasi sistemin yeni bir aktörü olarak tanınması yeni bir teamülün ortaya konulması ile mümkün olabilmiştir. Burada Kosova’nın bağımsızlığının tanınmasının temel gerekçesini Sırp yönetiminin Kosova halkına yönelik tutumunun kabul edilemezliği oluşturmaktadır. Bu çerçevede Slobodan Miloşeviç’in Lahey’deki uluslararası savaş suçları mahkemesinde Bosna Hersek’te işlenen suçlarla ilgili olarak değil, Sırp egemenliği altındaki Kosova topraklarında işlenen insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları ile ilgili olarak yargılandığını belirtmek konuyu izah edebilmek açısından yeterli olacaktır. 5.1. Self-determinasyonla Bölünmek Mümkün mü? 5.1.1. Self-determinasyon ve Pratik Uygulaması Self-determinasyon arzusu ile milliyetçilik arasında hiç şüphesiz çok yakın bir ilişki vardır. Bu çerçevede Fransız Devrimi’nin self-determinasyon ile ilgili gelişmeler üzerinde oldukça büyük bir etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. Geniş anlamda self-determinasyonun bir halkın kendi geleceğini tayin hakkına sahip olması şeklinde görülebileceği genel olarak kabul edilmektedir. Ancak spesifik örnek-olaylarda hangi grupların meşru bir şekilde bu hakkı kullanma iddiasında bulunabilecekleri çok net değildir. Bu konuda evrensel olarak kabul edilmiş standart ve kurallar mevcut değildir. Şu anda self-determinasyon hakkı olarak ifade edilmekte olan ilke, meşhur Wilson ve diğer self-determinasyon taraftarlarınca evrensel bir tatbikata sahip olacak şekilde düşünülmemiştir. Daha çok, yenilen devletlerin egemenliğinde bulunan halkların bağımsız ve egemen bir devlete sahip olmalarını sağlamak için düşünülmüş bir çözüm yoludur. Temel bir uluslararası hukuk kuralı olan self-determinasyon ilkesinin uygulanabilmesi için takip edilebilecek genel ve makbul kurallar formüle edilememiştir. Wilson’ın meşhur ifadesinde, “iyi tanımlanmış ulusal istekler”in azami bir tatmin ile karşılık görmesi olarak atıfta bulunulan self-determinasyonun birçok muğlâk noktası bulunmaktadır. Her şeyden öte, “iyi tanımlanmış istekler”in objektif tanımı mümkün değildir. Self-determinasyon hakkını kullanma iddiası ile yola çıkan bütün halklar elbette “iyi tanımlanmış ulusal istekler”e sahip olduklarını iddia edecektir. Self-determinasyon ile ilgili oldukça karmaşık ve tartışmalı başka noktalar da vardır. Bunların başında, kendi kendini yönetme becerisine sahip olmayacakları açık olan ama bu arada bağımsızlık istekleri güçlü halkların durumunun ne olacağıdır. İkincisi, bir azınlığın hakları karşısında, aynı ülke ve siyasi yönetimi paylaşan çoğunluğun haklarının hangi dereceye kadar zarar görmesine izin verileceğidir. Üçüncüsü, bir halk oylaması yapılacak ise, bu oylamanın kapsam ve yeri her zaman o kadar kolay olmayacaktır. Dördüncüsü, bir etnik azınlığa egemenlik hakkı tanındığında ne olursa olsun, her zaman bir grubun başka bir grup içinde azınlıkta kalma riski vardır. Örneğin bağımsızlığı tanındığı takdirde Güney Osetya’daki Gürcü azınlığın durumu ne olacaktır? Her ne kadar açık bir şekilde ilk defa ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından 1918 yılında dile getirilmişse de self-determinasyon ilkesine pozitif uluslararası hukuk kuralı niteliği kazandırma girişimi ilk kez Sovyetler Birliği tarafından 1945 yılında toplanan San Francisco Konferansı’nda yapılmıştır. Konferans’ta kavramın ve halkın tanımı yapılmamış olmakla birlikte Sovyet delegeleri, ulusların eşitliği ve self-determinasyonuna atıfta bulunmuştur. Self-determinasyon ile ilgili tartışmalar İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar büyük ölçüde teorik düzeyde kalmış ve test edilme imkânı bulmamıştır. 1950’li yıllardan itibaren de özellikle Birleşmiş Milletler çerçevesinde daha sıklıkla tartışılmaya başlamıştır. Bu dönemde Libya’nın İtalya’dan hemen bağımsızlığını almasına karar verilirken Somali için on yıllık bir süre belirlenmiştir. Ancak her iki kararda da bu iki ülkenin kendi kendilerini yönetmek için yeterli kaynak ve kabiliyete sahip olup olmadıklarına bakılmamıştır. Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki BM özellikle ilk yıllarında self-determinasyon ile ilgili net olmayan bir tutum benimsemiştir. BM Statüsü, self-determinasyondan söz etmekle birlikte bu ilkeye oldukça silik bir vurgu yapmaktadır. Statü self-determinasyonu sadece ilke olarak ele almakta, bu terimden hak veya standart şeklinde bahsetmemektedir. Self-determinasyon ile ilgili uygulamaya yönelik yapılan ilk tartışmalarda “halk” kavramının nasıl tanımlanacağı, diğer bir ifade ile neyin halk olarak görüleceği önemli bir problem teşkil etmiştir. Zira kendi kendini halk olarak ilan eden her grubun bu hakkı kullanmaya yetkili ve ehil olmayacağı açıktır. Böyle bir şeye izin verildiği takdirde uluslararası siyasi düzenin anarşi ile boğuşacağı ve sayısız devletin ortaya çıkmasına izin verilmesi gerekeceği bellidir. Bununla birlikte genel kabul gören bir hak ve prensip şeklinde self determinasyonun büyük kabul gördüğü iki temel dönemden söz etmek mümkündür. Ancak her iki dönemde de ilgili hak sadece belirli ülke ve halklar için uygulanmış; dolayısıyla sınırlı bir tatbikat imkânı bulmuştur. Birincisi, Birinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönemde Wilson söz konusu ilkeyi evrensel anlamda kullanmakla birlikte sadece Avrupa’da bazı toplulukların egemenlik hakkı kazanması amacını gütmüştür. İkincisi ise İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönemde ise self-determinasyonun uygulanmasında temel eğilim ve amaç denizaşırı imparatorlukların parçalanması sürecini istikrarlı bir şekilde sonuçlandırmaktır. Dekolonizasyon olarak bilinen bu dönemde sıklıkla uygulama alanı bulan self-determinasyon ilkesinin bu dönem sona erdikten sonra eski hızını ve popülaritesini kaybettiği açıktır. Dekolonizasyon döneminde bile BM’nin self-determinasyon çerçevesinde bağımsızlıklarına izin verdiği bölgelerin, ana yönetim merkezi veya sömürgeci birim ile fiziksel olarak oldukça ayrı ve uzak olmaları dikkat çekmiştir. Bu nedenle de örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden ayrılmak isteyen Katanga bölgesinin bu arzusunu Birleşmiş Milletler reddetmiştir. 24 Kasım 1961 tarihli Güvenlik Konseyi kararı, bölgenin bağımsız ve egemen bir devlet olma doğrultusundaki iddialarını tamamen reddetmiş ve Kongo Cumhuriyeti’ni Kongo’nun dış ilişkilerinden sorumlu tek siyasi varlık olarak tanımıştır. Yukarıdaki kısa açıklama self-determinasyonun daha çok sömürge ilişkisinin bulunduğu dönem ve durumlarda daha sıklıkla uygulama imkânı bulduğunu göstermektedir. Ancak belirtmek gerekir ki sömürge ilişkisinin olmadığı bazı özel durumlarda bile uluslararası hukuka göre self-determinasyon hakkı tanınabilmektedir. Örneğin Doğu Pakistan’daki iç çatışmalarda geçici de olsa problemi çözmek için self-determinasyonun çerçevesini belirlemek üzere bazı ilave kriterler belirlemek mümkündür. Bu kriterler özetle şunları içermektedir: iki bölgenin fiziksel olarak birbirinden ayrı olması ve Batı Pakistan’ın Doğu Pakistan üzerindeki hâkimiyeti; iki bölge arasında dil, kültür ve etnik farklılıklar; Batı Pakistan lehine büyük bir ekonomik farklılık; Batı Pakistan ordusunun acımasız eylemleri ve soykırım suçlamasına neden olan tutumları. Eğer self-determinasyon, bir halkın kendi yönetimini, geleceğini ve siyasi kurumlarını seçme özgürlüğü ve hakkı ise bu hakkın aynı zamanda bir devletin ülkesel bütünlüğe sahip olma hakkı ile önemli bir tezat oluşturacağı açıktır. Birleşmiş Milletler de birçok örnekte ayrılıkçı hareketlere karşı soğuk davranmış ve ayrılıkçılığın self-determinasyon ilkesi çerçevesinde meşrulaştırılmasına izin vermemiştir. Bunun en önemli nedeni ise, kendi üyelerinin ülkesel bütünlüğüne yönelik bu tür tehditlere izin verdiği takdirde BM’nin oldukça zor bir durumda kalacağıdır. Self-determinasyon çok farklı bir şekilde uygulama alanı bulabilmektedir. Bunların arasında şu ana kadar en fazla gözlenen formları şunlardır: Asya ve Afrika devletlerinin bağımsızlıklarında olduğu gibi sömürge hâkimiyetinden kurtulma; bunun tersi, yani bir devletin egemenliğinde kalma iradesi; bir devleti barışçı bir şekilde sona erdirme ve sona eren devlet ülkesi üzerinde yeni bir devlet oluşturma; Bangladeş ve Eritre örneklerinde olduğu gibi tartışmalı ayrılma hakkı; Almanya örneğinde olduğu gibi bölünmüş devletlerin yeniden birleşmesi ve sınırlı otonomi hakkı. Buradan hareketle self-determinasyon ilkesi çerçevesinde Türkiye’nin bölünebileceğini ya da parçalanacağını söylemek mümkün değildir; modern dünyada self-determinasyon ile ilgili uygulamaların hiçbirinin Türkiye’nin bölünmesi için bir temel teşkil etmesi veya bir model olarak sunulabilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle de sırf halkların kendi geleceklerini tayin etme hakkı ilkesel olarak vardır diye Türkiye’de bulunan grup veya topluluklar Türkiye’den ayrılmayı talep edemeyeceklerdir. Dolayısıyla ne uluslararası sistemi var eden temel ilkeler, ne de self-determinasyon ilkesi Türkiye’nin bölünme veya parçalanmasına sebep olacak nitelikte değildir.
ABD NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYEYE ETKİLERİ BÖLÜM 3
3. KUZEY IRAK’TA BAĞIMSIZ KÜRT DEVLETİ KURULABİLİR Mİ?
ABD’nin Irak’tan çekilmesi bağlamında Türkiye’yi yakından ilgilendiren önemli bir konu Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağıdır. Bununla bağlantılı başka bir önemli sorun da bağımsız bir Kürt devletinin kurulması durumunda Türkiye’nin nasıl bir tutum takınacağıdır. ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde Kuzey Irak’ın elde ettiği otonom statü ile ilgili olarak zaman içinde belirgin bir şekilde pozisyon değiştiren Türkiye bu sürece hazırlıksız olmadığını göstermiştir. Bugün gelinen noktada artık Türkiye, Irak’ın anayasal süreç dâhilinde alacağı siyasi şekle saygı göstereceğini ima etmektedir. Ancak bunun bağımsız bir Kürt devletinin tanınması da dâhil olmak üzere yakın döneme kadar kimsenin dillendirmek bile istemeyeceği ihtimalleri kapsayıp kapsamadığı henüz net değildir.
Bu çerçevede ilk olarak bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının yakın bir gelecekte mümkün olup olmadığının tespiti önem kazanmaktadır. 2010 yılının sonlarında toplanan Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) kongresinde konuşan parti lideri Mesut Barzani bu bağlamda dikkat çekici birtakım mesajlar vermiştir. Konuşmasında Kürtler arasında birlik olması gereğini ima eden Barzani gerek Türkiye ve gerekse bölge açısından büyük önem taşıyan bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağı ile ilgili tartışmaya da katkıda bulunmuştur. Daha önceki açıklamalarında kendisinin ve Kürtlerin şimdilik bağımsız bir Kürdistan gibi bir hedeflerinin olmadığının altını çizen Barzani son konuşmasında Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etme haklarının olduğunu hatırlatmıştır. Bir yönüyle önceki tutumu ile çelişki sergiler gibi görünen bu açıklama aslında bütüncül açıdan bakıldığında daha ziyade tamamlayıcı niteliktedir. Kısaca ifade etmek gerekirse, Barzani hiçbir zaman Kürtlere ait ayrı bir devletten tamamen vazgeçtiklerini söylememiştir; aksine her Kürdün kalbinde kendilerine ait bir devlette yaşama umut ve isteğinin olduğunun altını çizmiştir. Fakat şartların henüz böylesi bir adım için uygun olmadığını hatırlatarak şimdilik kendilerinin ve diğer Kürtçü aktörlerin bu yönde kısa vadeli bir hedef belirlemediğini açık yüreklilikle ifade etmiştir.
Bu açıdan bakıldığında aslında Barzani’nin self-determinasyona atıfta bulunması yeni bir istek veya hevese işaret etmemektedir. Diğer bir ifadeyle, daha önceki tutumuyla farklılık arz edecek önemli ve radikal bir değişiklik dile getirmemiştir. Ancak bu gelişmeyi önemli yapan nokta söz konusu açıklamanın büyük bir kongrede ve aralarında Iraklı yöneticilerin olduğu bir yerde yapılmış olmasıdır. Bir başka önemli nokta da konuşmanın özünün bu mesaja ayrılması ve yine kongrenin Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etmeleri sürecinin bir başlangıcı olarak tanımlanmasıdır.
Elbette Barzani de halen şartların bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için uygun olmadığının farkındadır. Bu açıdan konjonktürü iyi okuduğunu ve gelişmeleri de iyi değerlendirdiğini söylemek mümkündür. Ancak yine de Kürtlerin bağımsızlık haklarının bâki ve saklı olduğunu da her fırsatta yenileme gereğini hissetmektedir; daha da önemlisi, bunu sabırlı bir şekilde sürdürdüğü politikasının bir parçası olarak yapmaktadır. Fakat, Barzani’nin de farkında olduğu üzere, kısa vadede bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının önünde ciddi engeller vardır. Bunlardan bir kısmı elbette sadece bu döneme mahsustur; ama bir kısmı da daha yapısal ve bu nedenle de aşılması daha zordur. Uzun vadede ise ne olacağını söylemek tabi ki zordur; ama sabırlı ve bütüncül bir politika Barzani’nin istediğini elde etmesine olanak verebilecektir.
Kısa vadede ise bağımsız Kürt devletinin kurulmasının önündeki en önemli engel, bölünmüş bir Irak’ın Amerikan çıkarlarına hizmet etmeyeceği ve ABD’nin Ortadoğu vizyonu ile örtüşmeyeceği gerçeği ile yakından ilişkilidir. Uzun detaylardan kaçınarak bu bağlamda şunu söylemek mümkündür: Irak’ın işgali, bölge konusunda uzmanlaşan analistlerin haberini verdikleri Şii hilali etkisi ve tehlikesini daha görünür hale getirmiştir. Yıllardır beklemede olan farklı aktörlerin kapalı tutulduğu Pandora’nın kutusu artık açılmıştır. İşgal ABD açısından hiçbir sorunu halletmediği gibi yeni sorunlara da yol açmıştır. Ki bunların başında İran’ın nüfuz alanının işgalle birlikte görünür düzeyde genişlemiş olması gelmektedir. Böyle bir ortamda Irak’ın bölünmesine izin vermek Irak’ı usulca İran’a teslim etmek anlamına gelecektir. Mevcut haliyle Irak’ın İran etkisine tam olarak girmesinin önündeki en önemli, ama bu rolü oynamaya da pek hevesli olmayan, engel Kuzey Irak’ta Kürtlerin varlığıdır. Irak Şiilerini bir blok gibi değerlendirmek doğru olmasa da, bugün Iraklı Şii grupların en azından bir kısmı İran’la ortak hareket ediyor görüntüsünü vermekten çekinmemektedir. Bu da ABD açısından durumun oldukça ciddi olabileceği anlamına gelmektedir.
Aynı çerçevede üzerinde durulması gereken ikinci önemli faktör uluslararası hukukun self-determinasyon ile ilgili düzenlemelerinin her isteyen topluluğa kolayca bağımsızlık imkânı tanımıyor olmasıdır. Evet, ulusların kendi kader ve geleceklerini tayin hakkı vardır; ancak bu hak mutlak ve sınırsız değildir. Diğer bir ifadeyle söz konusu hakkın kullanılması birtakım başka koşulların sağlanmasına bağlıdır. En basitinden self-determinasyonun, uluslararası camianın bir üyesi olan bağımsız bir devletin “egemenlik” hakkını ihlal etmiyor olması gerekmektedir. Bu da self-determinasyon ilkesine dayanarak bağımsızlık ilanının ancak merkezi devletin rızası ile mümkün olabileceği anlamına gelmektedir. Irak örneğinde de bağımsız bir Kürdistan, ancak merkezi bir hükümet ile buna olanak tanıyan bir antlaşma yapılması ile mümkündür. Bu ise hâlihazırda oldukça uzak bir ihtimaldir. Ancak Barzani, böylesi bir fırsatı sunan konjonktür oluştuğunda bağımsızlık için hazır olmak istemektedir. 4. TÜRKİYE'NİN BÖLÜNME RİSKİ NEDİR? Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulması Türkiye’nin güvenliği açısından önemli sorunlar doğurabileceği gibi ülkenin yıllardır mücadele ettiği PKK terörü bağlamında da ilave sorunlara neden olabilecektir. Bundan daha önemlisi ise Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması uzak bir ihtimal de olsa böyle bir gelişme Türkiye’nin bölünmesine sebep olabilecek şartları doğurabilir. Bu ihtimal son derece uzak olmakla birlikte ABD’nin Irak’tan çekilmesi bağlamında dikkate alınması gereken bir konuya işaret etmektedir. Burada en önemli nokta Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletinin Türkiye Kürtlerine cazip gelmesi ihtimalidir. Buna paralel olarak hâlihazırda bölücülükten vazgeçtiğini açık bir şekilde ifade eden PKK terör örgütünün silahlı çatışmanın tonunu ve şiddetini artırma ihtimalidir. PKK’nın ayrı bir Kürt devleti hedefinden vazgeçerek Kürtlerin siyasi ve kültürel hakları için mücadele ettiğini ifade etmeye başlamış olması bir yönüyle örgütün bu hedefi gerçekçi bulmamasına bağlanabilir. Hâlbuki Kuzey Irak’ta kurulacak bir bağımsız Kürt devleti PKK açısından silahlı mücadeleye yeni bir anlam yükleyebilecek tir. Otuz yıldan beri bölücü ve ayrılıkçı bir siyasi hedef çerçevesinde faaliyet gösteren PKK terör örgütünün hedeflerine ulaşamayacağı ve Türkiye’yi bölemeyeceği genelde hamasi ve daha çok bir umuda işaret eden bir söylemle dile getirilmektedir. Bununla birlikte bunun tam aksi bir retorik de Türkiye’nin bir cendere içinde sıkıştığını ve büyük güçlerin en azından bazılarının Türkiye’yi bölme hedefini sürekli gündemlerinde tuttuklarını ima etmektedir. Sıklıkla Sevr Antlaşması’na atıfta bulunması nedeni ile liberal ve iyimser çevrelerce Sevr Sendromu olarak da isimlendirilen bu düşünce çizgisi bir kenara bırakıldığında Türkiye’nin bölünme ve parçalanma riski daha gerçekçi bir zeminde tartışılabilecektir. Küresel siyasi hesaplar ne olursa olsun, dünya siyasi sisteminin alacağı şekil önemli ölçüde uluslararası hukuk parametreleri çerçevesinde belirlenecektir. Burada spesifik uluslararası hukuk kurallarından ziyade küresel sistemi var eden genel ilkelere atıfta bulunmak gerektiğini belirtmekte fayda vardır. Yoksa uluslararası anlaşma ve sözleşmelerde ifade edilen kuralların sıklıkla ihlal edildiği herkesin malumudur; ancak genel ilkelerin devamlı ve sistemli bir biçimde ihlali o kadar kolay değildir. Bu nedenle de Türkiye’nin parçalanma ve bölünme riskinin gerçekçi bir analizi için günümüz uluslararası hukuk anlayışına yön veren temel ilkeleri dikkate almak gerektiği açıktır. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki klasik uluslararası hukuk anlayışına göre Türkiye’nin bölünmesi ya da parçalanmasının söz konusu olamayacağını söylemek mümkündür. Ancak, değişen ve daha çok transnasyonel bir niteliğe bürünen günümüz uluslararası hukukuna göre Türkiye’nin toprak bütünlüğünün garanti edilmesi büyük ölçüde Türkiye vatandaşlarının evrensel hak ve hürriyetlerinin sahici bir biçimde korunmasına bağlı olacaktır.
ABD NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYEYE ETKİLERİ BÖLÜM 2
2. ABD’NİN IRAK’TAN ÇEKİLMESİ VE MUHTEMEL ETKİLERİ ABD Başkanı Obama seçim kampanyası sırasında verdiği sözlere büyük ölçüde sadık kalarak Irak’taki Amerikan askerlerinin sayısının Ağustos ayı sonunda 50.000’e indirileceğini teyit etmiştir. Bu yeni hamleyle birlikte Ağustos ayı sonu itibariyle Irak’ta savaşa doğrudan katılacak Amerikan askerinin kalmayacağı tahmin edilmiştir. Bu tahminler büyük ölçüde gerçekleşmiş ve planlanan takvimden önce Amerikan muharip güçleri ülkeyi terk etmiştir. Bölgede kalmaya devam edecek olan Amerikan askeri ise destek amaçlı fonksiyonlar üstlenecektir; Irak yetkililerine danışmanlık ve rehberlik işlevi görecek bu askeri varlık ayrıca ülkedeki Amerikan çıkarlarını koruyacaktır. Amerikan askerleri sadece Irak güvenlik güçlerini eğitmeye devam edecek ve teröre karşı operasyonlara katkı sağlayacaktır. Bundan çok daha önemlisi ise askeri çekilme takviminin herhangi bir aksaklık olmadan işlemeye devam etmesi yılsonunda Irak’ta Amerikan işgalinin bitmesi anlamına gelecektir. 2008 yılında ABD ile Irak hükümeti arasında imzalanan SOFA anlaşmasına göre 2011 yılının sonunda ülkedeki Amerikan askeri varlığı sona erecektir. Bu takvimin ve söz konusu anlaşmanın öngördüğü çekilme sürecinin ne derece sağlıklı işleyeceği ile ilgili kuşkular, çekilmenin tekrar teyit edilmesiyle ve 2010 Ağustos ayı sonunda gerçekleşen asker sayısındaki indirimle kısmen de olsa giderilmiştir. Elbette asker sayısının 50.000’e indirilmesi ABD’nin Irak’tan 2011 yılı sonunda çekileceği anlamına gelmeyebilir. Diğer bir ifadeyle böylesi bir çekilmeye rağmen, başka gelişmelerin vuku bulması halinde ABD’nin tam çekilmesinin ertelenmesinin gündeme gelmesi mümkündür. Ancak gerek Obama’nın bu konuda açık taahhütlerde bulunmuş olması ve gerekse sürecin şu ana kadar büyük ölçüde sorunsuz ilerlemesi bu konuda önemli işaretler vermektedir. Çekilmenin öngörüldüğü şekilde 2011 yılının sonunda tamamlanması için güçlü bir neden de bunun Obama yönetimi için artık bir prestij meselesi haline gelmiş olmasıdır. Seçim kampanyasında bu konuya genişçe yer ayırmış olması ve Amerikan halkının artık somut sonuçlar görmek istemesi Obama’yı bu konu söz konusu olduğunda daha hassas hale getirmektedir. Unutmamak gerekir ki Bush’un, iki kere üst üste seçim kazanmış olmasına rağmen popülaritesinin ve inanırlılığının Amerikan halkı nezdinde sorgulanır hale gelmesinde en büyük etken Irak’ta Amerikan askeri varlığının ve diplomasisinin içine girdiği çıkmazdı. Obama bu karışık ve sorunlu durumdan ABD’yi çekip çıkarma vaadiyle seçimi kazanmıştır. Dolayısıyla aksine güçlü bir neden olmadıkça çekilme takviminin öngörüldüğü şekliyle sürdürülmesi konusunda özel bir çaba göstereceğini söylemek mümkündür. Zira Afganistan konusunda şimdiden ciddi problem yaşayan Obama’nın benzer bir sorunu Irak söz konusu olduğunda yaşamak istemeyeceği tahmin edilebilir. Muhtemelen Afganistan’da var olan asker sayısının artırılmasından başka bir seçeneğe izin vermeyen bir durum söz konusu olmuştur; ancak benzer bir durum yaşanmadıkça ABD’nin Irak’tan çekilme takvimine sadık kalacağını belirtmek gerekir. Böylesi bir ortam ise ancak yeniden artan şiddetin yaratacağı kaos ile mümkün olabilecektir. Amerikan askeri varlığının azalmasının gündeme geldiği günlerde ve muharip askerlerin tamamen çekilmesinden sonraki süreçte el Kaide’nin saldırılarını yoğunlaştırması bu nedenle sürpriz olarak görülmemelidir. Sadece çekilme işaretlerinin verilmiş olmasının bile bu denli bir hareketlenmeye neden olduğu dikkate alındığında Irak’taki Amerikan askeri varlığının tamamen sona ermesinin önemli etki ve sonuç doğuracağını öngörmek mümkündür. Çekilmenin önemli etkilerinden bir tanesi hiç kuşku yok ki bir güç boşluğuna yol açacak olmasıdır. Elbette Ağustos ayı sonundan itibaren ülkede kalacak olan 50.000 Amerikan askeri, işgal başlangıcındaki sayı ile kıyaslandığında sembolik düzeyde kalmaktadır. Bu bağlamda takvimin tedrici bir çekilmeyi öngörmesi önemli ve yerinde bir karar gibi görünmektedir. Ancak hiçbir Amerikan askerinin olmadığı bir Irak’ta silahlı grupların cesaret kazanması kuvvetle muhtemel olacaktır. Bir başka önemli nokta da çekilme süreci nispeten sorunsuz ilerlerken Irak’ta siyasi istikrarın sağlandığı veya sağlanabileceği yönünde güçlü işaretlerin olmamasıdır. İktidarı bırakmaya niyeti olmadığının işaretlerini veren Nuri el Maliki bazı işaretlere dayanarak totaliter eğilimlere sahip olmakla suçlanmıştır. Ortadoğu’nun hemen hemen tümünde hâkim olan bu güçlü eğilimin, Amerikan askeri varlığının sona ermesi ile birlikte Irak’ta nelere sebep olacağını kestirmek mümkün değildir. Bu çerçevede devrik Irak lideri Saddam’ın yardımcısı ve halen hapiste bulunan Tarık Aziz’in Amerikan çekilme sürecini eleştirirken Obama’nın Irak’ı kurtların elinde bırakacağı şeklinde bir çıkış yapması önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Gerçekten de siyasi arenada Amerikan işgali sonrasında Irak’ta ne olabileceği ile ilgili maalesef iyimser olmak o kadar kolay değildir. Bununla birlikte bu hiçbir şekilde Obama’nın Irak’ı kendi halinde bırakmaya niyetli olduğu anlamı taşımamaktadır. Amerikan askerlerinin çekilmesine rağmen Obama yönetimi Irak’ta istikrar sağlama adına diplomasiye ağırlık vermeye devam edecektir. Elbette Amerikan ilgisi bununla sınırlı kalmayacaktır; şimdiden çok sayıda petrol anlaşması yapılmış durumdadır ve özellikle Kuzey Irak’ta Amerikan şirketlerinin önemli ayrıcalıklar kazandığı belirtilmektedir. İlave olarak bu şirketlerde işgal sürecinde önemli roller üstlenmiş olan Amerikalı diplomat, asker ve politikacıların da kritik pozisyonlarda olduklarını hatırlatmakta fayda vardır. 3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR., ***
İkinci önemli neden ise işlerin Irak'ta işgalin ilk dönemlerine göre oldukça iyiye gitmesidir. Özellikle 2007 yılından itibaren, işgalin ilk yıllarında en önemli problem olan güvenlik sorunu artık yönetilebilir bir hale gelmiş ve bu durum farklı rapor ve resmi görüşlerle teyit edilmiştir. Böylece Obama yönetimi çekilme konusunda kararlı bir tavır edinmiştir. Irak gerçeklerine vâkıf olmaya başlayan ve bu bağlamda kabilecilik bağlarının önemini kavrayan ABD yönetimi kabile ve grupların el Kaide karşısında etkin bir tavır takınmaları yönünde önemli çabalar göstermiştir. Bu çabalar büyük ölçüde sonuç vermiştir; bugün el Kaide ve benzeri gruplara Anbar gibi kale konumundaki bölgelerde bile eskisi gibi destek verilmemektedir.
Bir başka önemli faktör de Irak işgalinin artık Amerikan halkı nezdindeki meşruiyetinin iyiden iyiye zayıflamış olmasıdır. İşgalin ilk yıllarında yüzde 70’lere varan destek bugün yüzde 30’lar seviyesine inmiş durumdadır. Somut sonuçların elde edilemediği kanaati, işgalin gerekçesi olarak gösterilen kitle imha silahları konusundaki iddiaların asılsız olduğunun ortaya çıkması, 11 Eylül'ün psikolojik etkisinin azalmaya başlaması ve daha da önemlisi çatışmalarda verilen askeri kayıplar Amerikan halkının işgale yönelik düşüncelerini önemli ölçüde etkilemiş durumdadır. İşgalin bütün yükünün Amerikan halkının vergileri ile karşılandığı şeklindeki -pek de yanlış olmayan- kanaat de Amerikan halkının öfkesine neden olmaktadır. Bütün bunların bir sonucu olarak gittikçe artan sayıda Amerikalı, işgalin bir an önce sona ermesini istemektedir. Nitekim aslında Obama'ya seçimde verilen desteğin bir anlamı da budur. Tahminlerin aksine Amerikan dış politikası ve dışişleri halkın algılarına ve tepkilerine son derece duyarlıdır. Normalde Amerikan halkının dış politika konularına ilgisiz ve yabancı olduğu bir gerçektir. Ancak halkın dikkatini çekebilmiş konularda halkın ne düşündüğü ve ne tepki verdiği dış politika yapım sürecinde önemli bir etkiye sahiptir. Irak işgali de bu konulardan birisidir.
Son olarak işgalin maliyetinin büyüklüğü ve Amerikan ekonomisinin son dönemlerde önemli krizler ve problemlerle boğuşması işgalin bir an önce sona erdirilmek istenmesinin arkasındaki temel nedenlerden bir tanesi olarak gösterilebilir. Elbette işgal harcamalarının doğrudan krizler üzerinde belirleyici etkisi olmayabilir. Ancak Irak'taki Amerikan askeri harcamalarının son derece büyük miktarlarda olduğu dikkate alındığında, işgalin finansal boyutunun belirgin bir etkisi olmayacağını söylemek oldukça zordur.
Deniz Bölükbaşı’nın “Irak, Suriye ve Türkiye’ye Etkileri” Konferansı
Emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı, Türk Ocakları Ankara Şube’sinin davetlisi olarak Türkiye Kamu-Sen Genel Merkez salonunda “Irak ve Suriye’de Gelişmeler,
Irak ve Suriye iki komşu ülke, iki sorunlu coğrafya. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyanın Irak ve Suriye’de yaşanan gelişmelerin Türkiye üzerinde milli güvenlik bakımından arz ettiği tehditlere, tehlikelere ve risklere geçmeden önce, bölgemizin ve yaşananların kısa bir özetini sizlerle paylaşmak istiyorum. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyanın belki de en önemli özelliği, bölge ülkelerinin siyasi coğrafyalarının, jeopolitiklerinin yeniden tanzim edilmesi dinamiklerinin harekete geçmesi olmuştur. Irak ve Suriye bu siyasi coğrafya değişikliğinde bugün karşımızda iki ülke olarak durmaktadır. Türkiye, etnik ve mezhep temelinde husumetlerin körüklendiği, ayrılma ve bölünme dinamiklerinin harekete geçtiği, terör örgütlerinin at oynattığı ve her alanda istikrarsızlığın hüküm sürdüğü çok nazik bir coğrafyanın merkezinde bulunmaktadır. Türkiye’nin her iki komşusu Irak ve Suriye’de yaşananlar, bugün Türkiye’yi çok ciddi güvenlik tehdidiyle karşı karşıya bırakmıştır.
Irak ve Suriye’nin iki ortak özelliği
Belki de cumhuriyet tarihimizde ilk kez Türkiye, iki komşu ülkede askeri güç bulundurmakta ve askeri harekât icra etmektedir. Irak’ta kuzeyde PKK’ya karşı yürütülen askeri faaliyetler, ayrıca Başika Eğitim Kampı’ndaki Türk askeri mevcudiyeti ve uzun bir süredir Irak’ta bulunan Türk Özel Birlikleri İrtibat Timleri –ki benim Dışişlerinden emekli olmadan önceki dönemde bunların sayısı 2 bin kadardı şimdi de aşağı yukarı aynıdır diye düşünüyorum- Irak’taki askeri varlığımız ve icra ettiğimiz askeri operasyonlardır. Suriye’ye gelince, malumunuz Fırat Kalkanı harekâtıyla Cerablus-El Bab-Maden Hattında oluşturduğumuz güvenli bölge, son olarak da İdlib’de “çatışmasızlık” Astana Misyonu çerçevesinde icra ettiğimiz askeri faaliyet, Türk Silahlı kuvvetlerinin Suriye’deki mevcudiyetidir. Hiçbir dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri iki komşu ülkede askeri harekât yapmamıştır. İlk defa Cumhuriyet tarihinde iki komşu ülkede birden Türk Silahlı Kuvvetleri askeri faaliyet icra etmektedir.
…ve ikinci ortak özellik
Her iki ülkeye de PKK’nın yerleşmiş olmasıdır. Irak’ın kuzeyinde uzun bir süredir bulunan PKK, Kandil ve Kuzey Irak’taki kamplı bölgelerinin dışında bugün güneye de inmiş, Sincar’da Şengal’de önemli bir askeri mevcudiyet bulundurmaktadır. Suriye’ye gelince, PKK’nın Suriye kolu PYD, üç kantonlu, El Cezire, Kobani ve Afrin, ilerde bağımsız ve otonom bir Kürt yönetim merkezi olacak şekilde, şimdiden yarı bağımsız bir statüde, Suriye’nin yeni siyasi mimarisine hazırlık sürecinde, Suriye’nin kuzeyine yerleşmiştir. Böylece Türkiye’nin güneyinde bir terör koridoru oluşturulmaya çalışılmaktadır. İkinci ortak özellik PKK’nın mevcudiyeti.
Üçüncü ortak özellik
Irak ve Suriye’ye bakınca her iki ülkedeki Kürt nüfusun, özerklikten bağımsız bir devlet olma yolunda iç dinamiklerinin harekete geçmiş olmasıdır. Irak’ta Barzani’nin geçtiğimiz 25 Eylül’de akil kalan bağımsızlık referandumu. Suriye’de de PYD’nin bu sözde 3 kantonun ilerde bir otonom Kürt Bölgesi’ne dönüşmesi planları.
Dördüncü ortak özellik
PKK’nın Irak ve Suriye üzerinden uluslararası meşruiyet kazanıyor olmasıdır. Bugün PKK, Irak’ta Amerika’nın yakın himayesine ve Barzani’nin doğrudan himayesine mazhar bir siyasi aktör haline gelmiştir. Suriye’de de, PKK’nın Suriye kolu PYD, Suriye’nin yeni siyasi mimarisinin belirlenmesi sürecinde –ki bu, iç savaşın bitmesi sonrası dönemde olacaktır – bir siyasi aktör olarak sahnede yerini alacaktır. Bugün itibariyle PYD ve onun asli kolu olan YPG, ABD’nin IŞİD’e karşı yürüttüğü askeri harekâtlarda koalisyon güçlerinin stratejik ortağı olarak görülmekte ve kara ordusu olarak kullanılmaktadır.
Dördüncü ortak noktaya bakarsak, hem Irak’ta hem Suriye’de İran’ın nüfusunun giderek artıyor olması karşımıza çıkmaktadır. Türkiye bir yandan Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de PKK terör koridoruyla çevrelenirken aynı zamanda bir Şii koridoruyla da çevrelenmektedir. Hem Irak’ta hem Suriye’de İran’ın artan nüfusuyla.
Beşinci ve altıncı ortak özellik
Belki bunların bir doğal sonucu olarak Türkiye’nin hem Irak’ta hem Suriye’deki etkisi ve nüfusunun giderek aşınıyor, giderek azalıyor olmasıdır.
Altıncı ve belki de en önemli ortak noktalardan biri Irak ve Suriye’de yaşanan çatışma ve savaş ortamından en fazla zarar gören grubun Irak ve Suriye Türkmenleri olmasıdır.
Bu altı ortak noktaya baktığımızda, aslında bunlar bizim Irak ve Suriye ile ilişkilerimizde bugün ve görülebilir gelecekte sorun alanlarının da bir özetidir.
AKP’nin Bir Türkmen Politikası Yoktur
Bugün bizim Irak ve Suriye ile ilişkilerimizde üç sorun alanından birincisi, PKK’nın mevcudiyeti, o ülkeleri Türkiye’ye karşı bir saldırı cephesi olarak kullanması.
İkincisi, o ülkelerdeki Kürt nüfusun özerklikten bağımsız bir devlet olmaya giden yolda mesafe alıyor olmaları.
Üçüncüsü de hem Irak’taki hem Suriye’deki Türkmen kardeşlerimizin hak ve hukuklarının korunmasında ilerde çok daha ciddi sıkıntılarla karşılaşacağımız bir sürece gidiyor olmasıdır.
Bugün, her iki ülkedeki Türkmenler de milli kimlik, milli benlik ve milli varlık mücadelesi vermişlerdir ve vermektedirler. Bu mücadeleyi verirken maalesef Türkiye’den bekledikleri ve olması gereken ölçüde yardım ve destek görememişlerdir. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin 15’inci iktidar yılında bir kez daha acı bir şekilde görülmüştür ki AKP’nin bir Türkmen politikası yoktur.
Türk Milliyetçiliği ile Kürt Milliyetçiliğini, Türkçülük ile Kürtçülüğü aynı kefeye koyan bir zihniyetten tutarlı, etkili ve kapsamlı bir Türkmen politikası belirlemesi esasen beklenemeyecektir.
Suriye’nin durumu
Şimdi bu genel resimden sonra Irak ve Suriye’deki son durumu kısaca sizlerle paylaşmak isterim. İsterseniz önce Suriye’den başlayalım. İç savaşın altıncı yılının sonuna yaklaştığımız bu dönemde karşımızdaki tablo şudur: Kürtler PKK’nın Suriye kolu PYD vasıtasıyla kuzeyde ilerde otonom bir bölgeye dönüşecek bir varlık tesis etmişler, buraları sözde kanton ilan etmişler. Geçtiğimiz ay bu üç kantonda da, mahalle ve köy temsilciliği seçimlerini yapmışlar. Önümüzdeki Kasım ayında da Belediye seçimlerini, Ocak 2018’de de yerel parlamento seçimlerini yapma kararlarını almışlardır. Bu PYD, Amerika’nın Suriye’de bugün stratejik ortağıdır. IŞİD’e karşı yürütülen harekâtlarda Amerikan güçleri tarafından kara ordusu olarak kullanılmaktadır. Son olarak Rakka’nın IŞİD’den alınması sürecinde İmralı canisinin büyük boy posterlerinin Rakka sokaklarında sergilenmesi, bu hareketin PKK ile organik bağını hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymuş olmasına rağmen, Amerika hala PKK’yı terör örgütü, PYD’yi ise stratejik ortak olarak görmektedir.
Türkiye, Fırat Kalkanı harekâtıyla bu üç kantonun birleştirilip kesintisiz bir koridor olarak Lazkiye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açılmasını önlemiştir. En batıdaki Afrin kantonun Kilis ve Hatay illerimizin hemen dibinde Kobani kantonu ile birleşmesi böylece önlenmiştir. Şimdi, İdlib Çatışmasızlık Astana Mutabakatı uygulama harekâtında Türk Silahlı Kuvvetleri henüz açıklanmamış olsa bile Astana Mutabakatı’na göre rejim güçleri ile muhalif güçlerin çatışmasını önleme misyonu yanı sıra bir vadede Afrin’e karşı da bir harekât icra etmek durumundadır. Bu harekât, doğrudan Afrin’e girme şeklinde olmayabilir. Orada az sayıda da olsa Rus askerleri bulunmaktadır. Türkiye, El Bab, Cerablus, Azez Güvenlik Bölgesini Fırat Kalkanı harekâtıyla oluştururken küçük bir bölüm açık kalmıştır. Tel Rıfat bölümü. O bölgeyi de İdlib askeri harekatında ya Türk silahlı kuvvetleri yahut da Özgür Suriye ordusu kontrol ederse Afrin tamamıyla izole edilmiş olacak ve Lazkiye’nin kuzeyinden Akdenize o koridorun uzanması artık mümkün olamayacaktır.
Suriye Türkmenleri Yeterli Yardım ve Destek Görmediler
Suriye’de, burada tabi Mehmet Şandır’ın yanında Bayır-Bucak Türkmenlerinin Hama, Humus Türkmenlerinin durumu hakkında konuşmak çok zor. Fakat Suriye coğrafyasına baktığınız zaman Türkmenlerin coğrafi olarak dağınık yaşadığı görülmektedir. Lazkiye, Bayır-Bucak, Hama, Humus, Halep, kuzeyde sözde üç PYD kantonundaki Türkler, bir de ortada güney bölgeleri Türkleri. Türkmenler dağınık yaşamakta, Türkmenler birbirinden kopuk yaşamaktadır. Türkmenlerin güvenli bir bölgesi yoktur. Türkmenlerin, Kürtlerin ve diğer grupların olduğu gibi nizami bir savunma güçleri de yoktur. Türkiye ile coğrafi bağları da kopmuştur. Bayır-Bucak Türkmenlerini belki bunun dışında tutmak mümkündür. İç savaşın başladığı günden bu yana yaşanan gelişmelere baktığınızda, Esad Ordusu Türkmenleri vurmuştur, Rus hava bombardımanı Türkmenleri hedef almıştır. İran Hizbullah’ı Türkmenleri vurmuştur. Kuzeyde fiili durum yaratan PKK’nın Suriye kolu PYD ve YPG, Türkmenleri yaşadıkları bölgelerden göçe zorlamış, katliamlar yapmıştır. IŞİD Türkmenleri vurmuştur. Velhasıl Türkmenler, Suriye sahnesindeki tüm aktörlerin mağduru olmuştur. Türkiye’den yeterli desteği, yardımı görmüşler mi? Bugün Türkmenlerin içinde bulunduğu duruma baktığınız zaman, bunu görmüş olduklarını söylemek mümkün değildir. Bucak Türkmenleri bitme noktasına gelmiştir. Bayır Türkmenleri biraz direnmektedir. Halep Türkmenlerinin bir kısmı göç etmiş bir kısmı İdlib bölgesindedir. Çaresiz, kimsesiz gelecek ümidi örselenmiş bir toplum olarak bir tür varlık savaşı vermektedir. Bu Suriye tablosunun karşımızdaki ana hatları.
Türkiye Neler Yapabilir?
Önümüzdeki dönem bu konularda Türkiye neler yapabilir? Bunu tabi bir ölçüde yaşanan gelişmeler tayin edecek. Ama çok kaba hatlarıyla bazı tespitlerde bulunmam gerekirse, birincisi; Fırat Kalkanı Harekâtı ve İdlib Harekâtıyla Türkiye’nin Suriye topraklarına askeri güçle girmiş olması sadece kuzeydeki terör koridorunun birleşmesini önlemek sonucunu doğurmayacak, aynı zamanda iç savaşın bitmesinden sonraki dönemde, Suriye’nin yeni siyasi mimarisinin oluşması sürecinde Türkiye’nin bir ölçüde söz sahibi olmasını da sağlayacaktır.
İdlib, Afrin kantonunun güneyinde yer alıyor. Afrin’in batısı ve kuzeyi Türk toprakları Türk sınırıdır. Doğusu, Fırat Kalkanı Harekatı ile oluşturduğumuz El Bab, Cerablus ve Mare hattı. Güneyinde de İdlib var. Eğer güneyini biz tutmamış olsaydık, PYD’nin doğru İdlib’e inme ihtimali vardı. İdlib’e inseydi Kobani’yi birleştirmek için Kobani kantonuyla güneyden bir koridor açılabilecekti. Akdeniz kısmına gelince, Lazkiye’nin kuzeyinden de Akdeniz’e uzatabilecekti terör koridorunu. İdlib harekatının bize sağladığı imkan; güneye inmesinin önünü kesmek, bir de doğuda küçük bir cep açık kaldı. Orayı da kapatıp iyice izole etme imkanı da verdi.
Bu neden önemlidir? Bu iki açıdan özel önem taşımaktadır. Birincisi, kuzeydeki PKK uzantısı PYD’nin tıpkı Irak örneğindeki Barzani modelinde, bir özerk bölge ve ileriki bir vadede bu özerk bölgenin bağımsız bir Kürt devletine dönüşmesi imkânını sağlayacak bir anayasal hak elde etmesini, Suriye anayasasında önlemek bakımından önemlidir. Eğer uluslararası konjonktürün de yardımıyla Türkiye ağırlığını bu konuda ortaya koyabilirse, belki iç savaş sonrası Suriye’nin yeni siyasi yapısının ortaya çıkacağı süreçte, kuzeyde ileride bir bağımsız Kürt devletine dönüşecek bir PYD kanton yapılaşması önlenebilecektir.
Türkiye’nin ağırlığının ikinci önemli sonucu, bu yeni siyasi yapıda Suriye Türkmenlerinin hak ve hukuklarının hükümetçe güvence altına alınacağı, bir anayasal çerçeve çizilmesine yol açacak süreci başlatabilecek olmasıdır. Bugün maalesef Suriye’de Türkmenlerin coğrafi dağılımına, birbirinden kopuk yaşadıkları bölgelere baktığınızda, bağımsız bir Türkmen otonom bölgesi oluşması fiilen pek mümkün görülmemektedir.
Suriye’nin yeni siyasi yapılanması üç unsur üzerinde şekillenecek gibi görünmektedir. Birincisi Beşar Esad ve Nuseyri azınlığın hakim olduğu bölgeler; Lazkiye Hama, Humus, Halep’i de içine alan Suriye’nin batı kesimi. Kuzeyde, Kürtlerin ağırlıklı olarak etkili olacakları bir Kürt bölgesi. Orta ve güney Suriye’de de Sünnilerin daha etkili olacakları bir bölge. Suriye’nin toprak bütünlüğü korunabilse bile bundan sonra siyasi birliğinin üniter siyasi yapısının korunması güçtür. Türkmen kardeşlerimiz bu üç bölgede dağınık olarak yaşayacaklardır. O bakımdan hak ve hukuklarının eşit vatandaşlık statülerinin, kültürel ve siyasal haklarının, sağlam anayasal teminatlara bağlanması hayati önem taşımaktadır. Bu da Türkiye’nin savaş sonrası siyasi süreçte ne derece etkili olacağına bağlıdır. Fırat Kalkanı harekâtı ve İdlib harekatı bu açıdan, ilerde Türkiye’nin böyle bir rol oynayabilecek konumda olabileceği ümidini bizlerde yaratmaktadır. İnşallah yanılmayız.
Irak’ın durumu
Irak’a gelince; Irak’taki tablo biraz daha karışıktır. Yine Irak’la aramızda üç temel sorun bulunmaktadır. PKK’nın mevcudiyeti, Kürtlerin bağımsız Kürt devleti kurma niyeti ve Irak’lı Türkmen kardeşlerimizin, maalesef yeni Irak Anayasası ile ikinci sınıf vatandaş sayılabilecek bir konuma girmiş olmaları ve ciddi güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya bulunmaları temel sorunlardır.
Türkmenler
Türkmenlerden başlayalım. Irak Türkmenleri Irak’ın 2003 Amerika’nın işgali sonrası fiilen üçe bölünmesi sonucu Türkmeneli coğrafyası da parçalanmış ve bölünmüştür. Kuzeyde Barzani’nin otonom bölgesi, Bağdat yönetimi ve ortada da Şiilerin bulunduğu bölge. Irak haritasını gözünüzün önüne getirirseniz Türkmeneli coğrafyasını, Sincar’ın güneyinden Telafer, Musul, Kerkük ve Tuzhurmatu’ya kadar güneye uzatmak mümkündür. Burada saydığım bu bölgelerin özelliği, Amerikan işgali sonrası yeni Irak Anayasası yapıldığında, bu bölgelerin -Telafer hariç- nihai statüsü belirlenmemiş tartışmalı bölge sayılmış olmalarıdır. Bu bölgelerin özelliği budur. Irak Türkmenleri IŞİD’den çekmiştir, Barzani’den çekmiştir, İbadi’den çekmiştir, Bağdat Hükümetinden çekmiştir… Velhasıl kim gelse Türkmenlere yol vermiştir.
Türkmenlerin Irak’ın kuruluşunda bir özelliği vardı. 1930’da Irak, İngiltere’den bağımsızlığını kazanırken o zamanki Birleşmiş Milletlerin muadili Cemiyeti Akvam’a bir siyasi deklarasyonda bulundu. Bu deklarasyonda Irak’ın üç aslı unsuru vardır: Araplar, Türkmenler ve Kürtler deniliyordu. Irak, bu şartlarla bağımsız bir devlet oldu. Bunun sonucu, Türkmenlerin çoğunlukta yaşadıkları yerlerde Türkmence, hem resmi dil hem eğitim dili oldu. Ek olarak birçok imtiyaz ve hakları da vardı.
Bugün nedir Türkmenlerin durumu? 2003 Amerikan işgali sonrası, yeni Irak Anayasası hazırlanırken Irak’ın üç asli unsurundan biri olan Türkmenler devre dışı bırakılmıştır. Şimdi Irak’ın iki asli unsuru var; Araplar ve Kürtler. Türkmenler ise Keldanilerle, Asurilerle ve hatta Ermenilerle birlikte folklorik azınlık konumuna itilmiştir anayasa ile. Bu tabi yığınakta yapılan hataların sonucudur. Yani 15 yıl önce yaptığımız bir hatanın sonucudur. 1 Mart 2003 Irak Tezkeresi TBMM tarafından reddedilmesi ve Türkiye’nin Irak’a girememiş olmasının sonucudur. Eminim ki birçoğunuz 1 Mart Irak Tezkeresine karşıydınız farklı nedenlerle. Duygusal nedenlerle, belirsizlik unsurunun fazla olmasının sizde yarattığı tedirginlikle. Bendeniz o dönemde, Amerikalılarla askeri müzakereleri yürüten, Türkiye’ye getiren ekibin başkanlığını yapmıştım. Tezkere ile bu açıdan da bir gönül bağım olduğu söylenebilir. Ama o gönül bağından bahsetmeyeceğim. 15 yıl sonra bugün Irak tablosunu çizdikten sonra, 15 yıl geriye gidelim ve şimdi oradan bakalım. Eğer Tezkere geçmiş olsaydı bu tablo bugün daha mı iyi olurdu? Daha mı kötü olurdu?
PKK
İkinci konu başlığı PKK’dır. PKK’nın malum Kuzey Irak’ta Barzani’nin himayesinde varlığını her geçen gün güçlendirdiği, Kandil’i ve diğer Kuzey Irak’taki bölgelerin dışına çıkıp bugün Sincar’da mevcudiyetini devam ettirdiği, hatta son durumu bilmemekle birlikte Telafer’de de, Kerkük’te de, Tuzhurmatu’da da PKK unsurlarının bulunduğu bilinmektedir. PKK, Kuzey Irak’ı Türkiye’ye karşı ikinci bir saldırı üssü olarak kullanmakta bu konuda da Barzani’den büyük himaye görmektedir.
Barzani’nin bağımsız devlet kurma niyeti
Bu, 25 Eylül’e kadar çok ciddi bir sorundu. Hatta Türkiye için belki de savaş nedeni sayılabilecek sorundu. Ama 25 Eylül Barzani’nin korsan bağımsızlık referandumu sonrası yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan siyasi denklem ve tablo bu konuda da Türkiye’nin önüne bazı fırsatlar çıkarmıştır.
Birincisi 25 Eylül referandumu sonrası, Barzani bu güne kadar daha doğrusu 2003 yılında Amerikan işgali sonrası dönemde kazandığını zannettiği şeylerin pek çoğunu kaybetme noktasına gelmiş sayılabilir. Bunların arasında çocukluk hayalinin olduğunu söylediği bağımsız Kürt devletinin bir hayal olarak, en azından Barzani’nin kalan ömründe bir hayal olarak kalacağı gerçeğidir.
İkincisi, Kürtlerin Kudüs’ü deme cüretini gösterdiği Kerkük’ü, silah gücüyle zapt edip bağımsız Irak Kürdistan devletinin başkent yapma hayalleri suya düşmüştür.
Üçüncüsü, esasen sonuna geldiğini bildiği siyasi hayatının bundan sonra Kuzey Irak’ta farklı bir Kürt siyasi yapılanmasıyla tamamıyla sona ereceği gerçeği ile karşı karşıya kalmış olmasıdır.
Yeni siyasî tablo
Barzani’nin siyasi geleceği bizim meselemiz değildir. Ama şimdi gelin bu bağımsızlık referandumu sonrası yaşananları, yani Irak merkezi hükümetinin Türkiye ve İran’la birlikte uygulamaya geçirdiği yaptırımların, aldığı tedbirlerin ve Irak ordusunun Peşmergelere karşı giriştiği askeri harekâtların, sonunda ortaya çıkan yeni siyasi tabloya, yeni parametrelere kısaca bir bakalım. Ki Türkiye’nin önüne bazı imkân ve fırsatlar bu tabloda ortaya çıkacaktır.
Birincisi, 2003’te Amerikan işgali sonrası Irak Anayasası’na göre, kuzeydeki yönetim bölgesinin sınırları Dohuk, Süleymaniye ve Erbil vilayetleri ile sınırlı, 40 bin 400 küsur kilometre karelik bir alandı. Fakat Barzani 2003’ten bu yana, tedricen kontrolü altındaki bölgeleri Türkmeneli coğrafyasına yaymıştır. IŞİD’le mücadele demiştir, Kerkük’e girmiştir. Telafer’in güneyine girmiştir. Tuzhurmatu’ya girmiştir. 2017 yılına geldiğimizde 40 küsur bin kilometre kare olan anayasal yüzölçümü 70 küsur bin kilometrekareye kadar çıkmıştır. Şimdi 25 Eylül referandumu sonrası Irak Hükümetinin aldığı askeri tedbirlerle Barzani, önce 2014 ve yakın gelecekte de 2003 sınırlarına çekilmek zorunda kalacaktır. Yani 30 bin kilometre karelik Türkmeneli coğrafyasından çekilmek zorunda kalacaktır. Bu bölgeler Irak Anayasası’na göre tartışmalı bölgelerdir. Şimdi 25 Eylül referandumu sonrası ortaya çıkan yeni tabloda, bu tartışmalı bölgelerin nihai statüsünün, Barzani’nin silah zoruyla yapmaya çalıştığı Irak’ta yaşayan halkların arzuları doğrultusunda bir çözüme kavuşturulması imkânı doğmuştur. Burada en önemli konuda tarihi Türkmen şehri Kerkük’tür. Kerkük Irak’taki tüm sorunların anasıdır. Irak’ta bir konuda savaş çıkacak olsa -bu öyle bir savaş olsun ki tüm bölge ülkelerini içine alacak- bu ancak Kerkük’te çıkar. Kerkük ile ilgili bir ihtilaf böyle bir savaşı tetikler. Barzani bildiğiniz gibi 2003’te Amerikan işgali sonrası, 2003 Nisan’ında hem Musul’a hem Kerkük’e Peşmerge çeteleriyle saldırmış ve yaptığı ilk iş nüfus ve tapu dairelerini basarak o kayıtları yok etmiştir. Kerkük tarihi Türkmen şehridir dedik. Irak Saddam Hüseyin döneminden başlayarak bir Araplaştırma politikasıyla Kerkük’ün demografik yapısı, nüfus yapısı değiştirilmek istenmiştir. Saddam gittikten sonra Amerikan işgalini takip eden dönemde bu sefer Barzani’nin Kürtleştirme politikasıyla nüfus yapısı daha da işin içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Barzani döneminde 2003-2017 döneminde Kerkük’e dışarıdan iskân ettirilen Kürt sayısı yarım milyonu aşmıştır. Kerkük dediğiniz yeri, bir Kerkük vilayete olarak düşünmek lazım. Bir de Kerkük şehir merkezi. Kerkük vilayetindeki nüfusu bugün 1,4 milyon civarındadır. Kerkük vilayetinin genelinde bu Araplaştırma ve Kürtleştirme politikaları sonucu Türkmenler, üçüncü büyük grup haline gelmiştir. Ama Kerkük şehrinin şehir merkezine baktığınızda Türkmenler yine en kalabalık unsurdur.
Kerkük Bağımsız Federal Bölge Olmalı
Irak Anayasası’nın140. Maddesine dayanarak daha önce şehri terk etmeye zorlananlar yerlerine dönsün, onların yerlerine göç edenler de geldikleri yere gitsin, sonra bir normalleşme süreci, sonra da bir nüfus sayımı yapalım, ondan sonra da nihai statüyü belirleyecek bir referanduma gidilsin mekanizmasının bugün uygulanması kanaatimce çok güçtür. Bugün yapılması gereken bir kısmi normalleşme süreciyle, yani 2003’ten sonra Kerkük’e göç ettirilen Kürtlerin dönmesi, 2003’ten sonra Kerkük ve mücavir alanlarından bir kısmı Türkiye’ye, bir kısmı Irak’ın güneyine, Şii bölgelerine göçe zorlanan Türkmenlerin yerlerine dönmesi sonrası, üç unsurun, Türkmenlerin, Kürtlerin ve Arapların yönetimde, güvenlikte ve kamu görevlerinde ortak yönetim ve paylaşım esasına dayalı bir formül çerçevesinde, Kerkük’ün bağımsız bir federal bölge olması en uygun nihai çözüm olarak görülmektedir. Ne Bağdat’a bağlı olacaktır ne de Erbil’e bağlı olacaktır. Kuzeydeki Kürt yönetim bölgesi gibi, Kerkük vilayeti ve mücavir alanlarda bağımsız bir federal bölge olacaktır. Türkmenlerin hak ve hukukunun korunması ve güvenliklerinin sağlanması, ancak böyle bir ortak yönetim formülünün hayata geçirilmesi ile mümkün olacaktır. Barzani’nin 25 Eylül referandumunun duvara çarpması Türkiye’nin önüne bu imkânı ve fırsatı da çıkarmıştır.
Barzani referandumunun sağladığı faydalardan birincisi, Barzani’nin 2003 sınırlarına dönmesi Türkmeneli coğrafyasından çekilmesi. İkincisi Kerkük’ün nihai statüsünün bu çerçevede çözüme kavuşturulması. Barzani referandumunun sonuçsuz kalmasının Türkiye’ye sağladığı üçüncü imkân, kuzeydeki PKK mevcudiyetinin Irak Hükümetinin, Irak Devleti’nin bir egemenlik sorunu haline dönüştürülüp, PKK ile ortak bir askeri mücadeleye İbadi hükümetini ikna etmektir. Kanaatimce 25 Eylül sonrası Türkiye’nin önüne böyle bir imkân da doğmuştur.
Irak’ın toprak bütünlüğü ve siyasi birliğin kurulması çerçevesinde, kaç bin silahlı terörist olduğu mühim değil, ama Irak’ın bazı bölgelerinde yabancı bir terör unsurunun bulunuyor olması, Irak’ın egemenliğini haleldar edecek bir husus olduğu için, bu konuda Irak Hükümeti ile anlayış birliğine varılması belki de mümkündür. Her şerden bir hayır çıkar. Barzani referandumunun da önümüze çıkardığı imkânlar bunlardır. İnşallah bu imkânları şimdi değerlendiririz 2003’te yaptığımız hatayı yapmayız diyerek sizleri 15 sene geriye götürmek istiyorum.
1 Mart Tezkeresi Kabul Edilseydi Ne Olacaktı?
2003 yılında Türkiye şöyle bir tablo ile karşı karşıyaydı. En önemli müttefikimiz Amerika 11 Eylül’de (9/11) büyük bir terör saldırısına uğramış ve bundan Irak’ı mesul tutuyor. Irak’ı cezalandırmaya karar vermiş. Siz ne yaparsanız yapın bunun önüne geçmeniz mümkün değil! Amerika Irak’ı vuracak, işgal edecek. Bunun sonucu ne olacak? Savaşın tüm olumsuzluklarını Türkiye yaşayacak. Nedir bu olumsuzluklar? Önce insani şeylerden başlayalım. Büyük bir göç dalgası, Türkiye’nin güney sınırlarına Irak’tan gelecek. İkincisi PKK bu kaos ortamından yararlanarak yeniden toparlanacak, güçlenecek. Üçüncüsü, böyle bir savaş sonrası Türkmenlerin ne olacağını bilemiyorsunuz. Dördüncüsü, bu savaşın başta ilan edilmiş tek bir müttefiki var Barzani-Talabani, Kuzeydeki Kürt bölgesi. Türkiye durup dururken Irak’a girelim diye Meclis’e tezkere sevk etmedi. Amerikalılar, Kuveyt üzerinden güneyden giriyorlar, kuzeyden de Türkiye üzerinden bir cephe açılırsa hem çifte kıskaç içine alınır Saddam, daha az zayiatla, daha kısa sürede Irak harekâtı bitirilir hem de savaş sonrası dönemde Türkiye’nin ne düşündüğünü dikkate alırız dediler ve bir teklifle geldiler. Zaman zaman basında yer aldığı gibi 90 bin Amerikan askeri gelmeyecekti, Türkiye’de kalmayacaktı. Trabzon Limanı’nı istemediler. Bunlar yazıldı çizildi o dönemde. Belli sayıda Amerikan askeri, Türkiye üzerinden Irak’a geçecekti. Biz o zaman dedik ki, peki biz de girersek Irak’a, bunu düşünebiliriz. Bunu Amerika istemedi. Çünkü en büyük müttefiki Barzani idi, Kürtler idi. Onlar, Türklerin girmesini istemediği için Amerika da istemiyordu. Ama kuzeyden ikinci bir cephe açması için Türkiye’nin rızasını almasının ancak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de oraya girmesi ile mümkün olacağını görünce, teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Neydi o zamanki amacımız? Her askeri harekâtın bir siyasi amacı olur, siyasi hedefi olur. Hükümetler Meclisten kuvvet kullanma izni isterler tezkere ile. O izni Meclis verir. Hükümetler de Genelkurmay’a siyasi direktif verir. Siyasi hedefler ve amaçlar şunlardır diye. Ki Genelkurmay güç projeksiyonunu, kuvvet planlamasını, harekât esaslarını o siyasi amaç ve hedeflere göre belirlesin. Neydi bu siyasi amaçlarımız?
Birincisi, terörist başının yakalanmasından sonra, terörist başı tüm silahlı unsurların Türkiye sınırları dışına çıkarılması talimatını verdi ve hepsi Kuzey Irak’a çekildi. Türkiye’de 400-450 civarında silahlı PKK unsuru bulunuyordu. Tümü Kuzey Irak’taydı. Dağılmış vaziyetteydiler. Yeniden toparlanma dönemi geçiriyorlardı.Birinci amacımız buydu: PKK’yı bitirme imkanı doğabilir mi, diye düşündük.
İkinci siyasi amacımız Amerikan askeri müdahalesi sonrası Irak’ta yeni bir siyasi yapı oluşacaktı. Türkiye acaba Irak’a girerek bu yeni siyasi yapıda Iraklı Türkmen kardeşlerimizin hak ve hukukunu, statüsünü teminat altına almada daha etkili olabilir mi, diye düşündük.
Üçüncüsü, Irak’ın yeni anayasasında toprak bütünlüğünün yanı sıra Irak’ın üniter siyasi yapısının da sağlam teminat altına alınması; Barzani’nin bölgesel özerkliği bağımsız Kürt devletine dönüştürme emellerine, Irak anayasasıyla mani olabilir miyiz, set çekebilir miyiz, diye düşündük.
Bu üç değerlendirme sonunda Meclis’e tezkereyi AKP hükümeti sunma kararı aldı. Ben de henüz Dışişleri Bakanlığı’ndan emekli olmamıştım, Amerikalılarla görüşmeleri yürütme görevi bendenize verildi. Türk heyetinin başkanıydım.
Kabul edilseydi şunlar olacaktı
1 Mart tezkeresi kabul edilseydi ne olacaktı? Türkiye 31 bin askerle Irak’ın 40 km. içine girecekti. Bu 31 bin asker, 2 tank 1 zırhlı tugayı, Bolu’dan bir dağ komando tugayı, Hakkari Dağ Kumanda Tugayı, onun yanı sıra Akrep Timleri girecekti. 2 bin Özel Kuvvet Bordo Bereliler de, Türkiye girmeden önce girmişti. Dohuk, Erbil ve Süleymaniye bölgesinde irtibat görevi yapıyorlardı. 31 bin Türk askeri de cephenin hemen gerisinde ihtiyat olarak bekleyecekti.Bu takviyeli tugaylar, her türlü teçhizatla donatılmış tank taburları olacaktı. 200 uçaklık hava desteği olacaktı. Batman, Diyarbakır, Mardin, El Hac havaalanında Türk savaş uçakları konuşlanmıştı. Ve biz Saddam Hüseyin güçleriyle ya da Barzani Peşmergeleriyle çatışmak için girmeyecektik oraya. O 40 km alan, bugün PKK’nın bütün kamplarının bütün cephaneliklerinin, eğitim alanlarının, Türkiye’ye giriş yollarının, konaklama yollarının, bütün tesislerinin bulunduğu bölgeyi tutuyordu, 31 bin askerle, bir zırhlı kolordu düzeyinde askerle PKK’yı acaba bitirebilir miydik, PKK’nın beli bir daha doğrulmayacak şekilde bükülmez miydi? Eğer diyorsanız ki, evet PKK bitirilebilirdi, o zaman 1 Mart’ta tezkereyi reddederek meclis tarih yazmamış, tarihin başka türlü ve Türkiye tarafından yazılması imkânını heba etmiştir sonucuna varmanız gerekecektir.
İkinci siyasi amacımız Türkmenlerin hak ve hukuku. Eğer Türkiye 31 bin askerle oraya girseydi, Irak’ta savaş bittikten sonra –savaş dediğiniz de 3 hafta sürmüştür, kuzeyden cephe açılmamasına rağmen 3 haftada bitmiş, Bağdat düşmüştür- Türkiye, Irak’taki yeni siyasi yapının belirlenmesi için toplanacak konferansın eş başkanlarından biri olacaktı. Bu konuda bir siyasi belgede müzakere etmiştik. O belgede şunlar vardı; Irak’ın 3 asli unsuru vardır, Araplar, Kürtler ve Türkmenler. Irak’ın hiçbir şehri tek bir guruba ait değildir. (Musul ve Kerkük üzerinde Kürt emellerini kesmek için.) Yeni anayasa bu üç kurucu unsurun eşit hak ve çıkarları üzerine bina edilecektir.
Dördüncü bir husus -ki bu askeri mutabakat muhtırasında vardı- eğer herhangi bir grup Irak’ta “Yeşil Hat “ dediğimiz (Erbil ve Süleymaniye’yi, Kerkük ve Musul’la ayıran hat) hattın güneyine inerse –ki Nisan 2003’de Kürtlerin, Musul ve Kerkük’e inip tapu ve nüfus kayıtlarını yok etme durumu- bölgede bulunan Türk ve Amerikan silahlı kuvvetleri -eğer girmiş olsaydık – müşterek müdahale edecekler ve iki şehri de kontrol altına alacaklardı.
Şimdi 1 Mart tezkeresi kabul edilip Türkiye Irak’a girebilmiş olsaydı Türkmenler bugün olduğu gibi, Kürtler ve Araplar asli kurucu,Türkmenler de Keldani ve Ermenilerle birlikte folklorik azınlık durumuna düşer miydi?
Eğer girebilseydik, Barzani Kerkük’e Kürtlerin Kudüs’ü diyebilir miydi? Peşmergeler silah zoruyla el koymaya cüret edebilir miydi? Bunların hiçbiri olmazdı diyorsanız 1 Mart’ta Meclis, tezkereyi kabul etmemekle hata etmiştir. Tezkereyi kabul etmemekle tarih yazmamış, tarihin başka türlü yazılması fırsatını heba etmiştir.
Gizli oylamada CHP “hayır” diyeceğini açıklamıştı, AKP de 99 fire verdi. 1 Mart gizli oturumundan önce, şubat ayının sonlarına doğru, Saddam muhalifleri, Irak’ın Selahaddin kentinde bir araya geldiler. Toplantıya Barzani ve Irak Türkmen Cephesi adına da Cüneyt Mengü katılmıştı. Bu toplantıda Barzani’nin söylediği aynen şudur: “ Merak Etmeyin tezkere geçmeyecek, Türk askeri gelmeyecek, TBMM’de 70 adamım var.” Barzani’nin Meclisteki adamlarını bilmiyorum ama bugün bildiğim bir şey var, son bağımsızlık referandumu sürecinde yaşanan krizde, ne zaman Türkmenlerin hak ve hukuku desek hemen bir Kürt düşmanlığıyla yaftalanıyorduk. Ne zaman tarihi Türkmen şehri Kerkük desek, karşımızda kendi tabirleriyle Kobani milliyetçiliği çıkıyordu.
Irak, Suriye ve Türkiye konferansı: Bükükelçi Deniz Bölükbaşı, Ankara Türk Ocağı Başkanı Türkân Hacaloğlu Hanımefendi’den Ocak tabağını alıyor