MİLLET VE TÜRK KAVRAMININ TARİHİ GELİŞİMİ VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK İLE ZİRVEYE ERİŞMESİ
Prof. Dr. Ahmet ÖZGİRAY*
* Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
Millet ve millîyet kelimeleri yerli yerinde kullanılmazsa insanları yanlış yollara sevk eder. Hatta felaketlere yol açar. Önce kendi tarihini yanlış anlar ve milleti kötü yola sevk eder. İnsanlar yaptığı hatayı da bilmeyebilir. Sonra kendi milletinden nefret edebilir. Bu da millî şuurun doğmasına engel olur. Millî gurur millî şuurun temelidir. Eğer bir millet kendisini aşkla sevmez ve sevdirmez ise dünyada hiçbir şeyi başaramaz. Bu nedenle tarihimizi ve kavramları yerli yerinde kullanmamız gerekir.
Millet kelimesinin kullanımı çok eskilere kadar gider. Fransa’da Robert de Sorbon din ve tarih bilginiydi1. Sorbon’un kurduğu yatılı okula Avrupa’nın her tarafından okumak için öğrenciler gelirdi. Bu öğrencilere İngiliz milletinden, Alman milletinden denilirdi. Daha ziyade dini topluluğu ifade ederdi. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra ulus-devlet kavramı ortaya çıktı.
Türkler arasında da millet kavramı çok eskidir. Bu kavram Göktürk Kitabeleri’nde “Budun” şeklinde ifade edilir. Bu kelime zamanla bir kenara atıldı ve yerine Moğolca bir ifade olan ulus kelimesi kullanılmaya başlandı. XV. Yüzyıl Orta Asya Türk şairi olan Ali Şir Neva-i; “Bir insan yaşadığı sürece vatan, millet ve ailesi için savaşmalıdır” der. Ayrıca 1851’de Türk şairi ve gazetecisi olan İbrahim
Şinasi annesine Paris’ten yazdığı bir mektupta; “Kendimi din, devlet, vatan ve milletim için feda etmeye hazırım” demiştir.
Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa Avrupa’ya 1809’da öğrenci göndermeye başladı. II. Mahmud da; “Benim Hidivim öğrenci gönderir de ben neden göndermem” diyerek 1827’den itibaren Paris’e öğrenci yollamaya başladı. Bu öğrenciler orada “biz Osmanlı değil, Türkmüşüz” diyerek Türklük şuuruna vardılar. Fakat esas Türklük şuurunu aşılayanlardan birisi 1848 İhtilali sırasında Ruslardan kaçarak İstanbul Polonez köyüne yerleşen Constantin Borcezky oldu. Sonradan ismini M. Celalettin olarak değiştiren Borcezky 1870’lerde Galatasaray Sultanisi’nde hocalık yaptı ve Eski Türkler Yeni Türkler adıyla bir kitap yazdı. Türklerin sarı ırktan değil, beyaz ırktan geldiğini iddia etti. Bu çok önemli bir tespitti. Çünkü bu sıralarda Joseph Arthur Gobineau kaleme aldığı kitaplarında “siyah ırk ihtirasın, lirizmin ve artistik mizacın kaynağıdır. Sarı ırk menfaat, nifak ve alçaklığın ifadesidir. Beyaz ırk ise, aklın ve şerefin ifadesidir” diyerek ırkçılık yapıyordu. Osmanlılar bugünkü anlamda azınlık kelimesini bilmezlerdi. Anlamı dince, dilce ve ırkça ayrılık göstermek demek olan azınlık yerine Osmanlılar, halkı Müslim veya Gayrimüslim diyerek ayırır ve bu nedenle de minority kelimesi yerine zımmi kelimesini kullanırdı.
Türkler XIX. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’da başlayan PanSlavizm’e, Pan-Türkizm ile cevap verdiler. 1870’lerde Türkiye hakkında yazı yazan Avrupalılar eserlerinde imparatorluk içinde Türk kelimesinin küçültücü anlamda kullanıldığını işaret etmekten geri durmamışlardır. 1897 yılında bir İngiliz seyyah şöyle yazıyordu: “Günümüzde Türk ismi çok nadir olarak kullanılmaktadır.
Bu ismi yalnız iki şekilde kullanılırken duydum. Ya bir ırkı ayırt edebilmek için (mesela bir köyün Türk köyü olup olmadığını sorarsanız) ya da hor görmek için kullanıyorlar. Mesela İngilizce’de birisine nasıl blockhead (beyinsiz) diye bağırılırsa, Türkler de Türk kafalı tabirini kullanıyorlar”2. 1908 yılında bir başka İngiliz, Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk’ün Türkçe konuşan Müslüman anlamına
geldiğini belirtmektedir. Bu İngiliz’e göre “Türkiye’de bir Müslüman’a Türk müsün? diye sorduğunuz zaman size muhtemelen ben Osmanlıyım veya buna benzer bir cevap verecektir. Bir Osmanlı bir adam için Türktür derse, bu o adamın köylü veya kaba saba birisi olduğu anlamına gelir”3.
Aynı durum bir yıl sonra bir İngiliz kadın yazar tarafından da şöyle ifade edilmekteydi: “Türk kelimesinin kullanılışı Avrupalılar tarafından hiçbir zaman açık ve kesin bir şekilde belirtilmemiştir. Günümüzde Avrupalılar bu kelimeyi Osmanlılara hasrederken, Osmanlılar kendileri alay ederek bu kelimeyi kabul etmiyor, bağlı bulundukları milletin kan ve kültür yönünden Türklükten uzaklaşmış olduğunu söylüyorlardı”4. Türk kelimesiyle ilgili olarak birçok kişinin karşı karşıya geldiği tatsız durumlara Osmanlı basınında da rastlamak
mümkündü.
Basiret Gazetesi “Türk olmaktan utanan” gençlerden bahsediyordu 5.
1897’de Dömeke Harbi’nde Ethem Paşa’nın Yunanlıları yenişi Türk milletinde bir sevinç yarattı. Bunun üzerine Mehmet Emin Bey (Yurdakul) adında genç bir şair Türkçe şiirler adında bir şiir kitabı yayınladı. Mehmet Emin, Osmanlı divan şairlerinin resmî dilini ve aruz veznini terk ederek sade halk Türkçesiyle ve halk şiirlerinde kullanılan hece vezniyle yazdı. Daha da dikkat çekici olarak, günlük
Türkçe’de kaba, cahil veya yörük anlamına gelen bir sözcüğü benimsedi ve kendinin bir Türk olduğunu iftiharla ilan etti. “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur.” diyen Mehmet Emin, başka bir yerde de “Biz Türküz, bu kanla ve bu adla yaşarız.” ifadesinde bulunmuştu.6.
Mehmet Emin bu ifadeleriyle yarı İslamcı yarı millîyetçi olarak görülüyor. Böyle gözükmesi de doğaldır. Zira 1898’de Sabah Gazetesi hâlâ Türkçe konuşamayan, yazamayan veya okuyamayan birçok vatandaşın bulunduğundan şikayet ediyordu.7.
XIX. Yüzyılın sonunda Türkçe’de geniş bir şekilde kullanılan millet ve millîyetçilik kelimeleri Almanca, İngilizce ve Rusça’da da geniş bir şekilde kullanılıyordu. “Nationality” kelimesinin kullanımında anlamca değişiklikler vardı. Yani hem Amerikan, hem İngiliz ve hem de Fransızların kullanımında “nationality” veya “nationalite” kelimeleri ülke içerisinde yaşayan şehirlileri veya tebaayı ifade
etmekteydi. Almanca’daki “ staatsangehörigkeit ” kelimesi devlete ait anlamındadır. Halbuki, “nationalitat” her ne kadar etimolojik olarak
“nationality”e yakın ise de, anlamca ayrıdır. Yani politik anlamdan ziyade ırkı-kökeni ifade eder. Rusça’da da ayrıdır. Rus vize formlarında iki yazı vardır. İlki Rus olanları, ikincisi Rus olmayanları ifade eder. Rusça’da “Grazhdanstvo” şehirli anlamını ifade ederken, “Natsionalnost” kelimesi ise İngilizce ve Fransızca’daki “Nationality” anlamında değil, Almanca’dakine benzer şekilde “Natsionalitat”
kelimesini, yani ırkı ifade eder.8.
1889 yılında kurulmasına rağmen 1908 yılında parti haline gelen İttihad ve Terakki Cemiyeti Türkçü değildi. 1912 Balkan Harbi’nden sonra şuurlu bir şekilde olmasa da Türkçülük politikası takip etmeye başladı. 1911 yılında Osmanlı sarayından veremli birisinin İsviçre’ye verem tedavisi için gidip de tedavisinin uzun sürmesi üzere Padişah Mehmed Reşad’dan ek para isteyince “İstanbul’a gel, burada Türk doktorlar var” diye cevap verdi.
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da açılınca Türk kelimesi aşikar bir şekilde bu binada yerini aldı. İngiliz Devlet Arşivi’nin 1919-1922 yılları arasındaki Türkiye ile ilgili bölümleri karıştırılırsa, İngilizlerin Türk Kurtuluş Savaşı’nı “Turkish Nationalist Movement” şeklinde ifade ettikleri görülmektedir. 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra ise millîlik devletin temel önceliklerinden birisi haline gelmişti. Bundaki amaç, Türkiye’de yaşayan bütün insanları adalet ve eşitlik ilkesi doğrultusunda birbirleriyle kaynaştırmaktı. Bir taraftan dini devlet işlerinden ayırarak Türkiye’yi Arap medeniyetinden soyutlamak, diğer taraftan da ferdi ve vicdani hürriyetlere dokunmamak için gayret sarf ediliyordu. Ayrıca ülkede millî ve politik hayatı Avrupa medeniyeti seviyesine çıkarma doğrultusunda çaba gösterilmekteydi9. Bu amaçlar çerçevesinde Atatürk’ün 1931 yılından itibaren yerli ve yabancı
tarih ve dil alanındaki bilim adamlarını seferber ederek ve tarihi belgeleri de ortaya koyarak yapmaya çalıştığı şey, Türk milletinin en eski medeniyetleri kuran milletlerin soyundan geldiğini ispat etmek ve onun Osmanlı hanedanlığının “inkıraz” devrinden kalan aşağılık duygusundan kurtulmasına yardımcı olmaktı10.
1934 Kasım ayında Alman Büyükelçisi ve hanımı İzmir’i ziyaret etmiş, kendisine okullar ve kuruluşlar gezdirilmişti. Ziyaret esnasında elçi; “Türkiye ve Gazi çok yaşa” sloganı atarak çok popüler olmuştu. Hatta elçi daha da ileri giderek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun onuncu yılında resmen kabul edilen “ne mutlu Türküm diyene” sloganını sık sık tekrarlamıştır11. 1933 yılında Atatürk
Bergama’yı ziyaret ettiğinde, buradaki bir kazının başında durmuş; “Burası biraz daha kazılsa Türkün çarığı ve hırkası çıkar” demişti.
Atatürk’ün bu ifadesindeki amacı yabancı hayranlığını bastırmak, Türklere millî gurur ve heyecan vermekti. Nitekim, İstanbul ve Ankara’da bir kısım yerlere ve bankalara Eti yokuşu yani Hitit yokuşu, Sümer sokağı ve Etibank gibi isimleri vererek Türklüğü yüceltmeye çalışıyordu.
Sonuç: Yunanlıların bağımsızlıklarını hukuken 1833’te kazanmalarından sonra Osmanlı yöneticileri ve aydınları yanlış olarak “aman millîyetçilik yapmayalım, zira imparatorluk bir mozaiktir, dağılır” vehmine kapılmışlardı. Buna rağmen; Sırpların, Romenlerin ve Ermenilerin imparatorluktan ayrılmaları engellenememişti. Bu arada da Türk dili ve millîyetçiliği için Veled Çelebi, Necip Asım, Ahmet Mithad, Ahmet Cevdet, Hive Hükümdarı Abdülgazi Bahadır Han, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin gibi Türk devlet adamları ve aydınlarının ektikleri tohumlar yeşermiş ve meyvesini vermişti. Böylelikle ortak dil kullanımı olmaksızın millîyetçilik gelişemeyeceğinden Türk millîyetçiliğinin ortaya çıkması, bu aydınların Türk dilinin gelişmesi ve Türkçe’nin kullanımının artmasındaki katkılarıyla mümkün olabilmiştir. Günümüzde Yunanlıların üç bin yıllık tarihlerini dilleri sayesinde ayakta tuttuklarını gururla söylemeleri de unutulmamalıdır. Ayrıca Amerika’daki zenciler kendi dilleri olan Suvahilice’yi konuşamayıp, İngilizce konuştukları için Amerikalıların başına sosyal problemler çıkarmamaktadırlar.
Günümüzde tarihte hiçbir devlet kuramamış ve yazı diline sahip olmayan topluluklar bile millî olabilmek için canlarını feda etmekten kaçınmamaktadırlar. Bunlardan ders alarak ve Türkçe’ye ve Türklüğe sahip çıkarak büyük önderimizin ruhunu şad etmeliyiz. Aksi takdirde, onu anmak için yaptığımız toplantılar şekli olmaktan öteye geçemez.
DİPNOTLAR;
1 1253-1257’de bugünkü Sorbon okulunu Paris’te kurdu ve bu okulun müdürlüğünü yaptı; Büyük Larousse, s.10685.
2 W.M. Ramsay, Impression of Turkey, London 1897, s.99.
3 Henry Charles Woods, Washed by four Seas, London 1908, s.163.
4 L. M. J. Garnet, The Turkish People, London 1909, s.12.
5 Basiret, Gençlerimiz, No: 1570, 4 Cemaziyelevvel 1875.
6 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1978, s.341.
7 David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), İstanbul 1979, s.147.
8 Bernard Lewis, The Middle East and West, London 1970, s.70.
9 Ritter Von Kral, Kemal Atatürk’s Land The Evolution of Modern Turkey, Translated into English from German by Kenneth Berton, Leipzig 1938, s.226.
10 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politika’da 45 Yıl, İstanbul 1999, s.112.
11 PRO. F.O. 37/E854/15, Turkey, Annual Report 1934, P. Loraine’den Simon’a, Ankara 31 Ocak 1935.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder