Kudüs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kudüs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2020 Perşembe

HAÇLI SEFERLERİ

HAÇLI SEFERLERİ


Haçlı Seferleri, Kudüs, Hristiyanlık, Bizans İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Filistin,


 İslâm düşmanı Papaların Kudüsü Müslümanları hakimiyetinden kurtarmak ve Müslümanları Anadolu ve Avrupadan atmak gayesiyle başlattıkları seferlere verilen âda Haçlı Seferleri denir. 
İstanbul’un zenginliğine hayran kalan Latin Katolikler şehrin sanat eserlerini zengin olmak hırsıyla yağmaladılar. Ortodoks ahaliye saldırıp mal, can ve ırzlarına çok zarar verdiler. 

İstanbullular şehri terk etmek zorunda kaldı. Haçlı zulmü o kadar arttı ki, asırlardır İstanbul’da bulunan Bizans İmparatorluk tahtı şehirden çıkarılıp, önceden Anadolu Selçuklu Devleti başkenti olan İznik’e taşındı. 

Bizanslılar 1261 yılında tekrar İstanbul’u Latin Haçlılardan geri aldılar. İslâmiyet’in Hristiyanlığın aksine büyük bir süratle yayılması, Müslümanların Suriye, Filistin ve Anadoluya hakim olarak İznik’in başkent olduğu yeni bir devleti kurmaları, Hristiyan aleminin dini lideri papayı ve Hristiyanlığın hâmîsi olarak kabul edilen Bizans İmparatorunu ciddi bir şekilde endişelendiriyordu.
 Bu yüzden hem İslâmiyet’in yayılışını durdurmak hem de sosyal ve ekonomik sıkıntı içinde olan Avrupa’yı bu durumdan kurtarmak için Bati Avrupada Vatikan kilisesinin önderliğinde yoğun bir faaliyet başlatıldı. 
Papa II. Urban us Hz. İsa’nın doğum yeri olan Kudüsün ve kutsal saydıkları makamların Müslümanlar tarafından kirletildiğini, Kudüse giden Hristiyan hacı adaylarına zulüm ve işkence yapıldığını öne sürerek böyle mukaddes bir beldenin Müslümanların baskısından kurtarılması için bütün Hristiyanların canla basla seferber olmaları gerektiğini söyleyerek halkı sefere katılmaları için tahrik ediyordu. 

Halbuki uzun süredir bu kutsal topraklar Hristiyan hacı adayları tarafından ziyaret ediliyor, bu konuda onlara engel olunmak söyle dursun yardim bile ediliyordu.

   Filistinde kendilerine ayrılmış hastaneleri, kilise ve manastırları hatta kütüphaneleri bile vardı. Öte yandan Bati Avrupada halkın içine düşmüş olduğu ekonomik kriz ve sıkıntıdan da ancak doğunun baharat yollarının ele geçirilmesiyle kurtulabileceği söylenerek halk bu sefere katılmaya teşvik ediliyordu. 

Bütün bu gayelerin gerçekleşmesi de ancak Hristiyan aleminin tek vücut halinde hareket etmesiyle mümkün olabilirdi. Papalığın teşvikiyle Hristiyan Avrupalıların Müslümanlara karsı tertip ettikleri seferlerin umumi adi.

   En önemlisi dîni olmak üzere, siyasî, sosyal ve iktisadî sebeplere dayanan Haçlı Seferlerini Papa ikinci Urban us, 1095 yılında toplanan Clermont Kon sili’nde yaptığı konuşmayla başlatmıştır. 

Asırlarca devam edip, milyonlarca insanin can kaybına, devletlerin yıkılıp ülkelerin tahrip olunmasına sebep olmuştur. Osmanlı Devletine ve diğer Müslüman Devletlere karşı, 1364 Sırp sındığı, 1389 Birinci Kosova, 1396 Niğbolu, 1444 Varna, 1448 İkinci Kosova, 1453 İstanbul, 1538 Preveze Deniz, 1571 Kıbrıs, 1683 Viyana kuşatması ve 1919-1922 İstiklal mücadelemizde Haçlılar ittifak içine girip, Müslümanlara karşı cephe almışlardır. 
Halen soğuk harp, kültür harbi seklinde devam etmektedir. Asırlarca devam eden Haçlı Seferleri sonucu, milyonlarca insan can verip, kan döküldü.

 Ülkeler harap oldu. Dîni, siyasî, sosyal, kültürel, iktisadî birçok hadiselere sebep olan Haçlı Seferlerinin getirip götürdüğü birçok neticeler oldu. 

Müslümanlara karşı savaşa katılmaya teşvik için Avrupada birçok Hristiyan tarikatlar kuruldu. Sefere katılanlara çeşitli vaadiler de bulunuldu. 

Seferlere iştirak için Avrupalıların dindarına, maceraperestine, işsiz güçsüzüne ayrı ayrı vaatlerle propaganda yapılıp, Müslümanların karsısında bütün bunların bos çıkması, neticesinde Papalığın ve kilisenin otoritesi sarsıldı.
 Bu seferler sonunda Hristiyanlar, Müslümanları yakından tanıdılar. Savaş meydanlarında aslanlar gibi cesurâ ne dövüşen Müslümanların aslında çok merhametli, iyilik sever, misafirperver olduklarına bizzat şahit oldular. 
Hristiyan tarikatçılarının bahsettikleri gibi olmaması, daha önceki düşüncelerini değiştirdi. İslâm Medeniyetini tanıyan Avrupada ilim ve teknikte gelişmeler olup, merkezi otoritenin kuvvetlenmesi yanında, Müslümanlara karşı asırlarca devam edecek olan askeri, siyasi iktisat ve kültürel politikanın da tespit edilip, safha safha tatbikine sebep olmuştur. 


Batılıların İslâm ülkelerine karsı tatbik ettikleri yayılmacılık, sömürgecilik, İslâm dinine saldırmaları ve Müslümanları Dinlerinden uzaklaştırmak için yaptıkları bütün dejenerasyon faaliyetleri hep Haçlı Seferleri’nin bir sonucudur. 
Papalık, Haçlı Seferlerinin masraflarını karşılamak gerekçesiyle, Hristiyanların ruhani isleri için vergi almak adetini çıkardı. Bulunduğu çevrenin kilisesine vergisini vermeyenler, Hristiyanlıktan tecrit edildi.

 Misyonerler faaliyetlerini artırıp, Asya ve Afrikada Hristiyanlığı yaymaya çalıştılar. Haçlı seferlerine katılan şövalyelerin Müslümanlar karşısında güçsüzlüğü anlaşılınca, derebeylik idaresi zaafa uğradı. Merkezi otoritenin hakimiyeti artıp, Avrupada krallık rejimi kuvvetlendi.

 Sarf durumundaki köylü, toprak sahibi efendilerinden arazi alarak, mal mülk sahibi oldular. Avrupada aralarında büyük eşitsizlik ve adaletsiz uçurumu bulunan sınıflar arası fark kısmen azaldı. Doğu sanat ve medeniyetini tanıyıp, Islâma eserlere hayran olan Haçlılar, Müslümanlardan sanat ve teknik alanda birçok yenilikleri ve kesifleri öğrendiler. 

Bu ise Avrupada ilim ve tekniğin gelişmesine sebep oldu. Müslümanlardan kâğıt ve pusula’yı da öğrenen Haçlılar da gemicilik çok gelişti.Venedik, Cenova Marsilya, Pisa gibi Akdeniz limanlarının önemi artıp, ticari faaliyetler hız kazandı. Bu şehirler serbest bölgeler mahiyetini alıp, Bati ile Doğu’nun ticareti gelişti. Haçlı Seferleri neticesinde Müslümanlar, Bizanslılar ve Yahudiler çok zarar gördü. 
İslâm ülkeleri ve devletleri harap olup, yüz binlerce Müslüman Anadolu, Mısır, Orta Doğu ve özellikle Kudüste kılıçtan geçirilip, yerleşim alanları yağmalanıp, yakılıp, yıkıldı. Kadınlar ve çocuklar bile hunharca öldürüldü. Haçlıların kılıcından sadece Müslümanlar değil Yahudiler ve özellikle Ortodoks Bizans da çok zarar gördü. 

HAÇLI SEFERLERİNİN NEDENLERİ VE SONUÇLARI 

Avrupalıların 11. yüzyılın sonları ile 13. yüzyılın sonları arasında Müslümanların elinde bulunan ve Hıristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve dolaylarını geri almak için düzenledikleri seferlere Haçlı Seferleri denilmiştir.
Haçlı Seferlerinin dini, siyasi ve ekonomik nedenleri vardır:
 Dini Nedenler : Hıristiyanların, kutsal yerleri, özellikle Kudüsü Müslümanlardan geri almak istemesi.
 Katolik Kilisesinin Ortodoks dünyasını egemenliği altına almak istemesi.
 10. yüzyılda Fransada ortaya çıkan Kluni Tarikatının Hıristiyanları Müslümanlara karşı kışkırtması.
 Din adamlarının etkisi ile Hıristiyanlarda oluşan koyu fanatizm. 
Papa ve din adamlarının nüfuzlarını arttırmak istemeleri.

 Siyasi Nedenler

 Avrupalıların Türkleri, Anadolu, Suriye, Filistin ve Akdenizden uzaklaştırmak istemeleri. 

 Türkler karşısında zor durumda kalan Bizansın Avrupadan yardım istemesi.
 Senyör ve şövalyelerin macera arayışları. 
Ekonomik Nedenler  İslam Dünyasının zenginliği, Avrupanın fakirliği.  
Avrupalıların doğudan gelen ticaret yollarına hakim olmak istemeleri. 
 Avrupada toprak sahibi olmayan soyluların toprak elde etmek istemeleri. 
Avrupalıların doğunun zenginliklerine sahip olmak istemeleri. 

I. Haçlı Seferi (1096-1099) 

Papa II. Urban ve Piyer Lermitin çabalarıyla Avrupada kalabalık bir ordu hazırlanmıştı. 
Anadoluya ilk gelen düzensiz gruplar, I. Kılıç Arslan tarafından yok edilmişlerdir. 
Ancak bu grubun ardından şövalye, kont ve düklerden oluşan bir ordu, Anadoluya girdi. Türkiye Selçuklularının merkezi İznik kuşatıldı. Kılıç Arslan, İzniki boşaltmak zorunda kaldı. Haçlılara karşı başarı ile mücadele eden Kılıç Arslan, Haçlıları çok kalabalık olmalarından dolayı durduramamıştır. 
Antakyayı işgal eden Haçlılar, 1099da Kudüsü Fatımilerden aldılar. 
Sonuçta: Kudüs, Haçlıların eline geçti.  İznik ve Batı Anadolu, Bizansın eline geçti.  Anadolu Selçukluları, İzniki kaybedince Konyayı başkent yaptılar.  Haçlılar, ellerine geçirdikleri Antakya, Urfa, Trablusşam, Sur, Yafa, Nablus gibi şehirlerde feodalite rejimine dayanan dükalık ve kontluklar kurdular. 

II. Haçlı Seferi (1147-1149) 

Musul Atabeyi İmadeddin Zengi, Urfayı 1144te Haçlılardan aldı. Ardından Halep ve Şam alınınca Kudüs Krallığı Papadan yardım istedi.

 Papanın çağrısı ile Alman İmparatoru III. Konrad ile Fransa Kralı VII. Lui, ayrı yollardan Anadolu üzerine sefere çıktılar. İki ordu da Anadolu Selçukluları tarafından bozguna uğratıldı. Ordularının büyük kısmını kaybeden iki kral, Şama saldırdılar, fakat başarılı olamadılar.

III. Haçlı Seferi (1189-1192)

 Mısırda devlet kurmuş olan Selahaddin Eyyubi, Haçlılarla amansız bir savaşa tutuştu.

 Amacı, Suriyedeki Haçlı üstünlüğüne son vermekti. Selahaddin Eyyubi, bu mücadelede başarılı olarak 1187de Hıttin denilen yerde Haçlıları yendi.
 Kudüs dahil olmak üzere Suriyenin büyük bir bölümünü Haçlı istilasından kurtardı. Kazanılan bu zaferler, Avrupada duyulunca, her yerde dini propagandalar yapıldı. 

Alman İmparatoru Frederik Barbaros, Fransa Kralı Filip Ogüst ve İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar komutası altındaki yeni Haçlı orduları harekete geçtiler. 
Kara ve deniz yollarıyla gelen Haçlı orduları, Kudüsü almayı başaramayarak geri döndüler. 

IV .Haçlı Seferi (1204)

 Eyyubiler, Haçlılarla mücadeleye devam ediyorlardı. Filistindeki Yafa ve sahil şeridindeki bazı kaleler, Eyyubilerin eline geçince Papa, bütün Hıristiyanları sefere çağırdı. Haçlılar, bu defa deniz yolunu kullanmak istediler ve Venedik ile anlaştılar. 
Bu sırada Bizansta taht kavgaları sürüyordu. İmparator olmak isteyen Aleksi Angelos, Haçlılardan çeşitli vaadlerle yardım istedi. 
Papanın muhalefetine rağmen İstanbula gelen Haçlılar, tahttan indirilen İzak ve oğlu Aleksiyi imparator ilan ettiler ve İstanbulu yağmaladılar. 

İstanbul halkının ayaklanarak imparatoru ve oğlunu öldürmesi üzerine Haçlılar, İstanbulu işgal ederek Latin İmparatorluğunu kurdular (1204). 
İstanbuldan kaçan Bizans soyluları, İznik Rum İmparatorluğunu (1204 -1261) ve Trabzon Rum İmparatorluğunu (1204 -1461) kurdular. 
İznik Rum İmparatorluğu, 1261 yılında Latin İmparatorluğunu yıkarak Bizansı tekrar canlandırmıştır.

V . Haçlı Seferi (1228)

 Papanın çağrısı üzerine Alman imparatoru II. Frederik, deniz yolu ile Akkaya geldi (1228). 

Bu sırada Eyyubiler, iç mücadeleler ile uğraşıyorlardı. Haçlılar, bundan yararlanarak Sayda ve Kudüsü kuşattılar. Haçlılarla başa çıkamayacağını anlayan Eyyubi Hükümdarı Melik Adil, Haçlıların Kudüste serbestçe oturma şartını kabul ederek 10 yıllık bir anlaşma yaptı (1229). 
Böylece Haçlılar amaçlarına ulaştılar. Ancak Filistine kadar inen Harzem Türklerinin Haçlıları yenmesiyle Eyyubiler Kudüsü yeniden ele geçirdiler (1244). 

VI . Haçlı Seferi (1248) 

Kudüs, tekrar Türklerin eline geçince, Papa yeniden Hıristiyanları sefere çağırdı. 
Ancak Avrupalılar seferlerden bıkmışlardı. Sadece Fransa Kralı Sen Lui sefere çıktı. Sen Lui de Eyyubi Hükümdarı Turanşaha esir düştü.
 Önemli miktarda kurtuluş parası vererek Fransaya dönebildi.

VII. Haçlı Seferi (1270) 

Fransa Kralı Sen Lui, kardeşinin kışkırtmalarıyla son Haçlı Seferine çıktı. 
O sırada Tunus tan kalkan Arap korsanları, doğuya giden Hıristiyan gemilerine zarar veriyordu. Bu yüzden Tunus a sefer düzenleyen Sen Lui ve ordusunun yarısı, veba salgını nedeniyle öldü. 

Haçlı Seferlerinin Sonuçları

Dini Sonuçlar : 

Avrupada kiliseye ve din adamlarına duyulan güven sarsıldı. 

 Skolastik düşünce zayıfladı. 

Kilise ve Papanın otoritesi sarsıldı. 

Siyasi Sonuçlar : 

Seferler sırasında binlerce senyör ve şövalyenin öldü. 
Sağ kalanların bir kısmı da topraklarını kaybetti. Böylece feodalite rejimi zayıfladı. 
 Merkezi krallıklar, güç kazanmaya başladılar. 
 Feodalitenin zayıflamasıyla köylüler, çeşitli haklar elde ettiler. 
 Türklerin batıya doğru ilerleyişleri bir süre için durdu.  Bizans, Batı Anadoludaki toprakların bir kısmını ele geçirdi. 
 Haçlılar ile yapılan mücadeleler, İslam Dünyasını, Moğol saldırıları karşısında güçsüz bıraktı. 

Ekonomik Sonuçlar :

 Doğu-batı ticareti gelişti. Marsilya, Cenova, Venedik gibi Akdeniz limanları önem kazandı.  Avrupalılar, dokuma, cam ve deri işleme sanatını öğrendiler.  Papaların ve kralların seferlere mali destek sağlamak için İtalyan bankerlerine başvurdular.


***

24 Eylül 2019 Salı

1911 YILI MECLİSİ MEBUSANDA ORTADOĞU OSMANLI TARIŞMALARI., BÖLÜM 2

1911 YILI MECLİSİ MEBUSANDA ORTADOĞU OSMANLI TARIŞMALARI.,  BÖLÜM 2



3. Tartışmaların Bağlamı 

3.1. “Yahudi Sorununun Ortaya Çıkışı” 

Yakın zamanlarda kaleme alınan ve Türkçeye de çevrilmiş olan bir çalışmada Louis Fishman16, 1911 yılında Meclis-i Mebusan’da gerçekleşen Siyonizm temalı tartışmaları, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi sorununun ortaya çıkışı bağlamına yerleştirmektedir. Fishman, bu argümanını temellendirmek için, 1909 yılından itibaren İstanbul basınında ve kamuoyunda yürütülmüş olan bazı başka tartışma ve polemiklere işaret etmektedir. 

Fishman’ın ilk işaret ettiği nokta, antisemit bir figür olarak bilinen ve aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi bir mebus olan Ebüzziya Tevfik ile Moiz Kohen arasında gerçekleşen ve Tasvir-i Efkâr gazetesi sütunlarında yer bulan mektuplaşmalardır. Özellikle Rusya’dan Irak’a doğru büyük bir Yahudi göçünün gerçekleştiği bu dönemde yayınlanan bir yazı dikkat çekicidir: Ebuzziya Tevfik’e göre, Irak’a taşınacak Yahudiler tarımda çalışmayacağından, basit ve sade bireyler gibi görünseler bile, kendi hesaplarını hayata geçirmek için fırsat kollayacakları, Osmanlı ülkesinin dört bir yanına “çekirge musibeti gibi” yayılacak felaketlere ve belalara sebep olacakları kesindi.17 

Ebüzziya Tevfik’in yazıları Fishman’ın makalesinde önemli bir argüman olarak 
sunulmakla birlikte, makalede yapılan alıntılar görece sınırlıdır. Bu noktada, Özgür Türesay tarafından kaleme alınmış bir makale18, daha fazla yön gösterici olabilir. Türesay’ın derlediği bilgilere göre Ebüzziya Tevfik, 1909-1912 yılları arasında Siyonizm hakkında on beş, masonluk hakkında da üç makale yayınlamıştır; ayrıca bunlardan sonuncusu, masonluk ve Siyonizm arasında bağ kurmaktadır.19 Sözü edilen makalelerden ilki, 20 Haziran 1909 tarihinde Yeni Tasvir-i Efkar gazetesinde yayınlanmıştır. Bu makalenin yayınlandığı gün 
Osmanlı hükümeti, Filistin’deki yerel otoriteler tarafından gönderilen, Siyonizm’e ilişkin raporları değerlendirmek için toplanmış ve akabinde Filistin’de yabancılara arazi satışı yasaklanmıştır.20 

Makalelerinden birinde Yahudi bankerlerin dünyanın maliye ve ticaretini kontrol 
ettiğini, diğer uluslar savaş ve fetihler yoluyla kendini ilerletmeye çalışırken Yahudilerin kendilerini iktisadi meselelerde ilerlettiğini söyleyen Ebüzziya Bey’e göre Siyonist projelerin gerçekleşmesi halinde, imparatorluğun yalnızca Müslümanları ve Hıristiyanları değil, aynı zamanda Musevileri de Yahudilerin iktisadi yönden kölesi haline gelecekti.21 

Bir başka deyişle bahsedilen ve tehlike olarak görülen husus, Yahudilerin Filistin’de bir devlet kurması değil, imparatorluğun her yerine yayılmaları ve iktisadi, ticari ve mali yönlerden Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolünü ele geçirmeleriydi. Hatta Ebüzziya Bey bu doğrultuda Rumları da “Siyonist amaçlara” karşı işbirliğine çağırmıştı.r22 Moiz Kohen ise 10 gün sonra aynı gazetenin sütunları üzerinden verdiği yanıtta, göç edecek Yahudilerin zengin değil, yoksul Yahudiler olduğunu, geldikleri ülkenin vatandaşlığından çıkıp Osmanlı vatandaşlığına geçeceklerini, dolayısıyla yalnızca yeni vatanlarına hizmet edeceklerini söylüyordu.23 

Gazetenin sütunlarında yer bulan sonraki yazılar ve tartışmalar da genellikle Osmanlı devletine çok fazla Yahudi’nin gelmesi ve iktisadi yönden ülkeye hakim olmaları tehlikesi teması üzerinedir. 

Türesay, Ebüzziya Tevfik’in bu tezlerini İstanbul’daki antisemit eğilimlerin bir 
göstergesi olarak ele almakla birlikte (ki kuşkusuz bu tespit bir gerçekliğe denk düşmektedir), 
1911 yılında Meclis-i Mebusan’da gerçekleşen tartışmaları da ele aldığı makalesinde, İstanbul basınındaki bu çıkışlar ile Meclis’te yapılan tartışmalar arasında doğrudan bir bağ, yahut bir neden-sonuç ilişkisi kurmaz. Hatta Türesay, “Siyonizm İstanbul’da, sahadaki gerçekliğin bilgisinin tümüyle dışında tartışıldı ve bu durum 1911 yılına kadar devam etti. Osmanlı Meclisi’nde sorun, Mart ve Mayıs 1911’deki iki tartışmanın konusu oldu: bu şekilde Arap 
vilayetlerinden gelen mebusların müdahalesi, Siyonizm’e ilişkin kamusal tartışmaya yerel boyutu, Filistinli boyutunu soktu” sözleriyle tam tersi bir noktaya işaret eder.24 İlerleyen kısımlarda vurgulanacağı gibi, bu tespit Mart ve Mayıs aylarındaki tartışmaların her ikisi için aynı düzeyde geçerli değildir; ancak yine de özü itibariyle bu önemli bir ayrım noktasıdır. 

Louis Fishman’da ise böyle bir ayrım görülmemektedir. Tersine, Fishman, Ebüzziya Tevfik örneğini (görece zayıf bir şekilde) ele aldıktan ve o yıllarda, Osmanlı devletinin bir Yahudi-Hürmason komplosuyla karşı karşıya olduğu, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ortaya çıkışının ve Sultan II. Abdülhamid’in devrilmesinin bununla bağlantılı olduğu, İttihatçıların başında Selanikli Sabetaycıların olduğu gibi tezlerin yaygınlığını göstererek kamuoyundaki 
antisemitist eğilimlere işaret ettikten sonra,“Kudüs’ten gelen Ruhi el-Halidi ve Said el-Hüseyni adlı iki Filistinli temsilcinin 1911’de Meclis-i Mebusan’da Siyonizm hakkında açtıkları tartışmanın arka planı buydu” iddiasında bulunmaktadır.25 Fishman makalesinin sonuç kısmında da, başta Ebüzziya Tevfik’in yazıları olmak üzere bir dizi kanal üzerinden o dönemde Osmanlı Yahudilerinin devlete sadakatinin sorgulandığını söyledikten sonra, herhangi bir ihtiyat kaydı ya da nüansiçermeyen kesin bir yargıyla “Meclis-i Mebusan’daki 
Siyonizm tartışması işte bu bağlam içinde ele alınmalıdır” demektedir.26 Buradan çıkan sonuç, Fishman’a göre bu tartışmaların hem kendi içinde bir bütünlük arz ettiği, hem de İstanbul’da yürütülen genel “Yahudi” tartışmalarının bir parçası ve devamı niteliğinde olduğudur. 

Fishman, genel olarak İstanbul’da yürütülen Siyonizm tartışmalarının Filistin’deki somut gerçeklikten farklı olarak Yahudilere ilişkin bir tartışma biçiminde tezahür ettiğini savunurken, “Bab-ı Ali’de Siyonizm hakkında yapılan tartışma Filistin’de gerçekte olup bitene yalnızca teğet geçiyordu” ifadesini kullanmaktadır,27 ancak ilginç bir şekilde kendisi, makalesinde “Filistin’de gerçekte olup bitene” teğet bile geçmemektedir. Oysa sahada yaşanan gelişmeler ve bunların Meclis-i Mebusan’daki tartışma üzerindeki etkisi, Fishman’ın makalesinin yayınlanmasından yaklaşık kırk yıl önce yayınlanmış bir eserde detaylı bir şekilde ele alınmıştır ve Fishman’ın bu eseri bildiği kesindir.28 Bir başka deyişle Fishman, aşağıda inceleyeceğimiz anlatıya bazı yönlerden alternatif teşkil eden bir anlatı ve bağlam meydana getirmeye çalışmış, ancak ortaya koyduğu anlatı epey eksik, tek taraflı ve ikna edicilikten uzak kalmıştır. 

3.2. “Saha” Bağlamı 

Meclis-i Mebusan’daki Siyonizm tartışmalarına değinen az sayıda çalışma içinde, bu makalenin yazarının bildiği en eski eser, Neville Mandel tarafından 1976 yılında kaleme alınan Arabs and Zionism Before World War I başlıklı kitaptır. Kitabının beşinci bölümünü Mart ve Mayıs 1911’deki tartışmalara ayıran Mandel, iki tartışma arasında kategorik bir ayrıma gitmektedir: “İlk mesele, İTC’ye karşı geniş bir siyasi hücumun parçası olarak gündeme getirilmişti ve Arap mebuslar bu tartışmaya katılmadı. İkinci tartışmanın arka planı ise Filistin’de Siyonistlere yapılan toprak satışları nedeniyle gerçekleştirilen protestolardı ve bu yüzden bu bir Arap gündemiydi”.29 

Mandel, Mart ayındaki ilk tartışmayı ele alırken, arka plan olarak aynı dönemde 
kamuoyunda yürütülen şekilsiz bir “Siyonizm” tartışmasından, Ebüzziya Tevfik gibi antisemitist eğilimlere sahip kişilerden, Yahudilerin sahip olduğu para gücü ve bunun siyasi etkileri gibi temalara ilişkin konuşma ve yazılardan örnekler vermektedir.30 Bu değerlendirme, kendisine referans veren Louis Fishman’a da ilham kaynağı olmuş gibi görünmektedir. Bununla birlikte Mandel, bunu yalnızca ilk tartışmayla sınırlı tutmakta ve ikinci tartışmayı ele almadan önce, bir önceki yıl (1910’da) Filistin’de Arapların toprak satışlarına karşı yürüttüğü faaliyetlerin incelenmesi gerektiğini söylemektedir, “çünkü bunlar tartışmanın arka planını oluşturduğu gibi, yerel nüfusun fikirsel eğilimlerini de (…) doğrudan doğruya yansıtmaktadır”.31 

Nitekim 1910 yılı, Filistin bölgesinde önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıldı ve bu süreçte adı sıklıkla duyulan bir kişi – Şükrü el-Aseli Bey – ertesi yıl Meclis-i Mebusan’a girecekti. Söz konusu süreç o yılın bahar aylarında başlamıştı. Bu dönemde Siyonistler, Nasıra ve Cenin arasında kalan Fula ve Afule köylerini içine alan verimli tarımsal arazileri satın almak için Beyrutlu İlyas Sursuk’la müzakerelere başladı. Arazilerin toplam büyüklüğü on bin dönümdü.32 Bu girişim kısa süre içinde kamuoyunda bilinir hale gelince, Mayıs ayı başlarından itibaren yerel Arap basınında eleştirel yazılar kaleme alındı; ayrıca Hayfa ve Nasıra’dan hükümete, Yahudilerin toprak satın almasına karşı çıkan telgraflar gönderildi. 

Kısa süre sonra, “Halep, Beyrut ve civarlarında” hükümetin Yahudi göçünü durdurmasını isteyen imzalar toplanmaya başlandı.33 

Mandel’dan devam etmeden önce, kendisinden ilham almış bir başka araştırmacının sunduğu bazı detayları (ve benzer bir bakış açısını) da ortaya koymak faydalı olacaktır. Görece yakın tarihli bir çalışmada Emanuel Beška, 1910’dan 1911 yılına geçilen dönemi Filistin’de ve komşu Arap bölgelerde Siyonizm karşıtı siyasi muhalefetin gelişimi bakımından derin bir önem taşıyan bir dönem noktası olarak tanımlamaktadır. Beška, bu dönemde çok sayıda Arap gazeteci, eşraf ve memurun anti-Siyonist faaliyet ve kampanyalara dahil 
olduğunu, Arap basınında Siyonizm’i eleştiren makalelerin sayısının belirgin bir artış kaydettiğini belirtmektedir.34 Kuşkusuz bu ivmelenmenin bir dizi sebebinin olduğu söylenebilir, ancak Yahudi göçlerindeki ve toprak transferlerindeki artış burada en belirgin rolü oynamış görünmektedir. Bu tartışmalar 1911 baharında Meclis-i Mebusan’a da yansırken, katalizör işlevi gören olay, yukarıda sözü edilen, Fula-Afule bölgelerindeki toprak transferidir. 

Belirttiğimiz üzere Fula ve Afule’deki araziler, Beyrutlu bir Rum Ortodoks bankacı, tüccar ve toprak sahibi olan İlyas Sursuk’a aitti. Sursuk, 1910 yılında arazilerin satılması için Yahudi Ulusal Fonu isimli Siyonist oluşumla anlaşmaya vardı.35 Ancak satışın gerçekleşmesi halinde burada yaşayan ve tarım yapan köylüler olumsuz etkilenecekti. 

Bu doğrultuda Afule köylüleri ilk olarak Mayıs 1910’da satışın durdurulması için 
topladıkları imzaları İstanbul’a gönderdi. Köylüler, köylerini terk etmeyi de reddetti. 

Bu “direniş”te kendilerine en büyük desteği veren kişilerden biri de, dönemin Nasıra Kaymakamı Şükrü el-Aseli idi. Satış işlemi gerçekleştikten sonra el-Aseli, Beyrut Valisi Nurettin Bey’den kendisine gelen talimatı da kabul etmedi ve satışı resmen onaylayıp Yahudi Ulusal Fonu üyelerine tapu vermeyi reddetti. Sancak komutanlığına, stratejik önem taşıyan bir kalenin satılan arazilerin içinde kaldığını ve bunun ciddi bir risk teşkil edeceğini söyleyen El-Aseli, köylülerin yaşadıkları yerden çıkarılmasına karşı çıktı ve arazilerin yeni sahiplerinden gelen 
ödemeleri almayı reddetti. Yahudi paramiliter örgütü Haşomar’ın üyelerinin yerleşimcilere yer açmak için Afule’ye geldiğini öğrendiğinde ise onları uzaklaştırmak amacıyla kasabaya askeri güç gönderdi.36Aseli ayrıca Kasım 1910-Ağustos 1911 aralığında İstanbul, Şam, Beyrut ve Hayfa gazetelerinde yayınlanan on dört makale kaleme alarak Siyonizm konusunu kamuoyunun gündeme taşımaya çalıştı. 

Emanuel Beška’nın makalesinin konusu özel olarak Meclis-i Mebusan’daki tartışmalar değil, 1910-1911 yıllarında Filistin-Arap toplumu içindeki anti-Siyonist hareketlilik ve fikirlerin kaydettiği hızlı yükseliştir. Bununla birlikte konumuz açısından yön gösterici olacak şekilde yazar, Mayıs 1911’de Meclis-i Mebusan’da gerçekleşen tartışmaları da Şükrü el-Aseli’nin bu amaçlar doğrultusunda kullandığı araçlar arasında saymakta ve aynı zamanda söz 
konusu tartışmaları genel olarak Osmanlı Arap kamuoyu içinde yükselen Siyonizm tartışmalarının bir yansıması olarak görmektedir.37 

Yeniden Mandel’ın anlatısına dönecek olursak, Şükrü el-Aseli, Siyonistlerin toprak alımı nedeniyle ödeyeceği ücreti kabul etmeyeceğini ve toprakların satılmasını engellemek için “kanının son damlasına kadar savaşacağını” söyledikten birkaç gün sonra, (Şam Mebusu Muhammed el-Eclani’nin ölümü sebebiyle yapılan Ocak 1911 tarihli ara seçimin sonucu olarak) mebus seçildi. Nisan ayında ise, aralarında Şükrü el-Aseli ile Kudüs mebusu Ruhi el-
Halidi’nin de olduğu bazı Arap mebuslar, Filistin’e Yahudi göçüne karşı yeni bir yasa hazırlanması için lobi faaliyetlerine başladı.38Dolayısıyla Mayıs ayındaki tartışma, bu zemin üzerinde şekillenmiş oldu. 

Son olarak, Aseli’nin Meclis’e girmesinden birkaç ay sonra Yafa’dan 150 kişi 
Sadrazam’a ve çeşitli gazetelere telgraflar göndererek Yahudi göçünün ve toprak alımlarının durdurulmasını istedi. Aynı sıralarda Hayfa’da Necib Neşşar, “Siyonizm” isimli bir kitap yayınladı ve Meclis’teki ilk tartışmaları çağrıştırır şekilde Siyonist projenin hayal ve kuruntu olmadığını yazdı.39 

4. Bir Sentez Veya Alternatif Bir Okuma Mümkün Mü? 

Bu çalışmanın ikinci kısmında, Meclis-i Mebusan’daki tartışmalara değinen dört 
araştırmacının bakış açılarını ele aldık. Bu dört bakış açısı hem birbiriyle, hem de Mart-Mayıs 1911’i önceleyen ve/veya kapsayan dönemlerdeki başka gelişmelerle etkileşim içinde irdelendiğinde, bazı değerlendirmeler yapmak mümkün hale gelmektedir. 

Her şeyden önce, Mart ayındaki ilk tartışma ile Mayıs ayındaki ikinci tartışmanın tek bir bütünün iki parçası olarak ele alınması pek mümkün görünmemektedir. Zira iki tartışmada yapılan vurgular, bazı ortak noktalar da barındırmakla birlikte önemli ölçüde farklıdır ve bu tartışmaları açan mebusların arka planları ve tecrübeleri de tek bir kategoriye yerleştirilmelerine izin vermez. Bu bağlamda, örneğin Türesay’ın ileri sürdüğü gibi tartışmaları yerel boyutun gündeme taşınması olarak ele almak yerinde olmayacaktır; ancak her bakımdan esas büyük tartışma 16 Mayıs 1911 tarihli tartışma olduğundan, bunun kendi 
içindeki özgünlüklerini, tarihsel ve sosyolojik arka planını göz ardı ederek 1 Mart 
1911’dekinin bir devamı ya da benzeri olarak sunan Fishman, kuşkusuz çok daha büyük bir yöntemsel hata üretmiştir. 

Bu noktada yapılabilecek nüanslı bir yorum, her iki tartışmada da hem genel bir 
“Yahudi göçmen rahatsızlığı”nın, hem de Siyonizm’in sahada ürettiği sonuçların belli bir düzeyde etkili olduğu, Mart ayındaki tartışmada ilkinin, Mayıs ayındaki tartışmada ise ikincisinin daha ağır bastığı yönünde olabilir. Ancak bu söylense bile, temel vurgular ve yönelimler bakımından, farklı yanların ortak yanlardan daha fazla olduğunun altını çizmek gerekir. 

Öte yandan, özellikle Mandel’ın verdiği bilgiler ışığında, Filistin kamuoyunun hem İstanbul’daki tartışmaları takip ettiği, hem de bu tartışmaların yönünü ve muhtevasını değiştirdiği anlaşılmaktadır. “Saha”dan payitahta doğru kurulan en önemli köprü ve İstanbul’da Siyonist göç ve toprak alımlarının somut sonuçları nın konuşulur hale gelmesini sağlayan başlıca figür ise, özellikle Beška’nın detaylı şekilde bahsettiği Şükrü el-Aseli Bey’dir. 

Tüm bunlarla birlikte, Mayıs ayındaki ikinci tartışmanın taşıdığı önemli bir özellik, ismi zikredilen tüm araştırmacılar tarafından konu dışı bırakılmış veya dikkatlerden kaçmıştır: İlk defa bu tarihte birden fazla Arap mebus, Meclis-i Mebusan’da aynı oturumda söz almış ve aynı yönde görüş belirtmiştir. Makalemizi sonlandırırken, bu noktanın da altının çizilmesi faydalı olacaktır. 

1908 yılında Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesi sonrasında yapılan seçimler 
sonucunda, yaklaşık üçte biri Suriye’den (Büyük Suriye/Biladüşşam) olmak üzere 60 civarında Arap mebus Meclis’e girmiştir. 

Bununla birlikte 1908-1912 tarihleri arasındaki birinci devrede Arap mebusların Meclis-i Mebusan tartışmalarına katılımı sınırlı kaldı. Söz konusu mebusların katılımı genelde gündelik hayata ilişkin olup, Arapların örgütlenme hakları, vilayetlerde yerel dilin kullanımı talebi ve vilayetlere merkezden memur atanmasına itiraz gibi noktalar daha ender olarak gündeme gelirken, bu son bahsedilen türden gündemleri Meclis kürsüsüne taşıyanlar da birkaç kişi, hatta ağırlıklı olarak tek bir kişi – 1916 yılında çok sayıda gizli cemiyetin üyesi ve yöneticisi olduğu iddiasıyla idam edilecek olan Hama Mebusu Abdülhamid el-Zehravi Efendi – idi. Diğer mebusların katıldığı tartışmalarda da bir “grup” 
görüntüsü hiçbir zaman oluşmamıştı. 

Kuşkusuz Arap mebusların iyi Türkçe bilmemeleri, iyi hatipler olmamaları, hatta 
Meclis prosedürlerini iyi bilmemeleri de, Meclis’teki katılımlarını sınırlandıran unsurlar arasındaydı. Ayrıca Meclis-i Mebusan’daki Arap grubu homojen bir topluluk da değildi ve henüz ortaya çıkmamış bir olgu olarak “Arap sorunu” adına konuşmaları da beklenemezdi.40 
1909 yılında “muhalif” Arap mebuslardan bazıları Mutedil Hürriyetperveran Fırkası’nda örgütlenmiş, aynı yıl, önemli ölçüde karanlıkta kalan bir “Arap Fırkası” girişimi de olmuş 41, ancak bu çabalar da Meclis içinde birleşik bir Arap duruşunun oluşmasını sağlamamıştır. 

16 Mayıs 1911 tarihli Meclis-i Mebusan oturumu işte bu sebeple bir özgünlük 
taşıyordu; üstelik eğer yukarıda Mandel’dan aktarılan bir hususun altını çizmek gerekirse, bu tartışma bir günde de şekillenmemiş, bir ay öncesinde Meclis içinde bir lobi faaliyeti de yürütülmüştü. Elbette bu tartışma da bütün Arap mebusları içine almamış ve hepsinin desteğini de kazanmamıştı, hatta konunun daha fazla uzatılmamasını isteyen kişilerden biri de, Meclis-i Mebusan’ın en aktif Arap üyesi olduğunu söylediğimiz Zehravi’ydi.42 

Ancak aynı tartışma, örneğin, seçime İttihat ve Terakki listesinden girmiş olan Ruhi el-Halidi ile, mebus olmadan önce kaymakamlık yapıyor olmasına karşın İttihatçılara muhalif olduğu bilinen ve ilerleyen dönemlerde bu muhalefetin dozunu arttıracak olan (1916 yılında da Zehravi gibi idam edilecek olan) Şükrü el-Aseli’yi bir araya getirmişti. Dahası, Ocak 1911 ara seçimlerinde Aseli’ye karşı yarışan ve kaybeden Hakkı el-Azm da, Aseli Şam’a döndüğü zaman, Meclis’teki bu tutumu nedeniyle El-Muktebes okurlarına kendisi için coşkulu bir karşılama töreni yapma çağrısında bulunacaktı.43 

Bir başka deyişle bu tartışma, ortak bir Arap kimliği ve duruşu”nun oluşmasında kayda değer bir rol oynamış; Filistin sorunu, bugün artık öyle değilse de, en azından 1970’lerin başlarına kadar olacağı gibi, Araplar için bir düzeyde birleştirici bir unsur olmuştu. 

DİPNOTLAR;

1 Balfour Deklarasyonu’nun tam metni pek çok referans çalışmada alıntılanmıştır. Örneğin bkz. Mark Tessler, A 
History of theIsraeli-PalestinianConflict (Bloomington&Indianapolis: Indiana University Press, 2009),148; 
William L. Cleveland, A History of the Modern Middle East, (Colorado & Oxford: Westview Press, 2004), 244, 
Türkçesi: William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, çev. Mehmet Harmancı (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008), 271. 
2 Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), Devre (D):1, İçtima Senesi (İS):3, Cilt (C):3, İnikat (İ):49, 331. 
3 MMZC, D:1, İS:3, C:3, İ:49, 331. 
4 MMZC, D:1, İS:3, C:3, İ:49, 332. 
5 MMZC, D:1, İS:3, C:3, İ:49, 332. 
6 MMZC, D:1, İS:3, C:3, İ:49, 334. 
7 MMZC, D:1, İS:3, C:3, İ:49, 334. 
8 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 553. 
9 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 553-554. 
10 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 554-556. 
11 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 557. 
12 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 558. 
13 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 559. 
14 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 573. 
15 MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 574. 
16 Louis Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da yapılan Siyonizm tartışmasını ‘Yahudi sorunu’nun ortaya çıkışı ışığında anlamak”, in Jön Türklerin Filistin’i, haz. YuvalBen Bassat – Eyal Ginio, çev. Erkal Ünal 
(İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2016), 95-110. 
17 16 Ekim 1909 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinden aktaran, Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da”, 99. 
18 Özgür Türesay, “Antisionisme et antisémitisme dans la presseottomaned’Istanbul à l’époqueJeuneTurque 
(1909-1912): L’exempled’Ebüzziya Tevfik”, Turcica, 41 (2009): 147-178. 
19 Türesay, “Antisionisme et antisémitisme”: 152-153. 
20 Türesay, “Antisionisme et antisémitisme”: 154. 
21 “Türkiye’de müstemleke tesisi ve Siyonist meselesinin teceddüdü”, YTE, Sayı 145, 25 Ekim 1909, s. 1’den 
aktaran: Türesay, “Antisionisme et antisémitisme”: 161. Burada “Musevi” ve “Yahudi” arasında kategorik bir ayrım yapılmaktadır. Kendi başına pejoratif bir anlam barındırmayan Musevi tanımlaması Osmanlı tebaası olan  Musevileri / Yahudileri tanımlarken, “Yahudi”den kasıt, ülke dışından gelen ve Siyonist amaçları taşıdığı düşünülen kişilerdir. 
22 Türesay, “Antisionisme et antisémitisme”: 161. 
23  “Ebüzziya Tevfik Bey’e”, YTE, Sayı 155, 4 Kasım 1909, s. 1-2’den aktaran: Türesay, “Antisionisme et antisemitisme: 162. 
24 Türesay, “Antisionisme et antisémitisme”: 148 
25 Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da”: 100-103. 
26 Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da”:110. 
27 Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da”: 110. 
28 Nitekim Fishman, makalesine, Neville Mandel’ın 1976 tarihli çalışmasından sonra Meclis-i Mebusan’daki tartışmanın ele alınmamış olmasının şaşırtıcı olduğunu söyleyerek başlamaktadır. Bkz. Fishman, “1911’de Meclis-i Mebusan’da”: 95. 
29 Neville J. Mandel, TheArabs and ZionismBefore World War I(Berkeley-Los Angeles-Londra: University of California Press, 1976). 
30 Mandel, Arabs and Zionism, 94-102. 
31 Mandel, Arabs and Zionism, 102. 
32 Mandel, Arabs and Zionism, 103. 
33 Mandel, Arabs and Zionism, 103-104. 
34 Emanuel Beška, “Political Opposition to Zionism in Palestine and Greater Syria: 1910-1911 as a Turning Point”, Jerusalem Quarterly 59 (Ocak 2014): 54. 
35 Beška, “Political Opposition”: 55-56. 
36 Beška, “Political Opposition”: 56. 
37 Beška, “Political Opposition”: 55-56. 
38 Mandel, Arabs and Zionism, 112. 
39 Mandel, Arabs and Zionism, 107-108. 
40 Tag Elsir Ahmed Mohammad Harran. Turkish-Syrian Relations in theOttoman Constitutional Period (1908-1914)  (Doktora Tezi: Faculty of Arts at the University of London, 1969), 128-131. 
41 Bkz. “Meclis-i Mebusan’da fırka-ı siyasiyye”, İkdam, 10 Şubat 1909 ve “Arap fırkası”, Tanin, 30 Kanunusani 1324 / 12 Şubat 1909. 
42 Abdülhamid el-Zehravi’nin sözleri, Meclis-i Mebusan kayıtlarına, “Biz de rica ederiz, artık bu dersler kapatılsın” şeklinde geçti. Bkz. MMZC, D:1, İS:3, C:6, İ:99, 574. 
43 El-Muktebes, sayı 681 (t.y.), s.2’den aktaran: Beška, “Political Opposition”: 59.   


Kaynakça; 

Birincil Kaynaklar; 

Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 1, İçtima Senesi 3, Cilt 3. 

Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 1, İçtima Senesi 3, Cilt 6. 

“Arap Fırkası”, Tanin, 30 Kanunusani 1324 / 12 Şubat 1909. 

“Meclis-i Mebusan’da Fırka-ı Siyasiyye”, İkdam, 10 Şubat 1909. 


İkincil Kaynaklar; 

Kitaplar; 

Tessler, Mark. A History of the Israeli-Palestinian Conflict. Bloomington&Indianapolis: Indiana University Press, 2009. 

Mandel, Neville J. TheArabs and Zionism Before World War I.Berkeley-Los Angeles-Londra: University of California Press, 1976. 

Cleveland, William L. A History of the Modern Middle East. Colorado & Oxford: WestviewPress, 2004. 

Tezler; 

Harran, Tag Elsir Ahmed Mohammad. “Turkish-Syrian Relations in the Ottoman Constitutional Period 
(1908-1914)”. Doktora Tezi: Faculty of Arts at the University of London, 1969. 

Makaleler; 

Beška, Emanuel. “Political Opposition to Zionism in Palestine and Greater Syria: 1910-1911 
as a Turning Point”. JerusalemQuarterly59 (Ocak 2014):ss.54-67. 

Fishman, Louis. “1911’de Meclis-i Mebusan’da yapılan Siyonizm tartışmasını ‘Yahudi 
sorunu’nun ortaya çıkışı ışığında anlamak”. In Jön Türklerin Filistin’i, haz. Yuval Ben Bassat 
– EyalGinio, çev. Erkal Ünal, 95-110. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2016. 

Türesay, Özgür. “Antisionisme et antisémitisme dans la presseottomaned’Istanbul à l’époque 
Jeune Turque (1909-1912): L’exempled’Ebüzziya Tevfik”.Turcica41 (2009): 147-178. 

***

1911 YILI MECLİSİ MEBUSANDA ORTADOĞU OSMANLI TARIŞMALARI., BÖLÜM 1

 1911 YILI MECLİSİ MEBUSANDA ORTADOĞU OSMANLI TARIŞMALARI.,  BÖLÜM 1




IV. ORTADOĞU’DA SİYASET VE TOPLUM KONGRESİ – TAM METİN KİTAPÇIĞI 


IV. Middle East Congress on Politics and Society 

Sakarya 10-12 October 2018 

IV. Ortadoğu’da Siyaset ve Toplum Kongresi 
Sakarya 10-12 Ekim 2018 
www.middleeastcongress.org 



Editörler 
Doç. Dr. İsmail Ediz 
Dr. Öğr. Üyesi Yıldırım Turan 
Arş. Gör. Enes Ayaşlı 
Arş. Gör. Talha İsmail Duman 
Telif hakları yasası gereği izinsiz basılması ve çoğaltılması yasaktır. 
ISBN: 978-605-69009-0-7 
SAKARYA - 2018 


BİLİM KURULU 

Abdullah Al-Arian – Georgetown University – Doha 

Abdullah Baabood – Qatar University 

Ahmet Uysal – Istanbul University 

Anoush Ehteshami – Durham University 

Burhanettin Duran – SETA, Ibn Khaldun University 

Emad Shahin – Georgetown University 

Haoues Taguia – Al Jazeera Center For Studies 

Heba Raouf Ezzat – Ibn Khaldun University 

Homeira Moshirzadeh – University of Tehran 

Katerina Dalacoura – London Economy School 

Kemal İnat – Sakarya University 

Mohamed El Moctar Shinqiti – Hamad Bin Khalifa University 

Nurşin Ateşoğlu Güney – Yildiz Technical University 

Osman A. Hassan – University of Warwick 

Özcan Hıdır – Istanbul Sabahattin Zaim University 

Robert Mason – The American University in Cairo 

Rory Miller – Georgetown University in Qatar 

Steven Wright – Hamad Bin Khalifa University 

Youssef Choueiri – Doha Enstitute 


1911 YILINDA MECLİS-İ MEBUSAN’DA GERÇEKLEŞEN SİYONİZM TARTIŞMALARI: TARTIŞMA SÖYLEMLERİNİN İNCELENMESİ VE BİR 
BAĞLAM ÖNERİSİ 


Selim Sezer 
Dr., Faculty Member, İstanbul Gedik University 
selim.sezer@gedik.edu.tr 


Özet; 

Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı, 1911 yılının Mart ve Mayıs aylarında iki kez “Siyonizm” temalı tartışmalara tanık oldu. 
Tartışmalardan ilki Gümülcine Mebusu İsmail Hakkı Bey tarafından açılmış, burada soyut ve zayıf bir Siyonizm tanımı yapılmış ve Filistin’deki somut 
süreçlerden bahsedilmemişti. Mayıs ayında ise Siyonizm konusu, farklı şehirlerden ve eğilimlerden Arap mebuslar tarafından gündeme getirilmiş ve Yahudi göçlerinin yerel Arap nüfusu üzerindeki etkileri de konuşulmuştu. 
Bu makalede söz konusu iki tartışmayı Meclis-i Mebusan kayıtlarından aktarılırken, aynı zamanda konunun Meclis kürsüsüne hangi sebeplerle taşındığını da irdelenmektedir. Nitekim mevcut literatürde bu konuyu ele alan az sayıdaki çalışma içinde, Meclis’teki Siyonizm tartışmalarını Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi sorununun ortaya çıkışı bağlamında ele alanlar olduğu gibi, söz konusu tartışmaları aynı dönemde Filistin bölgesinde gerçekleşen toprak transferleri ve bunun ortaya çıkardığı tepkilerle ilişkilendiren çalışmalar da mevcuttur. Makalede, literatürdeki bu farklı bağlamsallaştırma girişimleri ele alınırken, bir sentezin ya da alternatif bir okumanın mümkün olup olmadığı da tartışılmaktadır. 

1. Giriş 

“Ortadoğu” olarak adlandırılan bölgenin 20. yüzyıldaki siyasal konfigürasyonu nun, I. Dünya Savaşı esnasında vuku bulmuş üç önemli gelişme temelinde  şekillendiğini yahut en azından, bu üç gelişmenin söz konusu konfigürasyonun şekillenmesinde birinci derecede etkili olduğunu ileri sürmek mümkündür: 

1916 yılında imzalanan gizli Sykes-Picot Antlaşması, aynı yıl başlayan Şerif Hüseyin İsyanı (Arap/Hicaz İsyanı) ve 2 Kasım 1917 tarihli Balfour DeklarasyonuSonuncusu, Britanya hükümeti tarafından Dünya Siyonist Örgütü’ne verilmiş bir sözdü: Muğlak bir dille yazılmış olan ve hangi ihtiyacın ürünü olduğu tartışmaya açık olan metin, Britanya’nın Filistin’de Yahudiler için bir “ulusal yuva” kurulmasına yardım edeceğini belirtiyordu. 

Böylelikle Britanya, 1948 yılında İsrail Devleti’nin ilan edilmesine giden sürecin temelini oluşturan Yahudi göçlerinin teşvikini resmi bir politika haline getiriyordu.1 

     Ne var ki Filistin’e yönelik Yahudi/Siyonist göçleri, ilk defa Balfour Deklarasyonu’yla birlikte başlamadığı gibi, Siyonist projenin amaçları ve yaratması beklenen sonuçlar da kamuoyunda çok daha erken tarihlerde tartışılır hale gelmişti. Bu tartışmaların gerçekleştiği yerlerden biri de İkinci Meşrutiyet dönemi boyunca– özellikle 1908-1912 arasındaki birinci devrede– farklı eğilimlerin temsil edildiği Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ydı. Bu makalede, 
1911 yılının Mart ve Mayıs aylarında Meclis-i Mebusan’da gerçekleşen “Siyonizm” temalı iki tartışma ele alınacaktır. Makalenin ilk kısmında, tartışmaların kendisine odaklanılacak ve tartışma söylemleri analiz edilecektir. İkinci kısmında ise mevcut literatürde bu konuyu ele alan bazı çalışmaların, tartışmaların bağlamı hakkında sunduğu önermeler incelenecek, karşılaştırılacak ve en sonunda da yazarın kendi bağlam önerisi sunulacaktır. 

     Meclis-i Mebusan’daki tartışmaların aktarılmasında, birincil kaynak olan Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi’nden (MMZC) yararlanılmıştır. İkinci kısımda ise bir tür “literatür eleştirisine” girişildiğinden, yalnızca bu konuyu irdeleyen bazı ikincil kaynaklar kullanılmış, bir başka deyişle, birincil kaynaklara dayalı geniş bir tarihsel arka plan sunma girişiminden uzak durulmuştur. Diğer yandan, tartışmanın yaşandığı dönemde sahada vuku bulan gelişmelerin ve İstanbul ve Arap kamuoyundaki tartışmaların daha detaylı şekilde inceleneceği, kapsamlı tarih çalışmalarına girişilmesinin halen bir ihtiyaç olduğu görünmektedir. 

2. Tartışma Söylemleri 

2.1. Birinci Tartışma (1 Mart 1911) 

Meclis-i Mebusan’daki Siyonizm temalı ilk tartışma, 16 Şubat 1326/1 Mart 1911 
tarihinde gerçekleşmiştir. Tartışmayı açan kişi bir Arap mebus değil, Gümülcine Mebusu İsmail Hakkı Bey’dir. Bütçe görüşmelerinin yapıldığı söz konusu oturumda, muhalif mebuslar, genel olarak hükümete ve özel olarak Maliye Nazırı Cavid Bey’e yönelik pek çok eleştiri dillendirmiştir. Bu tartışmaların ortasında söz alan İsmail Hakkı Bey, konuşmasına hükümetin dış borç alımlarından söz ederek başlamış ve konuyu Siyonizm’e getirmiştir. Borç (“istikraz”) meselesinin yer yer mali bir mesele, yer yer siyasi bir mesele olarak ele alındığını söyleyen Gümülcine Mebusu, ilk tartışmayı bu bağlantıyı kurarak başlatmıştır: 

İstikraz meselesinin ehemmiyeti, yalnız bir mesele-i maliye gibi telakki olunmasında yahut bir mesele-i siyasiye gibi telakki olunmasında değildir. İstikraz meselesinde, asıl bizi ehemmiyetli bir noktaya sevk edecek başka bir cihet mevcuttur. Bu da bizim istikrazımızı ve bu istikraz meselesini fena yollara getirip nihayet bir netice-i muzırraya isal eden bir istikraz meselesiyle kendini gösteren Siyonist âmâli 
meselesidir.2 

Makale boyunca, metin akışının dışına çıkılarak yapılan doğrudan alıntılarda orijinal Osmanlı Türkçesi ifadeler korunmuş, metin akışı içinde yapılan alıntılarda ise genellikle kullanılan ifadelerin günümüz Türkçesindeki karşılıklarına yer verilmiştir. 

İsmail Hakkı Bey, bu tabiri kullandıktan sonra Siyonizm’in ne olduğunu ve kapsamını açıklama ihtiyacı duymuştur. Buna göre Siyonistlik, bütün Musevileri içine alan bir olgu olmadığı gibi, bütün Osmanlı Musevilerini içine alan bir olgu da değildir. Bundan ziyade, “bazı zararlı siyasi amaçlar peşinde koşan ve çoğunlukla bazı Avrupa ülkelerinin bazı kısımlarında yaşayan” kişilere ait bir olgudur. Gümülcine Mebusu, Siyonizm’in tanımını ise “Arz-ı Filistin'de Şattülarap vadisinde Küdüs-i Şerif ve havalisinde”, mümkün mertebe yabancı Musevilerin sayısını çoğaltarak ve orada nüfusun çokluğundan yararlanarak bir “hükümet-i İsrailiye teşkil etmek” olarak tanımlamaktadır.3 

Hakkı Bey konuşmasında, bu amacı güden Siyonist Cemiyeti’nin yalnızca o dönemde değil, Meşrutiyet’ten önce de amaçları doğrultusunda faaliyetler yürüttüğünün ve bunu açık bir şekilde ortaya koyduğunun altını çizmiştir. Bu doğrultuda Siyonistler, Kudüs, Hayfa ve Şam dolaylarında araziler istimlak etmek istemiş, daha sonra bu arazilere Avrupa’dan göç edecek Yahudileri yerleştirmek istemiş, hatta bunun için kırmızı pasaport usulünü çıkarmış ve 
bu kırmızı pasaportlarla bölgeye yerleşmeye çalışmışlardı.4 Tartışmayı alevlendiren bir nokta ise Hakkı Bey’in, Siyonist Cemiyeti’nin Berlin’de aldığı söylenen bazı kararların tercümesini okuması oldu: 

Türkiye'nin teşebbüsümüze en münasip görünen havalisi şunlardır: Şattülarap, Suriye, Filistin. Musevi nüfusunu bir suret-i makulede tevsi, teksir etmek kaziyesi ise son derece haiz-i ehemmiyet görünüyor. Devlet-i Osmaniye Musevi muhacirlerine kapılarını küşâde bulundurduğu takdirde makamât-ı âliyyeyi işgal etmekte bulunan hem-mezheplerimiz bütün nüfuzlarını Hükümeti Osmaniye'nin siyasî ve iktisadî tealisi için sarf edeceklerdir. Bu suretle Devleti Aliyye’ye emin ve haiz-i nüfuz ittifaklar yolu açılacaktır.5 

İsmail Hakkı Bey ayrıca, “gayet fettan adamlar” olarak tanımladığı Siyonistlerin 
Osmanlı’yı zor duruma düşürerek borçlandırmak yoluyla kendi göç amaçları için zemin oluşturmaya çalıştığını savunuyordu. 

Gümülcine Mebusu İsmail Hakkı Bey’in konuşmasının ardından Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa yanıt vermek üzere söz almıştır. Hakkı Bey’in bu sözleriyle, Osmanlı’ya dostça hizmet eden kişileri töhmet altında bıraktığını söyleyen Sadrazam, “Eğer memleketimizde, devleti hakikaten böyle bir Devlet-i İsrailiye şekline dökecek hata-yı azimecâri oluyor [büyük hatalar yapılıyor] da bizim gözümüz görmüyorsa, biz dünyanın en ahmak adamları oluruz” sözleriyle, Siyonist projelerin ciddiye alınır tarafının da olmadığını savunmaktadır.6 İbrahim Hakkı Paşa ayrıca, hükümet tarafından Osmanlı Musevilerinin “birkaç Siyonist budalanın, birkaç mecnunun, Musevilerin de mecnun addettikleri birkaç ahmağın” hayali fikirlerine iştirak ettiklerinin kabul edildiğinin düşünülmemesi için meselenin yeterince açık bir şekilde ortaya konulması taraftarıydı. Gümülcine Mebusu İsmail Hakkı Bey ise yeniden söz aldığında, Siyonist projenin “hayal” olduğu konusunda hemfikir olduğunu, ancak ciddiye alınması gerektiğini söyleyerek, Osmanlı’ya borç verecek bankaların Siyonistlerin etkisi altında olduğu iddiasını yinelemiştir.7 

Bu ilk tartışmada, Siyonistlerin Filistin’den toprak alması ve bölgeye yerleşmesi 
konusuna kısmen değinilmiş olsa da, bunun yerli Arap nüfus üzerindeki etkisine 
değinilmemiş, bunun yerine bu göç ve toprak alımlarının Osmanlı için yaratacağı 
mahzurlardan söz edilmiştir. Daha önemlisi, İsmail Hakkı Bey’in argüman ve iddiaları, genel bir hükümet eleştirisinin parçası olarak dillendiriliyor ve mevcut hükümetin Siyonistlerle işbirliği içinde olduğu (ya da en azından buna açık olduğu) anlamına gelebilecek ithamlarda bulunuluyordu. Ayrıca bu tartışmanın bütçe görüşmeleri esnasında ve Maliye Nazırı Cavid Bey’in programı ele alınırken yapıldığı düşünüldüğünde  ve Cavid Bey’in Selanikli bir “dönme”/Sabetaycı olduğu dikkate alındığında  tüm bu çıkışlar zımnen, Cavid Bey’i bir Yahudi / Siyonist komplosunun parçası olmakla suçlamak anlamına da geliyordu. 

 2.2. İkinci Tartışma (16 Mayıs 1911) 

Bu ilk tartışmadan iki buçuk ay sonra Meclis-i Mebusan, yine Dahiliye bütçesi 
görüşmeleri esnasında, bir kez daha Siyonizm temalı tartışmalara sahne oldu. Bu kez tartışmayı açan ve sürdürenler Şam ve Kudüs’ten gelen Arap mebuslardı ve vurgular farklıydı. 

Söz konusu tartışma, Kudüs Mebusu Ruhi el Halidi Bey’in kürsüye çıkarak, “dahiliye bütçesini kabul ve tasdik etmeden önce bir dahili meseleden bahsetmek istediğini” söylemesiyle ve maksadının hükümetin Siyonizm’in girişimleri karşısındaki vaziyetini anlamak olduğunu ifade etmesiyle başladı. Özellikle öğrenmek istediği şey, Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleşmesi ve burada arazi satın almaları yasak olduğu halde bu yerleşimlerin nasıl gerçekleşebildiği, göç eden kişilerin arazileri, mezraları, köyleri nasıl satın 
alabildikleri idi.8 

Ruhi el-Halidi, yaptığı konuşmada tepkilerinin genel olarak Yahudilere yönelik 
olmadığını birkaç kez vurgulama ihtiyacı duymuştur. Osmanlı tebaası olan Musevilerin çoğunluğunun, bilhassa da Sefaradların Siyonist olmadığını söyleyen Ruhi Bey, kendisinin anti-Siyonist olduğunun, ancak antisemitist olmadığının altını çizmiş ve kürsüde yalnızca Müslümanların ve Hıristiyanların değil, aynı zamanda Yahudilerin de mebusu sıfatıyla konuştuğunu söylemiştir. Ruhi Bey ayrıca pek çok Osmanlı Yahudisinin de Siyonizm’e karşı faaliyet içinde olduğunu ifade etmiş ve bu doğrultuda, İzmir Musevi Esnaf Cemiyeti gibi kurumlardan mebuslara gönderilen, kendilerinin Siyonizm’e karşı olduğunun ifade edildiği 
bazı telgrafları okumuştur.9 

Antisemitizmin en çok Doğu Avrupa’da, hususen de Rusya, Lehistan, Romanya ve Galiçya’da geliştiğini ve Siyonizm’i doğurduğunu söyleyen Kudüs Mebusu, konuşmasının devamında, yer yer Tevrat’tan da alıntılar yaparak ve Theodor Herzl gibi kurucu isimlerden söz ederek, Siyonizm’in tarihsel gelişimini ve hedeflerini anlatmıştır. 

Daha sonra Kudüs ve Filistin’deki mevcut duruma değinen Ruhi el-Halidi Bey, göçlerle birlikte Kudüs’te bulunan Yahudilerin sayısının 80-90 bine kadar çıktığını, Müslümanların sayısının 8-9 bine kadar indiğini, dahası, gelen kişilerin Osmanlı tabiiyetine de geçmediğini, çoğunluğunun Rusya ya da Avusturya tabiiyetinde olduğunu ve hatta bazı kasabaların kendi kendini idare ettiğini, 
buralarda devletin jandarmasının, zaptiyesinin, idarecisinin bulunmadığını söylemiştir 10 

Ruhi el-Halidi Bey’in arkasından, bir diğer Kudüs Mebusu olan Said el-Hüseyni Bey kürsüye çıktı. Kudüs Sancağı’nda Yahudi göçmenlerin 100 bin dönümden fazla arazi aldığını, geçmişte bu tür faaliyetlere izin vermeyen kararlar alındığını, ancak arazi alımlarının gerçekleşmeye devam ettiğini söyleyen Said Bey’e göre, bunda merkezi hükümetin ve yerel yönetimin kusuru vardı. Ruhi Bey’le aynı noktaya işaret ederek, ancak biraz daha yüksek bir rakam vererek Kudüs’teki Yahudi nüfusunun 100 bini geçtiğini ve bu kişilerin çoğunun Osmanlı tebaası da olmadığını söyleyen Said Bey’e göre “artık Arz-ı Filistin’in Yahudi almaya tahammülü yok”tu ve bundan böyle Osmanlı’ya göç etmek isteyen Yahudilerin 
ülkenin başka yerlerine gitmesi gerekiyordu. Bunu söylerken genel bir Yahudi karşıtı söylem üretmekten uzak duran Said Bey, tersine, Yahudilerin/Musevilerin çalışkan ve faydalı bir toplum olduğunu, ancak sayıca yeterince kalabalık hale geldikleri için Filistin’e değil, başka bölgelere gitmeleri gerektiğini söylüyordu: 

Museviler gayet çalışkan, zeki, muktesit bir kavimdir. Ziraatte, sanatta, fevkalade müterakkidirler. Kudüs-i Şerif Sancağı’nda icat ve tesis eyledikleri mekâtib-i ilmiyye ve ziraiyye ve sınaiyyeden hem kendileri ve hem memleket ahalisi[nin] az çok istifade ettiği inkar olunamaz. Binaenaleyh, memalik-i sairedenbilad-ı Osmaniyye’ye duhulleri şartı ile Arz-ı Filistin’den gayri vilayetlere  çünkü dediğim gibi Arz-ı Filistin’de mevcut olan miktarı kafidir  vilayetin alabildiği miktara göre müteferrikan muhacirlerin kabul ve tescilinde hiçbir mahzur yoktur.11 

İki Arap mebusun konuşması, bazı tepkilerle de karşılaştı. İzmir Mebusu Nesim 
Mazliyah Efendi, Siyonizm meselesinin doğru anlaşılması, hükümete zarar veriyorsa elbette engellenmesi gerektiğini savunuyor, ancak konunun kamuoyunda abartıldığını, örneğin Selanik’te çıkan bazı gazetelerin finansmanını bile Siyonistlerin yaptığının iddia edildiğini söylüyordu. Önceki tartışmaya benzer şekilde, Siyonizm meselesinin ciddiyetinden şüphe duyulması gerektiğini söyleyen Nesim Efendi, Arap mebuslara, bir “Hükümet-i Museviyye” 
kurulmasına yüzde bir de olsa ihtimal verip vermediklerini sormuştur.12 

Arkasından söz alan Erzurum Mebusu Ohannes Vartkes Efendi ise, daha güçlü, ancak farklı bir noktaya işaret eden bir eleştiri getirmiştir. Meclis binasında bunların konuşulması durumunda dışarıda bulunan “cahil ahali”nin, yanlarında bir Yahudi gördükleri zaman hain muamelesi yapacağını söyleyen Erzurum Mebusu, “Ben Ermeni bir evlat olduğum için söylüyorum, benim başıma gelen hallerin Yahudilerin de başına gelmesinden korkarım” dedikten sonra, iki gayrimüslim cemaat arasında paralellik kurmanın ötesinde, meselenin ucunun doğrudan Ermenilere dokunacağını da savundu: “Yarın eğer Arz-ı Filistin’de yahut başka yerde iğtişaş [karışıklık] olursa, en ziyade Ermeni’nin başını keserler”.13 

Ohannes Efendi de tıpkı Nesim Efendi gibi, Siyonizm’in zararlarının olup olmadığının hükümet tarafından araştırılması gerektiğini, bu kadar tartışmanın yeterli olduğunu söylemiştir. Bundan sonra bir süre Meclis’teki tartışma, ülkenin farklı yerlerinde Ermenilere karşı gerçekleşen saldırı iddialarıyla devam etmiştir. Fakat bir süre sonra, üçüncü bir Arap mebusun söz almasıyla yeniden Siyonizm tartışmalarına dönüldü. 

Bu kez söz alan kişi, 1911 başlarında yapılan ara seçimle Şam Mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a giren, eski Nasıra Kaymakamı Şükrü el-Aseli Bey (meclis tutanaklarında geçen ismiyle Hasan Şükrü Bey) idi. Kürsüden, Theodor Herzl’in ve önde gelen Siyonistlerin fotoğraflarını göstererek Siyonizm’in gelişiminden bahseden Şükrü Bey, aşağıda söz edileceği üzere yakın zamanda Siyonizm’in faaliyetlerini deneyimlemiş biri olarak, Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Filistin’in pek çok şehir ve kasabasında -Kudüs, Halilürrahman, Ramle, Yafa, Taberiyye, Zamarin, Hayfa ve Safed’de- şubelerinin olduğunu söylemiştir. Yahudilerin 
bölgeye yerleşmede nasıl bir yol izlediğini anlatan Şükrü Bey, önemli bir nokta olarak, göçmenlerin silah kaçakçılarından silah temin ettiklerini de söylemiş ve bayramlarda Osmanlı sancağı yerine “mavi renkte, orta yerinde bir Mühr-ü Süleyman bulunan” Siyonist sancağı çektiklerini anlatmıştır. Şam Mebusu, hükümetin de bütün bunları yalnızca seyrettiğini ifade etmiştir14 

Şükrü el-Aseli Bey’e göre Siyonizm’in amacı “yalnızca Arz-ı Filistin’de değil, 
Suriye’de ve hatta Irak’a doğru bir hükümet-i Yahudiyye-i azime teşkil etmek”ti. Kendisi bunun bir hayal olduğu kanaatindeydi, ancak pratikte somut karşılığı vardı: “(…) Fakat bir mesele-i mühimme var. Yalnız orada bulunan araziyi aldıktan sonra bizim ahaliyi mahvediyorlar.”15 

Şükrü Bey son olarak, Yahudi göçmenlerin Filistin’de iskan edilmemesi için bir kanun çıkarılmasını istedi. Sonrasında mebuslar, bu meselenin artık kapatılmasını istedi. Bir başka deyişle, Mart ayındaki tartışmaya kıyasla çok daha uzun ve ayrıntılı bir tartışma yapılmıştı, ancak üç Arap mebus, Meclis’in geri kalanının desteğini alamamış, hatta yeterince ilgisini bile çekememişti. 

Mayıs ayındaki ikinci tartışma, uzunluk ve detay dışında, ilk tartışmaya göre başka önemli farklar da taşıyordu. Her şeyden önce bu kez tartışmayı yürütenler Arap mebuslardı; bunlardan ikisi Kudüs’ten geliyordu, üçüncüsü ise yakın zamana kadar Nasıra’da görev yapmıştı. Bunun belki de doğal bir sonucu olarak, ilk tartışmadan farklı olarak bu kez sahadaki gelişmelere ve göç ve arazi alımlarının yerel nüfus üzerindeki etkilerine değinilmiştir. Ayrıca Mart ayındaki tartışmada genel olarak Osmanlı devletinin Yahudi göçmenlere kapısını açması eleştiri konusu yapılırken, Mayıs ayındaki ikinci tartışmada Yahudilerin ülkeye gelişinin kendisine tepki gösterilmemiştir. Buna karşın gelen itirazlar, Mart’taki tartışmayla benzer bir çerçevede kalmıştır. Tam da bu sebeple, bazı araştırmacılar her iki tartışmayı benzer, hatta ortak bir bağlam içinde ele almayı tercih etmiş, ancak kuşkusuz bunu yaparak, önemli bir boyutu göz ardı etmiştir. Aşağıdaki ikinci kısmında, tartışmaların bağlamını irdelerken ilk olarak bu yaklaşımdan hareket edeceğiz. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***