Çekiç Güç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çekiç Güç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2020 Pazartesi

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 3

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 3




   Koalisyon üyeleri Temmuz 1991’de Irak’taki güçlerini geri çektiler. 

Bunun yerine Türkiye’ye daha küçük bir acil müdahale gücü konuslandırmaya karar verdiler. 
Silopi’ye yerlesen bu gücün kara unsurları bir süre sonra geri çekildi ve hava unsurları da İncirlik’e kaydırıldı. 30 Eylül 1991’den baslayarak beş yıl boyunca görev süresi TBMM tarafından her üç ayda bir uzatılan bu güce “Çekiç Güç” (Poised Hammer) adı verildi. 1997’den itibaren gücün adı “Kesif Gücü” (Operation Northern Watch) olarak değistirildi; görev süresi de altı ayda bir uzatılmaya baslandı. ABD, Dngiltere, Fransa ve Türkiye’ye ait Awacs, A-10, F-4, F-16, F-111, F-15E, F-16CJ, Mirage ve Jaguar tipi uçaklar değisik zamanlarda burada görev aldılar. Fransa, 1998’de, ABD’nin Irak’a yönelik “Çöl Tilkisi” operasyonuna tepki olarak güçten çekildi. Bundan sonra Kesif Gücü, Amerikan, İngiliz ve Türk uçaklarının katılımıyla, ABD’nin Irak’a müdahale ettiği 
2003 yılına değin faaliyetlerini sürdürdü. Aslında gücü olusturan hava unsurlarının %80’inden fazlası her zaman ABD’ye aitti. Türkiye’nin güce katılımı genelde sembolik düzeydeydi ve kendi toprakları kullanılarak yapılan bir operasyonun dısında olmadığını göstererek kamuoyundaki rahatsızlığı gidermek amacını güdüyordu. Güce bağlı Amerikan ve İngiliz uçakları sık sık Irak radarlarına kilitleniyor ve bunları imha ediyorlardı. 

Çekiç Güç/Kesif Gücü gibi isimlerle yürütülen operasyon, Bağdat’ın otoritesini 
Kuzey Irak’tan dıslama amacını güdüyordu. Bunun sonucunda, bölgedeki otorite 
bosluğu yerel Kürt gruplarca doldurulacaktı. Böylece, gelecekte kurulması öngörülen Kürdistan Devleti’nin olusumuna zemin hazırlanacaktı. Kuzey Irak’ta, “güvenli bölge”nin olusturulmasından hemen sonra, ABD ve Dngiltere’nin girisimiyle, Irak’taki tüm rejim muhaliflerini bir araya getiren Irak Ulusal Kongresi örgütlendi. Kongrenin, Aralık 1991’de Sam’da yaptığı ilk toplantının ardından da Kuzey Irak’ta seçim kampanyası baslatıldı. Kampanya boyunca, Kürt liderler, sürekli olarak Irak’ın toprak bütünlüğünden yana oldukları mesajını verdiler. Elbette bu bir yalandı. 17 Mayıs 1992’de Kuzey Irak’ta parlamento seçimleri yapıldı. Seçimlere aralarında KDP ve KYB’nin de bulunduğu yedi parti katıldı. %7’lik ülke barajının uygulandığı seçimlerde 105 milletvekili belirlendi. KDP ile KYB’nin ayrı ayrı %40’ın üzerinde oy aldıkları, diğer partilerin29 ise ülke barajını asamadıkları açıklandı. Buna karsılık, Batı’nın baskısıyla Hristiyan Süryani Partisine, 105 üyeli mecliste beş sandalye ayrıldı. Geri kalan sandalyeler, KDP ile KYB arasında esit olarak —50–50— paylaştırıldı.30 

Parlamentonun açılmasından sonra da, KDP ve KYB’nin altısar bakanla temsil 
edildikleri bir hükümet olusturuldu. Böylece “Kürdistan Devleti” fiilen kurulmuş oldu. 

Bu gelişmeler karsısında, Türk hükümetinin girisimiyle Ankara’da bir araya 
gelen Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin temsilcileri, Kuzey Irak’ta kurulan 
hükümeti tanımadıklarını ve Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına izin 
vermeyeceklerini belirten ortak bir açıklama yaptılar. Ama her üç devletin de bu 
konudaki samimiyetlerinden kusku duyulmasını gerektiren nedenler vardı. Bir kere İran ve Suriye, Kürtleri, komsularının iç istikrarını bozmak amacıyla bir araç olarak kullanmaktan hiçbir zaman geri durmamıslardı. Her iki ülke, PKK’nın kendi topraklarında üslenip, askerî eğitim kampları kurmasına göz yummus, örgüt ele baslarına da barınma olanağı sağlamıstı. Hatta, Ankara’daki üçlü toplantı sırasında bile, PKK’ya verdikleri desteği fiilen sürdürüyorlardı. Kaldı ki, Irak’ın güneyinde, eninde sonunda kendi denetimine gireceğini umduğu bir Siî devletinin kurulması olasılığına hiç de soğuk bakmayan İran’ın, Irak’ın toprak bütünlüğünü gerçekten isteyip istemediği çok tartısmalıydı. Öte yandan, Kuzey Irak’taki otorite bosluğuna yol açan sürecin baslamasında etkin biçimde rol alan; simdi de topraklarında konuslanmasına izin verdiği “Çekiç Güç” aracılığıyla bu sürecin devamına hizmet eden Türkiye, ortaya çıkan otorite bosluğunun doğal sonucu olan de facto Kürt Devletinin varlığından yakınmakta haklı sayılabilir miydi? Nitekim, Ankara’daki ortak açıklama ancak suya yazılan yazı kadar etki yaptı. 

Ankara’nın kendi ulusal çıkarlarıyla bağdasmayan gelismeler karsısında 
göstermelik tepkilerin ötesinde ciddî bir tavır sergilememesi, hatta sürece katkıda bulunmayı sürdürmesi, ABD ve Batılıları daha da cesaretlendirdi. “Huzur 
Operasyonu”nun baslangıcında, Türkiye’den çekindiği için Kürtlerle doğrudan iliski kurmaktan kaçınan ve Kürtlerin bu yöndeki girisimlerini de sürekli olarak geri çeviren Washington yönetiminin tutumunda 1992’den baslayarak köklü bir değisiklik olduğunu görüyoruz. Bu değisiklikte, Ermeni ve Rum lobilerinin ABD’de Kürtler adına sürdürdükleri propaganda faaliyetleri etkili olmustur. Fakat Amerikan yönetiminin Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan muhatap almak konusundaki çekingenliğini asmasını sağlayan asıl etken, aynı seyi Türkiye Cumhurbaskanı Turgut Özal’ın yapmış olmasıdır. Özal, 1991 yılının Haziran ayında KYB lideri Celal Talabani ile görüsmüstür. Kendi Cumhurbaskanı bile Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan muhatap aldıktan sonra Türkiye’nin aynı seyi Amerikan yönetiminin yapmasına karsı çıkması elbette söz konusu olamazdı. 

Kuzey Irak seçimlerinden bir ay sonra, Haziran 1992’de, Irak Ulusal Kongresi 
Viyana’da ikinci toplantısını yaptı ve aralarında Barzani ile Talabani’nin de bulunduğu sekiz kisilik bir heyeti Amerikan yönetimiyle görüşmelerde bulunmak üzere Washington’a gönderme kararı aldı. Heyet, 29 Temmuz 1992’de ABD Dı 
isleri Bakanı James Baker tarafından kabul edildi. İzleyen yıllarda, Amerikan yönetimiyle Kürt liderler arasındaki görüsmeler sık sık yinelendi. Üstelik bu süreçte Barzani, Talabani ve diğer Kürt temsilcileri ABD’ye Türkiye Cumhuriyetinin verdiği kırmızı pasaportlarla giriş yaptılar. 

Kuzey Irak’ta Türkiye’nin desteğiyle kurulan de facto Kürdistan Devleti, yine 
Türkiye’nin yardım ve desteğiyle kurumsallasma olanağı buldu. 10 yılı askın süreyle Türkiye toprakları, “insanî yardım” adı altında Kuzey Irak’a ulastırılan ve nitelikleri çok tartısmalı olan yardım malzemelerinin geçirildiği ana güzergah olarak kullanıldı. BM Güvenlik Konseyinin 1995’de aldığı 986 sayılı karar çerçevesinde Irak’ın petrol satısından elde ettiği gelirden Kuzey Irak’taki Kürt gruplara ayrılması sart kosulan %15’lik bölüm ve Amerikan Kongresi’nin 1998’de kabul ettiği “Irak’ı Özgürlestirme Yasası” çerçevesinde ABD’nin Iraklı muhaliflere yaptığı 97 milyon dolarlık maddî yardım, Türkiye toprakları kullanılarak Kuzey Irak’taki Kürt gruplarına ulastırıldı. 

Ayrıca bu gruplar, Türkiye ile yaptıkları sınır ticaretinden de önemli miktarda gelir elde ediyorlardı. “Çekiç Güç/Kesif Gücü” bünyesinde faaliyet gösteren Amerikan–İngiliz uçaklarının bu Kürt gruplarına, görev tanımlarıyla bağdaşmayacak biçimde bazı yardımlarda bulunduklarına iliskin spekülasyonlar da hiç eksik olmadı.31 

Diğer yandan, Kuzey Irak’ta yaratılan ortam, burada üslenen PKK’nın 
Türkiye’ye yönelik eylemlerini daha kolay örgütlemesine olanak sağladı. Türkiye, 1984’te Irak ile yaptığı anlasmaya dayanarak, Kuzey Irak’a birkaç kez askerî operasyon düzenledi. Ama bir yandan PKK’nın üslenip örgütlenmesi için uygun ortamın hazırlanmasına katkıda bulunulurken, diğer yandan PKK’ya yönelik operasyonlar düzenlemenin inandırıcılığını elbette tarih sorgulayacaktır. 

Türkiye’nin tüm “hata”larına karsın, Kürtlerdeki toplumsal örgütlenmenin 
yapısını ve niteliğini iyi bilenler, bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması, kurulsa da kendi gücüyle ayakta kalması olasılığının son derece zayıf olduğunun ayrımındadırlar. 
Kürtlerin, kendi aralarında birlik ve bütünlük olusturmaları olanaksızdır. Asiret temeline dayanan toplumsal iliskiler, her zaman kaypak ve güvenilmezdir. Bu iliskiler üzerine siyasî bir kurumlasma yapılandırılamaz. Tarihin hiçbir döneminde, baska hiçbir etnik gruba, kendi siyasî yapılarını olusturabilmeleri için son 15 yılda Kürtlere verilen destek çapında bir destek verilmemistir. Buna karsın Kürtler, aralarındaki anlasmazlıkları asarak kendi ayakları üzerinde durmayı basaramamıslardır. 1992’deki parlamento seçimlerinin üzerinden iki yıl bile geçmeden, KDP ile KYB yanlıları arasında çatısma çıkmıştır. 

1994 Haziran’ında, Türkiye devreye girerek, tarafları Silopi’de bir araya getirdi 
ve —her nedense— uzlasmalarını sağlamaya çalıstı. Ancak Silopi görüşmelerin den sonuç alınamadı. Ağustos ayında, İran’ın desteklediği Talabani’ye bağlı pesmergeler, KDP’nin yönetim merkezinin bulunduğu Erbil’i ele geçirdiler. 

Bundan sonra çatısmalar daha da siddetlendi. Bu kosullarda parlamento ve hükümet faaliyetleri elbette sona erdi. ABD’nin devreye girmesiyle yeni bir görüsme trafiği baslatıldı. 1995 Temmuzu’nda Lizbon’da, aynı yılın Eylülünde Dublin’de bir araya gelen taraflar anlasmaya varamadılar. Ekim ayında bu kez İran’ın girisimiyle Tahran’da masaya oturan KDP ve KYB yine anlasamadı.32 

1996 Temmuz ayında hiç beklenmedik bir olay yasandı. Irak Cumhuriyet 
Muhafızları, düzenledikleri bir operasyonla Erbil’deki KYB denetimine son verdiler. 

Bölgede kuş uçurtmayan Çekiç Güç’e bağlı uçakların Cumhuriyet Muhafızlarının 
Erbil’e kadar gelip, KYB’yi kentten çıkardıktan sonra geri dönmelerine göz yummaları yeni soru isaretleri yarattı. Erbil’de yeniden denetim sağlayan KDP pesmergeleri, kısa bir süre sonra KYB’nin yönetim merkezi olan Süleymaniye’yi de ele geçirdiler. KYB yanlısı Kürtler kitle halinde Dran sınırına doğru kaçmaya baslayınca, ABD bir kez daha devreye girdi ve 23 Ekim 1996’da taraflar arasında ateskes antlasması imzalanmasını sağladı. Antlasma ile olayların baslangıcındaki duruma geri dönüldü. Böylece iki yıldan uzun süren ve binlerce insanın ölümüne yol açan çatısmalar son buldu. 

Bu arada dünya bir baska olaya daha tanık oldu. Kuzey Irak’taki karsıt Kürt 
grupları arasındaki çatısmanın yarattığı kargasa sırasında, çok sayıda özel eğitilmi Kürtün ABD adına bölgede casusluk yaptıkları anlasıldı. Amerikalılar, desifre olan bu insanları, Türkiye üzerinden Pasifik Okyanusu’ndaki Guam Adası’na götürdüler. Kuzey Irak’ta Kürt Devleti’nin kurulması sürecinde kendilerinden yararlanıldığı anlasılan bu insanların daha sonra ABD tarafından hangi amaçlarla kullanıldıkları bilinmiyor. Ama, izleyen yıllardaki çesitli Amerikan operasyonlarında ve 2003 yılında Irak’ın isgal edilmesi sırasında bu casus Kürtlerin kullanıldığını tahmin etmek güç olmasa gerek. 

Aralarındaki çatısmaya son veren Kürt gruplar, yine Türkiye’nin önayak 
olmasıyla, 1996 yılı Aralık ayında Ankara’da barış masasına oturdularsa da sonuç alamadılar. Bunun üzerine, yine ABD devreye girdi ve Barzani ile Talabani’yi 1998 Eylülü’nde Washington’da bir araya getirdi. Fakat antlasma sağlanamadı. 2003 Mart ayında ABD müdahalesi gerçeklestiğinde, Kuzey Irak’ta iki siyasal ve yönetsel birim bulunuyordu. Erbil, KDP’nin; Süleymaniye ise, KYB’nin yönetim merkeziydi. Bu iki yapı bugün de varlıklarını korumaktadır.33 


D. Amerikan İşgali Sonrası “ Kürt Sorunu ” “ Kürdistan”In Resmen Tanınmasına Doğru 


   ABD’nin Kürt sorunuyla ilgili olarak Türkiye’nin ulusal duyarlılıklarını gözetmek 
gibi bir kaygı tasımadığı, 2003 yılının baslarında yasanan tezkere bunalımı sırasında bir kez daha ortaya çıkmıstır. ABD, Türkiye’den kuzeyde ikinci bir cephe açmasına olanak tanınmasını ve Türkiye topraklarında kendisine kara ve hava üsleriyle çesitli hava yolu, liman ve ulasım kolaylıkları sağlanmasını istemistir. Türkiye ise karsılığında su taleplerde bulunmustur: 

1) Türk ordusu sınır güvenliğini sağlayabilmek amacıyla Kuzey Irak’ta doğrudan ve bağımsız olarak operasyon yapabilmelidir; 

2) Barzani ve Talabani’ye bağlı pesmergelere verilmesi öngörülen silâhların dağıtımı Türkiye’nin denetiminde yapılmalı ve operasyon bittikten sonra bu silâhlar yine Türkiye’nin denetiminde toplanmalıdır; 

3) Kuzey Irak’taki Amerikan askerlerinin görevi bölgedeki Türk birlikleriyle 36. paralelin güneyindeki Amerikan birlikleri arasında bağlantıyı sağlamakla sınırlı olmalıdır; 

4) Katar’daki komuta merkezinde Amerikalı komutanla birlikte bir Türk komutan da görev yapmalıdır; 

5) Türkiye’de Katar’dakine e ikinci bir harekat merkezi kurulmalı ve bunun da basına birer Amerikalı ve Türk komutan atanmalıdır. Türk isteklerinden özellikle ilk ikisi Amerikan tarafınca kabul edilmeyince anlasma sağlanamamıstır. 

Ama gerek dünya medyası, gerekse bizim bilinen medyamız, sanki anlasmazlık ekonomik konulardan çıkmış gibi bir izlenim yaratmaya çalışmışlardır.34 

İşgal operasyonu basladıktan sonra ABD, Türkiye’yi Kuzey Irak’a girmemesi 
konusunda uyarmıstır. Ama aynı ABD, Türkiye’den Amerikan füze ve uçaklarının 
geçmesi için hava sahasını açmasını istemekten de geri kalmamıstır. ABD’nin Irak’a müdahale etmesini önlemek için onunla siyasî çatısmayı göze alan kimi Avrupa devletleri ise, Türkiye’nin kendi ulusal güvenlik gereksinimlerini karsılamak amacıyla sınırda bazı önlemler almak istemesi karsısında, ABD ile tam bir görü birliği içinde hareket ederek Türkiye’yi engellemislerdir. Hatta bu devletler Türkiye’nin savunması için gerekli olan bazı askerî malzemenin Türkiye’ye gönderilmesini NATO mekanizması içinde bloke etmeye çalısmıslardır. Türkiye’nin “müttefikleri” olan ABD ve Avrupa devletlerince dıslanmasından yüreklenen KDP sözcüsü Haydar Zebari de, eğer Türk askeri Kuzey Irak’a girerse, bu askerlerle yerli halk arasında siddetli çatısmaların çıkacağı tehdidini savurmustur.35 

Bugün Kuzey Irak’ın siyasal ve yönetsel denetimi, KDP ve KYB’nin elindedir. 
Her iki grubun emrinde ABD tarafından silâhlandırılmı on binlerce peşmerge bulunmaktadır. 

Ayrıca bu gruplar, Amerikan isgal ordusunun doğrudan desteğine de 
sahiptirler. Barzani ve Talabani, Batılı velinimetlerinin istek ve beklentileri 
doğrultusunda hareket ederek özerklik ve bağımsızlık yönünde ortak savasım 
verdikleri görüntüsünü yaratmaya çalıssalar da, aralarında geçmise dayanan derin bir düsmanlık bulunmaktadır. KDP’nin daha feodal ve gelenekçi, KYB’nin daha seküler bir anlayısa sahip olmasının yarattığı farklılık bir yana, ancak asiret örgütlenmesinin yapısal zaaflarıyla açıklanabilecek asılması olanaksız güvensizlik ve çekememezlikler, kosulların zorladığı ve Batılıların el birliğiyle tesvik ettiği aldatıcı i birliği görüntüsünün altında gizlenmeye çalısılmaktadır. Her seye karsın, yüzeysel de olsa, devlet olmanın gerektirdiği kurumsal alt yapı yine Batılıların yardım ve desteğiyle büyük ölçüde tamamlanmış durumdadır. “Kürdistan” Devletinin resmen tanınması artık yalnızca bir zaman sorunudur. 

Bu adım atıldığında bölge, Dsrail Devletinin kurulmasının yol açtığından çok 
daha büyük bir çatısma ve kaos ortamına sürüklenecektir. Çünkü Dsrail Devleti’nin karsısında esas itibarıyla yalnızca Araplar vardı. “Kürdistan” Devletinin karsısında ise, tüm bölge güçleri yer alacaktır. Ortaya çıkacak çatısma ve kaostan tüm bölge halkları zarar görecektir. Fakat kuskusuz en ağır bedeli yine Kürtler ödeyecektir. ABD’nin çekilmesi durumunda Kürtler, onları “hain” kimliğiyle damgalamı olan diğer bölgesel güçlerle iliskilerinde çok zor bir durumda kalacaklardır.36 

Ama emperyalizme güvenilemeyeceği konusunda tarihten ders almayanların bu 
aymazlıklarının bedelini er geç ödemeleri kaçınılmazdır. 

Sonuç 

ABD ve İsrail’in, önümüzdeki yılları kapsayacak bir süreçte Orta Doğu’nun 
siyasî haritasını değistirmek; bölge ülkelerini parçalayarak bu yolla Dsrail’in geleceğini ve güvenliğini sağlama almak gibi bir tasarıları olduğu artık ortaya çıkmıstır. Bu tasarının Türkiye Cumhuriyetinin topraklarını kapsamadığını düsünmek saflık olur. Kuzey Irak’ta kurulacak bir devlet, hiç kusku yok ki, daha uzun dönemli bir planın ilk halkasını olusturacaktır. Gelecekte Orta Doğu için suyun petrolden çok daha büyük bir stratejik değer kazanacağı da, Orta Doğu’nun su kaynaklarının Doğu Anadolu’da bulunduğu da, gelecekte bu kaynakları denetleyebilen gücün, tüm Orta Doğu’yu denetleyeceği de birer sır değildir. Nasıl ki, İsrail’in, Kuzey Irak’taki Kürtlere özel eğitim vermesi, Kürtleri “Yahudilere en yakın ırk” olarak tanımlaması ve GAP bölgesinden bol 
miktarda toprak satın alması birer rastlantı değilse, İsrail’in Kürtlere ilgisi ne yenidir; ne de amaçsızdır.37 

Türkiye çok büyük bir tehlikeyle karsı karsıyadır. Ama bütün göstergeler 
Türkiye’nin yakın gelecekte kendisini bekleyen tehlikenin niteliğini ve boyutlarını 
algılayamadığını ortaya koymaktadır. Geçen 15 yılda Kuzey Irak’ta bir de facto 
devletin kurulup örgütlenmesine akıl almaz bir aymazlık içerisinde yardımcı olan 

Türkiye, aynı aymazlıkla, ana dilde eğitim, yerel yönetimler yasası gibi AB dayatması düzenlemeleri art arda yaparak, kurulan bu devletin, sınırlarını gelecekte Türkiye’nin belli bölgelerini içine alacak biçimde genişletmesinin de zeminini hazırlamaktadır. Lozan’da yalnızca gayrimüslim yurttaşlarımızla sınırlı olarak düzenlenen azınlık tanımının kapsamının, Müslüman yurttaşlarımızı da içine alacak biçimde genişletilmeye çalışılması ve sözde Ermeni soykırımının tanınmasına yönelik uluslararası çabalara Türkiye içinden bazı kesimlerce etkin destek verilmesi tam da bu döneme denk gelmektedir. Kuskusuz bunlar da birer rastlantı olarak nitelendirilemez. 

Son zamanlarda, Batı basınında yer alan hemen tüm yorumlar, AB’den üyelik 
beklentisi içindeki Türkiye’nin Kuzey Irak’taki gelismeler üzerindeki etkisinin her 
zamankinden zayıf olduğu yolundadır. Dolayısıyla Türkiye’nin ne Kerkük’teki 
gelismelere, ne de Kuzey Irak’ta ortaya çıkan bağımsız Kürt yapılanmasının resmiyet kazanmasına tepki gösterebilecek durumda olmadığı değerlendiril mektedir.38 

Nitekim, 30 Ocak 2005 tarihinde, Irak’ta isgal güçlerinin namlularının 
gölgesinde yapılan ve Sünnî Arapların boykot ettikleri; Türkmenlerin ise Türkiye’nin isteği ile kısmen ve kerhen katıldıkları sözde seçimlerde, oyların %25’ini alarak 275 sandalyeli Geçici Ulusal Meclis’te 77 sandalye elde eden Kürtler, Siî din adamı Sistani’nin desteklediği Birlesik Irak Dttifakından sonra en kalabalık grubu olusturmuslardır. Kürtlerle Siîler arasında aylarca süren koalisyon görüsmelerinde Kürtler, Siîlerin siyasal deneyimsizliklerinden de yararlanarak, isteklerinin çoğunu elde etmislerdir. Bunlar arasında Kerkük petrollerinden önemli pay almak ve “Kürdistan Savunma Gücü” adı altında 100 bin Pesmergeyi silâh altında tutmak da bulunmaktadır.39 

Kerkük ise, seçimlerden hemen önce gerçeklestirilen büyük çaplı bir göç operasyonuyla Kürt kentine dönüstürülmüstür. Olusan Kerkük Yürütme 
Konseyinde Kürtler çoğunluğu sağlamıslar ve daha ilk günden konseyin Kürt üyeleriyle Türkmen ve Arap üyeleri karsı karsıya gelmislerdir. Türkmen ve Arap üyelerin toplantıyı terketmesiyle sonuçlanan bu gelisme karsısında Türkiye, Batılı gözlemcilerin tahmin ve beklentilerini haklı çıkarır biçimde sessiz ve hareketsiz kalmıstır. 

Bu hareketsizliğin bir sonucu olarak bugün Irak’ta, devlet baskanlığını Celal Talabani’nin yaptığı, kağıt üzerinde birlesik, ama uygulamada ayrı ayrı kurumsallasmı iki devlet vardır. Fiilî durumun resmiyet kazanması için uygun zaman beklenmektedir. 

Yasanan gelismeler, Irak’ın kuzeyinde yaratılan bağımsız siyasal yapının 
“Kürdistan Devleti” olarak resmen tanınmasının yalnızca bir zaman sorunu olduğunu, Türkiye’nin ise ulusal çıkarları açısından son derecede sakıncalı olan bu süreci engellemek söyle dursun, her asamasında ona katkıda bulunduğunu ve bulunmaya devam ettiğini göstermektedir. 

Türkiye, son 60 yıldaki, özellikle de son 25 yıldaki stratejik tercihlerini köklü bir 
biçimde değistirmediği; AB üyeliği, Batı ile bütünlesme gibi gerçekçilikten uzak ve ulusal çıkarlarımıza aykırı tasarıları bir kenara bırakmadığı ve Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesine dayanan dış politika stratejisine geri dönmediği takdirde bundan 15 yıl sonra Mîsâk-ı Millî sınırlarımızdan ödün verme noktasına geldiğimizi hep birlikte göreceğiz. Bu öngörünün gerçekleşme olasılığı, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürdistan Devleti kurulacağına ilişkin 15 yıl önceki kaygıların, o tarihteki gerçekleşme olasılığından daha düşük değildir. 


KAYNAKÇA 

Yayınlanmamış Belgeler 

1) İngiliz Dış işleri Bakanlığı Belgeleri, Public Record Office, Kew, Londra, 
Dosya No. FO 371/5048, 5162, 5228, 5229, 5230, 5231. 

Kitaplar 

1) Arı, Tayyar, Irak, Dran ve A.B.D., Önleyici Savas, Petrol ve Hegemonya, 1.B., Dstanbul, Alfa Yayınları, 2004. 
2) Bulut, Faik, Dslamcı Örgütler, Dstanbul, Tümzamanlar Yayıncılık, 1993. 
3) http://www.127.parsimony.net/forum67746/messages/5991, 5999, 6001,6002.html, 29.3.2005. 
4) Karpat, Kemal H., Ottoman Population 1830-1914; Demographic and Social Characteristics, Madison, Wisconsin, 
    University of Wisconsin Press, 1985. 
5) Kaymaz, Dhsan Serif, Musul Sorunu: Petrol ve Kürt Sorunlarıyla Bağlantılı 
    Tarihsel – Siyasal Bir Dnceleme, 1.B., Dstanbul, Otopsi Yayınları, 2003. 
6) Marr, Phebe, The Modern History of Iraq, Westview, Colorado, Westview  Press, 1985. 
7) Moss Helms, Christine, Iraq:Eastern Flank of the Arab World, Washington D.C., Brooking Institution, 1964. 
8) Owen, Roger, Sevket Pamuk, A History of Middle East Economies in the Twentieth Century, 1.B., Londra, Tauris, 1998. 
9) Sluglett, Marion Farouk, Peter Sluglett, Iraq Since 1958: From Revolution to Dictatorship, 1.B., New York, Tauris, 1987. 


Makaleler (Kitap, Dergi, Gazete, Internet) 

1) Berzenci, Sa’di, “Irak Kürdistanında Mevcut Durum Hakkında Görüs,” 
Avrasya Dosyası, C. 3., S. 1 (Dlkbahar 1996), s. 193-216. 
2) British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Ayatollah Sistani, 
Iraqi Islamic Party, Muktada Sadr, Muslim Schoolar’s Association, SCIRI (Supreme 
Council for the Islamic Revolution ın Iraq), http://news.bbc.co.uk. 
3) Brook, Kevin Alan, “The Genetic Bonds Between Kurds and Jews,” 
http://www.washingtoninstitute.org/media. 
4) Caldwell, Alison, (Report by) “Kurds Welcome Call for Independent State,” 
ABC PM, 22.11.2004, http://www.abc.net.au/pm. 
5) Canbolat, Recep, “Mukteda es-Sadr Irak Direnisinde Merkez Olmaya 
Basladı,” http://www.haberx.com. 
6) Centeral Intelligence Agency, “The World Factbook: Iraq,” 
http://www.cia.gov/cia/publications/ factbook. 
7) Çelik, Halil, “Ayetullah Sistani Eliyle Mukteda el Sadr’a Tasfiye,” Zaman, 
17.8.2004, http://www.zaman.com.tr. 
8) Doğan, Yalçın, Milliyet, 3.2.1993. 
9) Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study:Iraq,” 
http://lcweb2.loc.gov/ frd/cs/iqtoc.html. 
10) Glass, Charles, “Welcome to Kurdistan (While It Lasts),” The Independent, 
23.11.2004, http://news.independent.co.uk. 
11) Knights, Michael, “Kurds Aim to Secure Continued Regional Control,” 
Focus, http://www.washingtoninstitute.org/media. 
12) Lawless, R. I., “Iraq: Changing Population Patterns,” Population in the 
Middle East and North Africa, J.J. Clarke, W.B. Fisher, Londra, University of London 
Press, 1972, s. 97-129. 
13) Marr, Phobe, “Republic of Iraq,” The Government and Politics of the 
Middle East and North Africa, Ed. by David E. Long, Bernard Reich, Boulder, Westview Press, 1995. 
14) Özcan, Mesut, “Irak: Ortadoğu’nun Etnik ve Kültürel Minyatürü,” Değisen 
Toplumlar, Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu, Yayına Hazırlayan Fulya Atacan, Dstanbul, 
Bağlam Yayınları, 2004, s. 157-180. 
15) Özdağ, Ümit, “Kuzey Irak ve PKK,” Avrasya Dosyası, C. 3, S. 1 (Dlkbahar 
1996), s. 81-104. 
16) Öznur, Hakkı, “Dsrail–Kürt Dliskilerinin Tarihsel Arkaplanı,” 2023, S. 39 
(15.7.2004), s. 32-44. 
17) Prince, James A., “A Kurdish State in Iraq,” Current History, Vol. 92, No. 
570 (January 1993). 
18) Rubin, Michael, “The Other Iraq,” Jarusalem Report, 31.12.2001, 
http://www.barzan.com. 
19) Sezal, S. Rana, “Irak’ta Devlet ve Siîler,” Avrasya Dosyası, C. 6, S. 3 
(2000), s. 110-121. 
20) Turan, Sefer, “Irak’ta Direnis: Siîler ve Sünnîler–2,” Radikal, 19.4.2004, 
http://www.radikal.com.tr. 
21) Wilkinson, Tracy, “Turkey Looks South and Worries,” Los Angeles Times, 
20.10.2004, http://www.flash-bulletin.de/2004. 


DİPNOTLAR:

1 J. McCray, M. Sa’eed, “The Social Characteristics of the Population of Iraq,” Bulletin of the College of Arts, University of Baghdad, 1968, C.II., s. 69-124’den aktaran R. I. Lawless, “Iraq: Changing Population Patterns,” Population of the Middle East and North Africa: A Geographical Approach, Ed. by J. J. Clarke, W. 
B. Fisher, Londra, University of London Press, 1972, s. 97; M. S. Hassan, “Growth and Structure of Iraq’s Population, 1867-1947,” Bulletin of Oxford University, S. 20 (1958)’den aktaran idem. 
2 Kemal H. Karpat, Ottoman Population, 1830-1914, Demographic and Social Characteristics, Madison, Wisconsin, University of Wisconsin Press, 1985, s. 144-145, 152-153, 190. 
3 Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study: Iraq,” 
   http://lcweb2.loc.gov/frd/cs/iqtoc.html, 25.03.2005. 
4 Phebe Marr, “Republic of Iraq,” The Government and Politics of the Middle East and North Africa, Ed. by David E. Long, Bernard Reich, Boulder, Westview Press, 1995, s. 102-108. 
5 Centeral Intelligence Agency, “The World Factbook: Iraq,” http://www.cia.gov/cia/publications/factbook, 28.03.2005. 
6 İngiliz belgelerinden öğrendiğimize göre, Ankara hükümeti ayaklanmacılara yedi bin lira göndermis; ayrıca, Mustafa Kemal Pasa, Bağdat’taki Osmanlı Ulusal Güçler Komutanı Nasuhî Bey’e yazdığı 21 Mart 1921 tarihli mektupta, simdilik etkin yardım yapabilecek durumda olmadıklarını belirterek, gönderilen paranın bir bölümünün asiret seflerine dağıtılmasını, bir bölümü ile de silâh ve cephane alınarak çete savası yapılmasını istemisti. (FO 371/5048, E 5162/3/44: Wratislaw to Curzon, Beyrut, 4.5.1920/31.) Ayrıca, yeni kurulan El-Cezire Cephesi de, Üsteğmen Kadri Bey aracılığıyla Tel Afar’daki ayaklanmacılara silâh yardımında bulunmustu. (FO 371/5228, E 9849/2719/44; FO 371/5229 E 10440/2719/44; FO 371/5230 E 12339/2719/44; FO 371/5231 E 12966/2719/44.) 1920’den bu yana, Türkiye’nin konumunda meydana gelen değişiklik çok dikkat çekicidir. 
7 İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu: Petrol ve Kürt Sorunlarıyla Bağlantılı Tarihsel ve Siyasal Bir İnceleme, 1.B., İstanbul, Otopsi Yayınları, 2003, s. 149-154. 
8 Faik Bulut, İslâmcı Örgütler, İstanbul, Tümzamanlar Yayıncılık, 1993, s. 495-525. 
9 Phebe Marr, The Modern History of Iraq, Westview-Colorado, Westview Press, 1985, s. 228; Christina Moss Helms, Iraq: Eastern Flank of the Arab World, Washington D.C., Brooking Institution, 1964, s. 100; Bulut, a.g.e., s. 516-536. 
10 S. Rana Sezal, “Irak’ta Devlet ve Siîler,” Avrasya Dosyası, C.VI., S. 3 (2000), s. 112-120; Mesut Özcan, 
   “Irak: Ortadoğu’nun Etnik ve Kültürel Minyatürü,” Değisen Toplumlar, Değismeyen Siyaset: Ortadoğu, 1.B., Yayına Hazırlayan Fulya Atacan, Dstanbul, Bağlam Yayınları, 2004, s. 172-173. 
11 Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study: Iraq,” 
    http://lcweb2.loc.gov/frd/cs/iqtoc.html, 25.03.2005. 
12 idem. 
13 İdem. 
14 Tayyar Arı, Irak, Dran ve A.B.D.: Önleyici Savas, Petrol ve Hegemonya, 1.B., İstanbul, Alfa Yayınları, 2004, s. 524-525; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq:  Muktada Sadr.” 
    http://news.bbc.co.uk, 29.03.2005. 
15 Arı, a.g.e., s. 525; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Supreme Council for the Islamic 
    Revolution in Iraq (SCIRI).” http://news.bbc.co.uk, 29.03.2005. 
16 Sefer Turan, “Irak’ta Direnis: Siîler ve Sünnîler-2”, Radikal, 19.4.2004, http://www.radikal.com.tr. 
17 Arı, a.g.e., s. 525-526; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Ayatollah Sistani,” 
     http://news.bbc.co.uk. Halil Çelik, “Ayetullah Sistani Eliyle Mukteda el Sadr’a Tasfiye,” Zaman, 17.8.2004, 
     http://www.zaman.com.tr. 
18 Bulut, a.g.e., s. 516-536. 
19 Recep Canbolat, “Mukteda es-Sadr Irak Direnisinde Merkez Olmaya Basladı,” 
     http://www.haberx.com, 14.8.2004. 
20 Arı, a.g.e., s. 469-470. 
21 http://www.127.parsimony.net/forum 67746/messages/5991, 5999, 6001, 6002.htm, 29.3.2005. 
22 Marion Farouk Sluglett, Peter Sluglett, Iraq Since 1958, from Revolution to Dictatorship, 1.B., New York, 
    Tauris, 1987, s. 16. 
23 Sluglett, a.g.e., s. 34-35; Roger Owen, Sevket Pamuk, A History of Middle East Economies in the 
    Twentieth Century, 1.B., London, Tauris, 1998, s. 162. 
24 Marr, a.g.m., s. 105. 
25 British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Sunni Groups: Iraqi Islamic Party, Muslim Schoolar’s Association.” 
    http://news.bbc.co.uk, 25.02.2005. 
26 Kaymaz, a.g.e., s. 29-30. 
27 Kaymaz, a.g.e., s. 101-106, 197-200, 313-321, 361-362. 
28 Congressional Quarterly Weekly Report, Vol. 49, No. 15 (April 13, 1991), s. 933; No. 16 (April 20, 1991), s. 1009-1011’den aktaran Arı, a.g.e., , s. 447-448. 
29 Bunlar, Kürdistan Sosyalist Demokratik Partisi, Kürdistan Sosyalist Partisi, Kürdistan Demokratik Halk Partisi, Kürdistan Komünist Partisi, Irak Kürdistan islâmî Hareketi ve Hristiyan Süryani Partisi idi. Türkmenler ve Araplar seçimlere katılmadılar. 
30 James A. Prince, “A Kurdish State in Iraq,” Current History, Vol. 92, No. 570 (Ocak, 1993), s. 17-22. 
31 Yalçın Doğan, Milliyet, 3.2.1993. 
32 Sa’di Berzenci, “Irak Kürdistanı’nda Mevcut Durum Hakkında Görüs,” Avrasya Dosyası, Cilt. 3., Sayı. 1 ( İlkbahar 1996 ), s. 193-216; Ümit Özdağ, “ Kuzey Irak ve PKK,” Avrasya Dosyası, C. 3., S. 1 (İlkbahar 1996), s. 81-104. 
33 Arı, a.g.e., s. 445-468. 
34 Arı, a.g.e., s. 508-509. 
35 Arı, a.g.e., s. 510-511. 
36 Nuri Talabani, Arapların artık Kürtleri de Dsrailliler gibi görmeye basladığını söylerken, aslında tüm bölge halklarının Kürtlere yönelik bakı açılarını yansıtıyor, Charles Glass, “Welcome to Kurdistan (While It 
 Lasts),” The Independent, 23.11.2004, http:// news.independent.co.uk. 
37 Michael Rubin, ”The Other Iraq,” Jerusalem Report, 31.12.2001, 
    http://www.barzan.com; Kevin AlanBrook, “The Genetic Bonds Between Kurds and Jews,” 
    http://www.washingtoninstitute.org/media; Hakkı Öznur, “İsrail Kürt ilişkisinin Tarihsel Arkaplanı,” 2023, S. 39 (15 Temmuz 2004), s. 32-44. 
38 Glass, a.g.m., The Independent; Alison Caldwell, (Report by) “Kurds Welcome Call for Independent State,” ABC PM, 22.11.2004, http://www.abc.net.au/pm; Tracy Wilkinson, “Turkey Looks South and 
Worries,” Los Angeles Times, 20.10.2004, 
http://www.flash-bulletin.de/2004; Michael Knights, “Kurds Aim to 
Secure Continued Regional Control,” Focus, http://www.washington institute.org/media. 
39 http://www.127.persimony.net/forum67746/messages/5991, 5999, 6001, 6002.htm, 29.3.2005. 



***

31 Ocak 2018 Çarşamba

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 7

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 7



Savaş sonrasında Kuzey Irak’ta bulunan bazı sınır kapıları kapatılmış, 8 Ağustos 1990'da, BM'nin Irak'a ambargo kararlarına uyularak Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattından petrol geçişi durdurulmuş ve Irak’a 
iş yapan tüm şirketler Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalmıştır. İşgalden sonra geçen 12 yıl içerisindeki Türkiye’nin ekonomik kaybının 100 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. ABD ise savaş sonunda tüm savaş harcamalarını Kuveyt, Suudi Arabistan ve Kuzey Irak yönetiminden geri almıştır. 

Savaş sonrasında Avrupa Topluluğunun Lüksemburg’daki zirve toplantısın da, İngiltere ve Fransa’nın isteği ve ABD’nin desteği ile Kuzey Irak’ta bir tampon oluşturulmuş ve bu bölgenin korunması için Amerikan, İngiliz ve Fransızlardan oluşan “Çekiç Güç” adıyla bir askeri yapı oluşturulmuştur. Bu birlik görünürde Iraklı mültecilerin korunması vazifesini yerine getirirken, arka planda Bağımsız Kürt devletinin kurulması ve daha da ötesi PKK faaliyetlerinin desteklenmesinde kullanılmıştır. 

Tennesse Teknoloji Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Michael M. Günter körfez savaşı sonrası durumu anlatan bir yazısında, “çekiç güç harekâtının devam edeceği izni verildikten soran türküye, gerçekten fiili bir Kürt devletini pekiştirmiştir…123” ifadelerine yer vermiştir. Herkesin bildiği gibi her hükümet tarafından altı aylık dönemler halinde Çekiç Gücün süresi uzatılmıştır. 

Savaşın bir o kadar önemli başka bir sonucu da, Irak'ın zayıflamasıyla beraber, İran'ın bölgedeki ağırlığının artmasıdır. Savaşta el altından ABD’ni destekleyen İsrail, Irak'ın yenilmesiyle rahatlarken, Irak'ın yanında yer alan Filistin Kurtuluş Örgütü zor durumda kalmıştır. ABD ise, bu savaşta 500,000'den fazla askerini Orta Doğu'ya kaydırıp, Irak'ı kesin bir yenilgiye uğratarak uluslararası alanda lider olduğunu ve Vietnam sendromunu atlattığını göstermiştir. 

 Yine demode olan ve silahsızlanma anlaşmaları doğrultusunda elinden çıkarmak zorunda olduğu silah ve cephanenin bir kısmını burada kullanarak, bunlardan kolay yoldan kurtulmuş, yeni silah sistemlerini gerçek savaş ortamında denemiş ve geliştirmiş, Saddam'ı devirmeyerek, ondan çekinen tutucu Körfez ülkelerine daha sonraki dönemde büyük miktarlarda silah satarak fazladan büyük karlar elde etmiştir. 

Savaş sonunda ise Irak'ı fiilen üçe bölmüş, ambargo uygulayarak ülkeyi ekonomik bağımlı hale getirmiş ve bu ülkenin petrol ihracını baskı altına alarak, uluslararası alanda petrol fiyatlarını denetleyebilmiştir. 

Örgütün Körfez Savaşı ve Çekiç Güc’e Bakışı 

Irak’ın Kuveyt ile sorun yaşadığı Mayıs 1990 döneminde PKK terör örgütünün II. konferansı Lübnan’da yapılmıştır. Bu konferans sırasında Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler ele alınmış ve gelişmelerin izlenerek yeni stratejiler geliştirilmesine karar verilmiştir. 

II. Konferansta örgüt, gelişmelerin takip edilmesini ve kazanan tarafa göre yeni politika geliştirmesini, her halükarda meydana gelecek kargaşa ortamı nın kendileri lehine sonuçlar vereceği değerlendirmelerinde bulunulmuş tur. Bu değerlendirmelerin neticesinde kazansa yada kaybetse de Saddam ile ilişkilerin karşılıklı menfaatler çerçevesinde devam ettirilmesi, Kuzey Irak’ın Merkezi Hükümetin kontrolü dışında kalan bir alana çevrilmesi ve Irak’taki diğer Kürt grupların saf dışı bırakılması için ilişki geliştirilmesi hedeflenmiş tir.     

Kuveyt işgalinin akabinde Öcalan tarafından 2 Ağustos 1990 tarihli bir bildiri yayınlamıştır. Bildiride “…mevcut statükonun parçalanması herkesten çok Kürt halkının yararına olacaktır… diyebiliriz ki ilk kez tarih kurutuluşa 
azmetmiş halkımızın yüzüne gülecektir. Burada bağımsızlık kokuyor” şeklinde beyanı olmuştur124. 

Öcalan 22 ağustos 1990’da yaptığı diğer bir değerlendirmede; “Irak’ta iktidar artık zayıflamıştır. Denetimden kurtulmuş bir Kürdistan’ın muazzam bir devrim zemini haline gelmesidir. Kuzey Irak’ta gelişecek bir mücadele kuzey ve güney Kürdistan’ın birleşmesidir…125” ifadelerine yer vermiştir. 

Örgüt tarafından yapılan diğer değerlendirmede ise; “güvenlik kuşağını direniş kuşağı yapacağız ve burayı üs olarak kullanacağız” ifadelerine yer verilmiştir. 

İkinci konferansın yapıldığı bu dönemde PKK’nın ikili oyunun bir gereği olarak Irak devletiyle sıkı bir iş birliği içerisinde olduğu görülmektedir. Saddam Hüseyin bu süreçte, Türkiye’nin çeşitli bahaneler üzerinden 
kuzeyden Irak’a girerek, topraklarının bir kısmını ele geçirmesi yönünde kuşkuya kapıldığından, PKK eliyle kuzey sınırını güvence altına almak istemiştir. Fırsatı iyi değerlendiren PKK ise Bağdat’ta kurmuş olduğu bürosu aracılığı ile Saddam güçleriyle yakın temas bulunmuş ve önemli parasal destek almıştır. 

Bu desteğin sonrasında Abdullah Öcalan yaptığı bir açıklamada, Türkiye’nin Irak’a giresi halinde Irak devletiyle birlikte ortak mücadele etme kararı aldıklarını belirtmiştir126. Barzani, Halepçe katliamının yaşandığı ve 
binlerce Kürt’ün zehirli gazlarla öldürüldüğü sırada PKK’nın Irak güçleriyle işbirliği içerisinde olduğunu, bu işbirliği karşılığında PKK’nın Irak’taki örgütlenmesi olan ve Osman Öcalan’ın liderliğindeki PAK’ın127 (Partiya Azadiya Kürdistan - Kürdistan Özgürlük Partisi) Irak Hükümetince finanse edildiğini belirtmiştir128. PKK/PAK kuruluşunun hemen akabinde Kuzey Irak’ta örgütlenmiş ve Iraklı Kürtlerin Türkiye aleyhine örgütlenmesine 
çalışmıştır. 

Yine PKK’nin bu süreçte, Türkiye’deki ABD Kurumları hakkında Irak’a bilgi topladığı, incirlik üssündeki gelişmeleri rapor ettiği ve Kuzey Irak’taki gizli ABD faaliyetlerini takip etmeye çalışıldığı tespit edilmiştir129. 

Gelişmeleri kontrol altında tutmak amacıyla örgüt tarafından ABD’nin Irak’ı işgalinden bir ay önce 26-31 Aralık 1990 tarihinde IV. Kongre çalışmaları tamamlanarak, bir dizi karalar alınmıştır. IV. Kongre kararlarının sonuçları na bakıldığında ise bir kısmının Avrupa Alanına dönük olduğu ve legal bilgi iletiminin sağlanması için “Kürdistan Haber Ajansının” kurulmasına karar verildiği130 görülmüştür. 

Kongre metinlerinden ABD’nin müdahalesi akabinde Irak’ın Kuzeyinin Irak hâkimiyetinden çıkarılması yine en çok PKK’yı sevindirdiği anlaşılmaktadır. Öcalan, Kuzey Irak’ın koruma altına alınmasıyla, Kürt sorununun Dünya kamuoyunun odak noktasına geleceğini ifade etmiştir131. Örgütün politikasının ABD ve Irak’tan da azami ölçüde yararlanmak olduğu ortaya konmuştur. 

İşgalin ardından ABD ve müdahaleci güçler bölgede KDP ve KYB’yi daha da güçlendirip, PKK’yı ikinci plana atmaya çalışıyor gibi görünseler de, örgüt mevcut istikrarsız durumdan en çok yararlanan güç olarak belirmiştir132. Örgütün bu süreçten kazançlı çıkmasında en önemli etken Türkiye’de üstlenip, Kuzey Irak’ta görev yapan Çekiç Güç olmuştur. 

Türkiye’nin 12 Temmuz 1991 de konuşlanmasına izin verdiği Çekiç Güç, ABD, İngiltere, İtalya, Hollanda ve Türkiye’den on beş bin kişilik bir kara gücü, İncirlikte konuşlandırılan takviyeli bir tabur ve Kuzey Irak’ta gözlem ve temaslar yapmakta sorumlu askeri koordinasyon merkezinden oluşmuştur. Türkiye Çekiç Güce, bir mekanize piyade bölüğü ve askeri koordinasyon merkezinin bulunduğu Zaho’da bir temsilci ile katılmıştır. Dönemin hükümeti, bu gücün görev süresini Eylül 1991’de son kez kaydıyla 21 Aralık 1991’e kadar uzatmış, daha sonra ise yine Bakanlar Kurulunun kararı ile bu süre altı ay daha uzatılmıştır. 30 Haziran 1992 den itibaren de gücün görev süresi, periyodik olarak MGK’nın tavsiyesi ve TBMM’nin kararı ile uzatılmıştır. 

Dönemin siyasi liderleri Çekiç Güçle ilgili yaptıkları açıklamalarda bu gücün ilerde Türkiye’nin aleyhine çalışma yapacaklarını ifade etmişlerdir. Sayın Ecevit; “Batılı devletler Türkiye’ye yerleştikleri askeri gücü Irak’tan çok 
ülkemize karşı kullanacaklar. Iraktaki provokasyonların altıda ise Batılı Devletler olabilir. Bu gelişmeler Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurma için ilk adımlardır. 1991 Eylülünde, Washington’da ABD Dışişleri Bakanlığında yapılan görüşmelerde, ABD’li yetkililer Peşmerge liderlerine açıkça, biz sizin Irak hükümetiyle anlaşmanızı istemiyoruz denilmiştir. Bunun üzerine de bölgede Irak’ın bütünlüğünü sağlayacak demokratikleşme süreci bizzat ABD tarafından engellenmiştir.” ifadelerini kullanarak aslında dönemin yetkilileri nin konulara vakıf olduklarını göstermişlerdir. 

Siyasilerin Çekiç Güç gerçeğini bilmelerine karşın gelişmeleri engelleye meyişi ise bir gücün Türkiye’yi kuşattığını ve karar alma mekanizmalarını etkisiz hale getirdiğini göstermiştir. 

Talabani ise 29 ağustos tarihinde Erbil’de yaptığı bir açıklamada; “ Saddam ile görüşmeler bitti, anlaşamadık, anlaşmamızda mümkün değil,  savaşaca ğız. Arkamızda Çekiç Güç var ” demiştir133. 

Çekiç Güc’ün faaliyetleri hakkında Hiram Abbas tarafından 21 Ağustos 1990 tarihinde Cumhurbaşkanlığına gönderilen bir raporda, CİA ve İsrail’in Suriye üzerinden Kuzey Iraklı gruplara destek verdiği, bu çalışmayla Irak 
rejiminin değiştirilmek istendiği ve bu durumun Türkiye açısından sakıncalı sonuçlar doğuracağı ifade edilmiştir. Raporun hemen akabinde 26 Eylül 1990 tarihinde Hiram Abbas Dev-Sol örgütünün bir eylemiyle hayatını 
kaybetmiştir134. 

Çekiç Güc’ün bölgede konuşlanmasında KYB ve KDP’nin desteklenmesi amaçlansa da bu Güc’ün PKK’yı da desteklediği gözden kaçmamıştır135. S. C. Pelletiere de kendi makalesinde PKK’nın Çekiç Güç’ün desteği ile önemli 
oranda güç kazandığını belirtmiştir136. 

Öcalan tarafından Çekiç Güç ile ilgili yapılan diğer bir değerlendirmede; “…bu iş PKK’ya yarar. ABD’nin bir amacı vardı. Barzani ve Talabani’nin bir amacı vardı. En sonunda biz yararlanmış oluyoruz. Elbette ki bu boşlukları dolduracağız. Şimdi 36. Enlemin kuzeyindeki boşluk ne olacak derseniz, Kürt halkı orayı dolduracak. Onda bir beis görmüyorum. Botan ve 
bölgede bir devrimci halk hükümetinin nüvesi atılıyor…137” ifadelerine yer vererek, örgütün yaşananlardan ne denli nemalandığını göstermektedir. 

Irak Merkezi Güçlerinin Kuzey Irak’tan çekilmesinden sonra, özellikle İran savaşında ve Kürtlerin Türkiye sınırına sürülmesi sırasında kullanılan çok sayıda silah ve mühimmat PKK’nın eline geçmiştir. Bunun yanında İran 
ve Suriye, Türkiye’nin olası bir Kuzey Irak’ı ele geçirme girişimini engellemek için de PKK’ya silah ve mühimmat desteğinde bulunmuş, Saddam güçleri de KYB ve KDP ile savaşması karşılığında örgüte ayrıca önemli miktarda para ve silah yardımı göndermiştir. 

Dolayısıyla bu dönem örgüt için her türlü lojistik ve askeri malzemenin fazlasıyla ele geçirildiği bir dönem olmuştur. 

Bölgede meydana gelen boşluğun ardından PKK’nın Türkiye’ye saldırılarında önemli bir artış gözlenmiştir. Bu saldırılarda öldürülen PKK militanları üzerinde ele geçirilen Amerikan menşeli yeni silahların olması ise  düşündürücüdür. Türk hükümeti tarafından konu ile ilgili ABD makamlarına yöneltilen sorulara ise her hangi bir cevap dahi verilmemiş138, aksine Serv anlaşmasının yeniden gündeme alınması gerektiği dillendirilmiştir. 

Savaş sonrasında ABD’nin Türk devletine olumsuz tavrı, PKK’nın açık saldırılarına karşın, ABD denetiminde olan KYB ve KDP’nin politikası da olumsuz olmuştur. ABD denetiminde kurulan ve Türkiye’ye zımmi 
olarak kabul ettirilen Kuzey Irak Federe devletinin iki örgütü KYB ve KDP her geçen gün güçlerini artırırken, söylenin aksine PKK’ya karşı tavır almamışlardır. Bu tavırda ABD’nin rolünün olmaması ise mümkün değildir. 

Aynı yıl Türkiye’nin PKK terör örgütünün faaliyetleri nedeniyle Kuzey Irak’a yaptığı askeri hareket ABD tarafından şiddetle kınanmıştır. Hareketin ardından Kürt Ulusal Kongre Üyesi Başkanı Nejmaldin Kerim tarafından, 
ABD Dışişleri Bakan Vekili Lawrence Eagleburger’e 5 Kasım 1992 de gönderilen mektupta, Türkiye’nin Kürtlere yönelik hareketinin durdurulması istenirken, Türkiye kınanmıştır. 

ABD’li yetkiler ise, 14 Kasım 1992 tarihinde Ankara’da Türkiye, Suriye ve İran arasında yapılan ve Irak’ın toprak bütünlüğünün savunulduğu toplantının kendilerinin bilgisi dışında tertiplenmiş olmasından duyduğu 
rahatsızlığı ifade etmiştir. 17 Kasım 1992 Washington’da yapılan ve Carnegie Endowment Vakfının desteklediği ve Irak’ın geleceğinin görüşüldüğü toplantıda, Clinton’a yakın olan ekip tarafından Irak’ta Bağımsız Kürt devletine olumlu bakıldığı mesajı verilmiştir139. 

Ayrıca 30 Temmuz 1992 tarihinde Talabani’nin Washington temaslarında Al Gore tarafından Kürtlerin haklı mücadelesine destek sözü verilmiştir. 

1993 yılında yayınlanan ABD insan hakları raporunda, Türkiye’deki Kürtlerden azınlık olarak bahsedilerek, İHD’nin Türkiye aleyhindeki raporları sorgulanma gereği duyulmadan aynen rapora iliştirilmiştir140. 

Türkiye, PKK’nın 17 Temmuz-18 Ağustos 1992 tarihleri arasında Habur geçişlerini engellemesi konusunu ve PAK’ın KDP Peşmergelerine yaptığı saldırıları ileri sürerek, KYB ve KDP’yi PKK’ya yönelik operasyona dahil etmeye çalışmıştır. Türkiye, Ekim 1992’de Iraklı grupları korumak amacıyla Kuzey Irak’a operasyon yaptığı sıralarda KYB el altından PKK ile iş birliği protokolü imzalamıştır. Irak Kürdistanı Bölge Başkanı sıfatı ile Fuat Masum ve PKK-MK adına Osman Öcalan’ın imzaladığı protokol, 29 Ekim 1992 de kalıcı anlaşmaya çevrilmiş ve PKK’nın Kuzey Irak’ta serbest hareket etmesinde kendilerince mahzur olmadığı ifade edilmiş tir 141. 

KDP ve KYB bu anlaşma ile PKK’nın Kuzey Irak’ta varlığını kabul ederken, PKK’da 4 Ekim 1992’de kurulan Bölgesel Hükümeti tanıdığını kabullen miştir142. Türkiye bu anlaşmayı hayretler içinde karşılarken, Barzani ve 
Talabani yaptıkları açıklamada; anlaşmanın PKK’nın silah bırakması için yapıldığını ve yakında bu yönlü bir gelişmenin olabileceğini belirtmişlerdir. 

Talabani ve Barzani’nin PKK’yı silah bırakma konusunda ikna etmeye çalışıyoruz söylemine karşın, 11 Kasım 1992’de Silopi yapılan görüşmede PKK’lıların teslimi konusunda Cenevre anlaşmasını gerekçe göstererek 
karşı çıktığını görüyoruz. KYB ve KDP bu görüme de Türkiye’nin Kuzey Irak’ta tampon bölge kurulmasını da kabul etmemişlerdir. Türkiye buna rağmen KYB ve KDP’nin 70 karakolunu tamir etme sözü vermiştir. 

PKK ve Kuzey Iraklı gruplar arasındaki ilişkiler bununla da sınırlı kalmamıştır. Seçimler sonrasında Kuzey Irak Bölgesel Yönetiminin Başbakanlığına getirilen KDP’li Abdullah Resul Kosret ile Osman Öcalan arasında 27 Nisan 1993’de bir anlaşma imzalanmıştır. Dört maddelik bir protokol şeklinde belirlenen anlaşmayla, PKK bölgede daha rahat hareket etme imkanı elde etmiş ve KYB’nin desteği ile Erbil’de büro açmıştır. 

Kuzey Irak’lı grupların PKK ile birliktelik sergilediği bu dönemde Türkiye ise KYB ve KDP’ye gıda, yiyecek ve nakit para yardımı yapmıştır. Yardımın yetersizliğinden şikâyet eden KDP ve Irak Kürdistani Cephesi Avrupa 
Sözcüsü Hoşyar Zebari Türkiye’ye gelerek, yardımın arttırılması talebinde bulunmuştur143. 

Körfez savaşından sonra KYB, KDP ve PKK önemli oranda güç elde ederken, daha da önemlisi etnik Kürtçülük dünya gündeminde önemli yer tutmaya başlamıştır. Bu durum Kürtlerin kendi öz kazanımları olmanın ötesinde ABD ve İsrail çizgisinde geliştirilen bir Truva Atı planının sonucudur. 

Bu dönem bölgede her ülke diğeri ile hem mücadele etmekte hem de altan alta gizli anlaşmalar yapmaktadırlar. Bu durum örgütler içinde söz konusu olmuştur. KYB ve KDP, PKK ile çeşitli ittifak anlaşmaları yaparken, aynı zamanda aralarında silahlı çatışmalarda yaşanmıştır. Bunun yanında KYB ve KDP Türkiye ile ilişkileri ilerletirken, aynı anda İsrail ve İran ile de ilişkilerini üst seviyeye çıkarmışlardır. 

Her şeyin karma karışık olduğu 1991 yıllarda KDP Başkanı Mesut Barzani’nin yaptığı bir açıklama ise akıllara durgunluk verir biçimdedir. Barzani açıklamasında, 1983 yılından sonra PKK’ya topraklarını açtıklarını, 
PKK’nın ise şimdilerde Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale yapabilmesi için provokasyonlar tertiplediğini, örgütün bu amaçla yaptığı faaliyetlere ilişkin bir belgenin ellerine geçtiğini belirtmiştir 144. 

Benzer bir iddia da örgütün eski Merkez Komite üyelerinden Baki Karer tarafından gündeme getirilerek, Öcalan ve ekibinin derin ilişkileri ortaya konmuştur. Karer açıklamasında; “…1992, gerek Türkiye içinde, gerekse Ortadoğu’da Abdullah Öcalan için provokasyon geliştirme olanaklarının muazzam arttığı bir dönemdi. Bu noktadan itibaren Öcalan, sadece “ordu içinde özel bir ordu”ya hayranlık duymakla kalmamış, hayranlığını Ortadoğu’nun karanlık güçlerine kadar uzatmıştı. Öyle ki, Amerika ve CIA’yla direkt fingirdeşmenin işaretlerini vermişti. Çünkü bu yıllarda pastadan büyük pay alabilme “uluslararasılaşma”dan geçiyordu. Avrupa ülkelerinin istihbarat örgütleriyle ilişkileri zaten vardı. Önemli olan 
Amerika, yani CIA ile kuracağı direkt ilişkiydi. Genelde ve bölgede siyasal gelişmeleri belirleyen Avrupa’dan çok Amerika’ydı. 1992’nin ortalarında Amerika’nın Lübnan Konsolosluğunda çalışan görevlilerle Bekaa’da yaptığını söylediği görüşmenin ürününü almakta gecikmemişti. Bu görüşmeden itibaren Öcalan, hem içte tam egemen hale gelmiş, hem de K. Irak’ta geliştirilecek provokasyonlar için yeni konsept hazırlanmıştı. CİA’nın desteği alındıktan sonra oluşturulan bu konseptin, PKK Belçika temsilciliği, Yeşil (Mahmut Yıldırım), Behçet Cantürk, bazı “Kürt diplomatları”nın ve Bucaklar’ın katkılarıyla oluştuğu söyleniyordu. Bu ittifakın geçmişe oranla giderek daha aktif bir biçimde Hizbullahcılar ve diğer Radikal Dinci gruplarla genişletildiği de dile getirilen bir başka olaydır. Ama Öcalan’ın böylesine geniş çaplı bir cepheleşme içine girmesi, bir anlamda Çatlı örneğinde görüldüğü gibi biraz çizmeyi aştığının da bir göstergesiydi. Daha sonraları İslamcı olarak nitelenen kesim PKK’nin kucağından alınıp İran’a devredilmiş tir. Çünkü bu kesim, her ne kadar Öcalan’ın kucağında filizlendirilmiş ve örgütlendirilmişse de, İran’la ilişki içine girdikten sonra palazlanmış ve Öcalan’la çelişkiye düşmüştü. Gelirlerin paylaşımından doğan çelişki daha sonraları Pastar’ın araya girmesiyle düzeltilmiştir. Almanya ise bu birliği 
elinden geldiğince desteklemiş, kalıcı hale gelmesi için çaba göstermiştir…145” ifadelerini kullanmıştır. 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 5

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 5

PKK Üst Düzey Yöneticilerinin Duesseldorf yargılanmaları 

Bir önceki bölümde de ifade edildiği gibi 1983 yılında başlayan PKK infazları 1986 yılına kadar hızla devam ettiğinden dolayı dönemin Başsavcısı Kurt Rebmann Ekim ayında Türkiye’den üst düzey yetkililer ile bir araya gelerek, “Uluslararası Terörizme karşı işbirliğini” yapmak istediğini belirmiştir. 

Aynı yıl Celle kentindeki bir evde arama yapmak isteyen Alman polisine PKK örgüt mensubu Derviş Savgat tarafından ateş açılmış ve çıkan çatışmada Şavgat ölü olarak ele geçirilmiştir. Örgütün gerek Türkiye’den göç eden halka gerekse de Alman kamu düzenine yönelik eylemlerinin tırmandığı bu zamanda Duran Kalkan Avrupa’ya gönderilerek şiddeti daha da tırmandır ması istenmiştir. Şiddetin artarak herkesi kapsamaya başlamasıyla birlikte meydana gelen ve liderliğini Hüseyin Yıldırım yaptığı muhalefet sonrasında infazlar daha da artmıştır. 

Gerek halktan gelen baskılar gerekse de Türk Devletinin terör örgütünün faaliyetlerinin yasaklanması konusundaki girişimleri etkili olmuş, Federal Savcılıkça 22 Ocak 1988’de PKK yöneticisi oldukları iddia edilen ve 
aralarında Abbas Kod Duran Kalkan, Selim Hoca Kod Selahattin Çelik, Fuat Kod Ali Haydar Kaytan, Gözlüklü Cafer Kod Ali Çetiner, Zehra Kod Meral Kıdır, adı Palme Cinayetine karışan Oktay Kod Hasan Hayri Güler ve Hüseyin Çelebinin de aralarında bulunduğu 20 örgüt mensubu na tutuklama kararı çıkartılmıştır. 

Bu kişiler ilgili dava 24 Ekim’de Duesseldorf Davası başlamıştır. Konu ile ilgili açıklama yapan Federal Başsavcı Kay Nehm PKK’yi “İç güvenliği ihlal etmekle” suçlayarak, yargılamanın Terörle Mücadele kanunun 129/a maddesi kapsamında yapılmasını talep etmiştir. 

Mahkeme, yürütülen dava kapsamında Öcalan’ın iadesini istemiyle üç defa Şam makamlarına başvuruda bulunmuştur. Mahkemenin isteği karşısında Alman Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher, Hafız Esat yönetimi ile bu konuda görüşmeler yapsa da görüşmelerin prosedürden ileri gitmediği, Alman Hükümetinin mahkemenin aksine PKK’ya karşı mücadelede ciddi olamadığı ortaya çıkmıştır. 

Daha sonra ki gelişmeler de Duesseldorf davasının Alman hükümetinin kamuoyunu oyalamaya yönelik bir girişimi olduğunu göstermiştir. 1983 yılından sonra Almanya merkezli gelişen silahlı PKK faaliyetleri, Olaf 
Palme’nin öldürülmesi, infazlar v.b. olaylar Avrupa kamuoyunda ciddi itirazların oryaya çıkmasına neden olmuştur. Alman Hükümeti bu operasyonla hem destek verdiği ve yaşam olanakları sunduğu PKK örgütüne uyarıda bulunmuş olacak hem de Avrupalı diğer devletlerin itirazlarına karşı bir şeyler yaptığını gösterecektir. Dönemin hükümeti bu olayda mahkemeyi de kendi siyasal planlarına alet ederek, PKK’ya ayar vermiş, Avrupa halkının tepkilerini de dindirmiştir. 

Düsseldorf davasının en önemi tutuklusu Duran Kalkan’dır. Kalkan, Öcalan tarafından Avrupa’ya gönderildikten sonra Fransa’ya geçmiş ve Aralık 1987’de Fransa’dan “siyasi mülteci” statüsü almıştır. 7 Nisan 1988 tarihinde ise “terör örgütü üyesi” olduğu gerekçesiyle Fransa’nın Almanya sınırında Alman polisi tarafından rutin bir kontrol sırasında yakalanmıştır. Tutuklandıktan sonra, Alman Federal Mahkemesi (Bundesgerichtshof), 8 Nisan 1988 tarihinde Kalkan’ın “geçici tutukluluğunda” karar kılmış, bu karar üzerine Kalkan 7 Mart 1994 tarihine kadar Almanya’da tutuklu kalmıştır. Kalkan Almanya’da tutuklandığında Selahattin Erdem kimliğini kullanmış ve tutuklu kaldığı 5 yıl 11 ay bu adla işlem görmüştür. 

Duran kalkan yakalandığı 1988 yıllarda örgütün en önemli isimlerinden olup, Almanya’daki tüm kitle ve istihbarat kurumunca da tanınmaktadır. Kalkanın, Alman mahkemelerinde gerçek adı yerine sahte kimliği ile 
yargılanmış olması da Alman Polisinin işlemlerinde gayr-ı ciddi olduğunu göstermiştir. 

Duran kalkan ve Ali Haydar Kaytanın tutuklu bulundukları dönemde örgütün diğer bir önemli ismi Ali Çetiner itiraflarda bulunarak, gerek örgüt gerekse de gözaltında bulunanlar hakkında detaylı bilgi vererek, 
örgütün tüm infazlarını sıralamıştır. 

Mahkeme sürecinde örgüte önemli bir destek Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat’ın Kardeşi Cemil Esattan gelmiştir. Esat, Ekim 1989’da Duesseldorf’taki mahkemeyi izledikten sonra yaptığı açıklamada; “Suriye, özgürlük 
için mücadele eden Ortadoğu’daki tüm milletlerin destekleyicisidir. Hafız Esat ve bende bu konuda her türlü desteği sunacağız…” ifadelerini kullanmıştır. 

Cemil Esat’ın bu açıklamaları yaptığı dönemde ve halen günümüzde Suriye’deki Kürtler vatandaş olarak kabul edilmediklerinden nüfus cüzdanları alamamaktadırlar. Mal edinme ve bürokraside ilerlemeleri 
imkansızdır. 
Kürtler için savaştığını söyleyen terör örgütü ise kurulduğundan beri Suriye’ye tek kurşun atmamış ve orada eylem yapmamıştır. Halen Suriyeli birçok örgüt mensubu Ülkemize karşı savaşırken, Kürtleri insan olarak kabul etmeyen Nusayri kökenli Şam yönetimine karşı ise savaşmayı akıllarına getirmemişlerdir. 

Konuya dönecek olursak Duesseldorf Yüksek Mahkemesi, 7 Mart 1994 tarihinde yayınladığı 900 sayfalık bir kararda, Alman Ceza Yasasının 129’uncu maddesi gereği Kalkan’ı 6 yıl hapis cezasına çarptırıldığını 
açıklamıştır. Alman hapishanelerinde toplam 5 yıl 11 ay “geçici tutukluluk” süresi bulunan Kalkan, Duesseldorf Mahkemesi kararının ardından, tutukluluk süresinin dolması sebep gösterilerek serbest bırakılmıştır. 

 Duran Kalkan, Almanya’da “uzun sure tutuklu tutulduğu” ve “avukatıyla yazışmaları sistematik olarak okunduğu” gerekçesiyle 29 Temmuz 1997 tarihinde, Bremen Barosundaki avukatı Hans-Eberhard Schultz aracılığıyla AİHM’de Almanya’dan şikayetçi olarak, tazminat talebinde bulunmuştur. 

 Alman hükümeti, AİHM’ye sunduğu savunmada, Kalkan’ın uzun sure tutuklu tutulması ve yazışmalarının okunmasına gerekçe olarak, “ulusal güvenlik, kamu düzeni ve emniyetini” göstermiş ve savunmasını bunun 
üzerine bina etmiştir. Fakat aynı Alman Yetkililer Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunan kişiler için ceza evinde kalma süresini çok bulduklarını ifade ederek, baskıda bulunmaya çalışmışlar dır92. 

Alman devletinin PKK’ya operasyon yaptığı bu dönemde örgüt içerisinde muhalefet tamamen gün yüzüne çıkmış ve Avrupa’da ayrışma iyice belirginleşmiştir. Alman hükümeti PKK’ya yönelik baskı yaptığını ifade etse de yaşananlar durumun farklı olduğunu göstermiştir. 

Tutuklanan kadroların yerine hemen yeni kadrolar gönderilmiş, infazlar kaldığı yerden devam etmiştir. Almanya merkezli hareket eden PKK Müdahale Grubu, Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa’da terör 
estirmeye devam etmiştir. Bu saldırılar sonucunda gerek muhalif grup gerekse de diğer örgütler sinmek zorunda kalarak, sadece can güvenliklerini sağlama gayretine girmişlerdir. 

1988 Sonrası Avrupa Faaliyetleri ve Yunanistan 

Örgütün infazlara girişip terör örgütleri içerisinde tek başına liderliği alması ve eylemleri tırmandırması, Yunanlıları daha da heyecanlandırmış ve PKK ile daha çok işbirliği kararı almışlardır. 

Yunanlılar, PKK ile irtibatı sağlayacak ve hükümetin sorumluluğunu azaltacak bir yöntem olarak 1988 tarihinde “Halkların Hakları ve Kurtuluşu İçin Yunan Birliği Derneği” adı altında bir dernek oluşturmuş, dernek ERNK 
ile ortak basın açıklaması yaparak işbirliği kararını kamuoyuna duyurmuş tur. Toplantıya PASOK-MK üyesi Karamanlis de katılarak örgüte her türlü desteği sunacağını, bu mücadelenin başarılı olması için elinden geleni ortaya koyacağını ifade etmiştir93. 

Halkların Hakları ve Kurtuluşu İçin Yunan Birliği Derneği yöneticileri 17-19 Ekim 1988 tarihinde Lübnan’ın Beka vadisindeki Örgüte ait kampa giderek, Öcalan ile görüşmüşlerdir. Bu görüşmeye dernek yöneticilerinden Ağapios Ganrilidis ve Teodoros Sosanoguv’un yanı sıra Pasok-MKÜyesi Kostas Aslanis, Pasok-MK Üyesi İlias Evangelidis, Haralampos Stamayopulos ile Etnos Gazetesinden Kosta Delezos, Anti Dergisinden Andreas Bistislanti, Emekli General Dimitris Matafias ve Emekli Amiral Antonis Naksakis katılarak örgüte her türlü yardım sözünde bulunmuşlardır94. 

1989 yılına gelindiğinde ise her şeye rağmen örgütün Avrupa’da çalışan veya iltica statüsünde olan 10 bin kadar sempatizan yakaladığı, bunun yanı sıra yapılan eylemlere isteyerek veya zorla katılan çok sayıda kişiye 
ulaştığı gözlenmiştir. Avrupa alanı bu zamanda neredeyse tek başına örgütün elaman ihtiyacının yarısını karşılayacak duruma gelmiştir. Türkiye’nin ise Avrupa’daki PKK’nın faaliyetlerinin yasaklanması yönünde bir çabası olmadığı, çözüm üretici bir politika yürütemediği ve Avrupa’daki yurttaşlarımızı organize ederek lobi faaliyetlerinde kullanamadığını görüyoruz. 

Örgüt, elaman temini ve maddi gelir elde etmenin dışında en önemli atağını bu zamanda diplomasi alanında gerçekleştirmiştir. Özellikle yazarlar, kitle kuruluşlarının temsilcileri ve öğretim görevlileriyle iyi ilişkiler geliştirilmiş ve bunları Türkiye’ye karşı baskı aracı olarak kullanmayı başarmıştır. 

Yunanistan’ın da yönlendirmesiyle şekillenen ve örgütle diyalog halinde olan bazı Avrupalı kişiler bu zamandan sonra zaman zaman ülkemize gelmeye 
başlamış, PKK politikaları çerçevesinde devlet yetkililerine baskı yapmaya başlamışlardır. 

Örgütün Eski Merkez Komite Üyelerinden Baki Karer Yunanistan için; “…İran ve Saddam intihar eylemlerinin daha çok askeri hedeflere yönlendirilmesini isterken, Yunanistan sanayi tesislerin, turistik bölgelerin ve ormanların hedef alınmasını istemişti. Avrupa’nın birkaç ülkesi de lojistik desteklerini, tamamen büyük kentlerde intihar saldırılarının yapılması şartına bağlıyordu. Militanların ve hazırlanmış bombaların Almanya ve Hollanda üzerinden İstanbul’a sevk edilmesinin birçoklarında yarattığı şaşkınlık hâlâ hafızalarda dır. Suriye ise sürekli kargaşadan yanaydı. Silahlı eylemlerin  aralıksız, hedef gözetilmeksizin rastgele yapılmasını dayatıyordu. Öcalan bu kadar karmaşık ilişkiler içinde kaybolmuş, inisiyatif ve taktik geliştiremez hale gelmişti…95” ifadelerini kullanırken, bu ülkenin bölücü terör faaliyetlerine verdiği desteği ortaya koymuştur. 

Avrupalı Devletlerin PKK ile ilişkileri ve Paris Kürt konferansı 

Avrupalı devletlerin Kürtçülük çalışmalarına verdiği destek sadece PKK ile sınırlı kalmamış aynı zamanda KDP, KYB, PSK, KÖİP gibi örgütlerinde Avrupa’da üstlenmelerine ve faaliyet yürütmelerine izin 
vermişlerdir. Bu destekçilerin başını ise Fransa çekmiştir. 

Fransız ihtilalinin 200. kuruluş yıldönümü münasebeti ile 1989 yılında, o dönem Fransa Cumhurbaşkanı olan François Miterand’ın karısı ve aynı zamanda Hak ve Özgürlükler Vakfı Başkanı olan Danielle Miterand tarafından bir toplantı düzenlenmiş, toplantıda Paris Kürt Enstitüsü etkin rol almıştır. Dönemin SHP milletvekili Ahmet Türk, Mahmut Alınak, İsmail Hakkı Önal, Adnan Ekmen, Mehmet Ali Eren, Kenan Sönmez ve 
Salih Sümer’de etkinliklere katılan isimler olmuştur96. 

Konferans sırasında PKK’ya bir destekte İran’da Kürtçülük faaliyeti gösterirken yakalanan ve idam edilen Kasımlu’nun karısı Elana Kasımlu’dan gelmiştir. Kasımlu PKK’ın Türkiye’ye karşı yürüttüğü faaliyetleri 
desteklediğini ifade etmiştir. 

Paris konferansına İngiltere’den Parlamento İnsan Hakları Başkanı Lord Avebury katılmıştır. Avebury yaptığı konuşmasında, Kürtlere kültürel hakların değil, self determinasyon hakkının verilmesinden yana olduğunu 
belirterek, Baltık ülkeleri, Tibet ve Filistin örneklerinin Kürtler içinde uygulanmasını istemiştir. İngiliz heyeti ayrıca, ABD’lilere ve Fransızlara da çağrıda bulunarak, Serv anlaşmasının yeniden hayata geçirilmesi için çaba 
göstermelerini istemiştir.97 

Öte yandan, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik için başvurmasının da kendilerine sunulan bir koz olduğunu savunan Avebury, Kürt sorununun, BM’ye götürülmesini önermiştir. 

Fransa Devleti, sözde Kürt sorununda inisiyatif elde etmek amacıyla tertiplediği bu toplantıda, tarafları yanına çekmeye çalışmıştır. PKK bu toplantının diğer Kürtçü örgütleri de güçlendirme amacını taşıdığını 
ileri sürerek, kendisine alternatif bir gücün meydana gelmemesi için toplantıyı kısmen sabote etmiştir. 

Konferansta, “Kürtlere Kültürel Özerklik”in sağlanması yönünde ortaya çıkan irade, PKK tarafından yetersiz bulunarak, bunun İngiltere, ABD ve Fransa’nın bölgedeki emperyalist isteklerinin ortaya çıkarılması amacıyla yeni bir Kürt siyasal süreci oluşturması olarak değerlendirilmiş ve tam bağımsızlık dışındaki fikirlerin yalancı dayatmalar olduğu ifade etmiştir98. 

Fakat Öcalan yakalandıktan sonra, o dönem ortaya koyduğu bu fikirlerinin tam aksi olarak devlet fikrine karşı olduğunu ve Demokratik Cumhuriyet anlayışı içinde kültürel bir özerkliğin, Kürt sorunu için en iyi çözüm olduğunu belirtmiştir. 

Fransa’nın Kürt kartına oynama isteği o güne mahsus bir hadise değildir. Tarihi seyir içerisinde daha önceleri de bazı çabaları olmuş 1970’li yıllardan sonra faaliyetlerini daha da hızlandırmıştır. Bu doğrultu da Kürt Enstitüsü ilk defa 1975 yılında Kürdistan Fransa Derneği adı altında faaliyetlerine başlamış, 1981 yılında Miterand’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle ülkede Kürtçülük faaliyetleri artmış ve 1983 yılında da ilk Kürt Enstitüsü kurulmuş tur. Derneğin Başkanlığını Kendal Nezan yapmakta olup, Öcalan’la aralarında fikir ayrılıkları olduğu bilinen bir kişidir. Enstitü, yeni dönem Kürtçülük faaliyetlerinin Avrupa’da ki çıkış noktasını oluşturmuş tur 99. 

Kendal, Paris Kürt konferansında yaptığı konuşmada Kürtlerin Medlerden geldiği tezi üzerinde uzun uzun durmuş, konferansın amacını Kürt sorunun enternasyonalize edilmesi olarak ifade etmiş ve maddi ve manevi 
katkılarından dolayı AET ülkelerine şükranlarını ifade etmiştir100. 

Kendal devamında PKK’yı kısmen destekler açıklamalardan sonra, PKK’nın Türkiye’yi askeri olarak yenmesinin imkansız olduğunu ama bu mücadele ile federasyon biçimindeki bir yönetimin ve kültürel hakların elde edilmesinin büyük bir başarı olacağını belirtmiştir 101. 

 Fransa’da dernekler ve vakıflar ancak polisinin izniyle açılabildiğinden, kurum ilk dönemden itibaren Fransa istihbaratının kontrolünde oluşturulmuş bir yapı olarak karşımıza çıkmıştır. Yine Kürt Enstitüsünün kurulmasında eski sanatçılardan Yılmaz Güney ve Siyasal Kürtçü şahsiyetlerden Cigerxvin olarak bilinen Şehmus Hasan adlı sanatçının da katkısı unutulmamalı dır 102. 

Fransa’nın bölücü faaliyetlere desteğinde, dönemin Devlet bakanı Bernard Koucher ile yukarıda ifade ettiğimiz şekliyle Danielle Mitterrand’ın etki vardır. 1989 yılında yapılan Paris Kürt konferansının sonuç metninde, 
Kürt meselesinin BM’ye taşınma kararında Fransızların isteği etkili olmuştur. 

Paris Kürt konferansında Türkiye aleyhine ilginç kararlar çıkarılmış ve Kürt siyasetinin Avrupa ülkelerinin politikaları doğrultusunda oluşması çalışmaları yapılmıştır. Buna göre; BM ve diğer uluslararası kuruluşlarda gözlemci statüsü verilecek bir Kürt örgütünün kurulması, BM genel kurulunun Kürt özel gündemiyle toplanması, BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin Kuzey Iraktan kaçan mültecilerle ilgilenmesi, Temmuz 1990 tarihinde Stockholm’de bir Kürt konferansının yapılması kararları alınmıştır103. Kürt oturumu adı altında bir oturumun BM e taşınmasında özellikle Fransızların önemli etkileri olmuş ve kararın yer aldığı sonuç metnini Fransızlar dikte etmiştir. 

 Konferansta öne çıkan diğer bir husus ise Serv anlaşması olmuştur. Hyman’a göre, Serv anlaşması, Bağımsız Kürdistan Devleti iddiasının temelini oluşturmaktadır. Buna göre, Kürt milliyetçiliği Serv anlaşmasını temel almalıdır. 

 Bu dönemde Fransa’nın Kürt politikasında, Fransız Özgürlükler Vakfı doğrudan rol almaktadır. Vakfın başkanını da yürüten Danielle Mitternd, 23 Ekim 1989 tarihinde ABD Kongresinde yaptığı bir konuşmasında104, 1988 
Halepçe katliamından kaçanların, Türkiye’deki kamplarda çok kötü durumda olduklarını, bunda Türkiye’nin de sorumluluğu olduğu ve bunlara yardım edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Fakat Bayan Mitterrand Irak devletinin 
İngilizlerce kurulması ve bu şekliyle dizayn edilmesinde Fransız desteğini ve Halepçe katliamı öncesi ve sonrasında eşi Mitterand’ın Irak hükümetine silah sattığını unutmuştur. 

ABD’deki bu konferansta konuşan zehirli maddeler uzmanı Aubin Heyndricks’in, Angola’daki terör olaylarında kimyasal gazlardan zehirlenen Angolaların ABD ve Avrupa’ya girişlerinin yasak olduğunu ve birçok kişinin tedavi edilmediğinden hayatını kaybettiğini ifade etmesi ise kulak ardı edilmiştir105. Dolayısıyla Angola’daki sivillere sessiz kalan Batı ülkelerinin Türkiye’nin Iraklı Kürtlere sunduğu her türlü desteğine rağmen eleştirilmesi ni anlamak zor görünüyor. 

Halepçe katliamının olduğu dönem içerisinde, bu olaydan etkilendikleri iddia edilen 300 kadar Kuzey Iraklı Kürt Fransa’ya götürülmüşse de, bunlardan 100 kadarı dana sonra ülkeye intibak edemedikleri bahanesiyle Eylül 1990 tarihinde Fransız devleti tarafından yeniden ülkelerine gönderilmişler dir. Bu kişiler daha sonra Saddam hükümetinin baskılarına maruz kalmış ve bir kısmı çeşitli cezalar almış tır 106. 

Paris Kürt konferansı döneminde bozulan Fransa ve PKK ilişkilerin, daha sonra normale döndüğünü görüyoruz. Fransa’nın bu çalışmaları siyasal Kürtçülüğün taban bulmasında ateşleyici bir unsur olmuş ve bu konuda 
çalışmalar yapmak için diğer Avrupa devletlerini de teşvik etmiştir. 

Bu hadiselerin yaşandığı zamanda İsveç Dışişleri Bakanı “Kürtler kültürünüze sarılın, çalışmalarınızı her yerde sürdürün” şeklinde bir açıklamada bulunarak ilgili kesimleri cesaretlendirmiştir. Bundan sonra birçok Avrupa ülkesinde Kürt dili ve kültürü ile ilgili dernek ve kurumların arka arkaya açıldığı görülmüştür. 

Öcalan’ın Batılı ülkelerle daha yakın ilişki kurmasında Sosyalistlerin inanç merkezi olan S.S.C.B’nin 1989 yılında yıkılışı etkili olmuştur. Bu durum PKK ve onun lideri üzerinde şok etkisi yapmıştır. PKK terör örgütünün çıkış noktası olan, Marksist-Leninist-Sosyalist eğilimlerin tarihe karıştığının görülmesi önemli bir moral bozukluğuna neden olmuştur. Öcalan bu yıkılışı kendisine yedirememiş ve Sosyalizmi yeniden canlandıracağını iddia ederek 
Bilimsel Sosyalizm adı altında Devrimci Enteryonalizm gibi bir inancı oluşturma konusunda nafile gayret etmiştir. 

Rusya ülke olarak PKK’ya önemli destek sunmakla birlikte PKK-Ermeni ilişkilerinin de daima canlı kalmasında etken olmuştur. 
Paris Kürt konferansına S.S.C.B.’ni temsilen katılan Sovyetler Birliği Akademisi Doğu   Bilimleri Enstitüsü Kürtçe Bölümü Bakanı Prof. Lazarev, ülkesinin tutumunu açıkça ortaya koyarak; “…Paris’ten bakıldığında Serv umut, Lozan yenilgi, Paris ise yeni bir umuttur” demiştir 107. Sovyetler/Ruslar Saint Petersburg Akademisi üzerinden Kürtçülüğün dünyadaki esas temellerini atmış ve yıllarca da destekçisi olmuşlardır. 

1990 yılının Temmuz ayında Moskova’da düzenlenen bir toplantıda Rusya’nın PKK verdiği desteğin devam edileceği belirilmiştir108. Yine Irak’ın Kuvvey’ti işgalinin sonlarına doğru, Eylül 1990 tarihinde Moskova’da, “Sovyet Kürtleri ve Bugünleri” konulu bir konferans düzenlenmiş, konferansa PKK temsilcileri ve diğer Kürt gruplar iştigal etmişlerdir. Konferans sonunda ise Kürtlerin durumların düzeltilmesi ve desteklenmesi 
kararı alınmıştır109. 

Bu zamanda örgütün sıkı bir işbirliği içerisinde olduğu diğer bir ülke ise Ermenistan’dır. Ekim 1990 tarihinde Almanya’da yapılan PKK’nın kuruluş kutlamalarına Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komite üyeleri de katılmıştır. 

 Kürtçülük faaliyetleri denince Almanya’yı her dönem anmak gerekmektedir. Mülheim Protestan Akademisi tarafından 15-17 ocak 1988’de düzenlenen, “Federal Almanya’da Kürtler” konulu üç günlük sempozyumda, Türkiye’nin Güneydoğusunda ayrı bir Kürt devletinin kurulması görüşülmüştür. Bu konferansa katılan Federal Almanya Çalışma Bakanlığı Temsilcisi A. Öffner, Almanya’ya gelen birinci neslin kendini Türk olarak ifade ettiğini, ancak sonradan gelen siyasi mültecilerin sayesinde Kürtlük bilincinin yaygınlaştırıldığını belirtmiştir. 

Kürtlerin terörize edilerek Türkiye’nin zayıflatılması konusunu kendine politika edinen Almanlar bu amaç için üniversiteleri de kullanarak, PKK ve diğer etnik Kürtçü gruplara üye kişilerin akademik kariyer yapması 
konusunda destek sunmuştur. Bu amaçla 1991 Bochum Universitesinde yapılan Yesiller Miletvekili Angelika Beer ve PKK’nın Avrupa sorumlularından Hüseyin Çelebinin katıldığı toplantı tam anlamıyla Türkiye karşıtı bir 
çalışmaya dönmüştür. 

Hüseyin çelebi adlı militan Köln’de bulunan Kürdistan Zentrum adındaki kurumda aktif olarak çalıştığı 25 Şubat 1988 yılında Almanya tarafından PKK yöneticisi olmak suçlamasıyla yakalanmış, iki yıl boyunca Wuppertal ’da kaldığı yerde örgütün gençlik faaliyetlerinin organizecisi olmuştur. Tutuklu olduğu bir zamanda tüm eylemleri organize etmesi ise Almanların tutuklamalardaki samimiyetsizliğini ortaya koymuştur. 

Öcalan, Ağustos 1991 tarihinde yaptığı bir konuşmada Almanya’nın kendine göre bir Kürt milliyetçiliği oluşturmaya başladığını, PKK’yı da bu açıdan eline geçirmeyi hedeflediğini belirtmiştir. 1990’lı yıllar Almanların PKK faaliyetleri ne fazlasıyla tolerans gösterilen bir dönem olmuştur. Bu dönemle ilgili Yılmaz Kod Yusuf K.; “Ben Almanya'ya geçip yerleştikten sonra Alman makamlarına müracaat ederek siyasi iltica talebinde bulundum. İltica talebimde gerekçe olarak Türkiye'de Kürt soylu olan insanlara baskı ve işkence yapıldığını Kürtlerin özgür yaşam süremediği gibi hususları gerekçe gösterdim ve Alman makamları bana (6) ay ikamet izni verdiler bu her altı ayda bir oturma iznim yenileniyordu. Bu süre içerisinde çeşitli yerlerde işçi olarak çalışmaktaydım. 

1991 yılı başlarında PKK örgütüne sempati duymaya başladım. Berlin'de bulunan çeşitli Kürt Derneklerine gidip gelmeye başladım. Bu derneklerde PKK örgütüne sempati duyan Kürtler ile tanıştım. Ve bu süreç sonunda da örgüt mensupları ile ilişkilerim yoğunlaştı. 

PKK örgütü içerisindeki ilk eylemim 1991 yılında Türkiye'de bulunan Cezaevlerindeki PKK'lıların yapmış oldukları açlık grevlerine destek vermek amacıyla Berlin'de bulunan Kürt Derneğinde (18) gün açlık grevine gittim. Açlık grevine kalabalık bir grup olarak gittik. Bu dönemde Almanya'da PKK örgütünün faaliyetleri yasal olduğu için Alman makamlarından herhangi bir müdahale olmadı… 

Benim daha önceki yurtsever konumumu bildikleri için herhangi bir aksama olmadan örgütsel anlamda beni örgüte içerisine aldılar ve Almanya'nın Dortmund kentinde (10) gün süreli olarak örgüte ait bir evde (40) kişilik bir grupla siyasi eğitim aldım. Eğitim sonrası buradan ayrılarak Hollanda'da bulunan Rotterdam olduğunu tahmin ettiğim kentte PKK örgütüne ait bir evde yine üç ay süreli kapsamlı olarak siyasi eğitim aldım. 
… 

Hollanda’daki siyasi eğitimi bizlere bu şahıslar verdi. Eğitim sonrası Almanya'ya geri dönerek Berlin'de ERNK örgütlenmesinin alt Komitelerinde sorumlu düzeyde faaliyet göstermeye başladım. Görev alanım Spandau bölgesi idi. Bu semtte bulunan Kürt soylu insanlara PKK örgütünün propagandasını, örgüte ait yayınların dağıtımını, halktan örgüt için 
aidatların toplanması gibi faaliyetlerde bulunmaktaydım. Bana bağlı alt birimlerin topladığı aidatları yani paraları benim bağlı olduğum bir üst birim olan ERNK Berlin Maliye sorumlusu olan Hayrı Kod adlı örgüt mensubuna teslim ediyordum. Her sene kadro yapımız değiştirildiği için 1998 yılında Hamburg iline bağlı Kîelh bölgesinde aynı faaliyetlerimi devam ettirdim…” şeklindeki beyanları, bu ülkeye giden her Kürt kökenli vatandaşımızın bir şekilde örgüte yönlendirildiğini göstermektedir. 

Bu yıllar uluslararası camiada Kürt kartının daima ele alındığı ve şekillenderilmeye çalışıldığı bir zaman dilimi olmuştur. Paris Kürt Konferansında konuşma yapan ABD Dış İlişkiler Komusyonu Başkanı Senatör Clairborna Pell, ABD’nin Irak yönetimine karşı yaptırımları ön gören bir kanun çıkardığını ve Kürt sorununun BM insan hakları komisyonu gündemine gelmesi gerektiğini önermiştir. 

Konferansa bir mesajla katılıp desteklerini ifade eden Senetor Edward M. Kennedy, 23 Ekim 1989 tarihinde ABD Kongresinde yaptığı konuşmasında ise, Kürt meselesiyle ilgili BM Genel Kurulunda bir görüşme düzenlenmesi gerektiği önerisinde bulunmuştur. Konferansın ardından Kasım 1989 tarihinde ise Newyork Times’da William Safire, Filistinliler gibi Kürtlerinde kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olduğunu belirterek, Başkan Bush’u, Kürt soruna daha yakın ilgi göstermeye davet etmiştir110. 

 Ekim 1990 tarihinde CİA tarafından Bush yönetimine iletilen bir raporda, Şii ve Kürtlerin Irak yönetimine karşı ayaklanacağı ve daha sonrasında büyük bir mülteci krizinin ortaya çıkacağı belirtilerek bu plan doğrultusunda çalışma yapılmasının uygun olacağı ifade edilmiştir. 

 Genel olarak gerek ABD ve gerekse de Avrupalı ülkelerin bu politikalarında kendi siyasi çıkarları çerçeveside hareket ettiği, bu nedenle Kürt konusunu gündemleştirdiği ve samimiyetten uzak olduğu bilinmektedir. Bu durum Olivier Roy tarafından itiraf edilmiştir. Roy 1991 Nisanında Liberation’da yayınlanan makalesinde, Batının Saddam Hüseyini devirme adı altında bölgedeki diğer unsurlara gerçekçi olmayan umutlar aşıladığını, bunun altında ise aslında insancıl unsurlar yerine, politik çıkar yaklaşımlarının yattığını, bu amaçlada medyanın kullanılarak siyasi sonuçlar elde edildiğini, bu günde aynı senaryonun Kürtlere uygulandığını, yapılan yardımların adının dahi insani yardım değilde Kürtlere yardım olarak ifade edilmesininde gerçekte bölme ve yönetmeye dayalı koloniyalist politikaların göstergesi olduğunu belirtmiştir. 

Bu hususun ne denli doğru olduğu Paris Konferansında ele alınan konuların incelenmesinde daha net ortaya çıkmaktadır. Konferansta demokrasi eksenli çalışmalar yürütüldüğü ifade edilse de bunun doğru olmadığı, sadece Kürt meselesi ve Kürt kartını ele geçirme konusnun ele alındığı, Irakta yaşayan diger haklara yönelik bir açılımın olmadığı, Irak’taki Şiilerin, Türkmenlerin ve diğer halkların durumlarının ise demokrasi başlığı altına dahi sokulmadığı görülmektedir. 

21 Kasım 1990 tarihinde kabul edilen Paris Deklerasyonunda “güvenliğin bölünmezliğinin ve ülkelerinin her birinin güvenliğinin, AGİK’e katılan tüm devletlerin güvenliğine bağlı olduğu” ifadesine yer verilmiş ve terörist tüm 
eylem ve metodlar kınanmış olsa da, imzacı ülkelerin buna çokta sadık kalmadıkları PKK örneğinde görülmüştür. 

Terörün ortak sorun olarak konuşulduğu bu zamanda örgüte haraç vermeyen gurbetçiler ve PKK’dan kaçan muhaliflir Avrupa şehirlerinin orta yerinde silahlı saldırıya uğraya bilmekte ve cezalandırılmaktadır. Bu 
zamanda PKK tarafından köyler basılarak 13-14 yaşlarında çocuklar kaçırılmakta, yapılan bombalı eylemler neticeisnde yüzlerce masum sivil hayatını kaybetmektedir. 

PKK Eski Avrupa Sorumlularından Salih Aras tamda bu dönem ile ilgili bir yazısında; “13 Haziran Den Hang’ta Yılmaz ve arkadaşlarına saldırı oluyor restorantta otururken, 27 adet boş kovan bulunuyor, mermilerden biri 
Yılmaz’ın çenesine isabet ediyor. Bir kurşunda yanındakinin bacağına isabet ediyor. Eylemden sonra PKK’lılar olayı Abdullah Öcalan’a bildirmiş ve öldüğünü ifade dince, Bekaa’da bu konuda silah atışlarıyla kutlama yapılmıştır. Hollanda polisi olayı 2 gün gizliyor. Öcalan infazlara sevinirken daha sonra gelen yaralanma haberiyle oldukça üzülüyor… Sakine Kadah ve İdris (Asım Güzel) sorunu üzerinedir. Muhalefetimizle birlikte Avrupa'daki iyi tanıdıkları arkadaşları, Önderlerinin emriyle onları canice yöntemlerle Paris'te katlettiler.” İfadelerini kullanarak, Avrupalı devletlerin Avrupa’nın orta yerindeki PKK eylemlerine nasıl duyarsız kaldığını ortaya koymaktadır 111. 

1989-1990 Arasında Kırsal Faaliyetleri ve Avrupa Faaliyetlerine Etkisi 

 1989 yılına gelindiğinde kongre kararları neticesinde bir takım gelişmeler olmuş, 3 yıl içerisinde 20’si yönetici olmak üzere 200’e yakın kadro ajan suçlamasıyla infaz edilmiştir. Öcalan, kişiliği nedeniyle sürekli bir kuşku dünyasında yaşadığından, kendisine yönelebilecek muhalefeti öğrenebilmek amacıyla TEV-SAL adında istihbarat yapısı kurarak, bilgi alma faaliyetleri yapacak bir grup meydana getirmiş, genelde de bu yapıyı örgüt içi infazlarda kullanmıştır. 

PKK’nın Ortadoğu’daki gelişiminde İran etkisi de önemli bir faktördür. Türkiye’nin 1983 yılında Irak’a yönelik sınır ötesi hareketi sonrası Irak’ın kuzeyinde etkin olması İran devletini endişelendirmiş ve neticesinde 
PKK ile diyalog kurarak, örgütü Türkiye’ye karşı kullanmaya başlamıştır. Yapılan işbirliğine göre İran kendi topraklarında PKK’ya kamplar açacak ve Urmiye şehrinde üstlenmesine izin verecektir. PKK ise başta ağrı, Kars 
ve Van gibi sınır illerinde kırsalda ve şehirlerde eylem yapacak, bu eylemlerde İran ve onun din anlayışının propagandası yapılacaktır. Bu çerçevede Libya sorumlusu Osman Öcalan İran sorumlusu olarak atanmış ve İran’ın silah ve lojistik desteğiyle Doğu Anadolu illerinde eylemler başlatılmıştır. Aynı İran diğer yandan da IKDP’ye destek vererek Kuzey Irakta anti-Türkiye propagandasına başlamıştır112. 

Öcalan’ın İran ve Şiilik konusunda kaleme aldığı yazılarda da İran faktörünü ön plan çıkardığı görülmektedir. Öcalan; “İran'ın bölünmekten çok federalizme yatkınlığı daha güçlüdür. 2500 yıllık devlet geleneğinde de federalizme benzer öğeler hakimdir. Halkın yoğunlaşan özlemleri ile çağdaş bir federalizm bütünleşirse, Iran bölgenin en güçlü demokratik federasyonu olabilir. Bir nevi ikinci Rusya gibi olur. İran kültürü demokratikleşmeye daha yatkındır. Tarihsel direniş gelenekleri, Zerdüşt'ten Mazdek'e, Babek'ten Hasan Sabah'a kadar birçok tarihi şahsiyet daha çok demokrasi kültürüne altyapı oluşturur. 

İslamiyet ortamında Zerdüştlük bir nevi kültür direnişçiliğidir. Kürt kültürünün yabancılaşmaya karşı soylu bir direnişidir. Zayıf ve Hz. Ali yanlısı bir İslami örtüye bürünmüş Kürt Aleviliği de Zerdüştlükten sonra en güçlü Kürt kültür direnişçiliğidir; Kürtlerdeki Şialıktır. Buna karşılık, özellikle ovaya yakın Güney Kürtlerinde gelişen Sünni İslam'ı en gerici ve işbirlikçi karakterde gelişmiştir. Kültürel soyunu inkâr eden feodal-tüccar zihniyetin bu güçlü temsilcileri, özellikle Urfa, Mardin, Siirt kent ve yakın yörelerinde süper bir ihanet içerisindedirler. Müthiş işbirlikçi ve çıkarcıdırlar. İran etkisi altındaki Kürtlerde bozulma daha az olmuştur. Ulusal kültürel özlerini daha otantik yapılarıyla korumaktadırlar… 

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***