YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 11
Türkiye ve Avrupa
Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde, 1.3 milyonu bulundukları ülkenin vatandaşı olmak üzere, toplam 3.8 milyon Türk yaşamaktadır. Bunların ezici bir çoğunluğu Almanya’da bulunmakta (2.6 milyon), bu ülkeyi Fransa (370.000), Hollanda (270.000) Avusturya (200.000), Belçika (110.000) ve İngiltere (70.000) izlemektedir. Geri kalanların çoğu Danimarka ve İsveç’tedir.
Bugün, Terörizmle Küresel Savaş ve terörist faaliyetlerin Orta Doğu’nun ötesine
yayılması ile birlikte, Avrupa’ya Müslüman göçü konusundaki endişeler sürekli artmaktadır.
Müslümanlar arasında, özellikle de göçmen Müslümanlar arasında-etnik veya ulusal kimlikten ayrı olarak-yeni bir “Müslüman kimliği” duygusunun yaygınlaşmasıyla bu durum daha da belirginlik kazanmaktadır.
Realite şudur ki Türkler, “yabancı diyarlarda” (gurbette) kendi topluluklarını
korumaya gayet iyi hizmet etmiş çeşitli ve sağlam lokal kurumlar ve bağlantılar
oluşturmuşlardır.
Avrupa’da yaşayan Türk kökenli bir sosyolog olan Ural Manço “Bu nüfus, yerel
dernekler ve yerel camilerden Avrupa çapındaki federasyonlara varıncaya kadar gerçek anlamda bir göçmen teşkilatları ağı oluşturmak suretiyle, Türkiye’deki bütün sosyal, siyasal, dinî ve etnik bölünmelerin hepsini birden Avrupa’da yeniden yarattı” diye yazmaktadır. Avrupa’daki Türk göçmen teşkilatlarının belki de en büyüğü ve en iyi organize olanı İslamcı Millî Görüş hareketidir; bu hareket de, diğer birçok İslamcı hareket gibi, Avrupa’nın her yerinde sosyal, kültürel, dinî, eğitsel ve ticari hizmetler vermektedir. Millî Görüş’ün çeşitli Avrupa kentlerinde, uzun ömürlü Erbakan hareketiyle yakın ilişkisi olan yüzlerce
şubesi olduğu belirtilmektedir.
Açıktır ki Millî Görüş’ün fikirleri, Avrupalılar tarafından olumsuz karşılanmakta ve 11 Eylül’den sonra, grubun kendisi de potansiyel bir güvenlik tehdidi olarak görülmekte, Avrupa’daki diğer birçok Müslüman teşkilat gibi bu gruba da kuşkuyla bakılmaktadır. Ancak Avrupa’daki genç nesil Türkler, giderek artan bir hızla hareketin görüşlerini paylaşmamaktadırlar, hareketin kendisi de evrilmekte ve ülkeden ülkeye ciddi farklılık göstermektedir.
Millî Görüş her ne kadar Türk lâik düzeni tarafından açıkça aforoz edilmiş olsa da, şimdiye kadar bir şiddet eylemine karışmış veya bunu savunmuş görünmemektedir.
Ne yazık ki Türklerin Avrupa Birliği’nde biraz olumsuz bir imajı vardır, herhangi bir sosyopatik davranışlarından dolayı değil, İslam’a ilişkin olumsuz Batılı imajı yansıttıkları veya yansıtır göründükleri için. Türkler başörtüsü veya namus cinayetleri yoluyla kadınlarına baskı yapan, dinî eğitim dışında eğitimle ilgilenmeyen ve sosyal refah programlarına bağımlı yaşayan insanlar olarak görülmektedirler.
Buna rağmen her yıl AB ülkelerinden 6 milyon dolayında turist Türkiye’yi ziyaret
etmektedir, ki bu da Avrupa’dakilere kıyasla Türkiye’deki daha “gelişmiş” Türkler hakkında olumlu izlenimler yaratmakta ve Türkiye’nin Avrupa’daki yüzünün “normalleşmesi”ne yardım etmektedir.
Her yeni nesille, Avrupa’da yaşayan Türkler giderek daha eğitimli, daha profesyonel yeteneklere sâhip ve Avrupalı hayata daha entegre olmuş hale gelmektedirler. Üstelik kendi paralel Türk kimliklerini büsbütün ortadan kaldırmayan, ama onu tamamlayan net bir Avrupalı kimliği geliştirmektedirler.
Türk hükümeti Avrupa’daki Türk toplumunu desteklemeye bir hayli isteklidir, onları ilerde Türkiye’nin Avrupa’ya ve Avrupa Birliği’ne entegrasyonuna destek verecek sağlam pozitif sözcüleri, ekonomik ve entelektüel seçkinler topluluğunun çekirdeği olarak görmektedir.
Her ne kadar 2007 itibariyle Türklerin Avrupa Birliği’ne hızlı bir şekilde girme
olasılığı pek parlak görünmüyorsa da, zamanlar ve koşullar hızla değişebilir. Bundan bir on yıl kadar sonra, çok kültürlülüğün acımasız saldırısı altında ciddi bir kimlik krizini zâten yaşamış bir Avrupa’ya, Türkiye’nin üyeliği çok daha az göz korkutucu görünebilir.
ABD Alman Marshall Fonu’nun Türkiye’de 2007 ortasında yaptığı bir araştırmada, Türkler arasında AB üyeliğine destek nüfusun yarısından aşağıya, yüzde 40 seviyesine düşmüştür. Oysa 2006’da bu destek yüzde 54 idi.
Şayet Müslüman dünya ile ABD’nin askeri kapışmaları artar, terörizm Batı’da kayda değer oranda yükselir veya bütün bir Orta Doğu bölgesi daha derin bir kaosa sürüklenecek olursa, Türkiye’nin AB üyeliği başvurusu, Orta Doğu olaylarından ne kadar ilgisiz olursa olsun, tartışmasız biçimde bundan olumsuz etkilenecek ve Türkiye’yi ABD’ye doğru değil, ama Orta Doğu ve Avrasya alternatifine doğru daha da sürükleyecektir.
Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri
Türkiye’nin 1952’de NATO’ya kabulü, hiç kuşkusuz, bu ülkeyi Batı sistemine ve
kurumsal yapılarına daha derinden dâhil eden, olağanüstü bir stratejik kazanımdır. Bu adımla Türkiye, fiilen tam bir “Batılı ülke” haline gelmiştir.
En başta, 1958’de Bağdat Paktı’nın çökmesi, Türkiye için önemli problemleri
beraberinde getirmişti, çünkü Bağdat Paktı’nın ardından kurulan CENTO’nun hiçbir Arap üyesi yoktu, sağladığı imkanlar zayıftı ve Arap dünyasındaki Sovyet yanlısı faaliyetler hakkında Türkiye’nin taşıdığı endişeleri gidermekten uzaktı. Daha önemlisi, Türkiye diplomatik olarak izole edilmişti. Örneğin, bu dönem boyunca hayati önem taşıyan Kıbrıs uyuşmazlığı konusunda Arap dünyası sürekli olarak, Müslüman Türkiye yerine Hıristiyan Yunanistan’a destek vermişti, ki bu, Ankara’nın sıkı biçimde Batı yanlısı safta yer almasının neden olduğu bedelin çarpıcı bir göstergesiydi.
1963 Küba Füze Krizi Ankara’da, SSCB ile istenmedik bir savaşın içine sürüklenme potansiyeli konusunda ciddi derecede kaygı uyandırmıştır. Ankara için en sıkıntı verici olansa, Sovyetler’in Küba’daki füzelerini çekmesi karşılığında, Birleşik Devletler’in de Türkiye’deki Jüpiter füzelerini çekmeye istekli olmasıydı. Her ne kadar modası geçmiş şeyler olsa da, Jüpiter füzelerinin çekilmesinin Ankara için sembolik bir anlamı vardı: Türkiye’ye danışılmadan füzelerin çekilmesi, bir büyük güç olarak Washington’un çıkarlarının Türk millî
çıkarlarının nasıl üstüne çıkabileceğinin ve nitekim çıktığının göstergesi olmuştu. Bu olay Ankara’da ciddi bir şoka sebep olmuş ve bir dereceye kadar ittifakın niteliğinin ve ülkenin Birleşik Devletler’le ilişkisinin gözden geçirilmesine yol açmıştır. Ardından, 1964’te meydana gelen, kötü şöhreti ile ünlü “Johnson mektubu” olayı ve Kıbrıs konusundaki kriz, ABD ile ittifakın değeri konusunda yeni bâzı şüpheler ortaya çıkarmıştır. Mektupta ABD Başkanı Lyndon Johnson, şayet Kıbrıs konusunda uyguladığı politikalar Ankara’yı Yunanistan ve hâttâ SSCB ile çatışmaya sürükleyecek olursa, NATO desteğine güvenmemesi gerektiği konusunda Ankara’yı uyarmıştır.
Esasen, bu kriz Ankara ile Moskova arasında çarpıcı bir yeni yakınlaşma dönemini başlatmıştır, öyle ki 1970’lerin sonuna gelindiğinde Türkiye, Sovyet Üçüncü Dünya yardımlarının en büyük alıcısı durumuna gelmiştir. Ayrıca, Moskova Kıbrıs konusunda Yunanistan yanlısı tutumundan büyük oranda uzaklaşmış ve Türkiye’ye daha sempatik yaklaşmaya başlamıştır.
1972’de Türkiye, ABD’nin afyon üretiminin tamamen yasaklanması yönündeki
baskılarından rahatsız olmuştur; Türkiye’nin önem taşıyan ilaç sanayisi için tamamen yasal ve denetlenen bir üretim süreci işliyordu ve bu, Türk hükümet bütçesinin bir gelir kaynağıydı.
Ankara 1974’te Kıbrıslı Türklerin statüsünü korumak amacıyla Kıbrıs’ı işgal edince, Yunan lobisi ABD Kongresi’ni Ankara Atina ile uzlaşmaya râzı oluncaya kadar Türkiye’ye yönelik bütün ABD askeri malzeme satışlarını ve yardımını durdurmaya ikna etmiştir. ABD silâh ambargosu üç yıl boyunca devam etmiştir.
Ne var ki, Türk-Sovyet ilişkilerinde 1970’lerde gözlenen yakınlık, Sovyetlerin
1980’de Afganistan’ı işgal etmesiyle bozulmuştur.
Amerika Birleşik Devletleri bu dönemde Türkiye’ye yardımı arttırmış, üslerini de
yeniden normal düzeyde kullanmaya başlamıştır; Türkiye’ye yönelik ABD askeri yardımı 1984’te 715 milyon dolarla zirve yapmıştır.
1991 Körfez Savaşı, ki Ankara için bir felakettir, Washington’la yeni bir sürtüşme dönemi başlatmış, bu süreç öteden beri Türk-Amerikan ilişkisinin altında yatan gerilim kaynaklarını hızla su yüzüne çıkarmıştır. Savaş, Ankara için bir Kürt mülteci krizi yaratmış ve Türkiye’yi çok büyük hayal kırıklığına uğratan bir olay olarak bugüne kadar genişleyip derinleşerek gelen, Irak Kürtlerinin de facto özerkliği sürecini başlatmıştır. Her ne kadar 1999 yılında, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye tarafından takip edilerek Kenya’da gösterişli
biçimde yakalanmasında Amerika Birleşik Devletleri bir hayli yardımcı olmuşsa da, Türkiye’de ABD’nin Kürtler hakkındaki niyetleri konusundaki kuşkular ortadan kalkmamıştır.
İkili ilişkiler, 2003’te Türk parlamentosunun, Irak’ın işgali için Türk topraklarının Amerika Birleşik Devletleri tarafından kullanılmasına izin vermeyen kararıyla büyük bir şoka uğramıştır.
Washington ile ilişkiler bozuldukça, Birleşik Devletler’deki yeni muhafazakâr basın “Türkiye’yi kim kaybetti?” sorusunu soran bir dizi makale yayımlayarak, duygusal bir anti- Amerikan çılgınlığı olarak gördükleri bu durumdan Türkiye ve AKP’yi suçlamışlardır. Örneğin 2004 yılında, Irak’taki Türk Özel Kuvvetleri’nden bir timin, Kürt aktivistlere karşı bir suikast peşinde olduğu kuşkusuyla, ABD Özel Kuvvetleri tarafından tutuklanıp kötü muamele görmesi, Türk milliyetçi öfkesinde bir patlamaya yol açmıştır.
Bunun sonucu olarak, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkileri bütün zamanların en düşük seviyesine doğru yol almıştır.
Alman Marshall Fonu tarafından 2004’te Türkiye’de yapılan bir kamuoyu araştırması, her üç Türk’ten birinin Irak’ta ABD işgal güçlerine karşı girişilen suikast saldırılarını haklı bulduğu ve halkın yüzde 67’sinin Bush yönetimine karşı olumsuz düşündüğü-ki bu, araştırma yapılan Batılı ülkeler içinde en yüksek orandır-sonucuna ulaşmıştır.
2006 yazında, Pew Research araştırması da benzer şekilde Türklerin yalnızca yüzde 12’sinin, ABD politikalarını onayladığını göstermiştir; 2007 ortalarında yapılan ikinci bir araştırma Türklerin yalnızca yüzde 9’unun Amerika Birleşik Devletleri hakkında olumlu bir görüşe sâhip olduğunu göstermiştir ki, Filistinlilerde bile bu oran yüzde 13’tür.
Sonuç olarak, birçok Türk milliyetçisi İslamcı köklerden gelen AKP’yi, ironik biçimde, ABD iktidarının bir aracı olarak algılamaktadır.
Dahası, çok sayıda Türk, aynı zamanda ABD’nin Kürtlere ve hâttâ PKK’ya destek sağlamak suretiyle Türkiye’yi zayıflatmaya çalıştığına inanmaktadır.
Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’da, en azından prensipte, teorik olarak paylaştıkları ortak çıkarlar acaba nelerdir?
Şunlar Sayılabilir:
* Merkezi bir yönetim altında toplanmış, barış içinde bir Irak;
* Militan olmayan, nükleer gücü olmayan bir İran;
* Arap-İsrail uyuşmazlığının sona ermesi;
* Özellikle Türkiye’yi etkilediği için, bölgede terörizmin sona ermesi;
* Radikal İslam’ın gelişme ve yayılmasının sona ermesi;
* İsrail ile iyi ilişkilerin devam ettirilmesi, özellikle de ticari alanda;
* Orta Doğu’da geniş kapsamlı istikrar sağlanması;
* Türkiye’ye uzanan Hazar ve Orta Asya petrol boru hatlarının geliştirilerek, Türkiye’nin bir enerji dağıtım soketi haline getirilmesi;
* Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nin de facto bağımsızlıklarının korunması.
12. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder