KÖRFEZ SAVAŞI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KÖRFEZ SAVAŞI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2018 Çarşamba

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 9

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 9


PKK/VEJİN Muhalif Grubunun Meydana Çıkışı 

Kuveyt işgaline ait gelişmelerin yaşandığı ve örgütün yeni durum karşısında açılımlar yapmaya çalıştığı bu zamanda, PKK içerisinde yeni bir muhalif grup ortaya çıkmıştır. PKK içerisindeki muhalif hareketlerin ortak noktası, daima küçük grupların kopmasıyla meydana gelmiş olmasıdır. 

Örgüt içerisinde yaşanan hizipleşme birçok kez daha büyümeden bastırılmış ve büyümesi engellenmiştir. Fakat bu defaki kopuş ise örgütte kaygıyla karşılanmıştır. Ahmet Kod Mehmet Cahit Şener’in liderliğini yaptığı grup örgüt içerisinde saygınlığı olan kişilerden oluşmaktadır. 

Cahit Şener’in örgütten kopuş süreci aslında Öcalan ile arasındaki mücadele anlayışının farklılığından kaynaklanmaktadır. Öcalan, Cahit Şener’le ilgili olarak; ”… Şener batı müziği dinleyerek dans ediyor, bu biçimde militan ların ahlakını bozuyor, zihinsel lümpenizmi geliştiriyor. Bu özel savaşın en son taktiğidir…” şeklinde beyanlarda bulunarak, aslında bilinçaltında ki kıskançlık duygularını ideolojik savaşa dönüştürmüş, neticesinde de bu kişisel çatışmalar ve metot sorunu kopuş sürecini ortaya çıkarmıştır162. Cahit Şener Öcalan’ı derin güçlerin adamı olmakla suçlamış ve onun bu oyununa uymayanların zaman içerisinde bertaraf edildiğini belirtmiştir. 

1991 yılında PKK içerisinden kopan bu muhalif hareket PKK/VEJİN olarak adlandırılmıştır. Şener, Öcalan’ın konumunu, O’nun Merkez Komitenin haberi olmadan pazarlıklar yapmasını, örgütün gelirinin denetlenmesine müsaade etmemesini ve PKK-ABD-Suriye ilişkilerini eleştirdiğinden, örgüt tarafından hain ilan edilmiştir. 

PKK/Vejin grubu ABD’nin Irak’a müdahalesinin Irak içerisinden bir Kürt devletinin çıkması için önemli olduğunu, bu dönemde KDP ve KYB’ye desek verilerek, bağımsızlık çalışmalarına ortak olunmasını, sınıra göç eden halkın iyi organize edilerek Irak rejimine karşı ayaklanma başlatılmasını, PKK’nın Saddam rejimini desteklemekle Kürt devleti oluşumuna ihanet ettiğini ifade etmiştir. Vejincilerin bu açıklamaları yaptığı sırada PKK’lılar ise Barzani’ye ait KDP güçleri yönelik saldırılara geçerek, onların güçlerini kırmaya başlamışlardır. 

Mehmet Şener, PKK ve onun lideri Öcalan’ın pratiğini açıkça eleştirmesi nedeniyle hemen gözaltına alınmıştır. Örgüt tarafından hakkında hemen İnfaz kararı verilen Şener, tutuklu kaldığı mağarada kendine yakın 
isimlerden Faik Kod Abdurrahman Kayıkçı ve Sarı Baran Kod Cihangir Hazır’ın yardımı ile kaçarak, kurtulmayı başarmıştır. 

Vejinciler, KDP-B’nin desteği ile Duhok bölgesinde iki ayrı kamp oluşturul muş ve PŞ-KAWA örgütü ile de ittifak yapılarak ortak mücadele kararı almıştır. Ayrıca VEJİN’ciler İstanbul, Ankara, İzmir, Batman illerinde de örgütlenmeye giderek oluşumlarını tamamlamaya çalışmışlardır. Avrupa örgütlenmesine ise Cahit Şener’in kardeşi ilhan Şener getirilmiş ve örgüt İsveç’i üs olarak kullanmaya başlamıştır. 

Öcalan ortaya çıkan yeni durum karşısında hemen Suriye istihbaratı ile ilişkiye girerek, Kasım 1991 tarihinde Avrupa’ya kaçma hazırlığı içerisinde olan M. Cahit Şener’i Suriye’nin Kamışlı ilinde yakalattırarak öldürtmüştür. 
Şener’in ölümünden sonra VEJİN hareketinin başına Sarı Baran Kod Cihangir Hazır geçmiştir. 

Fakat diğer muhalif hareketlerin akıbeti gibi VEJİN hareketi de örgüt içi bölünmeyi sağlayamamış, oluşumunun akabinde Türkiye sorumlusu Faik Kod Abdurrahman Kayıkçı’nın yakalanması ile yurt içi örgütlenmesi 
çözülmüştür. PKK-VEJİN gerekli atılımı sağlayamamış ve zamanla marjinal bir konumda erimiştir. 

Bu dönemde infaz edilen bir diğer isimde Ali Rıza Kod adlı Mehmet Çimen’dir. Çimen on bir yıl cezaevinde kaldıktan sonra tahliyesinin ardından kaldığı yerden tekrar örgüt faaliyetlere devam eder. Akabinde de 1992'nin 
ortalarında Avrupa örgütünün koordinatör yardımcılığına getirilir. 

Cezaevinden çıktıktan sonra PKK’nın tamamen despotik bir yapıya büründüğünü ve örgüt içi demokrasinin kalmadığını görerek, bu sorunun çözümü için çaba sarf etmek ister. Bu çabalarını kendi sonunu da hazırlar. PKK Avrupa yönetimince tutuklanır ve uygulamaya alındığı 1993 yılında Hollanda’da bir evde öldürülür. Cesedi banyo küvetine yerleştirilir ve üzerine asit dökülerek tüm cesedi ortadan kaldırılır 163. 

Dönem İçerisinde PKK-Rusya İlişkileri 

PKK ve Ruslar arasındaki işbirliği örgütün sosyalist stratejisi nedeniyle S.S.C.B. dönemine kadar uzanmaktadır. Sovyet hükümeti her dönem örgütün ülkesindeki faaliyetlerine izin vererek, topraklarında önemli 
bir güç haline gelmesine neden olmuştur. Avrupa’dan kırsala çıkan kişiler Moskova üzerinden Ermenistan’a oradan da İran üzerinden Kandil’e gitmişlerdir. Ogün için PKK’nın kırsal faaliyet alanına en güvenli geçiş 
güzergâhı bu hat olmuştur. 

S.S.C.B. döneminde başlayan ilişkiler Rusya’nın kurulmasından sonrada devam etmiş ve Bağımsız Devletler Topluluğunun hüküm sürdüğü ülkelerde aynı hızla yürütülmüştür. Bu kapsamda Temmuz 1993 tarihinde Rus resmi yetkilileri ve PKK temsilcileri arasında yapılan anlaşmadan sonra, Rusya, PKK’ya doğrudan destek vermeye başlamış ve Rusça Kürdistan Report Dergisi legal olarak yayınlanmaya başlamıştır. Toplantıdan bir yıl sonra 20 Şubat 1994 tarihinde PKK’nın Rusya sorumlularının yanı sıra, Rusya Ulusal ve Bölgesel Politika Sorunları Bakan Yardımcısı da katıldığı üç gün süreli bir konferans gerçekleştirilmiş ve sonuç bildirgesinde, Rus Devletinin PKK’yı uluslararası düzeyde tanıması için çağrı yapılmıştır. 

Bu konferansın akabinde 28 Ekim 1994 tarihinde yapılan “BDT Kürleri Kurultayına” PKK temsilcileri resmi olarak davet edilirken, Türk gazetecilerin konferansı seyretmesine dahi izin verilmemiştir. Bu toplantı paralelinde 
24-25 Kasım 1994 tarihinde Moskova’da yapılan ikici bir toplantıda ise, Öcalan’ın “Kürt sorunun sonlandırılması için AGİK’in müdahale etmesi” çağrısına destek verildiği belirtilmiş ve Rusya’nın bu süreçte arabulucu olabileceğini belirtmiştir. 

Rusya’nın bu zamanda Kürt kartına sarılmasında ana etkenlerden en önemlisi, S.S.C.B’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan Türki cumhuriyetler ve Rusya’da yaşayan milyonlarca Türk’ün varlığıdır. Rus devleti, Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkaslardaki etkinliğini kırmak için ülkesinde yaşayan Kürtleri ve PKK’yı kullanmaya çalışmıştır. 

Bu dönem içerisinde gündemde olan diğer bir konuda Kafkas petrollerinin Avrupa aktarımı için petrol boru hatlarının geçeceği güzergâhın belirlenmesi meselesidir. Ruslar bu petrolün kendi ülkelerinden geçerek Avrupa’ya gitmesini isterken, Türkiye ise Anadolu üzerinden Balkanlara ve oradan Avrupa’ya aktarılmasında ısrar etmektedir. Tamda bu tartışmaların yaşandığı zamanda Öcalan Alman ARD televizyonuna verdiği bir demeçte, “Kafkas petrollerinin Güneydoğudan geçmesi konusunda ilgili tarafların PKK’yı da hesaba katmasının gerektiğini ve bu planı işlevsiz kılabileceğini” belirtmiş ve Rusya’nın isteği doğrultusunda hareket edeceğini ima etmiştir. 

Kafkas petrollerinin Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınma konusunun konuşulduğu bu günlerde, PKK’nın Karedeniz Bölgesine grup gönderdiği ve eylem hazırlığı içinde olduğu tespit edilmiştir. Bu zamandan sonra Gümüşhane, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Ardahan bölgelerine küçük gruplar gönderilmiştir. Örgüt Ruslardan ve onların yandaşı İranlılardan aldığı talimat gereğince, petrol boru hattının yapılması planlanan 
güzergahın çevresindeki tüm alanlarda eylemlere girmiş ve güzergahın güvensiz olduğu tezinin işlenmesini sağlamıştır. 

Rusya yıllarca PKK’yı Türkiye’ye karşı kullanmasına karşın, 1999 yılında kendisine sığınan Öcalan’ı ülkesinden apar topar kovmuştur. Bu gerçekler; Kürtlerin Ruslar ya da diğer Avrupalı devletler tarafından umursanmadığı, Güneydoğu sorunu adı verilen konunun istismar edilerek, ülkeleri lehine kazanç sağlanmaya çalıştıkları görülmüştür. Bu devletler için Kürtler sadece uluslararası stratejide koz olarak kullanmak için değerlidir. 

PKK’nın Türk Turizmine Yönelik saldırıları 

1990’lı yılların başlarından itibaren örgütün farklı bir eylem tarzı olarak turizm faaliyetlerine yöneldiği, bu amaçla da Avrupalı turistlerin Türkiye’ye gelmemesi için propaganda yapıldığına şahit olmaktayız. Avrupa’daki seyahat acentelerine örgüt militanları tarafından bire bir yada mektup aracılığıyla bilgilendirmeler yapılarak, Türkiye’deki sözde savaşın finansmanını yapmamaları ve müşterilerini diğer ülkelere yönlendirmeleri 
istenmiş, aksi halde ise Türkiye’ye gidecek turistlere eylem yapılacağını, sorumluluğun ise, firmalara ve kişilere ait olacağı ifade edilmiştir. 

Bu konudaki iddialara göre PKK’yı turizme yönelik eylem yapmaya zorlayan ülke Yunanistan’dır. Yunanlılar Akdeniz turizminde Türkiye ile yarış halinde olduklarından, örgütün özellikle Ege ve Akdeniz sahillerinde yabancı turistlere eylem yapmasını istemiştir. Bu eylemler karşılığında ise örgüte finans ve barınma desteği verilecektir. 

Diğer bir iddia ise bu eylemlerin Yunanlılar ile sınırlı olmadığı, Alman ve Fransızlarında konu ile ilgili olarak ittifaka dahil olduğu, bu ülkelerin ülkelerindeki Türk nüfus nedeniyle güçlü bir Türkiye yerine kendilerine 
bağlı geri bir Türkiye istedikleridir. 

Özellikle Almanya ve Fransa merkezli devam eden örgüt faaliyetleri kapsamında Almanya’daki Türk temsilciliklerine, iş yerlerine, evlerine ve Türklere ait turizm acentelerine saldırılar başlamıştır. Bu saldırıların 

bahse konu ülkelerin kamuoyunda olumsuz etkiler meydana getirmiştir. Alman halkı ucuz ve kaliteli hizmet sunması, ülkelerine yakın olması, Alman halkı ile Türk halkı arasında alışık olmaktan kaynaklı meydana gelen 
bir yakınlaşma ve bir bölümünün de Türkiye’de mülk edinmiş olmaları nedeniyle Türkiye’yi tercih ettikleri bilinmektedir. 

Türkiye’nin Kuzey Irak politikaları ile Alman politikalarının çatıştığı bu yıllarda PKK hemen devreye girmiştir. Öcalan’ın 25 Şubat 1996 tarihinde Med-tv yaptığı bir açıklamada “…Alman kamuoyuna diyorum ki, lütfen bu 
gibi haksızlıkları görün ve karşı tavır alın. Yoksa yarın 50 tane turist cenazesi Almanya’ya gelirse buna şaşmayacaksınız. Çünkü orada kocaman haksızlıklar var. Almanya’yı ciddi uyarıyorum…biz ekonomik hedefe yönelirken ne kadarı Alman, ne kadarı diğer ulustan ayırt etmeyeceğiz. Şu anda savaşı finanse eden kaynak turizmdir” ifadeleri, Alman kamuoyunda kullanılarak Turist gelişini konusunda Türkiye aleyhinde sonuçlar meydana gelmesi sağlanmıştır. 

Örgütün eylemleri neticesinde meydana gelen rezervasyon iptalleri dolayısıyla Turizm gelirlerinde önemli azalma olması nedeniyle Türk tarafından politik baskılar başlanmıştır. Neticesinde önce Fransa akabinde 
ise Kasım 1993 tarihinde Almanya Hükümeti, ülkesinde PKK faaliyetlerini yasaklayan kararlar almıştır. Yasakların genel olarak aşırılığa ulaşan şiddet faaliyetlerini kapsadığını, fakat örgütün siyasal faaliyetlerinde her hangi bir sınırlamaya gidilmediği görülmüştür. Almanlar PKK faaliyetlerini yasaklama ile Türkiye’ye jest yaptıklarını ima etseler de, akabinde terörle mücadele faaliyetlerinde kullanıldığı bahanesiyle Türkiye’ye karşı silah ambargosunu uygulamaya başlamıştır. 

KUM (Kürdistan Ulusal Meclisinin) Kurulması 

Terör örgütünün 26-31 Aralık 1990 tarihleri arasında gerçekleştirdiği IV. konferansında Ulusal Meclis oluşturulması yönünde karar alındığından, 1992 yılından itibaren bu çerçevede çalışmalara hız verilmiştir. KUM’un 
kurulmasıyla; yurt içinde ve yurt dışında faaliyet gösteren kurumsal çevreleri etkilemek, örgütün terörist imajını ortadan kaldırmak ve savaşan taraf statüsünü kazandırarak, FKÖ tarzında uluslararası bir nitelik kazanmak amaç edinilmiştir. 

Buna göre KUM, Filistin modelinde olduğu gibi sürgünde bir ulusal meclis olarak tertip edilecektir. Örgütün hedeflerine göre, öncelikli olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da federatif bir yapının alt temelleri oluşturulacak, akabinde Suriye, İran ve Irak’ta da benzer tarzda federe yapılar meydana getirilerek, zamanla bu federe yapıların birleşmesiyle Bağımsız Birleşik Kürdistan’a geçiş yapılacaktır. 

Öcalan’ın kurmayı hedeflediği devlet Kürdistan olarak isimlendirilse de devletin gerçek mahiyetinin Öcalanistan şeklinde planlandığı görülmektedir. Öcalan Ortadoğu’nun baskıcı rejimlerini de aşan tek lider etrafında 
şekillenen, anti demokratik bir yapı meydana getirmek istemektedir. 

Öcalan 1992’ki bir konuşmasında “…yeni yılda hedefimiz, halkımızın irade ve ulusal birliğinin ifadesi olan Ulusal Meclis kuruluşunu gerçekleştirmektir. Parti Önderliğinin çalışmaları tüm halkımıza örnek olmalıdır… ” diyerek 
hedeflerini ortaya koymuştur164. KUM kurulduktan sonra Avrupa bünyesinde seçimler yapmak dışında herhangi önemli bir netice elde edilmese de, KUM’un bazı Avrupalı Milletvekilleri ile temasları bu çatı altında gerçekleşmiştir. Fransa, Belçika, İsveç ve Danimarka basını KUM’un kuruluşunu kendi yayın organlarında işleyerek bu konuyu kamu oylarına duyurmaya çalışmışlardır. 

20-22 Kasım 1992 tarihinde KUM ile ilgili olarak seçim yapılan ülke ve şehirler şu şekildedir. 

Almanya: Freiburg, Mannheim, Bremen, Frankfurt, Hanburg, Münih, Stutgart, Bonn, Köln, Diesburg, Hagen, Hannover, Bielefeld, Berlin ve Kassel 
Fransa: Paris, Lyon, Montpellier, Marsilya 
Avusturya: Graz, Viyana ve Linz 
Hollanda: Den Hang, Roterdam ile 
Belçika, İngiltere, Danimarka, İsveç, İsviçre, Norveç ve Finlandiya’da tek Merkezde oy kullanma işlemleri yapılmıştır. 

Bu dönemde PKK’nın siyasal faaliyetlerinin artmasında ve KUM’un bürolarının açılmasında Alman devletinin verdiği destek gözden kaçmamıştır. 1992 yılında Mesut Yılmaz Almanya ile ilgili olarak “…Almanya özellikle Türkiye’nin bölgesel güç olmasını istemez, bunun için insan haklarını destekleyip Türkiye’yi oyuna getirmek istemektedir. Çekoslovakya ve Yugoslavya’yı da bölen Almanya’dır. Bu arada Kürt devleti kurdurmakta işlerine geliyor…”165 şeklinde ki beyanı devlet yetkililerinin o dönem Almanya’nın teröre verdiği desteği bildiklerini göstermektedir. 

KUM’un oluşturulmasının akabinde, Bonn konferansında ki kararlar doğrultusunda PKK ve PSK arasında “İşbirliği Protokolü” adlı altında bir anlaşma imzalanmış ve sonradan PDK-BAKUR’da olmak üzere, diğer 
bazı etnik Kürtçü örgütlenmelerde bu işbirliğine davet edilmiştir. 

Örgüt Avrupa’da gerçekleştirdiği ittifaklar sonrasında kendini faaliyet yürütme ve eylem yapmada daha yetkin görmeye başlamıştır. Bu çerçevede 21 Mart (nevruz) başlayan eylemler 4 Eylülde Frankfurt’ta ki festivale 
kadar devam etmiştir. 1993 yılında Serxwebun dergisinde çıkan habere göre “…1993 yılının ilk aylarında Brüksel’deki kitlesel açlık grevi ile başlayan ve yaklaşık üç ay süren nevruz kutlamaları ile devam eden Avrupa’daki kitlesel eylemlilik, 29 Mayısta Bonn ‘da yapılan büyük ulusal birlik ve özgürlük yürüyüşü ile yeni ve gerçek bir zirveye ulaştı… “ denmiştir 166. 


Örgütün bu süreçte faaliyetleri siyasal olmanın yanında askeri yönde de artmış ve ihtiyaçların karşılanması amacıyla gereken mali kaynak gurbetçilerden zorla alınmaya çalışılmıştır. Kampanya adıyla oluşturulan faaliyetlerde vergi şeklinde adlandırılan paraları ödemeyen kişiler cezalandırılmaya başlanmıştır. Bazı değerlendirmelere göre 1995 yılı itibariyle örgütün yıllık geliri 86 milyon dolardır. Bu paranın önemli bir bölümü ise insan kaçakçılığı, haraç alma ve uyuşturucu ticaretinden elde edilmiştir 167. 

PKK’nın gerek Türkiye’de meydana getirdiği şiddet sarmalı, gerekse de Avrupa’daki şiddet eylemleri Batılılarca da kabul edilir boyutu aştığından çeşitli Avrupalı grupların tepkisiyle karşılaşmıştır. 

Bu eylemler Avrupa’da hissedilir duruma ulaşınca Türk devletinin baskıları başlamış ve daha önceki bölümde de ifade ettiğimiz gibi Almanya 26 kasım1993 tarihinde PKK’nın faaliyetlerini ülkesinde yasaklamıştır. 
Bunun akabinde Fransız polisince PKK’nın alt kolları olan Fransa Kürdistan Komite ve Fransa Kürdistan Yurtsever İşçiler Kültür Dernekleri Federasyon una baskın düzenlemiştir. Bunun yanında Belçikalı Sorgu Savcısı J. Brum da yaptığı bir açıklamayla ülkesinde PKK faaliyetlerinin izlenmeye başladığını ifade etmiştir. 

Dünya kamuoyunda meydana gelen PKK karşıtı irade dolayısıyla örgüt tarafından Bonn kararlarına uyacağı ifade edilerek, ateşkes ilan etmiştir. Bu ilanların her dönem Kış aylarına yaklaşırken yapılması ve bahar ayları 
gelince bozulması da gözlerden kaçmayacak bir ayrıntıdır. Örgüt bu ateşkes ilanı ile Avrupa zemininde rahat siyasal çalışma yapma fırsatı elde ederek, dönemi toparlanma süreci olarak kullanmayı hedeflemiştir. 

Örgüt 1993 yılındaki ateşkesten sonra bu şiddet karşıtı Avrupalı güçlerinde desteğini de alarak Avrupa’da geniş katılımlı kitle eylemleri organize etmeyi ve kendini Kürt meselesinde tek muhatap göstermeyi başarmıştır. 

Almanya ve Fransa’da bu gelişmeler olurken, Yunanistan hükümeti Atina yakınlarında bulunan Lavrıon, Lamıa ve Euboa (Eğriboz) gibi mülteci kamplarını, Türkiye aleyhinde faaliyet gösteren teröristlerin ikamet, 
eğitim ve diğer lojistik ihtiyaçlarının karşılandığı bir kamp haline getirilmiş tir 168. 

Aslında Alman Devletinin sürekli olarak PKK’yı yasaklamak ve desteklemek şeklinde değişen stratejisi kaba bir politik manevralar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hamlelerle zaman zaman iki tarafı hem cezalandırmış hem de ödüllendirmeye çalışmıştır. 1993’deki bu gelişmeler sonrasında Örgütün Avrupa’daki silahlı Kadroları Almanya’dan Yunanistan’a aktarılmıştır. Gerçekte değişen sadece ülke adı olup planlı biranlaşmanın uygulamasından başka bir şey değildir. 


Bu gelişmeler Öcalan’ı o kadar pervasız hale getirmiştir ki, Hasan Cemal aracılığı ile Türkiye’ye mesaj vermekten uzak durmamıştır. Öcalan 14 Nisan 1993 tarihinde Hasan Cemal’e ;”…Ankara bizi görmezlikten geliyor, Batı 
hükümet kapıları, devlet kapıları PKK’ya yardım için açılıyor. Başlangıçta Batıda bize böyle davrandı. PKK’nın kesin güç kazandığını gördüler. Finlandiya Başbakanı görüştü. Belçika görüşüyor, İngiltere parlamento sunda görüşülüyor. Amerika’ya gidiyor bizim temsilciler…”169 şeklinde ifadelerde bulunarak diğer ülkeleri referans göstermiştir. Öcalan’ın Batılı 
Ülkelerden aldığı cesaretle yukarıdaki ifadeleri kullandığı ve sözde ateşkes ilan ettiği 1993 yılı, örgütün en kanlı eylemlerini yaptığı, köyleri yaktığı, insanları acımasızca öldürdüğü dönemdir. 

Bu yıl Avrupa’daki cephe faaliyetlerine katılan Almanların yanı sıra, kırsal alana geçerek silahlı kanat içerisinde de görev alan Alman kökenli militanlar da karşımıza çıkmaya başlamıştır. 1993 yılında Kani kod Eva Juhnke, Medya Kod Vera Heesne, Çektar kod Ulrich Maichle ve Jorg Ulrich adlı kişiler kamplarda eğitim görüp, örgüt içerisinde kadro düzeyinde görev almışlardır 170. 

Alman istihbarat örgütü (BND) ne göre 1990’dan beri en az 30 Alman vatandaşı sıhhiyeci, eğitmen ve militan olarak PKK ya katılmışlardır. Bunların birçoğu Beka Vadisinde bulunan Mahsum Korkmaz Akademisinde 
eğitimden geçmişlerdir. Örgüte Almanya’dan sonra en fazla desteği Yunanlılar vermiş olup, 1997 yılında TSK’nın örgüte yönelik yapılan operasyonlarında ölen militanlar arasında bazı Yunanlıların da olduğu gözlenmiştir171. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


116 Fuller G., Kürtlerin Kaderi, Avrasya Dosyası, Cilt:1/1, s.138-146. 
117 Çandar C., Medeni Hakları Kabul Edildiği Ölçüde, Kürtleri Türkiyeye Entegre Edebiliriz, Demokrasi Kuşağı, Ankara, Ocak-Şubat 1995, s.32. 
118 Foucher M., Fronts et Frontiers, Paris, 1991. s. 308. 
119 Turan Yavuz, a.g.k., s.141, 147. 
120 Aydınlık Dergisi, 8 Nisan 1995, no: 404, s.10. 
121 TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanlığı: Faaliyet Raporu, Ankara, 1992, s.39-41. 
122 Kendal N., Les Choix de I’Occident, 1994, s.11. 
123 Gunter M., Kuzey Irakta Fiili Kürt Devleti, Avrasya Dosyası, cilt: 1/4, s. 184. 
124 Serxwebun Dergisi, Ocak 1991, s.109. 
125 Öcalan A., Sosyalizm ve Devrim Sorunları, İstanbul, 1992, s.245. 
126 Tavlaş N., “Terörü Tanımlamak”, Strateji Dergisi, s.40 
127 PKK/PAK, 8 Haziran 1991’de Abdullah Öcalan’ın talimatıyla Osman Öcalan ve 90 Irak’lı militan tarafından 
kurulmuştır. Bu örgüt 2000’li yılların sonuna doğru adını PÇDK olarak değiştirmiştir. 
128 Dağlı, a.g.k., s.124. 
129 Ersever C., Üçgendeki Tezgah, s.60-66. 
130 Serxwebun Dergisi, ”PKK 2. Ulusal Konferans Kararları”, Temmuz 1990, s.178. 
131 Serxwebun Dergisi, Mart 1991, s.13. 
132 PKK-GS, “4. Kongre Sonrası Çözümleme, Planla, Perspektif ve Talimatlar”, Ağustos 1991 
133 Ecevit B., TBMM Tutanak Dergisi, Dön:19, Yasama Yılı:1, cilt:4, 1992, s.213. 
134 Eymür M., Analiz, İstanbul, 1991, s.155. 
135 Cemal., a.g.k., s.215. 
136 Pelletiere S. C., “Orta Doğuda Türkiye ve Amerika: Kürt Bağlantısı”, Avrasya dosyası, cilt:1/3, s.170. 
137 Tavlaş, a.g.e, s.66. 
138 Bölügiray N., Özal Döneminde Bölücü Terör, İstanbul, 1993, s.91. 
139 Yavuz, a.g.k., s.231-272. 
140 Avrasya Dosyası, “ABD’nin Türkiye İnsan Hakları Raporu”, cilt 1/3, s.198-220 
141 Ersever, a.g.k. s. 182-194. 
142 Dağlı, a.g.k., s.103. 
143 Ballı, a.g.k., s.455. 
144 Ballı, a.g.k., s.405. 
145 Karer B., Bir Sosyoşog, Bir Örgüt ve Kürt Yıkımı, s.150 
146 Demirkıran, a.g.k., s.110. 
147 www.belgenet/ayrinti.php?yil-id=11 
148 Gün, Faili Bilindik Meçhul Ape Musa, İstanbul, 2011. 
149 Yavuz, a.g.k., s.324. 
150 Öcalan A., “Ayaklanma Taktiği Üzerine Tezler Ve Görevlerimiz Başlıklı” Broşür, 17 Ocak 1992. 
151 Ersever, Üçgendeki Tezgâh, s.151-164 
152 Öcalan, a.g.k., s.259 
153 Stockholm Kürt Konferansı, 1992, s.177. 
154 Stockholm Kürt Konferansı Sonuç Bildirgesi (15-17 Mart 1991), 1992, İstanbul 
155 Ballı, a.g.k., s.106. 
156 Qasımlo E., İran Kürtleri, Uluslararası Kürt Konferansı, İstanbul, 1992, s.64. 
157 Galtung J. “ 15 Mart 1991 Stockholm, 27 Eylül 1991 Bonn”, Deng dergisi, sayı 21, 1992 
158 Demirkıran, a.g.k., s.115. 
159 Öcalan A., Sümer Rahip Devletinden Demokratik Halk Cumhuriyetine Doğru, istanbu, 2001, c-II, s.19. 
160 Emniyet Genel Müdürlüğü TEMÜH Dairesi Başkanlığı Bölücü Terör Şubesi, 1984-1997 Tarihleri arasında 
Türkiye Geneli PKK Terör olayları istatistiği, Ankara 1996 
161 Akçora, a.g.m., s.275. 
162 Sakık, a.g.k., s.81. 
163 Çürükkaya S., Aponun Ayetleri, s.194-197 
164 Serxwebun Dergisi, Ocak 1992, s.13. 
165 Cemal, a.g.k., s.309. 
166 Serxwebun Dergisi, Ocak 1993, s.144. 
167 Mümtaz A., PKK terörünün Belçika boyutu, s.20. 
168 http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ANADOLUNUNSESI/151/AND5.htm 
169 Cemal, a.g.k., s.38. 
170 Köknar, a.g.m., s.202. 
171 Köknar, a.g.m., s.203. 


***

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 8

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 8


Irak Müdahalesinin Türkiye’deki PKK Faaliyetlerine Yansıması 

Mevcut ortam PKK tarafından olumlu karşılandığından, Ortadoğu’nun bu karışık ortamında 1990 yılında ayaklanmanın ilk ayağı olan Nusaybin ve Silopi olayları meydana getirilmiştir146. 

ABD’nin müdahalesinden sonra bölgede meydana gelen otorite boşluğu, PKK’nın kullandığı arazi genişliğini daha arttırmıştır. Bunun akabinde birçok kadro Suriye’den daha müsait olan Kuzey Irak sahasına aktarılmıştır. Gelişmeler karşısında daha rahatlayan örgüt, Türkiye metropollerindeki faaliyetlerini arttırmak için, Ocak 1992 tarihinde DHP (Devrimci Halk Partisi) adında yan aparatını oluşturmuş ve bu yeni oluşumun Türkiye’deki metropol faaliyetlerinde kullanılması sağlanmıştır. Örgütün faaliyetlerini Batıdaki metropoller aktarma planın olduğu 1991’de, terörle mücadele adına 
atılan adımların aksi neticeler meydana getirdiği görülmüştür. Bu zamanda terörün lojistik desteğini ortadan kaldırmak amacıyla bazı köyler boşaltılmış, on binlerce vatandaşımız köylerinden Batı illerine göç etmek zorunda 
kalmıştır. Yeterli sosyal önlem alınmadığından göç ederek büyükşehirlere gelen kitle örgütün kontrolüne girmiş, her yerde örgüte müzahir kurumlar kurulmaya başlamıştır. Belki de iyi niyetle (?) başlayan bir uygulama sonuçta örgütün önemli kazançlar elde etmesine vesile olmuştur. 

Gerek Doğu Güneydoğu illerinde gerekse de Batı illerinde ortaya çıkan PKK yandaşı kitle, serhildanların meydana gelmesine neden olmuş, terör kırsaldan şehirlere aktarılmıştır. Bu süreçte terörle mücadele eden kişilerin zaafiyetleri ve yanlışları örgütün şehirlerde güçlenmesini sağlamıştır. 

Körfez savaşının diğer önemli bir olumsuz yansıması da ekonomik ve sonra sında seyreden politik sonuçlarıdır. Savaş döneminde sınır kapılarının kapanması, sınır ticaretinin bitmesi ve bölge insanına ekonomik zenginlik sağlayan petrol boru hattının kapatılması önemli ölçüde ekonomik kayıplara neden olmuştur. Bu durum en çokta bölge insanını etkilemiştir. 

Meydana gelen ekonomik sıkıntılara ek olarak bölgede meydana gelen ayaklanma olayları sonrasında devlet görevlilerinin yanlış müdahalesi, akabinde karanlık güç odaklarınca işlenen faili meçhul cinayetler kişilerin siyasal tercihlerinde de olumsuzluklara neden olmuştur. 

Bu provokasyonlardan biri de Vedat Aydın olayıdır. 

PKK’nın hem Irak’ta hem de Türkiye’de önemli darbeler aldığı ve bölünmeye girdiği bir dönemde yine derin güçlerce sürece müdahale edilmiştir. Bu amaçla 10 Temmuz 1991 günü HEP’in (Halkın Emek Partisi) Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın’ın bilinmeyen gruplarca kaçırılarak öldürülmesi, Türkiye’de sıkıntılı zamanların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aydın ve Anter’in cenaze töreni sırasında olaylar meydana gelmiş, bu olay PKK’nın gövde gösterisine dönüşmüştür. Musa Anter ve Vedat aydın olayları Türkiye’de gerilemeye başlayan PKK’yı yeniden canlandırmış ve güç kazandırmıştır. 

Bu derin provokasyonun en önemli yansıması da 20 Ekim 1991 yılında yapılan genel seçimlerde ortaya çıkmıştır. Seçimler öncesinde böyle bir olayın meydana gelmesi, sadece PKK’ya ve HEP’e yaramıştır. SHP 
bünyesinde seçimlere giren PKK yandaşları, SHP’nin Türkiye genelinde aldığı % 20.75 oyla meclise girmeyi başarmışlardır. Bu oy oranlarında, bölge halkının Vedat Aydın’nın öldürülmesi ve sonrasında yaşanan sürece 
gösterdikleri tepki etkili olmuştur147. HEP, bu seçimlerde 20’ye yakın milletvekilini meclise sokmuştur. 2011 yılında Gazeteci Ercan Gün tarafından kaleme alınan Ape Musa-Faili Bilindik Meçhul adlı kitapta Musa Anter cinayetinin PKK ve derin güçlerin ortak çalışmasıyla gerçekleştiği ortaya çıkarılmıştır 148. 

HEP’in meclise girmesiyle birlikte örgütün illegal söylemleri legal vekiller üzerinden ifade edilmeye başlanmış, bu görüşmeler uluslararası toplantılar da da dillendirilmiştir. Nitekim Talabani’nin 1993 yılında ABD’ne gerçekleş tirdiği gezi sırasında Washington’a giden HEP genel Başkanı Ahmet Türk ve 
Milletvekili Leyla Zana, ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Türkiye’ye ambargo uygulanmasını istemişlerdir149. 

Gelinen aşamada örgüt artık şehirlerde her türlü eylemi rahatlıkla işler hale gelmiştir. 26 Aralık 1991 tarihinde İstanbul Bakırköy’deki Çetinkaya Mağazasına molotoflu saldırıda bulunulmuş ve çıkan yangında 11 
vatandaşımız yanarak can vermiştir. Öcalan eylem sonrasında BBC’ye yaptığı açıklamada eylem talimatını vermediğini fakat eylemi desteklediğini belirtmiştir. Bu zamanda örgüt, Kürt ve Türk çatışması meydana getirerek, 
halkı tamamen kamplaştırmayı hedeflemiştir. 

 1992 yılının Mart ayına gelindiğinde ise Türkiye’nin bazı ilçelerinde hareketlenmeler izlenmeye başlanmıştır. Örgütün planlamasına göre Diyarbakır, Batman, Şırnak, Cizre, Nusaybin, Kızıltepe, Dargeçit gibi 
yerlerde halk ayaklanması başlayacak, ardından da kırsalda gerçekleşecek önemli eylemlerle kurtarılmış bölgeler oluşturulacak ve devlet kurumları işlevsiz kılınacaktır. 

Örgüt tarafından 17 Ocak 1992’de dağıtılan Ayaklanma taktiği üzerine tezler ve görevlerimiz başlıklı bilgilendirmede; “…bütün alanlarda yürüttüğümüz faaliyetler bir anlamda ayaklanma hazırlığıdır. Bunun için daha şimdiden yurt dışı ortamını hazır tutuyoruz. Hatta çok ağır baskıların olması halinde, halkımızı gerilla bicinde dağlara çekebilir, öbür yandan cephe gerilerine taşıyabiliriz. Yani kuzeyden güneye bir yığınağı da biz yapabiliriz. Tabi diğer yandan Türk Halkını harekete geçirmek yine metropollerde ve ordu içinde çalışmalar yapmak ve bunun propagandasını sürekli geliştirmek yerindedir. Diplomasi kanalları oluşturarak harekete geçirmek, ayaklanma süresi boyunca daha çok olanak dahiline girecektir. Özellikle diplomatik alanı iyi hazırlamak gerekir…150” ifadelerine yer verilerek yapılmak istenen ayaklanmanın yöntemleri anlatılmıştır. 

Kurtarılmış bölgeler oluşturma planı çerçevesinde Cizre ilçesinde başlayan olaylar vahim boyutlara ulaşmış, özellikle 20 - 21 Mart gecesi birçok kamu kurum ve kuruluşlarının binalarına ve buralarda çalışan memurların 
evlerine saldırılarda bulunmuştur. Hızla yayılan olaylara güvenlik güçleri müdahale etmiş, çıkan olaylarda 17 kişi hayatını kaybetmiştir. 

Körfez krizi sonrası örgütün eylemlerinde ki artıştan doğal olarak masum halkta nasibini almıştır. Örgütün 1984-1991 yılları arasında sivil hedeflere yönelik gerçkleştirdiği 113 eylemden 80’i 1991 yılından sonraki dönemde 
vuku bulmuştur. 

Örgüt, Mayıs 1992’de 400-500 kişilik gruplarla Irak sınırındaki Türk karakollarına saldırmaya başlamıştır. Devamında 18 Ağustos 1992 gecesi, gerek şehir dışından ve gerekse şehir içindeki milislerce Şırnak’a bir saldırı 
başlatılmış ve 2 gün süren bu baskın güvenlik güçlerince zorla püskürtülmüştür. 

Bu olaylar sırasında halk PKK militanları tarafından Şirnak Çarsı Meydanına toplanarak örgütün propagandasını yapılmış ve İl Valisi şehri terk etmeye zorlanmıştır. Örgütün Cizre sokaklarına asmış olduğu bayrak ancak günler 
sonra indirilebilmiştir. Diğer taraftan, Uludere, Besta, Sinath, Ballıkaya, Cudi, Kato, Karlıova dağlarında kamp yapan teröristler eğitim kamplarını daha ileri noktalara kadar getirmiş ve kurduğu kamp bölgelerin de  uyuşturucu imal edip, uyuşturucu trafiğini yönlendirdiği görülmüştür. 

PKK terör örgütü Türkiye’ye yönelik 1991 - 1992 yılında yaptığı saldırılarını ülkemize 10-15km. uzağında Kuzey Irak’ta kurulu bulunan kamplardan yönlendirdiğinden, bu üslerin yok edilmesi veya en azından zararsız hale 
getirilmesi için, Türk Hava Kuvvetleri tarafından bu üslere zaman zaman hava harekâtları düzenlenmiştir. Harekatın neticelerinin yapılan değerlendir mesinde ise, bu yönlü mücadeleden başarı elde edilemediği anlaşıldığın dan, Barzani ve Talabani ile anlaşılarak 2 Ekim 1992 tarihinde Kuzey Irak’a askeri harekat başlatılmıştır. 

Cem Ersever’in iddiasına göre bu saldırı sonucunda terör örgütünün kaybı; 1500 - 2000 teslim olan, 900 - 1000 yaralı, 1500 - 2000 ölü olmak üzere toplam zayiat 4000 - 4500 kişidir. Bunun yanında, 300 tonu askın yiyecek, 650 bin çeşitli çapta mermi, 3600 civarında kaleşnikof piyade tüfeği ele geçirilmiştir151.” 

Rakamlar biraz abartılmış olsa da örgütün bu harekât sonrasında önemli kayıplar verdiği bilinmektedir. Örgüt her ne kadar bu harekât sırasında ciddi kayıplara uğrasa da 1993 yılı nevruzunda Cizre’de ve Diyarbakır’da yapılan kutlamalarda da çeşitli provokasyonlar yaşanmış ve yine büyük olaylar meydana gelmiştir. 

Bu yıl içerisinde örgüt adına yaşanan en önemli kayıp Hasan Bindal’ın ölümdür. Öcalan’ın köylüsü ve en yakın arkadaşı Hasan Bindal tatbikatta sözde bir kaza kurşunuyla ölmüş, Öcalan bunun örgüt içi bir infaz olduğunu 
ifade ederek, suikastın Şahin Baliç, Kör Cemal, Şemdin Sakık ve Hogir dörtlü çetesi tarafından ortaya konduğunu belirtmiştir152. 

Körfez Savaşı Sonrası Kürt Hareketlerine Yön Verme Girişimleri, 1991 Bonn ve Stockholm Konferansları 

Paris Konferansının üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, Körfez savaşı patlak vermiş ve sonuçta Kürt meselesi büyük bir sıçrama yaparak, Dünya gündeminde önemli yer tutmaya başlamıştır. Batılı güçler Orta Doğu’da yeni hedefleri için bir dizi silahlı ve siyasal eylem planları oluşturmuş ve bu planlar adım adım hayata geçirilmeye başlanmıştır. 
Avrupalılar öteden beri Ortadoğu’da sorunları çözme değil, kontrollü bir şekilde sorunları devam ettirmeyi esas almışlardır. ABD’nin gizli liderliğinde bir takım Batılı ülkeler Kürtçülük üzerindeki inisiyatifi daha da geliştirmek amacıyla 1991 yılından itibaren somut stratejiler ortaya koyma gayretlerine girmişlerdir. İlk olarak da dağınık vaziyette bulunan Kürtçü örgütlenmelerin bir araya getirilmesi ve yeni bir mücadele stratejisi empoze edilmeye çalışılmıştır. 

Bu amaçla, Kuzey Irakta sıcak gelişmelerin yaşandığı 15-17 Mart 1991 tarihinde, Stockholm ve akabinde 27-28 Eylül 1991 tarihinde Bonn da bir dizi konferanslar gerçekleştirilmiştir. Paris konferansında Fransa ve 
İngiltere inisiyatife hakim iken, Bonn konferansında Almanya’nın inisiyatifi ele aldığı görülmüştür. 

Kürt Halkının Hakları İçin İsveç Komitesi tarafından ”Kürt Haklarının Tanınması-Eylem Stratejileri” ismi 
ile Stockholm’de ortaya konan çalışmalarda Almanlar ve İsveçliler ön plana çıkmış, İsveç’in organize ettiği bu 
konferansa Dış İşleri Bakanlığı Hukuk Danışmanı Ove Bring ve İsveç Göçmenler Bakanı Maj-Lis Lööv iştirak etmiştir. 

Avrupalı ve ABD’li parlamenterlerin de hazır bulunduğu konferans sonunda hazırlanan “Stockholm 
Deklarasyonunda” self determinasyon hakkının verilmesi ve BM Genel Sekreterinin bir uluslararası konferans 
toplaması çağrısı yapılmış, Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, AET, Hükümetler ve NFO’ların 
Türkiye’ye baskı yapmaları istenmiş ve kamuoyu oluşturulması için medyadan baskı yapması gerektiği 
vurgulanmıştır153. 

Konferans sonunda açıklanan “Kürt Halkının Hakları Bildirgesi” isimli belgede ise, Serv anlaşması ile sağlanan hakların geri alınması, silahlı mücadele de dahil olmak üzere her türlü mücadelenin Kürt halkının hakkı 
olduğu ve nihai hedefin birleşik ulusal Kürt Devleti olduğu ifade edilmiştir. 

Maj-Lis Lööv konferansta yaptığı konuşmada; “kuşku olmasın ki, uluslararası topluluğun dikkati Kürt sorunu üzerinde olmaya devam edecektir“ şeklinde bildirimde bulunmuştur. Konferans bildirisinde ise, “Bağımsız Birleşik Kürdistan’ın Kurulması“ kararına yer verilmiştir154. 

Bağımsız Kürdistan hedefi birleşik karar metinde nihai bir hedef olarak ortaya konulmuşken, izlenecek metot olarak da, silahlı eylemeler yerine, demokratik mücadele yöntemleri önerilmiş, insan hakları ve kültürel kimlik mücadelesinin ön plana çıkarılması istenmiştir. Konferansa destek veren bir diğer ülkede Sovyetler olmuştur. Irak savaşı sırasında BM’lere müdahale konusunda destek veren Sovyetler, savaş sonrası Kürt pastasından pay kapma gayretine girmiştir. 

Stockholm’de yer alan diğer bir siyasetçide Suriye Kürt Halkçı Birlik Partisi Başkanı Salih Bedrettin’dir. Suriye devleti Kürt kökenlilere vatandaşlık vermediğinden ve Bedrettin’i terör örgütü lideri gördüğünden kendisi Tunus’ta yaşamaktadır155. Bedrettin bu toplantıda Suriye’nin Kürtlere insanlık dışı uygulamalarını anlatmak yerine, o dönem bir Kürt kökenli Cumhurbaşkanı’nın yönettiği Türkiye’ye eleştiride bulunmuştur. 
Bu toplantıda Batılı devletler Türkiye’yi eleştirildiğinden Bedrettin gibi kişiliklerde Türkiye’yi eleştirmeyi, kabul görmenin bir gereği gibi görmüşler dir. 

Daha sonra ortaya çıkan gelişmelerde Salih Bedrettin’in Suriye’nin onayını alarak Stockholm’e geldiği ortaya çıkmıştır. Hafız Esat dinsel olarak Suriye’de azınlık bir toplumun Sünni çoğunluğa hükmettiği bir rejimin 
lideri olduğundan, Türkiye gibi geneli Sünni bir ülkenin Sünni olan Kürtlerle işbirliği yapmasını engellemek istediği görülmüştür156. Salih Bedrettin ise bu konudaki tüm gerçekleri bilmesine karşın, Esat’la işbirliğine yönelmiştir. 

Stockholm konferansından altı ay sonra, 27-28 Eylül 1991 tarihinde Almanya’nın Bonn kentinde, Kürdistan İnsan Hakları Girişimi ve Aşağı Saksonya Eyalet Hükümeti tarafından “Kürt Halkı: İnsan Hakları Olmadan 
Gelecek Olamaz” isimli uluslararası Kürt konferansı gerçekleşmiştir. Konferansa Medico İnternational isimli Alman sivil toplum kuruluşu da destek vermiştir. 

Dönemin Eyalet Başbakanı Gerhard Schröder (daha sonra Başbakan oldu) konferanstaki konuşmasında; “…Baltık devletlerinin bağımsızlığının tanındığı günümüzde, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı göz ardı edilemez “ şeklinde ifadeye yer vermiştir. Bonn konferansının sonuç bildirgesinde, Kürtler üzerinde ki sözde baskılara son verilmesi istenerek, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyinin Kürt sorununda daha belirleyici olması istenmiştir. 

Bu konferanstan sonra Alman asıllı sözde Barış Araştırmacısı Johan Galtung, “15 Mart 1991 Stockholm, 27 Eylül 1991 Bonn” başlığı ile Deng dergisinde yayınladığı bildirisinde, Kürtlere, üç temel aşamalı bir stratejiyi ortaya 
koyup, “temel insan haklarının kazanılması, federal yapılanmayı da içeren bölgesel otonominin elde edilmesi ve son olarak ta Bağımsız Birleşik Kürdistan” şeklinde yol haritası çizmiştir. 

Bu süreçte Almanya’daki devlet dışı kuruluşlar tarafından “PKK hayır Kürdistan Evet” şeklinde yeni politikalar gündemleştirilmiş tir. Bu çalışmalar kapsamında Alman Johan Galtungun, Bonn konferansında; “…bazı tehlikeli, mutlakçı yaklaşımlar bertaraf edilmeli…” diyerek, PKK’nın ortadan kaldırılmasını istemesi ise, örgüt tarafından tepkiyle karşılanmış ve Kürt hareketlerinin pasifize edilmeye çalışıldığı belirtilmiştir 157. 

Konferansın akabinde, Ekim 1992 yılında PKK ile KDP ve KYB arasında bir savaş başlamış ve iki Iraklı parti PKK’yı bölgeden çıkarmak ve yok etmek için tüm gayretlerini ortaya koymuşlardır. PKK örgütü bu savaşlarda 
birçok militanını yitirmiş ve önemli kayıplar vermiştir. Bu savaşların akabinde nihai bir sonucun çıkmamasıyla, PKK-KDP-KYB-PSK-KÖİP arasında barış görüşmeleri ve diyalog toplantıları olmuş, PKK Avrupa’nın yeni çizgisine çekilmeye çalışılmıştır. 

Almanya’nın PKK politikasında her zaman bir ikilemin olduğu bilinmektedir. Alman devlet güçleri dönem dönem örgütü desteklemekte ve faaliyetlerine göz yummaktayken, zamanı geldiğinde de örgüte ayar vermekte beis görmemişlerdir. Bu politikada temel faktör ise Türkiye’nin Alman devletine karşı olan yaklaşımları belirleyici olmuştur. Türklerin Almanya’nın vesayetini ret ettiği her dönem, terör örgütleri kullanılarak ülkemizi hizaya getirmeye çalışmıştır. Devletin bu ikilemli tavrına karşı, Almanya’daki devlet dışı güçler de PKK konusunda ikiye bölünmüştür. Alman kilisesi, Yeşiller ve Sol Gruplar örgütün faaliyetleri ni desteklerken, diğer kesim PKK’yı geri, faşist ve terörist olarak görmüş tür. 

Almanya haricen PKK’nın silahlı faaliyetlerinin sonlandırılmasını önerse de el altından örgüte ait kurumların rahat çalışmasına ortam sağlamıştır. 
Bu çerçevede örgütün resmi yayın organı olan Serxwebun dergisi tüm gelişmelere karşın Almanya’da yayınlarına devam etme kararı almış, karar doğrultusunda dergi 01 Ocak 1992 yılında yeniden yapılandırılmıştır 158. 

Irak’a müdahalenin ardından nerdeyse tüm güç dengeleri Türkiye’nin aleyhine icraatlar ortaya koymuşlardır. Özellikle Batılı Devletlerin desteği ile Örgüt gücünü her alanda zirveye taşıyabilmiştir. Bu yükselişte ilgili ülkelerin örgütü cesaretlendirmesi en önemli etkendir. 

Irak’a müdahalenin ardından Kuzey Irak’ta meydana gelen boşluğu değerlendiren örgütün Türkiye’ye yönelik saldırılarında artış meydana gelmiştir. bu gelişmeler üzerine Türkiye tarafından 1991’de Irak’ın kuzeyine yapılan askeri harekâta en ciddi tepkiyi Alman Devlet Yetkilileri vermiş olup, bu tepkilerini tehdit boyutuna ulaştırmışlardır. 

Alman Savunma Bakanlığı Müsteşarı Ottfried Hennig, Türkiye ile Saddam’ın aynı olduğunu ve azınlıklara saygı göstermediğini ifade etmiştir. Alman Devleti bu açıklama sonrasında (1991 yılında) Türkiye’ye silah ambargosu koymuş, 1992 Martında ise silah sevkiyatını durdurmuştur. Dışişleri Bakanı Genscher ise Kürtlere azınlık statüsünün verilmesini istemiştir. Ardından 1991 yılın sonlarında 15 Leopard I markalı panzerin 

Türkiye’ye satılmış olması bahane gösterilerek, 31 Mart 1992’de Federal Savunma Bakanı Gerhard Stoltenberg istifa etmeye zorlanmıştır. 

Almanlar 1991 yılında Türkiye karşıtı en önemli güç iken bir yıl sonra 1992’de ambargoyu kaldırmış, akabinde de ülkelerinde yapılacak olan Kürt Parlamentosu seçimleri İçişleri Bakanlığınca iptal edilmiştir. 

Almanların örgüte desteği bu ülkede bulunan kitleyi daha da cesaretlen dirmiştir. 1993 yılında o dönem Almanya’nın başkenti olan Bonn’da PKK’nın organize ettiği bir yürüyüşe 70 bin kişi katılmıştır. 

Diyarbakır'ın Lice ilçesinde 22 Ekim 1993 meydana gelen olayların akabinde örgüt militanları tarafından Almanya’nın birçok kentinde Türk konsolos luklarına saldırılar gerçekleşmiş, PKK’ya destek vermeyen Türk ve Kürt gurbetçilerimiz tartaklanmış ve olayları engellemeye çalışan polislere saldırılarak, araçları yakılmıştır. 

PKK terör örgütü tarafından organize edilen bu şiddet eylemlerinin televizyonlarda yayınlanmasının akabinde Alman halkı kendi ülkelerinde bu hadiselerin yaşanmasına tepki göstererek, hükümette PKK faaliyetlerini 
yasaklaması yönünde baskı yapmıştır. Bu konularla ilgili olarak görüşüne başvurulan Federal Ordu’nun Başmüfettişi Klaus Naumann, Türk devletinin PKK’ye karşı verdiği mücadeleyi “tamamen meşru” olarak nitelendirir. Kasım ayında baskıların zirveye çıkması nedeniyle 26 Kasım 1993’te PKK’nın Almanya’da faaliyet göstermesi yasaklanmıştır. 

Bu yasağın ardından Berivan kod adlı Nilgün Yıldırım ile Ronahi kod adlı Bedriye Taş isimli sempatizanlar Almanya’nın PKK yasağına karşı Mannheim’de kendilerini yakmaya zorlanmıştır. Konu ile ilgili yapılan çalışmada her iki kişinin akli dengelerinin yerinde olmadığı ve örgütün yoğun psikolojik baskısı ile eylem yapmaya zorlandığı görülmüştür. 

 Bu yasağın akabinde Almanya’da faaliyet gösteren 35 dernek, Kurd-Ha Haber Ajansı, Köln’de bulunan Kürdistan Komite ve Berxwedan Dergisine “halklar arası barış fikrini ihlal ettiği, iç güvenliği, kamu düzenini ve Almanya Federal Cumhuriyeti’nin mühim çıkarlarını tehdit ettiği” gerekçeleriyle yasak getirilmiştir. 1994 yılına gelindiğinde ise Hannover İdare Mahkemesi Uluslararası Kürdistan Festivali’ni “Yasaklı örgütlerin bayraklarının açılabileceği tehlikesi” gerekçesiyle yasaklamıştır. Bu gelişmelerin hemen sonrasında Temmuz ayında Halim Dener adlı PKK militanı Polisle girdiği çatışmada ölü ele geçirilir. 

Alman devletinin PKK’ya karşı 1993 ve 1994 yıllarında getirdiği yasak 1994’ün son aylarında rafa kaldırıldığından, dernekler yeniden açılmış ve yasağa rağmen PKK’nın tüm faaliyetleri eskisi gibi devam etmiştir. 
Yasağın uygulamaya geçirildiği bu yıllarda mevcut yasa bazı eyaletlerde uygulanırken, birçoğunun da görmezden gelindiği bilinen bir gerçektir. Bazı eyaletler yasağı görmezden gelerek en başından itibaren örgüte hiçbir yasak getirmemiştir. 

Konuya dönecek olursak, konferans sürecinin sonunda meydana gelen neticeler incelendiğinde, Konferansların amacının Kürtler lehine kazanım sağlamak yerine Kürt gruplarının Avrupa çizgisine çekilmesi ve Avrupa’nın insiyatif almasının sağlanması olmuştur. İlgili devletler bahse konu grupları belli vaatlerle kendi yanlarına çekmiş ve Irak savaşı sonrası Kürt kartı üzerinden politika yapmışlardır. 

Buraya kadar olan zaman dilimi içerisinde karşımıza çıkan en önemli nokta İngiltere’nin Avrupa’daki yeni politikaların şekillendirilmesi çalışmalarına dahil olmamasıdır. İngiltere aslında ön plana çıkmayıp hem ABD ve İsrail’e hem de diğer Avrupalı güçlere rağmen PKK’yı kendi emelleri için kullanmaya devam etmiştir. 

Yukarıda anlatılan süreç aslında dünya siyasetine yön veren üç temel gücün bölgedeki mücadelesinin bir yansımasıdır. Bu gruplar; İsrail ve İsrail yanlısı bazı ABD’li gruplar, başını Almanya ve Fransa’nın çektiği ikinci grup ile İngiltere ve ABD’de İngiliz yanlısı üçüncü gruptur. 

Kürtçü örgütlerin Avrupa’da kazanımlar sağlaması Türkiye’de bir takım sıkıntıların ortaya çıkmasına neden olsa da, Türk yetkililer Avrupa’da ortaya çıkan silahlı faaliyetlerin sınırlandırılması iradesinden faydalanmak 
istemiştir. Bu amaçla Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, 1991 yılında KYB lideri Celal Talabani ile Avusturya’nın başkenti Viyana’da buluşarak, PKK’nın Irak’ta yasaklanması için görüşmeler gerçekleştirmiştir159. Daha öncede ifade edildiği gibi bu toplantının akabinde KYB ve PKK arasında silahlı çatışmalar başlamış, Yaşanan bu süreç için PKK ve KYB kanadı birbirlerini suçlamıştır. KYB göre; PKK, Türk devletiyle anlaşarak Irak’ta oluşacak bir federe yapıya saldırmak istemiş, PKK ise; KYB’nin Türk devletiyle anlaştığı propagandasını yapmıştır. 

Örgüt, 1992’deki kayıplarına rağmen 1993’te hızla toparlanmaya girmiştir. Bu hızlı toparlanmada 1992 yılının başlarında Almanya, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerde gerçekleştirilen ERNK cephe çalışmaları etken olmuştur. Bu zamanda KUM (Kürdistan Ulusal meclisi) için hızla gerçekleştirilen delege seçimlerinin ardından ülkelerde örgütlenme çalışmaları yapılmış ve Avrupa’da çalışan birçok genç kandırılarak kırsala aktarılmıştır160. 

Bu arada PKK’ya bağlı Avrupa’daki kurumlar tarafından diplomasi çalışmalarına başlanarak, her platformda Türkiye’nin şiddet kullandığı ve Kürtlerin soykırıma uğradığı yönünde gerçek dışı propagandalar başlatılmıştır. 

Örgüt bir yandan Avrupa’daki diplomasi faaliyetlerini sürdürürken diğer yandan Abdurrahman Dürre ve arkadaşlarınca “Kürdistan İmamlar Birliği, Kürdistan Mollalar Birliği ve Kürdistan Dindarlar Birliği” lağvedilerek yerine Almanya’da KİH (Kürdistan İslam Hareketi) kurulmuştur. Bu değişimin ardından İslam ülkelerinde de diplomasi çalışmalarına başlanılması, bu ülkelerin desteğinin alınması ve dindar kesimlerin de örgüte kazandırılması hedeflenmiştir. 

Örgütün dindar Kürtleri yanına çekmeye çalışma gayretlerine rağmen, dine karşı olan düşmanlığını ise sürdürmeye devam etmiştir. 27 Haziran 1992 tarihinde Silvan’ın Yolaç köyünü basan teröristler camide namaz kılan vatandaşları dışarı çıkarıp kursuna dizmiş ve 10 vatandaşımızı öldürmüştür. 

Bu dönem Ermeniler ile PKK’nın işbirliğinin Avrupa’da daha da güçlendirildiği bir dönem olmuştur. Örgütün kuruluş yıldönümü nedeniyle 27 Kasım tarihinde düzenlenen ve Ekim ayında Almanya’da gerçekleştirilen 
kutlamalara Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komite üyelerinden bir heyet katılmış, Batılı ülkelere Ermeni ve PKK iddialarının daha güçlü anlatılması için ortak çalışma yapılması için karar alınmıştır161. 

Bu işbirliğinin ardından PKK ve Rus yetkililer arasında 1993 Temmuz ayında bir görüşme gerçekleştirilmiştir. Bu görüşmeden sonra PKK, Ermenistan-Azerbaycan sınırındaki Laçin koridoruna yerleşerek, Türkiye sınırına beş kilometre uzaklığındaki Elegez kampında üstlenmeye başlamıştır. 

Ermeniler örgüte diğer bir desteği de Erivan radyosu üzerinden gerçekleş miştir. Bu radyo 1990’lı yıllarda şifreli eylem talimatlarının verildiği bir radyo iken aynı zamanda PKK’nın önemli bir propaganda gücü olmuştur. 18 
Mart 1992 günü Erivan radyosunun Kürtçe yayınında; “sayın arkadaşlar ve yoldaşlarımız Mart ayı yine geliyor. 21 Mart yaklaşıyor. Geçen seneler gibi uyumayın, fırsat bu fırsat. Kozlar elimize geçmiş bulunuyor artık…” söylemleriyle halk ayaklanmaya çağrılmıştır. 

Örgütün Eski Merkez Komite Üyesi Baki Karer Ermenistan konusunda; “1996’ya gelindiğinde dış ve iç gelişmeler biraz daha berraklaşmaya başlamıştı. Türkiye başlangıçtaki şoku yavaş yavaş atlatmış, globalleşmenin sendromundan kurtulmuştu. Bilindiği gibi Türkiye’yi istikrarsızlığın içine iten önemli nedenlerden biri, Kafkasya’da Ermenistan’ın ortaya çıkışı ve bu ülkeye ABD’nin sergilediği yaklaşımdı. ABD’nin Ermenistan’a yaklaşımı, İsrail’e yaklaşımıyla hemen hemen eşdeğerliydi. Ortadoğu’da İsrail’e, Kafkaslarda Ermenistan’a dayanarak dengeler oluşturmak istemişti. Hatta ABD, Karabağ sorununda Ermenistan işgalci güç konumunda olmasına karşın, Azerbaycan’a karşı tavır almıştı ve bu tavrı ambargoya kadar götürmüştü. 

ABD böyle bir strateji geliştirirken, stratejisinin saç ayağını K. Irak’ta kurduracağı bir Kürt devletiyle tamamlamayı düşünüyordu. Ama ABD iki noktada yanılgıya düşmüştü; Birinci yanılgısı; K. Irak’ta Kürt halkının ABD’ye karşı olan güvensizliğinin boyutlarını değerlendirememişti. İkinci yanılgısı; Türkiye’nin gücünü ve geliştireceği taktikleri göz ardı etmişti…” şeklinde açıklamalarda bulunarak, Ermenistan’ın Kürtçülük faaliyetlerine verdiği desteğin kendisinin dışında daha global bir planlamanın ürünü olduğunu ifade etmiştir. 

1991 ve 1992 yıllarında özellikle Avrupalıların, Rusların ve Ermenilerin PKK’yı şiddet eylemlerine ve şiddeti de içinde barındıran kitlesel eylemlere zorlamasının altında; özgürlüklerine kavuşan Türk cumhuriyetlerinin 
kontrolünün Türkiye’nin eline geçmesini engellemek vardır. 

Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığa kavuştuğu ve birçok kişinin Türk halkının ilgisini beklediği bu süreçte, Türkiye maalesef PKK’nın isyan hareketlerini bastırmak ve iç güvenliğini korumakla uğraşmıştır. Bu dönemde Batılı ülkeler ve Rusya destekli eylemlerini arttıran PKK terörü nedeniyle Türkiye için büyük bir fırsat heba olmuştur. 

PKK terör örgütü, 1990’lı yıllarda Türkiye’nin Kafkaslar ve Orta Asya’ya tam olarak yönelmesine ayak bağı olurken, 2000’li yılların sonuna doğru ülkemizde gelişen ekonomik ve demokratik gelişmenin de önüne geçilmesi 
için paravan olarak kullanılmıştır. Örgüt halen İnsan Hakları alanında atılan her adıma, Yeni Anayasa çalışmalarına ve yasadışı örgütlenmelere karşı yapılan operasyonlara engel olmak için provokasyonlar yapmaktadır. Bu yönüyle PKK’nın bir hak arayıcısı olmadığı, aksine farklı amaçlar için dizayn edilmiş bir örgütlenme olduğu ortaya çıkmıştır. 

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 7

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 7



Savaş sonrasında Kuzey Irak’ta bulunan bazı sınır kapıları kapatılmış, 8 Ağustos 1990'da, BM'nin Irak'a ambargo kararlarına uyularak Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattından petrol geçişi durdurulmuş ve Irak’a 
iş yapan tüm şirketler Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalmıştır. İşgalden sonra geçen 12 yıl içerisindeki Türkiye’nin ekonomik kaybının 100 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. ABD ise savaş sonunda tüm savaş harcamalarını Kuveyt, Suudi Arabistan ve Kuzey Irak yönetiminden geri almıştır. 

Savaş sonrasında Avrupa Topluluğunun Lüksemburg’daki zirve toplantısın da, İngiltere ve Fransa’nın isteği ve ABD’nin desteği ile Kuzey Irak’ta bir tampon oluşturulmuş ve bu bölgenin korunması için Amerikan, İngiliz ve Fransızlardan oluşan “Çekiç Güç” adıyla bir askeri yapı oluşturulmuştur. Bu birlik görünürde Iraklı mültecilerin korunması vazifesini yerine getirirken, arka planda Bağımsız Kürt devletinin kurulması ve daha da ötesi PKK faaliyetlerinin desteklenmesinde kullanılmıştır. 

Tennesse Teknoloji Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Michael M. Günter körfez savaşı sonrası durumu anlatan bir yazısında, “çekiç güç harekâtının devam edeceği izni verildikten soran türküye, gerçekten fiili bir Kürt devletini pekiştirmiştir…123” ifadelerine yer vermiştir. Herkesin bildiği gibi her hükümet tarafından altı aylık dönemler halinde Çekiç Gücün süresi uzatılmıştır. 

Savaşın bir o kadar önemli başka bir sonucu da, Irak'ın zayıflamasıyla beraber, İran'ın bölgedeki ağırlığının artmasıdır. Savaşta el altından ABD’ni destekleyen İsrail, Irak'ın yenilmesiyle rahatlarken, Irak'ın yanında yer alan Filistin Kurtuluş Örgütü zor durumda kalmıştır. ABD ise, bu savaşta 500,000'den fazla askerini Orta Doğu'ya kaydırıp, Irak'ı kesin bir yenilgiye uğratarak uluslararası alanda lider olduğunu ve Vietnam sendromunu atlattığını göstermiştir. 

 Yine demode olan ve silahsızlanma anlaşmaları doğrultusunda elinden çıkarmak zorunda olduğu silah ve cephanenin bir kısmını burada kullanarak, bunlardan kolay yoldan kurtulmuş, yeni silah sistemlerini gerçek savaş ortamında denemiş ve geliştirmiş, Saddam'ı devirmeyerek, ondan çekinen tutucu Körfez ülkelerine daha sonraki dönemde büyük miktarlarda silah satarak fazladan büyük karlar elde etmiştir. 

Savaş sonunda ise Irak'ı fiilen üçe bölmüş, ambargo uygulayarak ülkeyi ekonomik bağımlı hale getirmiş ve bu ülkenin petrol ihracını baskı altına alarak, uluslararası alanda petrol fiyatlarını denetleyebilmiştir. 

Örgütün Körfez Savaşı ve Çekiç Güc’e Bakışı 

Irak’ın Kuveyt ile sorun yaşadığı Mayıs 1990 döneminde PKK terör örgütünün II. konferansı Lübnan’da yapılmıştır. Bu konferans sırasında Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler ele alınmış ve gelişmelerin izlenerek yeni stratejiler geliştirilmesine karar verilmiştir. 

II. Konferansta örgüt, gelişmelerin takip edilmesini ve kazanan tarafa göre yeni politika geliştirmesini, her halükarda meydana gelecek kargaşa ortamı nın kendileri lehine sonuçlar vereceği değerlendirmelerinde bulunulmuş tur. Bu değerlendirmelerin neticesinde kazansa yada kaybetse de Saddam ile ilişkilerin karşılıklı menfaatler çerçevesinde devam ettirilmesi, Kuzey Irak’ın Merkezi Hükümetin kontrolü dışında kalan bir alana çevrilmesi ve Irak’taki diğer Kürt grupların saf dışı bırakılması için ilişki geliştirilmesi hedeflenmiş tir.     

Kuveyt işgalinin akabinde Öcalan tarafından 2 Ağustos 1990 tarihli bir bildiri yayınlamıştır. Bildiride “…mevcut statükonun parçalanması herkesten çok Kürt halkının yararına olacaktır… diyebiliriz ki ilk kez tarih kurutuluşa 
azmetmiş halkımızın yüzüne gülecektir. Burada bağımsızlık kokuyor” şeklinde beyanı olmuştur124. 

Öcalan 22 ağustos 1990’da yaptığı diğer bir değerlendirmede; “Irak’ta iktidar artık zayıflamıştır. Denetimden kurtulmuş bir Kürdistan’ın muazzam bir devrim zemini haline gelmesidir. Kuzey Irak’ta gelişecek bir mücadele kuzey ve güney Kürdistan’ın birleşmesidir…125” ifadelerine yer vermiştir. 

Örgüt tarafından yapılan diğer değerlendirmede ise; “güvenlik kuşağını direniş kuşağı yapacağız ve burayı üs olarak kullanacağız” ifadelerine yer verilmiştir. 

İkinci konferansın yapıldığı bu dönemde PKK’nın ikili oyunun bir gereği olarak Irak devletiyle sıkı bir iş birliği içerisinde olduğu görülmektedir. Saddam Hüseyin bu süreçte, Türkiye’nin çeşitli bahaneler üzerinden 
kuzeyden Irak’a girerek, topraklarının bir kısmını ele geçirmesi yönünde kuşkuya kapıldığından, PKK eliyle kuzey sınırını güvence altına almak istemiştir. Fırsatı iyi değerlendiren PKK ise Bağdat’ta kurmuş olduğu bürosu aracılığı ile Saddam güçleriyle yakın temas bulunmuş ve önemli parasal destek almıştır. 

Bu desteğin sonrasında Abdullah Öcalan yaptığı bir açıklamada, Türkiye’nin Irak’a giresi halinde Irak devletiyle birlikte ortak mücadele etme kararı aldıklarını belirtmiştir126. Barzani, Halepçe katliamının yaşandığı ve 
binlerce Kürt’ün zehirli gazlarla öldürüldüğü sırada PKK’nın Irak güçleriyle işbirliği içerisinde olduğunu, bu işbirliği karşılığında PKK’nın Irak’taki örgütlenmesi olan ve Osman Öcalan’ın liderliğindeki PAK’ın127 (Partiya Azadiya Kürdistan - Kürdistan Özgürlük Partisi) Irak Hükümetince finanse edildiğini belirtmiştir128. PKK/PAK kuruluşunun hemen akabinde Kuzey Irak’ta örgütlenmiş ve Iraklı Kürtlerin Türkiye aleyhine örgütlenmesine 
çalışmıştır. 

Yine PKK’nin bu süreçte, Türkiye’deki ABD Kurumları hakkında Irak’a bilgi topladığı, incirlik üssündeki gelişmeleri rapor ettiği ve Kuzey Irak’taki gizli ABD faaliyetlerini takip etmeye çalışıldığı tespit edilmiştir129. 

Gelişmeleri kontrol altında tutmak amacıyla örgüt tarafından ABD’nin Irak’ı işgalinden bir ay önce 26-31 Aralık 1990 tarihinde IV. Kongre çalışmaları tamamlanarak, bir dizi karalar alınmıştır. IV. Kongre kararlarının sonuçları na bakıldığında ise bir kısmının Avrupa Alanına dönük olduğu ve legal bilgi iletiminin sağlanması için “Kürdistan Haber Ajansının” kurulmasına karar verildiği130 görülmüştür. 

Kongre metinlerinden ABD’nin müdahalesi akabinde Irak’ın Kuzeyinin Irak hâkimiyetinden çıkarılması yine en çok PKK’yı sevindirdiği anlaşılmaktadır. Öcalan, Kuzey Irak’ın koruma altına alınmasıyla, Kürt sorununun Dünya kamuoyunun odak noktasına geleceğini ifade etmiştir131. Örgütün politikasının ABD ve Irak’tan da azami ölçüde yararlanmak olduğu ortaya konmuştur. 

İşgalin ardından ABD ve müdahaleci güçler bölgede KDP ve KYB’yi daha da güçlendirip, PKK’yı ikinci plana atmaya çalışıyor gibi görünseler de, örgüt mevcut istikrarsız durumdan en çok yararlanan güç olarak belirmiştir132. Örgütün bu süreçten kazançlı çıkmasında en önemli etken Türkiye’de üstlenip, Kuzey Irak’ta görev yapan Çekiç Güç olmuştur. 

Türkiye’nin 12 Temmuz 1991 de konuşlanmasına izin verdiği Çekiç Güç, ABD, İngiltere, İtalya, Hollanda ve Türkiye’den on beş bin kişilik bir kara gücü, İncirlikte konuşlandırılan takviyeli bir tabur ve Kuzey Irak’ta gözlem ve temaslar yapmakta sorumlu askeri koordinasyon merkezinden oluşmuştur. Türkiye Çekiç Güce, bir mekanize piyade bölüğü ve askeri koordinasyon merkezinin bulunduğu Zaho’da bir temsilci ile katılmıştır. Dönemin hükümeti, bu gücün görev süresini Eylül 1991’de son kez kaydıyla 21 Aralık 1991’e kadar uzatmış, daha sonra ise yine Bakanlar Kurulunun kararı ile bu süre altı ay daha uzatılmıştır. 30 Haziran 1992 den itibaren de gücün görev süresi, periyodik olarak MGK’nın tavsiyesi ve TBMM’nin kararı ile uzatılmıştır. 

Dönemin siyasi liderleri Çekiç Güçle ilgili yaptıkları açıklamalarda bu gücün ilerde Türkiye’nin aleyhine çalışma yapacaklarını ifade etmişlerdir. Sayın Ecevit; “Batılı devletler Türkiye’ye yerleştikleri askeri gücü Irak’tan çok 
ülkemize karşı kullanacaklar. Iraktaki provokasyonların altıda ise Batılı Devletler olabilir. Bu gelişmeler Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurma için ilk adımlardır. 1991 Eylülünde, Washington’da ABD Dışişleri Bakanlığında yapılan görüşmelerde, ABD’li yetkililer Peşmerge liderlerine açıkça, biz sizin Irak hükümetiyle anlaşmanızı istemiyoruz denilmiştir. Bunun üzerine de bölgede Irak’ın bütünlüğünü sağlayacak demokratikleşme süreci bizzat ABD tarafından engellenmiştir.” ifadelerini kullanarak aslında dönemin yetkilileri nin konulara vakıf olduklarını göstermişlerdir. 

Siyasilerin Çekiç Güç gerçeğini bilmelerine karşın gelişmeleri engelleye meyişi ise bir gücün Türkiye’yi kuşattığını ve karar alma mekanizmalarını etkisiz hale getirdiğini göstermiştir. 

Talabani ise 29 ağustos tarihinde Erbil’de yaptığı bir açıklamada; “ Saddam ile görüşmeler bitti, anlaşamadık, anlaşmamızda mümkün değil,  savaşaca ğız. Arkamızda Çekiç Güç var ” demiştir133. 

Çekiç Güc’ün faaliyetleri hakkında Hiram Abbas tarafından 21 Ağustos 1990 tarihinde Cumhurbaşkanlığına gönderilen bir raporda, CİA ve İsrail’in Suriye üzerinden Kuzey Iraklı gruplara destek verdiği, bu çalışmayla Irak 
rejiminin değiştirilmek istendiği ve bu durumun Türkiye açısından sakıncalı sonuçlar doğuracağı ifade edilmiştir. Raporun hemen akabinde 26 Eylül 1990 tarihinde Hiram Abbas Dev-Sol örgütünün bir eylemiyle hayatını 
kaybetmiştir134. 

Çekiç Güc’ün bölgede konuşlanmasında KYB ve KDP’nin desteklenmesi amaçlansa da bu Güc’ün PKK’yı da desteklediği gözden kaçmamıştır135. S. C. Pelletiere de kendi makalesinde PKK’nın Çekiç Güç’ün desteği ile önemli 
oranda güç kazandığını belirtmiştir136. 

Öcalan tarafından Çekiç Güç ile ilgili yapılan diğer bir değerlendirmede; “…bu iş PKK’ya yarar. ABD’nin bir amacı vardı. Barzani ve Talabani’nin bir amacı vardı. En sonunda biz yararlanmış oluyoruz. Elbette ki bu boşlukları dolduracağız. Şimdi 36. Enlemin kuzeyindeki boşluk ne olacak derseniz, Kürt halkı orayı dolduracak. Onda bir beis görmüyorum. Botan ve 
bölgede bir devrimci halk hükümetinin nüvesi atılıyor…137” ifadelerine yer vererek, örgütün yaşananlardan ne denli nemalandığını göstermektedir. 

Irak Merkezi Güçlerinin Kuzey Irak’tan çekilmesinden sonra, özellikle İran savaşında ve Kürtlerin Türkiye sınırına sürülmesi sırasında kullanılan çok sayıda silah ve mühimmat PKK’nın eline geçmiştir. Bunun yanında İran 
ve Suriye, Türkiye’nin olası bir Kuzey Irak’ı ele geçirme girişimini engellemek için de PKK’ya silah ve mühimmat desteğinde bulunmuş, Saddam güçleri de KYB ve KDP ile savaşması karşılığında örgüte ayrıca önemli miktarda para ve silah yardımı göndermiştir. 

Dolayısıyla bu dönem örgüt için her türlü lojistik ve askeri malzemenin fazlasıyla ele geçirildiği bir dönem olmuştur. 

Bölgede meydana gelen boşluğun ardından PKK’nın Türkiye’ye saldırılarında önemli bir artış gözlenmiştir. Bu saldırılarda öldürülen PKK militanları üzerinde ele geçirilen Amerikan menşeli yeni silahların olması ise  düşündürücüdür. Türk hükümeti tarafından konu ile ilgili ABD makamlarına yöneltilen sorulara ise her hangi bir cevap dahi verilmemiş138, aksine Serv anlaşmasının yeniden gündeme alınması gerektiği dillendirilmiştir. 

Savaş sonrasında ABD’nin Türk devletine olumsuz tavrı, PKK’nın açık saldırılarına karşın, ABD denetiminde olan KYB ve KDP’nin politikası da olumsuz olmuştur. ABD denetiminde kurulan ve Türkiye’ye zımmi 
olarak kabul ettirilen Kuzey Irak Federe devletinin iki örgütü KYB ve KDP her geçen gün güçlerini artırırken, söylenin aksine PKK’ya karşı tavır almamışlardır. Bu tavırda ABD’nin rolünün olmaması ise mümkün değildir. 

Aynı yıl Türkiye’nin PKK terör örgütünün faaliyetleri nedeniyle Kuzey Irak’a yaptığı askeri hareket ABD tarafından şiddetle kınanmıştır. Hareketin ardından Kürt Ulusal Kongre Üyesi Başkanı Nejmaldin Kerim tarafından, 
ABD Dışişleri Bakan Vekili Lawrence Eagleburger’e 5 Kasım 1992 de gönderilen mektupta, Türkiye’nin Kürtlere yönelik hareketinin durdurulması istenirken, Türkiye kınanmıştır. 

ABD’li yetkiler ise, 14 Kasım 1992 tarihinde Ankara’da Türkiye, Suriye ve İran arasında yapılan ve Irak’ın toprak bütünlüğünün savunulduğu toplantının kendilerinin bilgisi dışında tertiplenmiş olmasından duyduğu 
rahatsızlığı ifade etmiştir. 17 Kasım 1992 Washington’da yapılan ve Carnegie Endowment Vakfının desteklediği ve Irak’ın geleceğinin görüşüldüğü toplantıda, Clinton’a yakın olan ekip tarafından Irak’ta Bağımsız Kürt devletine olumlu bakıldığı mesajı verilmiştir139. 

Ayrıca 30 Temmuz 1992 tarihinde Talabani’nin Washington temaslarında Al Gore tarafından Kürtlerin haklı mücadelesine destek sözü verilmiştir. 

1993 yılında yayınlanan ABD insan hakları raporunda, Türkiye’deki Kürtlerden azınlık olarak bahsedilerek, İHD’nin Türkiye aleyhindeki raporları sorgulanma gereği duyulmadan aynen rapora iliştirilmiştir140. 

Türkiye, PKK’nın 17 Temmuz-18 Ağustos 1992 tarihleri arasında Habur geçişlerini engellemesi konusunu ve PAK’ın KDP Peşmergelerine yaptığı saldırıları ileri sürerek, KYB ve KDP’yi PKK’ya yönelik operasyona dahil etmeye çalışmıştır. Türkiye, Ekim 1992’de Iraklı grupları korumak amacıyla Kuzey Irak’a operasyon yaptığı sıralarda KYB el altından PKK ile iş birliği protokolü imzalamıştır. Irak Kürdistanı Bölge Başkanı sıfatı ile Fuat Masum ve PKK-MK adına Osman Öcalan’ın imzaladığı protokol, 29 Ekim 1992 de kalıcı anlaşmaya çevrilmiş ve PKK’nın Kuzey Irak’ta serbest hareket etmesinde kendilerince mahzur olmadığı ifade edilmiş tir 141. 

KDP ve KYB bu anlaşma ile PKK’nın Kuzey Irak’ta varlığını kabul ederken, PKK’da 4 Ekim 1992’de kurulan Bölgesel Hükümeti tanıdığını kabullen miştir142. Türkiye bu anlaşmayı hayretler içinde karşılarken, Barzani ve 
Talabani yaptıkları açıklamada; anlaşmanın PKK’nın silah bırakması için yapıldığını ve yakında bu yönlü bir gelişmenin olabileceğini belirtmişlerdir. 

Talabani ve Barzani’nin PKK’yı silah bırakma konusunda ikna etmeye çalışıyoruz söylemine karşın, 11 Kasım 1992’de Silopi yapılan görüşmede PKK’lıların teslimi konusunda Cenevre anlaşmasını gerekçe göstererek 
karşı çıktığını görüyoruz. KYB ve KDP bu görüme de Türkiye’nin Kuzey Irak’ta tampon bölge kurulmasını da kabul etmemişlerdir. Türkiye buna rağmen KYB ve KDP’nin 70 karakolunu tamir etme sözü vermiştir. 

PKK ve Kuzey Iraklı gruplar arasındaki ilişkiler bununla da sınırlı kalmamıştır. Seçimler sonrasında Kuzey Irak Bölgesel Yönetiminin Başbakanlığına getirilen KDP’li Abdullah Resul Kosret ile Osman Öcalan arasında 27 Nisan 1993’de bir anlaşma imzalanmıştır. Dört maddelik bir protokol şeklinde belirlenen anlaşmayla, PKK bölgede daha rahat hareket etme imkanı elde etmiş ve KYB’nin desteği ile Erbil’de büro açmıştır. 

Kuzey Irak’lı grupların PKK ile birliktelik sergilediği bu dönemde Türkiye ise KYB ve KDP’ye gıda, yiyecek ve nakit para yardımı yapmıştır. Yardımın yetersizliğinden şikâyet eden KDP ve Irak Kürdistani Cephesi Avrupa 
Sözcüsü Hoşyar Zebari Türkiye’ye gelerek, yardımın arttırılması talebinde bulunmuştur143. 

Körfez savaşından sonra KYB, KDP ve PKK önemli oranda güç elde ederken, daha da önemlisi etnik Kürtçülük dünya gündeminde önemli yer tutmaya başlamıştır. Bu durum Kürtlerin kendi öz kazanımları olmanın ötesinde ABD ve İsrail çizgisinde geliştirilen bir Truva Atı planının sonucudur. 

Bu dönem bölgede her ülke diğeri ile hem mücadele etmekte hem de altan alta gizli anlaşmalar yapmaktadırlar. Bu durum örgütler içinde söz konusu olmuştur. KYB ve KDP, PKK ile çeşitli ittifak anlaşmaları yaparken, aynı zamanda aralarında silahlı çatışmalarda yaşanmıştır. Bunun yanında KYB ve KDP Türkiye ile ilişkileri ilerletirken, aynı anda İsrail ve İran ile de ilişkilerini üst seviyeye çıkarmışlardır. 

Her şeyin karma karışık olduğu 1991 yıllarda KDP Başkanı Mesut Barzani’nin yaptığı bir açıklama ise akıllara durgunluk verir biçimdedir. Barzani açıklamasında, 1983 yılından sonra PKK’ya topraklarını açtıklarını, 
PKK’nın ise şimdilerde Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale yapabilmesi için provokasyonlar tertiplediğini, örgütün bu amaçla yaptığı faaliyetlere ilişkin bir belgenin ellerine geçtiğini belirtmiştir 144. 

Benzer bir iddia da örgütün eski Merkez Komite üyelerinden Baki Karer tarafından gündeme getirilerek, Öcalan ve ekibinin derin ilişkileri ortaya konmuştur. Karer açıklamasında; “…1992, gerek Türkiye içinde, gerekse Ortadoğu’da Abdullah Öcalan için provokasyon geliştirme olanaklarının muazzam arttığı bir dönemdi. Bu noktadan itibaren Öcalan, sadece “ordu içinde özel bir ordu”ya hayranlık duymakla kalmamış, hayranlığını Ortadoğu’nun karanlık güçlerine kadar uzatmıştı. Öyle ki, Amerika ve CIA’yla direkt fingirdeşmenin işaretlerini vermişti. Çünkü bu yıllarda pastadan büyük pay alabilme “uluslararasılaşma”dan geçiyordu. Avrupa ülkelerinin istihbarat örgütleriyle ilişkileri zaten vardı. Önemli olan 
Amerika, yani CIA ile kuracağı direkt ilişkiydi. Genelde ve bölgede siyasal gelişmeleri belirleyen Avrupa’dan çok Amerika’ydı. 1992’nin ortalarında Amerika’nın Lübnan Konsolosluğunda çalışan görevlilerle Bekaa’da yaptığını söylediği görüşmenin ürününü almakta gecikmemişti. Bu görüşmeden itibaren Öcalan, hem içte tam egemen hale gelmiş, hem de K. Irak’ta geliştirilecek provokasyonlar için yeni konsept hazırlanmıştı. CİA’nın desteği alındıktan sonra oluşturulan bu konseptin, PKK Belçika temsilciliği, Yeşil (Mahmut Yıldırım), Behçet Cantürk, bazı “Kürt diplomatları”nın ve Bucaklar’ın katkılarıyla oluştuğu söyleniyordu. Bu ittifakın geçmişe oranla giderek daha aktif bir biçimde Hizbullahcılar ve diğer Radikal Dinci gruplarla genişletildiği de dile getirilen bir başka olaydır. Ama Öcalan’ın böylesine geniş çaplı bir cepheleşme içine girmesi, bir anlamda Çatlı örneğinde görüldüğü gibi biraz çizmeyi aştığının da bir göstergesiydi. Daha sonraları İslamcı olarak nitelenen kesim PKK’nin kucağından alınıp İran’a devredilmiş tir. Çünkü bu kesim, her ne kadar Öcalan’ın kucağında filizlendirilmiş ve örgütlendirilmişse de, İran’la ilişki içine girdikten sonra palazlanmış ve Öcalan’la çelişkiye düşmüştü. Gelirlerin paylaşımından doğan çelişki daha sonraları Pastar’ın araya girmesiyle düzeltilmiştir. Almanya ise bu birliği 
elinden geldiğince desteklemiş, kalıcı hale gelmesi için çaba göstermiştir…145” ifadelerini kullanmıştır. 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***