ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 7
Savaş sonrasında Kuzey Irak’ta bulunan bazı sınır kapıları kapatılmış, 8 Ağustos 1990'da, BM'nin Irak'a ambargo kararlarına uyularak Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattından petrol geçişi durdurulmuş ve Irak’a
iş yapan tüm şirketler Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalmıştır. İşgalden sonra geçen 12 yıl içerisindeki Türkiye’nin ekonomik kaybının 100 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. ABD ise savaş sonunda tüm savaş harcamalarını Kuveyt, Suudi Arabistan ve Kuzey Irak yönetiminden geri almıştır.
Savaş sonrasında Avrupa Topluluğunun Lüksemburg’daki zirve toplantısın da, İngiltere ve Fransa’nın isteği ve ABD’nin desteği ile Kuzey Irak’ta bir tampon oluşturulmuş ve bu bölgenin korunması için Amerikan, İngiliz ve Fransızlardan oluşan “Çekiç Güç” adıyla bir askeri yapı oluşturulmuştur. Bu birlik görünürde Iraklı mültecilerin korunması vazifesini yerine getirirken, arka planda Bağımsız Kürt devletinin kurulması ve daha da ötesi PKK faaliyetlerinin desteklenmesinde kullanılmıştır.
Tennesse Teknoloji Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Michael M. Günter körfez savaşı sonrası durumu anlatan bir yazısında, “çekiç güç harekâtının devam edeceği izni verildikten soran türküye, gerçekten fiili bir Kürt devletini pekiştirmiştir…123” ifadelerine yer vermiştir. Herkesin bildiği gibi her hükümet tarafından altı aylık dönemler halinde Çekiç Gücün süresi uzatılmıştır.
Savaşın bir o kadar önemli başka bir sonucu da, Irak'ın zayıflamasıyla beraber, İran'ın bölgedeki ağırlığının artmasıdır. Savaşta el altından ABD’ni destekleyen İsrail, Irak'ın yenilmesiyle rahatlarken, Irak'ın yanında yer alan Filistin Kurtuluş Örgütü zor durumda kalmıştır. ABD ise, bu savaşta 500,000'den fazla askerini Orta Doğu'ya kaydırıp, Irak'ı kesin bir yenilgiye uğratarak uluslararası alanda lider olduğunu ve Vietnam sendromunu atlattığını göstermiştir.
Yine demode olan ve silahsızlanma anlaşmaları doğrultusunda elinden çıkarmak zorunda olduğu silah ve cephanenin bir kısmını burada kullanarak, bunlardan kolay yoldan kurtulmuş, yeni silah sistemlerini gerçek savaş ortamında denemiş ve geliştirmiş, Saddam'ı devirmeyerek, ondan çekinen tutucu Körfez ülkelerine daha sonraki dönemde büyük miktarlarda silah satarak fazladan büyük karlar elde etmiştir.
Savaş sonunda ise Irak'ı fiilen üçe bölmüş, ambargo uygulayarak ülkeyi ekonomik bağımlı hale getirmiş ve bu ülkenin petrol ihracını baskı altına alarak, uluslararası alanda petrol fiyatlarını denetleyebilmiştir.
Örgütün Körfez Savaşı ve Çekiç Güc’e Bakışı
Irak’ın Kuveyt ile sorun yaşadığı Mayıs 1990 döneminde PKK terör örgütünün II. konferansı Lübnan’da yapılmıştır. Bu konferans sırasında Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler ele alınmış ve gelişmelerin izlenerek yeni stratejiler geliştirilmesine karar verilmiştir.
II. Konferansta örgüt, gelişmelerin takip edilmesini ve kazanan tarafa göre yeni politika geliştirmesini, her halükarda meydana gelecek kargaşa ortamı nın kendileri lehine sonuçlar vereceği değerlendirmelerinde bulunulmuş tur. Bu değerlendirmelerin neticesinde kazansa yada kaybetse de Saddam ile ilişkilerin karşılıklı menfaatler çerçevesinde devam ettirilmesi, Kuzey Irak’ın Merkezi Hükümetin kontrolü dışında kalan bir alana çevrilmesi ve Irak’taki diğer Kürt grupların saf dışı bırakılması için ilişki geliştirilmesi hedeflenmiş tir.
Kuveyt işgalinin akabinde Öcalan tarafından 2 Ağustos 1990 tarihli bir bildiri yayınlamıştır. Bildiride “…mevcut statükonun parçalanması herkesten çok Kürt halkının yararına olacaktır… diyebiliriz ki ilk kez tarih kurutuluşa
azmetmiş halkımızın yüzüne gülecektir. Burada bağımsızlık kokuyor” şeklinde beyanı olmuştur124.
Öcalan 22 ağustos 1990’da yaptığı diğer bir değerlendirmede; “Irak’ta iktidar artık zayıflamıştır. Denetimden kurtulmuş bir Kürdistan’ın muazzam bir devrim zemini haline gelmesidir. Kuzey Irak’ta gelişecek bir mücadele kuzey ve güney Kürdistan’ın birleşmesidir…125” ifadelerine yer vermiştir.
Örgüt tarafından yapılan diğer değerlendirmede ise; “güvenlik kuşağını direniş kuşağı yapacağız ve burayı üs olarak kullanacağız” ifadelerine yer verilmiştir.
İkinci konferansın yapıldığı bu dönemde PKK’nın ikili oyunun bir gereği olarak Irak devletiyle sıkı bir iş birliği içerisinde olduğu görülmektedir. Saddam Hüseyin bu süreçte, Türkiye’nin çeşitli bahaneler üzerinden
kuzeyden Irak’a girerek, topraklarının bir kısmını ele geçirmesi yönünde kuşkuya kapıldığından, PKK eliyle kuzey sınırını güvence altına almak istemiştir. Fırsatı iyi değerlendiren PKK ise Bağdat’ta kurmuş olduğu bürosu aracılığı ile Saddam güçleriyle yakın temas bulunmuş ve önemli parasal destek almıştır.
Bu desteğin sonrasında Abdullah Öcalan yaptığı bir açıklamada, Türkiye’nin Irak’a giresi halinde Irak devletiyle birlikte ortak mücadele etme kararı aldıklarını belirtmiştir126. Barzani, Halepçe katliamının yaşandığı ve
binlerce Kürt’ün zehirli gazlarla öldürüldüğü sırada PKK’nın Irak güçleriyle işbirliği içerisinde olduğunu, bu işbirliği karşılığında PKK’nın Irak’taki örgütlenmesi olan ve Osman Öcalan’ın liderliğindeki PAK’ın127 (Partiya Azadiya Kürdistan - Kürdistan Özgürlük Partisi) Irak Hükümetince finanse edildiğini belirtmiştir128. PKK/PAK kuruluşunun hemen akabinde Kuzey Irak’ta örgütlenmiş ve Iraklı Kürtlerin Türkiye aleyhine örgütlenmesine
çalışmıştır.
Yine PKK’nin bu süreçte, Türkiye’deki ABD Kurumları hakkında Irak’a bilgi topladığı, incirlik üssündeki gelişmeleri rapor ettiği ve Kuzey Irak’taki gizli ABD faaliyetlerini takip etmeye çalışıldığı tespit edilmiştir129.
Gelişmeleri kontrol altında tutmak amacıyla örgüt tarafından ABD’nin Irak’ı işgalinden bir ay önce 26-31 Aralık 1990 tarihinde IV. Kongre çalışmaları tamamlanarak, bir dizi karalar alınmıştır. IV. Kongre kararlarının sonuçları na bakıldığında ise bir kısmının Avrupa Alanına dönük olduğu ve legal bilgi iletiminin sağlanması için “Kürdistan Haber Ajansının” kurulmasına karar verildiği130 görülmüştür.
Kongre metinlerinden ABD’nin müdahalesi akabinde Irak’ın Kuzeyinin Irak hâkimiyetinden çıkarılması yine en çok PKK’yı sevindirdiği anlaşılmaktadır. Öcalan, Kuzey Irak’ın koruma altına alınmasıyla, Kürt sorununun Dünya kamuoyunun odak noktasına geleceğini ifade etmiştir131. Örgütün politikasının ABD ve Irak’tan da azami ölçüde yararlanmak olduğu ortaya konmuştur.
İşgalin ardından ABD ve müdahaleci güçler bölgede KDP ve KYB’yi daha da güçlendirip, PKK’yı ikinci plana atmaya çalışıyor gibi görünseler de, örgüt mevcut istikrarsız durumdan en çok yararlanan güç olarak belirmiştir132. Örgütün bu süreçten kazançlı çıkmasında en önemli etken Türkiye’de üstlenip, Kuzey Irak’ta görev yapan Çekiç Güç olmuştur.
Türkiye’nin 12 Temmuz 1991 de konuşlanmasına izin verdiği Çekiç Güç, ABD, İngiltere, İtalya, Hollanda ve Türkiye’den on beş bin kişilik bir kara gücü, İncirlikte konuşlandırılan takviyeli bir tabur ve Kuzey Irak’ta gözlem ve temaslar yapmakta sorumlu askeri koordinasyon merkezinden oluşmuştur. Türkiye Çekiç Güce, bir mekanize piyade bölüğü ve askeri koordinasyon merkezinin bulunduğu Zaho’da bir temsilci ile katılmıştır. Dönemin hükümeti, bu gücün görev süresini Eylül 1991’de son kez kaydıyla 21 Aralık 1991’e kadar uzatmış, daha sonra ise yine Bakanlar Kurulunun kararı ile bu süre altı ay daha uzatılmıştır. 30 Haziran 1992 den itibaren de gücün görev süresi, periyodik olarak MGK’nın tavsiyesi ve TBMM’nin kararı ile uzatılmıştır.
Dönemin siyasi liderleri Çekiç Güçle ilgili yaptıkları açıklamalarda bu gücün ilerde Türkiye’nin aleyhine çalışma yapacaklarını ifade etmişlerdir. Sayın Ecevit; “Batılı devletler Türkiye’ye yerleştikleri askeri gücü Irak’tan çok
ülkemize karşı kullanacaklar. Iraktaki provokasyonların altıda ise Batılı Devletler olabilir. Bu gelişmeler Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurma için ilk adımlardır. 1991 Eylülünde, Washington’da ABD Dışişleri Bakanlığında yapılan görüşmelerde, ABD’li yetkililer Peşmerge liderlerine açıkça, biz sizin Irak hükümetiyle anlaşmanızı istemiyoruz denilmiştir. Bunun üzerine de bölgede Irak’ın bütünlüğünü sağlayacak demokratikleşme süreci bizzat ABD tarafından engellenmiştir.” ifadelerini kullanarak aslında dönemin yetkilileri nin konulara vakıf olduklarını göstermişlerdir.
Siyasilerin Çekiç Güç gerçeğini bilmelerine karşın gelişmeleri engelleye meyişi ise bir gücün Türkiye’yi kuşattığını ve karar alma mekanizmalarını etkisiz hale getirdiğini göstermiştir.
Talabani ise 29 ağustos tarihinde Erbil’de yaptığı bir açıklamada; “ Saddam ile görüşmeler bitti, anlaşamadık, anlaşmamızda mümkün değil, savaşaca ğız. Arkamızda Çekiç Güç var ” demiştir133.
Çekiç Güc’ün faaliyetleri hakkında Hiram Abbas tarafından 21 Ağustos 1990 tarihinde Cumhurbaşkanlığına gönderilen bir raporda, CİA ve İsrail’in Suriye üzerinden Kuzey Iraklı gruplara destek verdiği, bu çalışmayla Irak
rejiminin değiştirilmek istendiği ve bu durumun Türkiye açısından sakıncalı sonuçlar doğuracağı ifade edilmiştir. Raporun hemen akabinde 26 Eylül 1990 tarihinde Hiram Abbas Dev-Sol örgütünün bir eylemiyle hayatını
kaybetmiştir134.
Çekiç Güc’ün bölgede konuşlanmasında KYB ve KDP’nin desteklenmesi amaçlansa da bu Güc’ün PKK’yı da desteklediği gözden kaçmamıştır135. S. C. Pelletiere de kendi makalesinde PKK’nın Çekiç Güç’ün desteği ile önemli
oranda güç kazandığını belirtmiştir136.
Öcalan tarafından Çekiç Güç ile ilgili yapılan diğer bir değerlendirmede; “…bu iş PKK’ya yarar. ABD’nin bir amacı vardı. Barzani ve Talabani’nin bir amacı vardı. En sonunda biz yararlanmış oluyoruz. Elbette ki bu boşlukları dolduracağız. Şimdi 36. Enlemin kuzeyindeki boşluk ne olacak derseniz, Kürt halkı orayı dolduracak. Onda bir beis görmüyorum. Botan ve
bölgede bir devrimci halk hükümetinin nüvesi atılıyor…137” ifadelerine yer vererek, örgütün yaşananlardan ne denli nemalandığını göstermektedir.
Irak Merkezi Güçlerinin Kuzey Irak’tan çekilmesinden sonra, özellikle İran savaşında ve Kürtlerin Türkiye sınırına sürülmesi sırasında kullanılan çok sayıda silah ve mühimmat PKK’nın eline geçmiştir. Bunun yanında İran
ve Suriye, Türkiye’nin olası bir Kuzey Irak’ı ele geçirme girişimini engellemek için de PKK’ya silah ve mühimmat desteğinde bulunmuş, Saddam güçleri de KYB ve KDP ile savaşması karşılığında örgüte ayrıca önemli miktarda para ve silah yardımı göndermiştir.
Dolayısıyla bu dönem örgüt için her türlü lojistik ve askeri malzemenin fazlasıyla ele geçirildiği bir dönem olmuştur.
Bölgede meydana gelen boşluğun ardından PKK’nın Türkiye’ye saldırılarında önemli bir artış gözlenmiştir. Bu saldırılarda öldürülen PKK militanları üzerinde ele geçirilen Amerikan menşeli yeni silahların olması ise düşündürücüdür. Türk hükümeti tarafından konu ile ilgili ABD makamlarına yöneltilen sorulara ise her hangi bir cevap dahi verilmemiş138, aksine Serv anlaşmasının yeniden gündeme alınması gerektiği dillendirilmiştir.
Savaş sonrasında ABD’nin Türk devletine olumsuz tavrı, PKK’nın açık saldırılarına karşın, ABD denetiminde olan KYB ve KDP’nin politikası da olumsuz olmuştur. ABD denetiminde kurulan ve Türkiye’ye zımmi
olarak kabul ettirilen Kuzey Irak Federe devletinin iki örgütü KYB ve KDP her geçen gün güçlerini artırırken, söylenin aksine PKK’ya karşı tavır almamışlardır. Bu tavırda ABD’nin rolünün olmaması ise mümkün değildir.
Aynı yıl Türkiye’nin PKK terör örgütünün faaliyetleri nedeniyle Kuzey Irak’a yaptığı askeri hareket ABD tarafından şiddetle kınanmıştır. Hareketin ardından Kürt Ulusal Kongre Üyesi Başkanı Nejmaldin Kerim tarafından,
ABD Dışişleri Bakan Vekili Lawrence Eagleburger’e 5 Kasım 1992 de gönderilen mektupta, Türkiye’nin Kürtlere yönelik hareketinin durdurulması istenirken, Türkiye kınanmıştır.
ABD’li yetkiler ise, 14 Kasım 1992 tarihinde Ankara’da Türkiye, Suriye ve İran arasında yapılan ve Irak’ın toprak bütünlüğünün savunulduğu toplantının kendilerinin bilgisi dışında tertiplenmiş olmasından duyduğu
rahatsızlığı ifade etmiştir. 17 Kasım 1992 Washington’da yapılan ve Carnegie Endowment Vakfının desteklediği ve Irak’ın geleceğinin görüşüldüğü toplantıda, Clinton’a yakın olan ekip tarafından Irak’ta Bağımsız Kürt devletine olumlu bakıldığı mesajı verilmiştir139.
Ayrıca 30 Temmuz 1992 tarihinde Talabani’nin Washington temaslarında Al Gore tarafından Kürtlerin haklı mücadelesine destek sözü verilmiştir.
1993 yılında yayınlanan ABD insan hakları raporunda, Türkiye’deki Kürtlerden azınlık olarak bahsedilerek, İHD’nin Türkiye aleyhindeki raporları sorgulanma gereği duyulmadan aynen rapora iliştirilmiştir140.
Türkiye, PKK’nın 17 Temmuz-18 Ağustos 1992 tarihleri arasında Habur geçişlerini engellemesi konusunu ve PAK’ın KDP Peşmergelerine yaptığı saldırıları ileri sürerek, KYB ve KDP’yi PKK’ya yönelik operasyona dahil etmeye çalışmıştır. Türkiye, Ekim 1992’de Iraklı grupları korumak amacıyla Kuzey Irak’a operasyon yaptığı sıralarda KYB el altından PKK ile iş birliği protokolü imzalamıştır. Irak Kürdistanı Bölge Başkanı sıfatı ile Fuat Masum ve PKK-MK adına Osman Öcalan’ın imzaladığı protokol, 29 Ekim 1992 de kalıcı anlaşmaya çevrilmiş ve PKK’nın Kuzey Irak’ta serbest hareket etmesinde kendilerince mahzur olmadığı ifade edilmiş tir 141.
KDP ve KYB bu anlaşma ile PKK’nın Kuzey Irak’ta varlığını kabul ederken, PKK’da 4 Ekim 1992’de kurulan Bölgesel Hükümeti tanıdığını kabullen miştir142. Türkiye bu anlaşmayı hayretler içinde karşılarken, Barzani ve
Talabani yaptıkları açıklamada; anlaşmanın PKK’nın silah bırakması için yapıldığını ve yakında bu yönlü bir gelişmenin olabileceğini belirtmişlerdir.
Talabani ve Barzani’nin PKK’yı silah bırakma konusunda ikna etmeye çalışıyoruz söylemine karşın, 11 Kasım 1992’de Silopi yapılan görüşmede PKK’lıların teslimi konusunda Cenevre anlaşmasını gerekçe göstererek
karşı çıktığını görüyoruz. KYB ve KDP bu görüme de Türkiye’nin Kuzey Irak’ta tampon bölge kurulmasını da kabul etmemişlerdir. Türkiye buna rağmen KYB ve KDP’nin 70 karakolunu tamir etme sözü vermiştir.
PKK ve Kuzey Iraklı gruplar arasındaki ilişkiler bununla da sınırlı kalmamıştır. Seçimler sonrasında Kuzey Irak Bölgesel Yönetiminin Başbakanlığına getirilen KDP’li Abdullah Resul Kosret ile Osman Öcalan arasında 27 Nisan 1993’de bir anlaşma imzalanmıştır. Dört maddelik bir protokol şeklinde belirlenen anlaşmayla, PKK bölgede daha rahat hareket etme imkanı elde etmiş ve KYB’nin desteği ile Erbil’de büro açmıştır.
Kuzey Irak’lı grupların PKK ile birliktelik sergilediği bu dönemde Türkiye ise KYB ve KDP’ye gıda, yiyecek ve nakit para yardımı yapmıştır. Yardımın yetersizliğinden şikâyet eden KDP ve Irak Kürdistani Cephesi Avrupa
Sözcüsü Hoşyar Zebari Türkiye’ye gelerek, yardımın arttırılması talebinde bulunmuştur143.
Körfez savaşından sonra KYB, KDP ve PKK önemli oranda güç elde ederken, daha da önemlisi etnik Kürtçülük dünya gündeminde önemli yer tutmaya başlamıştır. Bu durum Kürtlerin kendi öz kazanımları olmanın ötesinde ABD ve İsrail çizgisinde geliştirilen bir Truva Atı planının sonucudur.
Bu dönem bölgede her ülke diğeri ile hem mücadele etmekte hem de altan alta gizli anlaşmalar yapmaktadırlar. Bu durum örgütler içinde söz konusu olmuştur. KYB ve KDP, PKK ile çeşitli ittifak anlaşmaları yaparken, aynı zamanda aralarında silahlı çatışmalarda yaşanmıştır. Bunun yanında KYB ve KDP Türkiye ile ilişkileri ilerletirken, aynı anda İsrail ve İran ile de ilişkilerini üst seviyeye çıkarmışlardır.
Her şeyin karma karışık olduğu 1991 yıllarda KDP Başkanı Mesut Barzani’nin yaptığı bir açıklama ise akıllara durgunluk verir biçimdedir. Barzani açıklamasında, 1983 yılından sonra PKK’ya topraklarını açtıklarını,
PKK’nın ise şimdilerde Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale yapabilmesi için provokasyonlar tertiplediğini, örgütün bu amaçla yaptığı faaliyetlere ilişkin bir belgenin ellerine geçtiğini belirtmiştir 144.
Benzer bir iddia da örgütün eski Merkez Komite üyelerinden Baki Karer tarafından gündeme getirilerek, Öcalan ve ekibinin derin ilişkileri ortaya konmuştur. Karer açıklamasında; “…1992, gerek Türkiye içinde, gerekse Ortadoğu’da Abdullah Öcalan için provokasyon geliştirme olanaklarının muazzam arttığı bir dönemdi. Bu noktadan itibaren Öcalan, sadece “ordu içinde özel bir ordu”ya hayranlık duymakla kalmamış, hayranlığını Ortadoğu’nun karanlık güçlerine kadar uzatmıştı. Öyle ki, Amerika ve CIA’yla direkt fingirdeşmenin işaretlerini vermişti. Çünkü bu yıllarda pastadan büyük pay alabilme “uluslararasılaşma”dan geçiyordu. Avrupa ülkelerinin istihbarat örgütleriyle ilişkileri zaten vardı. Önemli olan
Amerika, yani CIA ile kuracağı direkt ilişkiydi. Genelde ve bölgede siyasal gelişmeleri belirleyen Avrupa’dan çok Amerika’ydı. 1992’nin ortalarında Amerika’nın Lübnan Konsolosluğunda çalışan görevlilerle Bekaa’da yaptığını söylediği görüşmenin ürününü almakta gecikmemişti. Bu görüşmeden itibaren Öcalan, hem içte tam egemen hale gelmiş, hem de K. Irak’ta geliştirilecek provokasyonlar için yeni konsept hazırlanmıştı. CİA’nın desteği alındıktan sonra oluşturulan bu konseptin, PKK Belçika temsilciliği, Yeşil (Mahmut Yıldırım), Behçet Cantürk, bazı “Kürt diplomatları”nın ve Bucaklar’ın katkılarıyla oluştuğu söyleniyordu. Bu ittifakın geçmişe oranla giderek daha aktif bir biçimde Hizbullahcılar ve diğer Radikal Dinci gruplarla genişletildiği de dile getirilen bir başka olaydır. Ama Öcalan’ın böylesine geniş çaplı bir cepheleşme içine girmesi, bir anlamda Çatlı örneğinde görüldüğü gibi biraz çizmeyi aştığının da bir göstergesiydi. Daha sonraları İslamcı olarak nitelenen kesim PKK’nin kucağından alınıp İran’a devredilmiş tir. Çünkü bu kesim, her ne kadar Öcalan’ın kucağında filizlendirilmiş ve örgütlendirilmişse de, İran’la ilişki içine girdikten sonra palazlanmış ve Öcalan’la çelişkiye düşmüştü. Gelirlerin paylaşımından doğan çelişki daha sonraları Pastar’ın araya girmesiyle düzeltilmiştir. Almanya ise bu birliği
elinden geldiğince desteklemiş, kalıcı hale gelmesi için çaba göstermiştir…145” ifadelerini kullanmıştır.
8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***