ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 8
Irak Müdahalesinin Türkiye’deki PKK Faaliyetlerine Yansıması
Mevcut ortam PKK tarafından olumlu karşılandığından, Ortadoğu’nun bu karışık ortamında 1990 yılında ayaklanmanın ilk ayağı olan Nusaybin ve Silopi olayları meydana getirilmiştir146.
ABD’nin müdahalesinden sonra bölgede meydana gelen otorite boşluğu, PKK’nın kullandığı arazi genişliğini daha arttırmıştır. Bunun akabinde birçok kadro Suriye’den daha müsait olan Kuzey Irak sahasına aktarılmıştır. Gelişmeler karşısında daha rahatlayan örgüt, Türkiye metropollerindeki faaliyetlerini arttırmak için, Ocak 1992 tarihinde DHP (Devrimci Halk Partisi) adında yan aparatını oluşturmuş ve bu yeni oluşumun Türkiye’deki metropol faaliyetlerinde kullanılması sağlanmıştır. Örgütün faaliyetlerini Batıdaki metropoller aktarma planın olduğu 1991’de, terörle mücadele adına
atılan adımların aksi neticeler meydana getirdiği görülmüştür. Bu zamanda terörün lojistik desteğini ortadan kaldırmak amacıyla bazı köyler boşaltılmış, on binlerce vatandaşımız köylerinden Batı illerine göç etmek zorunda
kalmıştır. Yeterli sosyal önlem alınmadığından göç ederek büyükşehirlere gelen kitle örgütün kontrolüne girmiş, her yerde örgüte müzahir kurumlar kurulmaya başlamıştır. Belki de iyi niyetle (?) başlayan bir uygulama sonuçta örgütün önemli kazançlar elde etmesine vesile olmuştur.
Gerek Doğu Güneydoğu illerinde gerekse de Batı illerinde ortaya çıkan PKK yandaşı kitle, serhildanların meydana gelmesine neden olmuş, terör kırsaldan şehirlere aktarılmıştır. Bu süreçte terörle mücadele eden kişilerin zaafiyetleri ve yanlışları örgütün şehirlerde güçlenmesini sağlamıştır.
Körfez savaşının diğer önemli bir olumsuz yansıması da ekonomik ve sonra sında seyreden politik sonuçlarıdır. Savaş döneminde sınır kapılarının kapanması, sınır ticaretinin bitmesi ve bölge insanına ekonomik zenginlik sağlayan petrol boru hattının kapatılması önemli ölçüde ekonomik kayıplara neden olmuştur. Bu durum en çokta bölge insanını etkilemiştir.
Meydana gelen ekonomik sıkıntılara ek olarak bölgede meydana gelen ayaklanma olayları sonrasında devlet görevlilerinin yanlış müdahalesi, akabinde karanlık güç odaklarınca işlenen faili meçhul cinayetler kişilerin siyasal tercihlerinde de olumsuzluklara neden olmuştur.
Bu provokasyonlardan biri de Vedat Aydın olayıdır.
PKK’nın hem Irak’ta hem de Türkiye’de önemli darbeler aldığı ve bölünmeye girdiği bir dönemde yine derin güçlerce sürece müdahale edilmiştir. Bu amaçla 10 Temmuz 1991 günü HEP’in (Halkın Emek Partisi) Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın’ın bilinmeyen gruplarca kaçırılarak öldürülmesi, Türkiye’de sıkıntılı zamanların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aydın ve Anter’in cenaze töreni sırasında olaylar meydana gelmiş, bu olay PKK’nın gövde gösterisine dönüşmüştür. Musa Anter ve Vedat aydın olayları Türkiye’de gerilemeye başlayan PKK’yı yeniden canlandırmış ve güç kazandırmıştır.
Bu derin provokasyonun en önemli yansıması da 20 Ekim 1991 yılında yapılan genel seçimlerde ortaya çıkmıştır. Seçimler öncesinde böyle bir olayın meydana gelmesi, sadece PKK’ya ve HEP’e yaramıştır. SHP
bünyesinde seçimlere giren PKK yandaşları, SHP’nin Türkiye genelinde aldığı % 20.75 oyla meclise girmeyi başarmışlardır. Bu oy oranlarında, bölge halkının Vedat Aydın’nın öldürülmesi ve sonrasında yaşanan sürece
gösterdikleri tepki etkili olmuştur147. HEP, bu seçimlerde 20’ye yakın milletvekilini meclise sokmuştur. 2011 yılında Gazeteci Ercan Gün tarafından kaleme alınan Ape Musa-Faili Bilindik Meçhul adlı kitapta Musa Anter cinayetinin PKK ve derin güçlerin ortak çalışmasıyla gerçekleştiği ortaya çıkarılmıştır 148.
HEP’in meclise girmesiyle birlikte örgütün illegal söylemleri legal vekiller üzerinden ifade edilmeye başlanmış, bu görüşmeler uluslararası toplantılar da da dillendirilmiştir. Nitekim Talabani’nin 1993 yılında ABD’ne gerçekleş tirdiği gezi sırasında Washington’a giden HEP genel Başkanı Ahmet Türk ve
Milletvekili Leyla Zana, ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Türkiye’ye ambargo uygulanmasını istemişlerdir149.
Gelinen aşamada örgüt artık şehirlerde her türlü eylemi rahatlıkla işler hale gelmiştir. 26 Aralık 1991 tarihinde İstanbul Bakırköy’deki Çetinkaya Mağazasına molotoflu saldırıda bulunulmuş ve çıkan yangında 11
vatandaşımız yanarak can vermiştir. Öcalan eylem sonrasında BBC’ye yaptığı açıklamada eylem talimatını vermediğini fakat eylemi desteklediğini belirtmiştir. Bu zamanda örgüt, Kürt ve Türk çatışması meydana getirerek,
halkı tamamen kamplaştırmayı hedeflemiştir.
1992 yılının Mart ayına gelindiğinde ise Türkiye’nin bazı ilçelerinde hareketlenmeler izlenmeye başlanmıştır. Örgütün planlamasına göre Diyarbakır, Batman, Şırnak, Cizre, Nusaybin, Kızıltepe, Dargeçit gibi
yerlerde halk ayaklanması başlayacak, ardından da kırsalda gerçekleşecek önemli eylemlerle kurtarılmış bölgeler oluşturulacak ve devlet kurumları işlevsiz kılınacaktır.
Örgüt tarafından 17 Ocak 1992’de dağıtılan Ayaklanma taktiği üzerine tezler ve görevlerimiz başlıklı bilgilendirmede; “…bütün alanlarda yürüttüğümüz faaliyetler bir anlamda ayaklanma hazırlığıdır. Bunun için daha şimdiden yurt dışı ortamını hazır tutuyoruz. Hatta çok ağır baskıların olması halinde, halkımızı gerilla bicinde dağlara çekebilir, öbür yandan cephe gerilerine taşıyabiliriz. Yani kuzeyden güneye bir yığınağı da biz yapabiliriz. Tabi diğer yandan Türk Halkını harekete geçirmek yine metropollerde ve ordu içinde çalışmalar yapmak ve bunun propagandasını sürekli geliştirmek yerindedir. Diplomasi kanalları oluşturarak harekete geçirmek, ayaklanma süresi boyunca daha çok olanak dahiline girecektir. Özellikle diplomatik alanı iyi hazırlamak gerekir…150” ifadelerine yer verilerek yapılmak istenen ayaklanmanın yöntemleri anlatılmıştır.
Kurtarılmış bölgeler oluşturma planı çerçevesinde Cizre ilçesinde başlayan olaylar vahim boyutlara ulaşmış, özellikle 20 - 21 Mart gecesi birçok kamu kurum ve kuruluşlarının binalarına ve buralarda çalışan memurların
evlerine saldırılarda bulunmuştur. Hızla yayılan olaylara güvenlik güçleri müdahale etmiş, çıkan olaylarda 17 kişi hayatını kaybetmiştir.
Körfez krizi sonrası örgütün eylemlerinde ki artıştan doğal olarak masum halkta nasibini almıştır. Örgütün 1984-1991 yılları arasında sivil hedeflere yönelik gerçkleştirdiği 113 eylemden 80’i 1991 yılından sonraki dönemde
vuku bulmuştur.
Örgüt, Mayıs 1992’de 400-500 kişilik gruplarla Irak sınırındaki Türk karakollarına saldırmaya başlamıştır. Devamında 18 Ağustos 1992 gecesi, gerek şehir dışından ve gerekse şehir içindeki milislerce Şırnak’a bir saldırı
başlatılmış ve 2 gün süren bu baskın güvenlik güçlerince zorla püskürtülmüştür.
Bu olaylar sırasında halk PKK militanları tarafından Şirnak Çarsı Meydanına toplanarak örgütün propagandasını yapılmış ve İl Valisi şehri terk etmeye zorlanmıştır. Örgütün Cizre sokaklarına asmış olduğu bayrak ancak günler
sonra indirilebilmiştir. Diğer taraftan, Uludere, Besta, Sinath, Ballıkaya, Cudi, Kato, Karlıova dağlarında kamp yapan teröristler eğitim kamplarını daha ileri noktalara kadar getirmiş ve kurduğu kamp bölgelerin de uyuşturucu imal edip, uyuşturucu trafiğini yönlendirdiği görülmüştür.
PKK terör örgütü Türkiye’ye yönelik 1991 - 1992 yılında yaptığı saldırılarını ülkemize 10-15km. uzağında Kuzey Irak’ta kurulu bulunan kamplardan yönlendirdiğinden, bu üslerin yok edilmesi veya en azından zararsız hale
getirilmesi için, Türk Hava Kuvvetleri tarafından bu üslere zaman zaman hava harekâtları düzenlenmiştir. Harekatın neticelerinin yapılan değerlendir mesinde ise, bu yönlü mücadeleden başarı elde edilemediği anlaşıldığın dan, Barzani ve Talabani ile anlaşılarak 2 Ekim 1992 tarihinde Kuzey Irak’a askeri harekat başlatılmıştır.
Cem Ersever’in iddiasına göre bu saldırı sonucunda terör örgütünün kaybı; 1500 - 2000 teslim olan, 900 - 1000 yaralı, 1500 - 2000 ölü olmak üzere toplam zayiat 4000 - 4500 kişidir. Bunun yanında, 300 tonu askın yiyecek, 650 bin çeşitli çapta mermi, 3600 civarında kaleşnikof piyade tüfeği ele geçirilmiştir151.”
Rakamlar biraz abartılmış olsa da örgütün bu harekât sonrasında önemli kayıplar verdiği bilinmektedir. Örgüt her ne kadar bu harekât sırasında ciddi kayıplara uğrasa da 1993 yılı nevruzunda Cizre’de ve Diyarbakır’da yapılan kutlamalarda da çeşitli provokasyonlar yaşanmış ve yine büyük olaylar meydana gelmiştir.
Bu yıl içerisinde örgüt adına yaşanan en önemli kayıp Hasan Bindal’ın ölümdür. Öcalan’ın köylüsü ve en yakın arkadaşı Hasan Bindal tatbikatta sözde bir kaza kurşunuyla ölmüş, Öcalan bunun örgüt içi bir infaz olduğunu
ifade ederek, suikastın Şahin Baliç, Kör Cemal, Şemdin Sakık ve Hogir dörtlü çetesi tarafından ortaya konduğunu belirtmiştir152.
Körfez Savaşı Sonrası Kürt Hareketlerine Yön Verme Girişimleri, 1991 Bonn ve Stockholm Konferansları
Paris Konferansının üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, Körfez savaşı patlak vermiş ve sonuçta Kürt meselesi büyük bir sıçrama yaparak, Dünya gündeminde önemli yer tutmaya başlamıştır. Batılı güçler Orta Doğu’da yeni hedefleri için bir dizi silahlı ve siyasal eylem planları oluşturmuş ve bu planlar adım adım hayata geçirilmeye başlanmıştır.
Avrupalılar öteden beri Ortadoğu’da sorunları çözme değil, kontrollü bir şekilde sorunları devam ettirmeyi esas almışlardır. ABD’nin gizli liderliğinde bir takım Batılı ülkeler Kürtçülük üzerindeki inisiyatifi daha da geliştirmek amacıyla 1991 yılından itibaren somut stratejiler ortaya koyma gayretlerine girmişlerdir. İlk olarak da dağınık vaziyette bulunan Kürtçü örgütlenmelerin bir araya getirilmesi ve yeni bir mücadele stratejisi empoze edilmeye çalışılmıştır.
Bu amaçla, Kuzey Irakta sıcak gelişmelerin yaşandığı 15-17 Mart 1991 tarihinde, Stockholm ve akabinde 27-28 Eylül 1991 tarihinde Bonn da bir dizi konferanslar gerçekleştirilmiştir. Paris konferansında Fransa ve
İngiltere inisiyatife hakim iken, Bonn konferansında Almanya’nın inisiyatifi ele aldığı görülmüştür.
Kürt Halkının Hakları İçin İsveç Komitesi tarafından ”Kürt Haklarının Tanınması-Eylem Stratejileri” ismi
ile Stockholm’de ortaya konan çalışmalarda Almanlar ve İsveçliler ön plana çıkmış, İsveç’in organize ettiği bu
konferansa Dış İşleri Bakanlığı Hukuk Danışmanı Ove Bring ve İsveç Göçmenler Bakanı Maj-Lis Lööv iştirak etmiştir.
Avrupalı ve ABD’li parlamenterlerin de hazır bulunduğu konferans sonunda hazırlanan “Stockholm
Deklarasyonunda” self determinasyon hakkının verilmesi ve BM Genel Sekreterinin bir uluslararası konferans
toplaması çağrısı yapılmış, Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, AET, Hükümetler ve NFO’ların
Türkiye’ye baskı yapmaları istenmiş ve kamuoyu oluşturulması için medyadan baskı yapması gerektiği
vurgulanmıştır153.
Konferans sonunda açıklanan “Kürt Halkının Hakları Bildirgesi” isimli belgede ise, Serv anlaşması ile sağlanan hakların geri alınması, silahlı mücadele de dahil olmak üzere her türlü mücadelenin Kürt halkının hakkı
olduğu ve nihai hedefin birleşik ulusal Kürt Devleti olduğu ifade edilmiştir.
Maj-Lis Lööv konferansta yaptığı konuşmada; “kuşku olmasın ki, uluslararası topluluğun dikkati Kürt sorunu üzerinde olmaya devam edecektir“ şeklinde bildirimde bulunmuştur. Konferans bildirisinde ise, “Bağımsız Birleşik Kürdistan’ın Kurulması“ kararına yer verilmiştir154.
Bağımsız Kürdistan hedefi birleşik karar metinde nihai bir hedef olarak ortaya konulmuşken, izlenecek metot olarak da, silahlı eylemeler yerine, demokratik mücadele yöntemleri önerilmiş, insan hakları ve kültürel kimlik mücadelesinin ön plana çıkarılması istenmiştir. Konferansa destek veren bir diğer ülkede Sovyetler olmuştur. Irak savaşı sırasında BM’lere müdahale konusunda destek veren Sovyetler, savaş sonrası Kürt pastasından pay kapma gayretine girmiştir.
Stockholm’de yer alan diğer bir siyasetçide Suriye Kürt Halkçı Birlik Partisi Başkanı Salih Bedrettin’dir. Suriye devleti Kürt kökenlilere vatandaşlık vermediğinden ve Bedrettin’i terör örgütü lideri gördüğünden kendisi Tunus’ta yaşamaktadır155. Bedrettin bu toplantıda Suriye’nin Kürtlere insanlık dışı uygulamalarını anlatmak yerine, o dönem bir Kürt kökenli Cumhurbaşkanı’nın yönettiği Türkiye’ye eleştiride bulunmuştur.
Bu toplantıda Batılı devletler Türkiye’yi eleştirildiğinden Bedrettin gibi kişiliklerde Türkiye’yi eleştirmeyi, kabul görmenin bir gereği gibi görmüşler dir.
Daha sonra ortaya çıkan gelişmelerde Salih Bedrettin’in Suriye’nin onayını alarak Stockholm’e geldiği ortaya çıkmıştır. Hafız Esat dinsel olarak Suriye’de azınlık bir toplumun Sünni çoğunluğa hükmettiği bir rejimin
lideri olduğundan, Türkiye gibi geneli Sünni bir ülkenin Sünni olan Kürtlerle işbirliği yapmasını engellemek istediği görülmüştür156. Salih Bedrettin ise bu konudaki tüm gerçekleri bilmesine karşın, Esat’la işbirliğine yönelmiştir.
Stockholm konferansından altı ay sonra, 27-28 Eylül 1991 tarihinde Almanya’nın Bonn kentinde, Kürdistan İnsan Hakları Girişimi ve Aşağı Saksonya Eyalet Hükümeti tarafından “Kürt Halkı: İnsan Hakları Olmadan
Gelecek Olamaz” isimli uluslararası Kürt konferansı gerçekleşmiştir. Konferansa Medico İnternational isimli Alman sivil toplum kuruluşu da destek vermiştir.
Dönemin Eyalet Başbakanı Gerhard Schröder (daha sonra Başbakan oldu) konferanstaki konuşmasında; “…Baltık devletlerinin bağımsızlığının tanındığı günümüzde, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı göz ardı edilemez “ şeklinde ifadeye yer vermiştir. Bonn konferansının sonuç bildirgesinde, Kürtler üzerinde ki sözde baskılara son verilmesi istenerek, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyinin Kürt sorununda daha belirleyici olması istenmiştir.
Bu konferanstan sonra Alman asıllı sözde Barış Araştırmacısı Johan Galtung, “15 Mart 1991 Stockholm, 27 Eylül 1991 Bonn” başlığı ile Deng dergisinde yayınladığı bildirisinde, Kürtlere, üç temel aşamalı bir stratejiyi ortaya
koyup, “temel insan haklarının kazanılması, federal yapılanmayı da içeren bölgesel otonominin elde edilmesi ve son olarak ta Bağımsız Birleşik Kürdistan” şeklinde yol haritası çizmiştir.
Bu süreçte Almanya’daki devlet dışı kuruluşlar tarafından “PKK hayır Kürdistan Evet” şeklinde yeni politikalar gündemleştirilmiş tir. Bu çalışmalar kapsamında Alman Johan Galtungun, Bonn konferansında; “…bazı tehlikeli, mutlakçı yaklaşımlar bertaraf edilmeli…” diyerek, PKK’nın ortadan kaldırılmasını istemesi ise, örgüt tarafından tepkiyle karşılanmış ve Kürt hareketlerinin pasifize edilmeye çalışıldığı belirtilmiştir 157.
Konferansın akabinde, Ekim 1992 yılında PKK ile KDP ve KYB arasında bir savaş başlamış ve iki Iraklı parti PKK’yı bölgeden çıkarmak ve yok etmek için tüm gayretlerini ortaya koymuşlardır. PKK örgütü bu savaşlarda
birçok militanını yitirmiş ve önemli kayıplar vermiştir. Bu savaşların akabinde nihai bir sonucun çıkmamasıyla, PKK-KDP-KYB-PSK-KÖİP arasında barış görüşmeleri ve diyalog toplantıları olmuş, PKK Avrupa’nın yeni çizgisine çekilmeye çalışılmıştır.
Almanya’nın PKK politikasında her zaman bir ikilemin olduğu bilinmektedir. Alman devlet güçleri dönem dönem örgütü desteklemekte ve faaliyetlerine göz yummaktayken, zamanı geldiğinde de örgüte ayar vermekte beis görmemişlerdir. Bu politikada temel faktör ise Türkiye’nin Alman devletine karşı olan yaklaşımları belirleyici olmuştur. Türklerin Almanya’nın vesayetini ret ettiği her dönem, terör örgütleri kullanılarak ülkemizi hizaya getirmeye çalışmıştır. Devletin bu ikilemli tavrına karşı, Almanya’daki devlet dışı güçler de PKK konusunda ikiye bölünmüştür. Alman kilisesi, Yeşiller ve Sol Gruplar örgütün faaliyetleri ni desteklerken, diğer kesim PKK’yı geri, faşist ve terörist olarak görmüş tür.
Almanya haricen PKK’nın silahlı faaliyetlerinin sonlandırılmasını önerse de el altından örgüte ait kurumların rahat çalışmasına ortam sağlamıştır.
Bu çerçevede örgütün resmi yayın organı olan Serxwebun dergisi tüm gelişmelere karşın Almanya’da yayınlarına devam etme kararı almış, karar doğrultusunda dergi 01 Ocak 1992 yılında yeniden yapılandırılmıştır 158.
Irak’a müdahalenin ardından nerdeyse tüm güç dengeleri Türkiye’nin aleyhine icraatlar ortaya koymuşlardır. Özellikle Batılı Devletlerin desteği ile Örgüt gücünü her alanda zirveye taşıyabilmiştir. Bu yükselişte ilgili ülkelerin örgütü cesaretlendirmesi en önemli etkendir.
Irak’a müdahalenin ardından Kuzey Irak’ta meydana gelen boşluğu değerlendiren örgütün Türkiye’ye yönelik saldırılarında artış meydana gelmiştir. bu gelişmeler üzerine Türkiye tarafından 1991’de Irak’ın kuzeyine yapılan askeri harekâta en ciddi tepkiyi Alman Devlet Yetkilileri vermiş olup, bu tepkilerini tehdit boyutuna ulaştırmışlardır.
Alman Savunma Bakanlığı Müsteşarı Ottfried Hennig, Türkiye ile Saddam’ın aynı olduğunu ve azınlıklara saygı göstermediğini ifade etmiştir. Alman Devleti bu açıklama sonrasında (1991 yılında) Türkiye’ye silah ambargosu koymuş, 1992 Martında ise silah sevkiyatını durdurmuştur. Dışişleri Bakanı Genscher ise Kürtlere azınlık statüsünün verilmesini istemiştir. Ardından 1991 yılın sonlarında 15 Leopard I markalı panzerin
Türkiye’ye satılmış olması bahane gösterilerek, 31 Mart 1992’de Federal Savunma Bakanı Gerhard Stoltenberg istifa etmeye zorlanmıştır.
Almanlar 1991 yılında Türkiye karşıtı en önemli güç iken bir yıl sonra 1992’de ambargoyu kaldırmış, akabinde de ülkelerinde yapılacak olan Kürt Parlamentosu seçimleri İçişleri Bakanlığınca iptal edilmiştir.
Almanların örgüte desteği bu ülkede bulunan kitleyi daha da cesaretlen dirmiştir. 1993 yılında o dönem Almanya’nın başkenti olan Bonn’da PKK’nın organize ettiği bir yürüyüşe 70 bin kişi katılmıştır.
Diyarbakır'ın Lice ilçesinde 22 Ekim 1993 meydana gelen olayların akabinde örgüt militanları tarafından Almanya’nın birçok kentinde Türk konsolos luklarına saldırılar gerçekleşmiş, PKK’ya destek vermeyen Türk ve Kürt gurbetçilerimiz tartaklanmış ve olayları engellemeye çalışan polislere saldırılarak, araçları yakılmıştır.
PKK terör örgütü tarafından organize edilen bu şiddet eylemlerinin televizyonlarda yayınlanmasının akabinde Alman halkı kendi ülkelerinde bu hadiselerin yaşanmasına tepki göstererek, hükümette PKK faaliyetlerini
yasaklaması yönünde baskı yapmıştır. Bu konularla ilgili olarak görüşüne başvurulan Federal Ordu’nun Başmüfettişi Klaus Naumann, Türk devletinin PKK’ye karşı verdiği mücadeleyi “tamamen meşru” olarak nitelendirir. Kasım ayında baskıların zirveye çıkması nedeniyle 26 Kasım 1993’te PKK’nın Almanya’da faaliyet göstermesi yasaklanmıştır.
Bu yasağın ardından Berivan kod adlı Nilgün Yıldırım ile Ronahi kod adlı Bedriye Taş isimli sempatizanlar Almanya’nın PKK yasağına karşı Mannheim’de kendilerini yakmaya zorlanmıştır. Konu ile ilgili yapılan çalışmada her iki kişinin akli dengelerinin yerinde olmadığı ve örgütün yoğun psikolojik baskısı ile eylem yapmaya zorlandığı görülmüştür.
Bu yasağın akabinde Almanya’da faaliyet gösteren 35 dernek, Kurd-Ha Haber Ajansı, Köln’de bulunan Kürdistan Komite ve Berxwedan Dergisine “halklar arası barış fikrini ihlal ettiği, iç güvenliği, kamu düzenini ve Almanya Federal Cumhuriyeti’nin mühim çıkarlarını tehdit ettiği” gerekçeleriyle yasak getirilmiştir. 1994 yılına gelindiğinde ise Hannover İdare Mahkemesi Uluslararası Kürdistan Festivali’ni “Yasaklı örgütlerin bayraklarının açılabileceği tehlikesi” gerekçesiyle yasaklamıştır. Bu gelişmelerin hemen sonrasında Temmuz ayında Halim Dener adlı PKK militanı Polisle girdiği çatışmada ölü ele geçirilir.
Alman devletinin PKK’ya karşı 1993 ve 1994 yıllarında getirdiği yasak 1994’ün son aylarında rafa kaldırıldığından, dernekler yeniden açılmış ve yasağa rağmen PKK’nın tüm faaliyetleri eskisi gibi devam etmiştir.
Yasağın uygulamaya geçirildiği bu yıllarda mevcut yasa bazı eyaletlerde uygulanırken, birçoğunun da görmezden gelindiği bilinen bir gerçektir. Bazı eyaletler yasağı görmezden gelerek en başından itibaren örgüte hiçbir yasak getirmemiştir.
Konuya dönecek olursak, konferans sürecinin sonunda meydana gelen neticeler incelendiğinde, Konferansların amacının Kürtler lehine kazanım sağlamak yerine Kürt gruplarının Avrupa çizgisine çekilmesi ve Avrupa’nın insiyatif almasının sağlanması olmuştur. İlgili devletler bahse konu grupları belli vaatlerle kendi yanlarına çekmiş ve Irak savaşı sonrası Kürt kartı üzerinden politika yapmışlardır.
Buraya kadar olan zaman dilimi içerisinde karşımıza çıkan en önemli nokta İngiltere’nin Avrupa’daki yeni politikaların şekillendirilmesi çalışmalarına dahil olmamasıdır. İngiltere aslında ön plana çıkmayıp hem ABD ve İsrail’e hem de diğer Avrupalı güçlere rağmen PKK’yı kendi emelleri için kullanmaya devam etmiştir.
Yukarıda anlatılan süreç aslında dünya siyasetine yön veren üç temel gücün bölgedeki mücadelesinin bir yansımasıdır. Bu gruplar; İsrail ve İsrail yanlısı bazı ABD’li gruplar, başını Almanya ve Fransa’nın çektiği ikinci grup ile İngiltere ve ABD’de İngiliz yanlısı üçüncü gruptur.
Kürtçü örgütlerin Avrupa’da kazanımlar sağlaması Türkiye’de bir takım sıkıntıların ortaya çıkmasına neden olsa da, Türk yetkililer Avrupa’da ortaya çıkan silahlı faaliyetlerin sınırlandırılması iradesinden faydalanmak
istemiştir. Bu amaçla Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, 1991 yılında KYB lideri Celal Talabani ile Avusturya’nın başkenti Viyana’da buluşarak, PKK’nın Irak’ta yasaklanması için görüşmeler gerçekleştirmiştir159. Daha öncede ifade edildiği gibi bu toplantının akabinde KYB ve PKK arasında silahlı çatışmalar başlamış, Yaşanan bu süreç için PKK ve KYB kanadı birbirlerini suçlamıştır. KYB göre; PKK, Türk devletiyle anlaşarak Irak’ta oluşacak bir federe yapıya saldırmak istemiş, PKK ise; KYB’nin Türk devletiyle anlaştığı propagandasını yapmıştır.
Örgüt, 1992’deki kayıplarına rağmen 1993’te hızla toparlanmaya girmiştir. Bu hızlı toparlanmada 1992 yılının başlarında Almanya, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerde gerçekleştirilen ERNK cephe çalışmaları etken olmuştur. Bu zamanda KUM (Kürdistan Ulusal meclisi) için hızla gerçekleştirilen delege seçimlerinin ardından ülkelerde örgütlenme çalışmaları yapılmış ve Avrupa’da çalışan birçok genç kandırılarak kırsala aktarılmıştır160.
Bu arada PKK’ya bağlı Avrupa’daki kurumlar tarafından diplomasi çalışmalarına başlanarak, her platformda Türkiye’nin şiddet kullandığı ve Kürtlerin soykırıma uğradığı yönünde gerçek dışı propagandalar başlatılmıştır.
Örgüt bir yandan Avrupa’daki diplomasi faaliyetlerini sürdürürken diğer yandan Abdurrahman Dürre ve arkadaşlarınca “Kürdistan İmamlar Birliği, Kürdistan Mollalar Birliği ve Kürdistan Dindarlar Birliği” lağvedilerek yerine Almanya’da KİH (Kürdistan İslam Hareketi) kurulmuştur. Bu değişimin ardından İslam ülkelerinde de diplomasi çalışmalarına başlanılması, bu ülkelerin desteğinin alınması ve dindar kesimlerin de örgüte kazandırılması hedeflenmiştir.
Örgütün dindar Kürtleri yanına çekmeye çalışma gayretlerine rağmen, dine karşı olan düşmanlığını ise sürdürmeye devam etmiştir. 27 Haziran 1992 tarihinde Silvan’ın Yolaç köyünü basan teröristler camide namaz kılan vatandaşları dışarı çıkarıp kursuna dizmiş ve 10 vatandaşımızı öldürmüştür.
Bu dönem Ermeniler ile PKK’nın işbirliğinin Avrupa’da daha da güçlendirildiği bir dönem olmuştur. Örgütün kuruluş yıldönümü nedeniyle 27 Kasım tarihinde düzenlenen ve Ekim ayında Almanya’da gerçekleştirilen
kutlamalara Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komite üyelerinden bir heyet katılmış, Batılı ülkelere Ermeni ve PKK iddialarının daha güçlü anlatılması için ortak çalışma yapılması için karar alınmıştır161.
Bu işbirliğinin ardından PKK ve Rus yetkililer arasında 1993 Temmuz ayında bir görüşme gerçekleştirilmiştir. Bu görüşmeden sonra PKK, Ermenistan-Azerbaycan sınırındaki Laçin koridoruna yerleşerek, Türkiye sınırına beş kilometre uzaklığındaki Elegez kampında üstlenmeye başlamıştır.
Ermeniler örgüte diğer bir desteği de Erivan radyosu üzerinden gerçekleş miştir. Bu radyo 1990’lı yıllarda şifreli eylem talimatlarının verildiği bir radyo iken aynı zamanda PKK’nın önemli bir propaganda gücü olmuştur. 18
Mart 1992 günü Erivan radyosunun Kürtçe yayınında; “sayın arkadaşlar ve yoldaşlarımız Mart ayı yine geliyor. 21 Mart yaklaşıyor. Geçen seneler gibi uyumayın, fırsat bu fırsat. Kozlar elimize geçmiş bulunuyor artık…” söylemleriyle halk ayaklanmaya çağrılmıştır.
Örgütün Eski Merkez Komite Üyesi Baki Karer Ermenistan konusunda; “1996’ya gelindiğinde dış ve iç gelişmeler biraz daha berraklaşmaya başlamıştı. Türkiye başlangıçtaki şoku yavaş yavaş atlatmış, globalleşmenin sendromundan kurtulmuştu. Bilindiği gibi Türkiye’yi istikrarsızlığın içine iten önemli nedenlerden biri, Kafkasya’da Ermenistan’ın ortaya çıkışı ve bu ülkeye ABD’nin sergilediği yaklaşımdı. ABD’nin Ermenistan’a yaklaşımı, İsrail’e yaklaşımıyla hemen hemen eşdeğerliydi. Ortadoğu’da İsrail’e, Kafkaslarda Ermenistan’a dayanarak dengeler oluşturmak istemişti. Hatta ABD, Karabağ sorununda Ermenistan işgalci güç konumunda olmasına karşın, Azerbaycan’a karşı tavır almıştı ve bu tavrı ambargoya kadar götürmüştü.
ABD böyle bir strateji geliştirirken, stratejisinin saç ayağını K. Irak’ta kurduracağı bir Kürt devletiyle tamamlamayı düşünüyordu. Ama ABD iki noktada yanılgıya düşmüştü; Birinci yanılgısı; K. Irak’ta Kürt halkının ABD’ye karşı olan güvensizliğinin boyutlarını değerlendirememişti. İkinci yanılgısı; Türkiye’nin gücünü ve geliştireceği taktikleri göz ardı etmişti…” şeklinde açıklamalarda bulunarak, Ermenistan’ın Kürtçülük faaliyetlerine verdiği desteğin kendisinin dışında daha global bir planlamanın ürünü olduğunu ifade etmiştir.
1991 ve 1992 yıllarında özellikle Avrupalıların, Rusların ve Ermenilerin PKK’yı şiddet eylemlerine ve şiddeti de içinde barındıran kitlesel eylemlere zorlamasının altında; özgürlüklerine kavuşan Türk cumhuriyetlerinin
kontrolünün Türkiye’nin eline geçmesini engellemek vardır.
Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığa kavuştuğu ve birçok kişinin Türk halkının ilgisini beklediği bu süreçte, Türkiye maalesef PKK’nın isyan hareketlerini bastırmak ve iç güvenliğini korumakla uğraşmıştır. Bu dönemde Batılı ülkeler ve Rusya destekli eylemlerini arttıran PKK terörü nedeniyle Türkiye için büyük bir fırsat heba olmuştur.
PKK terör örgütü, 1990’lı yıllarda Türkiye’nin Kafkaslar ve Orta Asya’ya tam olarak yönelmesine ayak bağı olurken, 2000’li yılların sonuna doğru ülkemizde gelişen ekonomik ve demokratik gelişmenin de önüne geçilmesi
için paravan olarak kullanılmıştır. Örgüt halen İnsan Hakları alanında atılan her adıma, Yeni Anayasa çalışmalarına ve yasadışı örgütlenmelere karşı yapılan operasyonlara engel olmak için provokasyonlar yapmaktadır. Bu yönüyle PKK’nın bir hak arayıcısı olmadığı, aksine farklı amaçlar için dizayn edilmiş bir örgütlenme olduğu ortaya çıkmıştır.
9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***