YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 2
Kısım 1
Türkiye’nin Tarihsel Yörüngesi
Tarihsel Mercek
Türklerin Orta Doğu’ya Karşı Tutumu
Türkler en azından dört nesildir kendilerini Orta Doğu’dan boşanmış
hissetmektedirler. Türkiye’de bugün Osmanlı İmparatorluğu zamanından kalma kişisel anılarını ailesiyle hâlâ paylaşabilecek durumda çok az yaşlı nine kalmıştır. Onlarca yıldır devam eden Kemalist-eğilimli tarih öğretimi, genelde İslam dünyası, özelde Arap dünyası hakkında olumsuz düşünme yönünde, ülkenin beynini yıkamıştır. Türkler Müslüman dünyayı sâdece geri kalmışlık ve aşırılıkçılıkla ilişkilendirecek şekilde yetiştirilmişlerdir.
Türkiye’nin tarihte izlediği yörüngeye bakmak için en azından üç temel mercek vardır:
Kemalist, tarihsel ve döngüsel/diyalektik mercek. Bu merceklerden her birinde birçok hakikat payı olsa da hiçbiri hikayenin tamamını yansıtmamaktadır.
Türkiye’nin stratejik kimliği hâlâ bir oluşum süreci içindedir.
Kemalist Görüş: Türkiye’nin Tarihten Radikal Kopuşu Türkiye’nin tarihi seyrine ilişkin geleneksel görüş, klâsik Kemalist-veya Atatürkçükurucu ideolojiyi yansıtmaktadır.
Bu görüşe göre, Kemalist dönem, Osmanlı sonrası devleti Batılılaşmış, homojen, etnik temelli bir ulus-devlete dönüştürmüştür.
Bu Batılılaştırmacı vizyon, Kemalist bir elit zümreye, Türkiye’yi karanlık Osmanlı
geçmişinden alıp ona parlak ve aydınlık bir Batılı gelecek bahşetme rolü biçmiştir. Söz konusu Kemalist elitlerin amaç ve ihtiyaçlarına hizmet edecek bir şekle sokulmuş Türkiye’nin modern ulusal anlatısı ve kurucu miti ile birlikte bu vizyonun bekçiliği, Kemalist mirasın önde gelen koruyucusu olarak görev yapan ordu tarafından yerine getirilmektedir.
Her ne kadar prensipte demokrasiye bağlı olsa da, koruma ve kollama rolü, geçmişte orduyu ideolojik tehditler karşısında müdahalede bulunmaya zorlamıştır. Bunun sonucu olarak, geride kalan seksen yılda ordu, zaman zaman ülkeyi Atatürk’ün çizdiği rotaya geri döndürmek üzere harekete geçmiştir; bir mizahçının gözlemiyle, “alıştırma tekerlekleri üzerinde demokrasi” yâni.2
Pekala, Türklerin dilinde “Batılılaşma” denince acaba tam olarak ne akla gelir?
Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaştırmacı reformların ilk günlerinden beri Batılılaşma, kültürel bir projeye karşılık olarak değil, daha ziyade Batı’nın gücüne kavuşmaya karşılık olarak kullanılmıştır; özellikle de Batı emperyalizminin sızmalarına karşı kendini daha iyi savunmak amacıyla. Esasen, gelişmekte olan dünyada bir bütün olarak modernleşme tarihi göstermektedir ki Batılılaşma genel olarak bir modernleşme ve kendini sağlamlaştırma biçimi olarak algılanmıştır, bir kültürel öykünme biçimi olarak değil.
Bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün Batılılaştırma süreci bile Batı’nın Türkiye ve
menfaatlerine yönelik niyetleri konusunda kuşkularla yüklüdür. Dahası, Atatürk’ün reform yaklaşımı, kendi sağlığında gayet canlı iken, ölümünden sonra donup bir-izm’e dönüşmüştür.
2 Alıştırma tekerlekleri (training wheels): Bisiklet sürmeyi yeni öğrenmeye çalışan birinin düşmemesi için arka tekerleğin iki yanına yerleştirilen küçük destek tekerlekler. (ç.n.)
Bunun sonucu olarak reformlar, halefleri tarafından belki Atatürk’ün kendisinin bile onaylamayacağı yollarla uygulamaya sokulmuştur.
Tarihçi Görüş: Türk Tarihinde Devamlılık
Türkiye’nin tarihsel serüveni ile ilgili ikinci bir görüş, olayı yeni Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile değil; 1839 yılındaki Tanzimat (idari reformlar) ile yola çıkan çok daha uzun bir reform süreci ile başlatır.
Bu görüşün taraftarlarına göre-hayati, sağlam ve önemli de olsalar-Kemalist
reformların ön adımları daha önceki yüzyılda atılmıştır; söz konusu reformlar durup dururken aniden ortaya çıkmış şeyler değildir veya Türk tarihinde köklü bir kopuşu temsil etmezler. Bununla birlikte bu görüş, Atatürk’ün bir reformcu ve kurtarıcı olarak olağanüstü etkisini hiçbir şekilde küçümsemez.
Bu yüzden de bu görüş açısından Kemalist reformlar tamamen “devrimci” olarak değerlendirilmez, özellikle de reformların neredeyse bir yüzyıl geriye giden öncü adımları dikkate alındığında.
Döngüsel/Diyalektik Görüş
Türkiye’nin tarih macerasıyla ilgili üçüncü bir görüş, ki kişisel olarak benim
benimsediğim görüş budur, hem Kemalist kurumsallaşmış değişimin merkezi önemini hem de reformist geleneğin büyük bir süreklilik içinde Osmanlı dönemine kadar gittiğini kabul eder.
Bu görüş şuna inanır ki Kemalist reformlar, Türk siyasî, toplumsal ve ideolojik yaşamına bir dizi otoriteryen yenilikler ve ayrımcılık biçimleri takdim etmiştir; tarihin ışığında bu reformlardan bazılarını bugün artık, ana akım Türk kültüründen çok keskin, gerçekçi olmayan biçimde sapmış zararlı aşırılıklar olarak görmek mümkündür. Daha sert terimlerle söylersek diyebiliriz ki Atatürk, Türkiye üzerinde ülkenin İslamı ve Osmanlı geçmişi hakkında bir ulusal amneziye yol açmış bir tür “kültürel lobotomi” uygulamıştır. Bu, İslam-öncesi Türk tarihinin ırkçı eğilimli bir bakışla yeniden okunması suretiyle yeni bir milliyetçilik oluşturmak amacıyla yapılmıştır.
Sonuç olarak 1950 sonrası modern Türk tarihi, aşamalı bir şekilde Kemalist ideolojik aşırılıkları törpüleyen ve milletin Cumhuriyet öncesi geçmişiyle daha rahat ve “normal” bir ilişkiye dönmesini sağlayan bir süreç özelliği göstermiştir.
Sonuç itibariyle bu sentez, Kemalist ulus-inşa sürecinden kalma üç anahtar psikolojik ve kültürel yarayı iyileştirmeye başlamaktadır. Bu yaralar şunlardan oluşmaktadır:
*Kemalist seçkinlerin bir kısmının bugün bile tam olarak terk etmediği, özellikle ulusal politikalar üzerinde ciddi bir asker ağırlığı tarafından temsil edilen bir
otoriteryenizm mirası;
* Avrupa tarzı ve sözde “etnik olarak homojen” bir ulus devlet inşa etme sürecinde Türk olmayan etnik kimliklerin (özellikle Kürtlerin) dışlanması ve bastırılması;
* Kemalist dönemin Aydınlanma’dan mülhem reformlarında örtük biçimde mevcut olduğu üzere, İslam ve İslami geleneklerin kötülenmesi; ki bu reformlar, ülkeyi güçlendirmek için reform ve değişimin gereğini kabul eden ama İslam ve Osmanlı geçmişiyle de gurur duyan ve bugün artık ana akım Türk siyasetine dâhil olan daha geleneksel toplumsal sınıfların büyük bölümünü yabancılaştırmıştı.
Osmanlı Dönemi
Osmanlı Deneyimi: İyi mi, Kötü mü?
Türklerin Arapları sevmediğini söylemek klişe bir ifadedir. Popüler Türk konuşma tarzında Araplar tembel, dürüst olmayan, geri, ihanet etmiş ve fanatik gibi sıfatlarla anılır. Öte yandan Araplar da halk arasında Türkleri anlayışı kıt, sert, emperyal, inatçı, Batı karşısında yaltaklanan ve kendi öz-kimliği konusunda kafası karışık insanlar diye nitelerler.
Türkler ve Araplar arasında ciddi bir düşmanlık, tarihi bir gerçek değildir, önceden tayin edilmiş, kaçınılmaz bir kader değildir; çokuluslu devletin bir dizi etnik temelli, milliyetçi ve birbirine rakip ulus-devlete yol verdiği Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak bu neredeyse asırlık Arap-Türk siyasî düşmanlığı dönemi, muhtemelen sonuna yaklaşmakta; yeni ve daha verimli ilişkilere kapı aralanmaktadır. Bunun sonucunda, Osmanlı mirasına bugün artık bütün taraflarca daha dengeli bir gözle bakılmaktadır.
Osmanlı yönetimi, bu çoklu tehditler karşısında çareler ararken, Osmanlıcılık doktrini adı altında, İslami kavramlar, reformcu inisiyatifler ve Batılı milliyetçilik arasında ilginç bir bileşim geliştirdi; çokuluslu imparatorluğa yeni bir “millî” bağlılık duygusu yaratmayı amaçlayan bir ideolojiydi bu. Osmanlıcılık, İslami fikirler ile Batılı Aydınlanma fikirlerini sentezlemeye yönelik bilinçli bir çabayı temsil ediyordu.
Araplar ve İmparatorluğun Dağılması
Her iki taraftaki popüler mitlerin aksine, Türkler ile Araplar arasında uzun süreli bir düşmanlık olmamıştır.
Önemli gerçek şudur ki, imparatorluğun Arap nüfusu, ilke olarak, dağıldığı son ana kadar imparatorluğa sadık kalmıştır. Buna rağmen bugün yaygın Türk görüşü, imparatorluğun Arap nüfusunun İngiliz ve Fransızların yanında yer alarak “Türkiye’yi arkadan vurduğu” şeklindedir.
Arap dünyasında Osmanlı otoritesini sarsmaya yönelik İngiliz ve Fransız gayretlerine rağmen, ta 1. Dünya Savaşı’na kadar, Osmanlı devleti, parlamentosu ve idari düzeni, Araplar tarafından büyük ölçüde kabul görmüştür. Bu dönemde Arap uleması bile neredeyse tam mutabakat halinde Osmanlı iktidarına ve kurumlarına sadık kalmıştır.
Esasen etnik Arap milliyetçiliğine bağlı güçler, ancak imparatorluk çöktükten ve Arap dünyası sömürgeci İngiliz ve Fransız güçleri tarafından ele geçirildikten sonra üstünlük kurabilmişlerdir.
Pan-İslamizmin Doğuşu
Sultan II. Abdülhamit, imparatorluğun geniş Müslüman kesiminin bütünlüğünü
koruyabilmek için Pan İslamizm ideolojisine yönelerek, Müslüman dünyanın tahtının Batılı imansızların tehdidi altında olduğunu belirten ve Müslümanları Hıristiyan Avrupalı işgalci düşmanlara karşı birlik olmaya çağıran kapsamlı bir ferman yayınladı.
Pan-İslamist bir politika kavramının bizzat kendisi, bugün elbette ki modern
Türkiye’nin Kemalist ideolojisine ve seküler değerlerine son derece yabancı bir kavramdır; oysa tarih, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan daha sâdece bir onyıl öncesinde İstanbul’da Pan-İslamizm düşüncesinin ne kadar da yaygın bir fikir olduğunu ortaya koymaktadır.
Her ne kadar Pan-İslamizm ideolojisinin çağdaş Türkiye tarafından dış politikaya asla temel alınmayacağı neredeyse kesin ise de, realite şudur ki, bugün Müslüman dünya hâlâ bir lider arayışındadır. Mevcut liderlik boşluğunun ışığı altında Türkiye giderek daha fazla itibar edilen, bağımsız ve başarılı bir Müslüman ses olarak daha dikkatle dinlenmektedir. Türklerin birçoğunun böyle bir lider boşluğunu doldurma hevesi muhtemelen ancak minimal düzeydedir; birçok Müslümanın Türkiye’yi bu rolü oynamaya çağırması da çok muhtemel değildir. Ancak bu boşluk mevcut oldukça, Türkiye’nin eninde sonunda bölge üzerinde etkisini yaymaya en ehil ve becerikli ülke olma ihtimali, diğer bir Müslüman ülkeninkinden çok daha fazladır.
3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder