YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 4
Müslüman Dünyaya Yönelik Yeni Açılımlar
Orta Doğu ile Artan Ekonomik İlişkiler: 1970-1980
1970’lerden başlayarak, Türkiye ilk defa dış politikasına ekonomik bir boyut ekledi. Bunda üç haneli enflasyon, yarı kapasiteyle çalışan sanayi üretimi ve 1973’te petrol fiyatlarının ciddi biçimde yükselişini takiben dış kredilerin faiz borçlarını ödemek için gerekli sağlam parayı temin edememe gibi sorunlardan oluşan büyük ekonomik krizin etkisi olmuştu.
Bunun sonucu olarak Ankara, Orta Doğu ile olan ilişkilerinde sâdece güvenliğe odaklı yaklaşımdan uzaklaşmıştır. Her ne kadar bölgeyi bir ölçüde düşman bir blok olarak görme eğiliminde olsa da, karşılıklı devlet çıkarlarına dayalı yeni ikili ilişkiler kurmaya başlamıştır.
Nitekim 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda tarafsız kalıp, Birleşik Devletler’in İsrail’e yakıt veya başka türlü bir destek sağlamak üzere üslerini kullanmasına izin vermemiştir. Aynı şey 1973 Yom Kippur Savaşı’nda da söz konusu olmuştur. Türkiye aynı zamanda İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde işgal altında tuttuğu Filistin topraklarından çekilmesini isteyen BM çağrılarını desteklemiş, 1976’da Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) tanımış, daha sonra da FKÖ’nün Ankara’da büro açmasına izin vermiştir. Ankara 1980’de İran’daki Amerikan rehineleri kurtarma konusundaki talihsiz ABD girişimine de destek vermemiş ve Washington’un Orta Doğu’ya yönelik Acil Müdahale Gücü teşkil etme planlarına direnmiştir.
İran-Irak Savaşı
İran-Irak Savaşı boyunca Türkiye, o eski Kemalist tarafsızlık ilkesine geri dönerek tarafsız kalmış, rehine krizinden sonra Birleşik Devletler’in Tahran’a uyguladığı ticaret ambargosunu benimsemeyi manidar biçimde reddetmişti. Bunun sonucunda, savaştan en kârlı çıkan taraf Ankara olmuştur, zira savaşan her iki taraf da çatışma sırasında ekonomik olarak yüksek oranda Türkiye’ye bağımlı hale gelmiştir. Türkiye bu ülkelerin Batı’ya açılabildikleri ender kapılardan biri ve yerel gıda maddelerinin temin kaynağı olmuştur.
Türkiye’nin Irak ile ticareti savaş sırasında yediye katlanarak, 961 milyon dolara veya Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 12’sine ulaşmıştır. Bu kazançlar Türkiye’de devam eden ekonomik krizin aşılmasına bir hayli yardımcı olmuştur.
1991 Körfez Savaşı
Türkiye’nin İran-Irak Savaşı sırasında tarafsız kalmış ve bu duruştan ekonomik
kazançlar sağlamış olmasına rağmen, 1991 Körfez Savaşı’nın patlak vermesiyle Özal, Saddam Hüseyin’e karşı girişilen kavgada Türkiye’yi ABD öncülüğündeki koalisyonla aynı safa sokmak suretiyle durumu çarpıcı bir şekilde değiştirmiştir.
İslam Konferansı Örgütü
Türkiye, başlangıçta Suudi sponsorluğunda oluşturulmuş, bütün Müslüman ülkelerin menfaatlerini temsil etmeyi ve korumayı amaçlayan uluslararası bir Müslüman örgüt olan İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) bünyesindeki uzun süreli, düşük profilli ve gayri-resmî üyeliğine fazla bir önem atfetmemiştir. Hâttâ parlamento, Türkiye’nin tamamen Müslüman bir örgüte üyeliğini uzun yıllar onaylamamıştır bile. Ancak 1969 yılına gelindiğinde, Türk Dışişleri Bakanı’nın Rabat’ta bir İKÖ zirvesine ilk kez katılmasıyla Türkiye’nin İKÖ üyeliği
iç politik bir mesele haline gelmiş ve radikal laikçilerin itirazlarına konu olmuştur. Fakat Türkiye’nin İKÖ üyeliği, 1980’lerin ortalarında Bulgaristan’daki Türk azınlığın baskıya uğramasına karşı Ankara’nın, verdiği mücadeleye destek bulmasını sağlamıştır. Türkiye Müslüman dünya ile olan ilişkilerine daha fazla önem vermeye başladıkça, yararlı bir diplomatik araç olarak İKÖ’ye daha büyük bir ilgiyle bakmaya başlamıştır, özellikle de Bosna krizi sırasında.
Suriye Boyun Eğiyor
Türk ordusunun, 1999 yılında, PKK’ya desteğinden ötürü Suriye’yi açıkça savaşla tehdit etmesi, Türkiye’nin Arap dünyası ile olan ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra izole hale gelmiş olan ve 1990’larda gelişen Türk İsrail stratejik işbirliğinden endişe duyan Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat, kendisinden beklenmedik şekilde Türkiye’ye boyun eğmiştir.
Sonuç
Otuz yıllık bir dönem boyunca, önce ekonomik, ardından da politik ve stratejik
alanlarda olmak üzere, Türkiye aşamalı ama net bir Orta Doğu ile daha yakından ilgilenme sürecinden geçmiştir. Müslüman dünya ile düzenli ve geniş kapsamlı temaslar, Türkiye’nin dış politika sürecinin merkezinde giderek daha büyük oranda yer tutar hale gelmiştir.
Türk İslamı’nın Yeniden Yükselişi
Modern Türk devletinin sıkı İslam karşıtı yapısına rağmen Türkiye, sâdece Türkiye için değil, aynı zamanda genelde günümüz İslamı için oldukça önemli iki dinamik İslami hareket üretmiştir: Gayet politik AKP ve büyük ölçüde apolitik cemaatçi Fethullah Gülen hareketi. Bunun sonucu olarak, özellikle halihazırda evrilmekte olan siyasî bağlamı içinde, Türk İslamı’nın yeni yüzü, giderek her yerde Müslümanların daha fazla ilgisini çekmektedir.
Adalet ve Kalkınma Partisi
Kuşkusuz AKP pat diye gökten düşmemiş; Türkiye’de otuz-beş yıllık bir zaman
zarfında evrilip gelişmiş, öğrenmiş ve değişmiş bir dizi İslami hareketin içinden büyüyüp ortaya çıkmıştır. Ancak AKP, 1970’den 1997’ye kadar birbiri ardına dört farklı İslamcı partiye liderlik etmiş olan Necmettin Erbakan’ın daha geleneksel İslamcı etkisinden ilk kurtulan partidir.
Türkiye’de İslamcı partilerin güçlenmesi ülkedeki tedrici siyasal, toplumsal ve
ekonomik demokratikleşmeyi yansıtır. Bu süreç, Özal’ın 1980’lerdeki ekonomik açılımlarını içermektedir; söz konusu açılımlar dış yatırımları, İslami bankacılık faaliyetlerini, dış ticareti, özel girişimcilik fırsatlarını ve genelde ülke içinde refahı arttırmıştır. Bu değişiklikler en azından üç grubu güçlendirmiştir: Yeni ve büyüyen bir Anadolu işadamları sınıfı; şehirlerdeki geleneksel alt sınıflar; ve modern oldukları halde İslami gelenekte anlamlı bir kimlik bulan, yeni ve büyüyen bir İslami profesyoneller ve entelektüeller sınıfı. Geleneksel zihniyetli yeni Anadolu işadamları sınıfı, Atatürk’ü bir reformcu ve ülkeyi Batı emperyalizminden kurtaran kişi olarak takdir etse de, Osmanlı geçmişi ile derin bir özdeşleşmeyi sürdürmekte ve Kemalizm’in bünyesinde taşıdığı, ülkenin Osmanlı ve İslami mazisini küçümseyip kötüleme düşüncesinden rahatsızlık duymaktadır. Bu yeni sınıfın gerek Türkiye’nin İslamcı partileri için gerekse politik bir hareket olmayan Gülen hareketi için anahtar bir finansal destek kaynağı olduğu anlaşılmaktadır.
1990’ların ortalarında İslamcı temsilin parlamentoda arttığına ve Ankara ile İstanbul dâhil ülkenin dört bir yanındaki önemli belediyelerde İslamcıların seçim zaferlerine tanık olunmuştur.
Eski başarılı İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Ağustos 2001’de kurulan AKP, Türkiye’de bugüne kadar gelmiş İslamcı partiler serisinin açık ara en ılımlı, en profesyonel ve en başarılısı olmuştur.
AKP, kendisini bir “muhafazakâr demokrat parti” olarak tanımlamakta ve kendisini tarif ederken “İslami” veya “İslamcı” gibi bir terim kullanmaktan kaçınmaktadır. Bu tutum, askeriyenin İslamcılar hakkındaki fazlasıyla negatif görüşleri dikkate alındığında, elbette ki siyaseten zekice bir tutumdur.
Yine de AKP’nin Erbakan’ın uzun süredir izlediği politikalardan ciddi biçimde
sapması, Türk seçmenlerin bir kısmı tarafından hâlâ kuşkuyla karşılanmaktadır; bunun başlıca nedeni ise Erdoğan ve Gül gibi, eski Erbakan kadroları içinde yer almış bâzı anahtar şahsiyetlerin partide liderliğinin devam etmesidir. Ancak bu dönüş, Erdoğan’ın zaman zaman suçlandığı gibi bir “dinsel gizlenme”yi (takiyye) değil, daha ziyade, politikalarda bilinçli bir sapmayı temsil etmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın kıdemli danışmanlarından Yalçın Akdoğan, AKP’yi “değerlerde muhafazakâr, geçmiş tarihine, kültürüne ve dinine sâhip çıkan bir ulusal kitle partisi” olarak tanımlamaktadır.
Akdoğan’ın dediğine göre AKP’nin dış politikasında Orta Doğu’da Türk millî
menfaatlerini kollamaktan başka özel bir misyon yoktur. Esasen AKP’nin, Türkiye içinde hiçbir dinî veya etnik grupla veya herhangi bir dış bölgesel grup ya da örgütle bağlantısı bulunmamaktadır. Akdoğan’a göre partinin Türkiye’de sâhip olduğu geniş desteğin sebebi de budur.
AKP İslamcı mıdır?
Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın dediğine göre AKP,
kendisini “ılımlı İslamcı” bir parti olarak değil, daha ziyade “ılımlı Müslümanlar”dan oluşan bir parti olarak görmektedir. Mehmet Aydın ve daha birçok AKP üyesi, yeni bir “Müslümancılık” kavramından söz etmektedir; AKP üyelerinin kabul ettiği bu kavrama göre insanların “dinsel değerleri birey olarak onların kamuya hizmet etmelerine ilham kaynağı olmaktadır, ancak bu onların politik kimliklerinin bir parçası olarak yorumlanamaz. Dinin temelde kişisel bir şey olduğunu kabul etmekle birlikte, AKP “seküler devlet sisteminden taviz vermeden [dinin] kamusal ve siyasal alanlara eklemlenebileceğini” ileri sürmektedir.
Bir partinin İslamcı veya İslami bir parti olup olmadığını belirleyen şey nedir? Benim görüşümce, “İslamcı” terimi, Kur’an’ın ve Peygamber’in hayatının İslami yönetişim ve toplumla ilgili önemli ilkeler vazettiğine inanan geniş bir aktivistler spektrumuna uygulanabilir bir terimdir.
Müslümancılık (Muslimhood) kavramı, açık bir dinî gündemi partinin siyasî
programından çıkarırken, İslam’ın doğasından gelen değerleri dışlamayan, yaratıcı bir kavramdır. Ben bir dizi başka nedenle de AKP’yi bir tür İslamcı parti saymaktayım.
İlk olarak, AKP liderlerinin geniş bir kesimi doğrudan doğruya Türkiye’nin geniş
İslami hareketinin içinden gelmektedir ve geçmişte Erbakan ve onun Refah/Fazilet Partisi ile yakından ilişkili olmuşlardır.
İkincisi, kendisini “muhafazakâr” bir parti olarak tarif ederken AKP, aslında İslam ile Türkiye’nin Osmanlı mirasının bastırılması yerine tanınması ve takdir edilmesi şeklinde, Türk müminlerinin çoğunda bulunan yaygın bir arzuya karşılık vermektedir.
Üçüncüsü, parti inançlı Müslümanlar tarafından hararetle desteklenmektedir-bununla birlikte, kamuoyu araştırmalarının gösterdiği üzere, AKP desteği sâdece bu grupla sınırlı değildir-ve bâzı önde gelen Türk işadamlarının protesto ettiği gibi, dinî meseleler üzerinde, ihtiyaç duyulan reformlar pahasına kutuplaşma yaratacak kadar fazla odaklanmaktadır.
Dördüncüsü, AKP birçok sosyal-dinî politika izlemiştir: Şu ana kadar başarılı olamasa da, devlet dairelerinde, üniversitelerde, kamu hizmetlerinde ve siyasette kadınların başörtüsü takması konusunda devletçe getirilen yasağın kaldırılmasını desteklemiştir; zinanın suç sayılması düşüncesiyle kısa bir süre flört etmiş, sonra bundan vazgeçmiştir; imam-hatip okullarının geniş akademik sisteme tam entegrasyonu çağrısı yapmıştır; kamu yaşamında İslam için daha fazla ifâde özgürlüğü istemektedir; İslami bankacılık üzerinde yakinen
çalışmıştır; ve tarihsel İslami Osmanlı sembolizminin unsurlarına destek vermiştir.
Beşincisi, AKP üyeleri genel olarak dindar ve Tanrı’ya hürmetkar özellikler
göstermektedirler.
Altıncısı, AKP liderleri öteki Müslüman ülkelerle acilen iyi ilişkiler kurulması ve bu ülkeleri izole edip radikalleştirmeye son verilmesi ihtiyacının altını çizmektedir.
Dolayısıyla, geniş Müslüman dünyanın standartları açısından bakıldığında, AKP açık bir şekilde ılımlı İslamcı kategorisine girmektedir.
İslamcı bir entelektüel olarak Mehmet Metiner şöyle der: “Devlet kişisel maneviyat empoze edemez. Bizlere günah işlemek özgürlüğü tanınmalıdır. Sâdece Allah’a hesap vermekle yükümlüyüz. Cehennemin kapılarından içeri girmek yasaklanmamalıdır. Metiner, Müslümancılık kavramını tartışırken şunu da ifâde etmiştir ki; İslâm, sâdece şeriat hukukuna bağlı olmaya indirgenemez. Ona göre İslam, yalnızca bir kişisel inanç sistemi ve eylem kodu değildir; aynı zamanda bir kimlik ve âidiyet duygusu, mânevî ve cemaatsel bir yönelim ve
kişisel bir bağlantı sağlamakta; basit kanuni düzenlemelerden çok daha geniş bir tarihsel ve felsefi vizyon önermektedir. Bu görüşler, her ne kadar İran ve Suudi Arabistan’da bulunan boğucu hukuki yapı ile keskin bir zıtlık içerse de, Müslüman dünyada pek çok başka liberal İslamcı tarafından da paylaşılmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ehil bir din hukukçusudur ve etkileyici bir
akademik geçmişe ve din anlayışını yenileme kararlılığına sahiptir. Başkanlık halihazırda yeni bir Kur’an tefsiri ortaya koyacak uzun vadeli bir projeyi tamamlamak üzeredir. Bardakoğlu şöyle demektedir:
“Her toplum ve birey, dinî yukarıdan aşağıya, kendi özel dünyasına indirmekte ve kendi dünyasının ve imkanlarının çerçevesi içinde kendi dindarlık duygusunu pratiğe yansıtmaktadır... Dinin bizzat kendisinde reform yoktur, sâdece kendi din anlayışımızda bir yenilenme söz konusudur, daimi bir yenilenme... Temel dinî kaynaklar dışında, geçmişin din yorumlarını bugün harfi harfine bir model olarak almamalıyız. Her dönemin kendine ait, o dönem ve o dönemin kendi koşulları için anlamlı olan bir din anlayışı vardır; biz bunlardan fikir üretebilir, tecrübe kazanabiliriz.”
Müslüman dünya bugün Türkiye’yi büyük bir ilgiyle izlemektedir, sâdece ne
söylediğini değil, aynı zamanda ne yaptığını da. Fethullah Gülen Hareketi
Nur hareketinin kökleri, imparatorluğun gerileme döneminde ortaya çıkan siyasî
kargaşa, bozgun ve mânevî bunalımlardan doğmuştur.
Nur hareketinin kurucusu Bediüzzaman Said Nursi, kayda değer bir İslamcı modernist düşünürdür.
Gülen hareketi Nur hareketinden çıkmaktadır. Gülen hareketi ülkedeki en geniş ve en güçlü altyapı ve finansal kaynaklara sâhip hareket olarak toplum hayatına damgasını vurmaktadır.
Gülen hareketi bir tür millet duygusu ile İslam’ı belirli bir şekilde kaynaştırması ile karakterize edilmektedir. Öteki İslami hareketlerin çoğunun aksine, devlet tarafından bastırıldığı zaman bile, devletle bir hayli barışık bir hareket olmuş ve Türk dış politikasının genel amaçlarına arka çıkmıştır.
Esasen Gülen’in devletle iyi geçinme arzusu, Türkiye’de bâzı İslamcılar arasında
eleştiri konusu olmuştur.
Hareket-neredeyse kendisini Calvinist bir karaktere büründürür şekilde-dünya
hayatıyla aktif olarak ilgilenen, eğitimli ve müreffeh bir inananlar toplumu inşa etme peşinde koşmaktadır. Hareketin bâzı önemli inisiyatifleri, inançları ve faaliyetleri aşağıda özetlenmiştir.
5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder