BİR MİLLİ KİMLİK KONUSU OLARAK ATATÜRK’ÜN “TÜRK TARİHİ VE ÖĞRETİMİ”NE DAİR GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI
* Konya Selçuk Üniversitesi-Eğitim Fakültesi, Tarih Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı
Genel olarak bir insanın “ne” olduğuna atıfta bulunan “kimlik” kavramı, kişinin kendisine ve başkasına yakıştırdığı çeşitli anlamlara da işaret eder1. Millî Kimlik dendiğinde ise, genel bir ifade ile, ferdin mensubu bulunduğu milletinden aldığı karakter özellikleri ile tanımlanması akla gelir. Bu durumda millî kimliği kavrayabilmek için “millet” kavramını bilmemiz gerekecektir. Çeşitli tanımları yapılmakla birlikte milleti, ortak bir geçmişi bulunan, ortak değerlere sahip ve gelecekte de birlikte yaşama arzusu gösteren yani ülkü birliği olan insan toplulukları şeklinde tanımlayabiliriz. Atatürk millet kavramını şu ifadelerle açıklamaktadır; “Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvâfakatta samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir”2. Atatürk’ün
de vurguladığı üzere, milletin tanımında “zengin bir hatıra mirasına sahip bulunmak” “ortak bir geçmişe yani tarihe sahip olmak” gibi vazgeçilmez bir şart bulunmaktadır. Bir başka ifade ile bir milletin inşasında, tarih fevkalâde önemlidir. O halde, tarihsiz veya tarih şuuru olmayan bir fertte ise millî kimlik duygusundan bahsedilemez.
Dolayısıyla, hem fert, hem de millet hayatında önemli bir sosyal disiplin olarak kabul edilen tarih disiplinine devletler, eğitim programları içinde hep önem veregelmişlerdir. Bu yüzden tarihin nasıl öğretileceği veya ondan en verimli şekilde nasıl faydalanılabileceği hususunda yeni kural ve ilkeler bağımsız bir disiplin olarak geliştirilmektedir. Bugün gelişmiş batı ülkelerinde mesela İngiltere’de “tarih öğretimi” son 20 yılda sürekli gelişme gösteren bir disiplin olarak karşımıza çıkmaktadır.
Millî kimlik kavramına bu şekilde kısaca temas ettikten sonra Atatürk’ün Türk tarihi ve öğretimi hakkındaki söz ve uygulamalarını anlayabilmek için yakınçağ Türk tarihindeki belli başlı gelişmeleri kısaca hatırlamamız faydalı olacaktır.
Bilindiği üzere yakın Türk tarihi özellikle 19.yy. başlarından itibaren çeşitli siyasi çalkantılar ve köklü değişim hareketlerinin yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemin karakteristiğine bakacak olursak 2 temel özelliğin dikkat çektiğini görürüz. Bunlardan birincisi;
Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında eski gücünü kaybetmesi ile Batı’nın O’nu paylaşma arzusu ve bu doğrultudaki politika ve uygulamaları.
Batı’dan yönelen tazyikler. Bu tazyikler 1815’te Şark Meselesi adıyla şifrelendiğinde, nihai hedef Osmanlı’nın paylaşılması ve Anadolu’da Türk siyasi hâkimiyetinin kırılması olarak belirlenmişti. İkincisi ise; Batı’nın gücü ve baskısı karşısında yetersizliğini fark eden Osmanlı Devleti’nin, var olabilmek için kendini yenileme ve çağa ayak uydurma iradesi ve buna bağlı olarak birtakım müessese
veya fikirleri geliştirme gayreti ve arayışı içinde bulunmasıdır. Batı’nın Osmanlı ’ya daha doğrusu Türklere yönelik baskıları yalnızca maddi alanda olmayıp, kültür alanında da yoğunlaşmıştı.
Özellikle Türk’ün varolma veya yokolma sınırına getirildiği 20.yy. ilk çeyreğinde Türk insanını, tarihini, coğrafyasını ve kültürünü tahrip etmek üzere birçok asılsız iddialar, iftiralar ortaya atılmıştır. Bunlar, Türklerin sarı ırka mensup olduğu ve Avrupalılara göre ikinci sınıf insan sayılması gerektiği ve Türklerin medenî kabiliyet ve istidattan mahrum olduğu iddialarıdır.
Batılı tarihçi ve politikacılar sarı ırka mensup olan bu ikinci sınıf insanların kabiliyetsiz, anlayışsız, uyumsuz, tehlikeli olduklarını, hiçbir medeni eserlerinin
bulunmadığını, kendilerini düzenleyecek ve yenileyecek kapasitelerinin olmadığını, siyasi karışıklıklarla Avrupa’nın huzurunu kaçırdıklarını, dolayısıyla Avrupa’dan ve Anadolu’dan kovulmalarının hatta yeryüzünden kaldırılmalarının gerektiğini öne sürmüşlerdir.3.
Bütün bu siyasi, askerî ve kültürel baskılarla Türkiye’nin kolu kanadı budanmaya başlandı. Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri de Türkiye’nin Mondros’a getirilişini önleyemedi. Osmanlı münevverinin ülke bütünlüğü için düşündüğü Osmanlıcılık ve İslamcılık da maalesef çare olmadı. Bir taraftan Şark Meselesi çerçevesinde Batı emperyalizminin Türkiye’ye baskısı, öbür taraftan Fransız inkılabıyla
daha ziyade Avrupa dışında ve sömürüye hedef olan coğrafyada yayılan ve yayılması teşvik edilen milliyetçilik akımı karşısında Osmanlı’nın çözülüşü önlenemedi. Osmanlı’yı oluşturan milletlerden Yunan “ben Yunanım”, Bulgar “ben Bulgarım”, Sırp “ben Sırpım”, Arnavut “ben Arnavutum”, Arap “ben Arabım” demeye başladı. 93 Harbi ve Balkan Harbi sonunda Türkler büyük ölçüde Balkanlardan sürüldü. I. Dünya savaşında da Müslüman Arap dünyası
Osmanlı’dan ayrılmanın hesabı içine girdi. Bütün bu gelişmeleri Atatürk 20 Mart 1923’te Konya Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada şöyle analiz ediyordu; “ Bizim milletimiz, millîyetinden tegafül edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki akvam-ı muhtelife millî akidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir, tezlil ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekatımızla gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır”4.
Atatürk’ün bu tespitlerinde de gayet açık olarak anlaşılacağı üzere Osmanlıcılık fikrinin bir hayal olduğu görülmüş ve bin yıl önce Anadolu’ya gelişte olduğu gibi yine aslî unsur olan Türk unsuru, onun gücü maddî ve manevî değerleri üzerinde durmak ve buna göre, mütevazi de olsa yeni bir yurt tutmak mecburiyeti doğmuştur. Böylece yeni bir tarih ve şuuru ortaya konulmuştur.
Kökleri daha gerilere gitmekle birlikte Ziya Gökalp’in Türkçülük fikri bu millî tarih görüşünün dayanağı olmuştur5. Tabii ki, Mustafa Kemal’in öğrencilik yıllarından itibaren okuyageldiği ve bugün çoğu Anıtkabir müzesinde bulunan ve üzerine notlar düştüğü tarih ve kültür kitapları da O’nda bir tarih kültürünün oluşmasını sağladı.
Balkan Savaşlarıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin tasfiye süreci hızlanıp, Mondros’la Anadolu bile Türklere çok görüldüğünde, Mustafa Kemal’in önderliğinde tamamen millî güçlere dayalı olarak bir Millî Hareket başlamış, ve bu mücadelenin her aşamasında ileride kurulacak olan Türk devletinin millî nitelikli olacağının mesajları verilegelmiştir. Çünkü, Osmanlıcılık veya ümmetçilik gibi anlayışlar artık iflas etmişti. Millî Mücadele tarihimizin temel kavramlarına bakacak olursak; Misak-ı Millî, kuva-yı millîye, heyet-i millîye, irade-i millîye, tekâlif-i millîye vb. hepsinde millilik damgasını görürüz. Burada millete dayalı, gücünü milletten alan bir hareket söz konusudur.
Bu millet ise 23 Nisan 1920’de açılacak olan Meclise nakşedilen “Büyük Millet” olup, adı Türk milletidir. Kurulan devletin adı da tarihte Göktürklerden sonra ikinci Türk adını taşıyan Türkiye Cumhuriyeti’dir. İşte Türkiye Cumhuriyet‘i böyle bir tarihi süreç sonucu, millî, üniter, demokratik ve laik bir devlet olarak doğdu.
Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, temelinin Türk kültürü olduğunu sürekli vurguladığı6 yeni Türk devletinde her şeyden önce millî kimliğin inşasına önem verdi. Çünkü uluslararası, hukukta da “devlet”i meydana getiren 4 temel unsur; 1- Millet,
2- Ülke,
3- Siyasi hâkimiyet,
4- siyasi teşkilatlanma, arasında milletin ayrı bir yeri bulunmaktadır7.
Millet şuurunun teşekkülü ise daha önce de vurguladığımız üzere, tarih ve öğretiminden geçmekteydi.
Atatürk öncelikle, Türk tarihine ve Türk kültürüne yönelik mesnetsiz iddia ve iftiralara karşı, bilim zemininde gerçeklerle cevap vermek gerektiği noktasından hareket etmiştir. Bilindiği üzere Batı emperyalizmi tarafından yöneltilen bu iddialar şu iki noktada toplanmaktaydı;
1- Türkler sarı ırka mensuptur, Avrupalılara göre ikinci sınıftır ve medenî değillerdir,
2- Türkler Anadolu’ya sonradan gelmiştir, geldikleri yere dönmelidirler.8.
Atatürk, bu iddiaları çürütecek yönde ilmî araştırmalar yapılması için kesin direktifler verdi ve yapılacak araştırmaları destekledi. Atatürk’ün bu yöndeki fikir ve çalışmaları onun Türk Tarih Tezi’nin temelini oluşturacaktır. Ancak biz burada çok geniş ve derin bir konu olan Atatürk’ün tarih tezine ayrıntılı olarak girmeyip, tebliğimizin başlığında da sınırladığımız üzere, O’nun millî kimliği inşa yönünde tarih ve öğretimine verdiği önem ve uygulamaları üzerinde duracağız. Yukarıdaki iddialar ve Osmanlı’dan devralınan tarih eğitimi karşısında, Cumhuriyetin temel nitelikleri de göz önüne alınarak, Atatürk, eski tarih eğitim ve öğretimi yerine, millî tarih ve çağdaş öğretim metodlarının esas alınmasını düşünüyordu. Tabii ki millî tarih anlayışı çerçevesinde Batı’dan kaynaklanan yukarıda bahsedilen iftiralara da cevap verilmiş olacaktı.
Atatürk’ün Türk tarihi ve öğretimi hakkındaki fikir ve uygulamalarını analiz ettiğimizde; her şeyden önce tarih öğretimiyle “kendine güven duygusunun” inşa edilmesinin ve ancak bu şekilde millî kimliğin teşekkülünün mümkün olabileceğine işaret ettiğini görüyoruz. Çünkü, 19.yy. başlarından itibaren gerek askerî gerekse teknoloji ve diğer alanlarda Batının üstünlüğünün ortaya çıkması ve buna bağlı olarak alınan yenilgiler ve sürekli geri çekilmeler Türklerin psikolojisini olumsuz yönde etkilemiş ve daha sonra Atatürk’ün de Nutuk’ta söylediği gibi, “biz adam olmayız” şeklinde bir sosyal aşağılık duygusuna itmişti. Tarih eğitiminden beklenen öncelikle Türkün hak etmediği bu psikolojiden kurtulması kendini tanıması ve kendine güven duygusunun kazanılmasıydı. Atatürk’ün her fırsatta öncelikle Türk milletini bu yöne sevk ve teşvik ettiğini görüyoruz. Bazı örnekler vermek istiyoruz;
“Türk milleti tarihinle övün; çünkü, senin ecdadın medeniyetler kuran, devletler ve imparatorluklar yaratan bir mevcudiyettir” 9.
“Milletimiz aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır”
“Milletimizin büyük kabiliyetleri tarihen ve mantıken sabittir”10
“Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek maksatlar uğrunda ölmesini biliriz”11.
“Türk milleti güzel her şeyi, her medeni şeyi sever, takdir eder.
Fakat muhakkaktır ki her şeyin üstünde tapındığı bir şey varsa, o da
kahramanlıktır”
“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır”12.
“Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur”13.
“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır”14.
“Türk çocuklarında kabiliyet her milletinkinden üstündür. Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, büsbütün Türk çocukları kendileri için lazım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten Türk çocukları bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.”15
Atatürk’ün söylev ve demeçlerini taradığımızda bu çerçevede daha pek çok sözüne rastlarız. Ama bütün bu sözlerini ve “kendine güven” yolundaki mesajlarını yoğunlaştırılmış bir dozda o meşhur “ne mutlu Türküm diyene” vecizesiyle dile getirmiştir.
Millî kimliğin teşekkülünde çok önemli olan “kendine güven duygusu” nun ancak ilmi metodlar çerçevesinde verilebilecek bir tarih öğretimiyle mümkün olabileceği bilinen bir gerçektir. Bu çerçevede Atatürk’ün yaklaşımına baktığımızda iki önemli özelliğin dikkat çektiğini görüyoruz. Birincisi; Türk tarihinin mümkün olduğu kadar derinlere, geçmişe dayandırılması, ikincisi; kökü çok derinlerde
olan Türk tarihinin günümüze kadar bir devamlılık ve süreklilik içinde seyrettiği, tezleridir. Atatürk’ün Türk tarihiyle ilgili görüş ve uygulamalarında bu anlayışın hâkim olduğunu görüyoruz. İleriki ilmî araştırmaların da ispatlayacağı, gerçekliğini ortaya koyacağı bu tezler aynı zamanda yukarıda bahsettiğimiz bazı Batılıların Türk tarihine ve kültürüne yönelik iftiralarını çürüteceği gibi, bir ferdin
veya daha geniş anlamda bir milletin tarih öğretiminden beklediği amaçları gerçekleştirecek niteliktedir.
Türk tarihinin çok derinlere dayandığı, başlangıcının çok eski olduğuna dair Atatürk’ün yaklaşımını ortaya koyan söz ve uygulamalarından bazı örnekler vermek istiyoruz;
“Türk milleti, tarihinle övün… Sen, Anadolu denilen bu yurda sonradan gelme değil, ilk yerleşip medeniyet kuranların çocuklarısın. Fakat geleceğine güvenebilmek için, bugün çalışman lazımdır; çünkü yalnız tarih övüncü bir meziyet sayılmaz”16.
“Bu memleket dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı bir Türk beşiğidir”17.
“Efendiler, bu dünya-yı beşeriyette en az yüz milyonun üzerinde nüfustan çalışan bir büyük Türk milleti vardır ve bu milletin dünyadaki genişliği nispetinde tarih sahasında bir derinliği vardır… En bariz ve en kati en maddi tarihi delillere dayanarak beyan edebiliriz ki, Türkler 15 asır evvel Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetine tecelligâh olmuş birer unsurdur.”18
Görüleceği üzere, Atatürk bu gibi ve daha pek çok sözlerinde Türk tarihinin çok eskilerden başladığı, milattan önceki devirlere kadar uzandığı hususuna işaret etmiştir. Hatay’ın Lozan’da Anavatan dışında kaldığı ve bir Hatay davası başladığı sıralarda Atatürk’ün Hatay’ı “kırk asırlık Türk yurdu”19 olarak nitelendirmesi, M.Ö. iki. binli yıllarda Anadolu’da Türk varlığına işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir. Gerçi bu ifadeleri o günlerin dış politikası çerçevesinde siyasi ifadeler olarak değerlendirenler olsa bile, günümüzde
bazı eskiçağ uzmanları M.Ö. 2. binli yıllarda Hatay ve çevresinde varlığı bilinen Hurrilerin Türk kavmi olduğuna dair görüşler ileri sürmektedirler.20
Türk tarihinin çok eskilere dayandığına dair bu görüşler, uygulamaya da yansımıştı. Atatürk’ün talimatıyla 1933’te kurulan Sümerbank ve 1935’te kurulan Etibank’a Atatürk tarafından bu isimlerin verilmesi şüphesiz, Türk tarihinin ta Sümerlere, Hititlere kadar uzandığı felsefesinin pratiğe aksetmesin den başka bir şey değildi. Çünkü Atatürk’e göre, “Anadolu’nun ilk yerli halkı olan Hititler, Ortaasya’dan gelmiş olan Türklerdir, dolayısıyla Anadolu’nun da ilk sahipleri Türklerdir.”21 Sümerler ve Hititlerin menşei hakkındaki görüşler ilgili bilim çevrelerinde tartışılmakla birlikte burada mühim olan husus, Sümerler’in “kim” olduğundan ziyade, Atatürk’ün Türk tarihinin mümkün olduğu kadar derinlere uzatma yaklaşımıdır. Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluşunun M.Ö. 209 Mete Han’dan başlatılması.22, yine Atatürk döneminde basılan kağıt paralarda Ergenekon’dan çıkışı simgeleyen “Kurt başı” motifinin yer alması, aynı motifin bir millî kuruluş olarak kurulan Petrol Ofisi’ne amblem olarak seçilmesi, Türk tarihinin çok eskilere dayandığı gerçeğinin uygulamada tezahürleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Atatürk’ün Türk tarihine bakışında ikinci metodolojik özellik; kökü derinlerde olan Türk tarihinin ve tarihte kurulan Türk devletlerinin birbirinin devamı olarak süreklilik gösterdiği görüşüdür.
Atatürk, Reis-i Cumhur olarak; “Bizim milletimiz derin bir maziye sahiptir.
Bu düşünce bizi elbette altı yedi yüzyıllık Osmanlı Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine müsavi olan Türk devletlerine kavuşturur”.23 derken, Türkiye Cumhuriyeti’nin; Hunlar- Göktürkler- Karahanlılar- Selçuklular- Osmanlılar çizgisinde Türk devletlerinin bir devamı olduğu vurgusunu yapmaktadır. Zaten “devlet”i oluşturan temel unsurlar noktasından baktığımızda, bilinen Türk tarihinden Türkiye Cumhuriyeti
çizgisinde kurulan devletlerde millet olarak aynı, ülke olarak ise birbirine giren halkalar şeklinde batıya doğru kayan coğrafyayı görürüz. Burada değişen hanedan veya rejim ile buna bağlı olarak siyasi teşkilatlanmadır. Bu yüzden Atatürk, tarihte kurulan Türk devletlerini, “birbirinin devamı veya vârisi” şeklinde algılamıştır. Meselâ, Osmanlı Devletinden bahsederken, “Selçuklu Devleti yıkıntısı üzerinde teşekkül eden Osmanlı devleti”24 olarak ifade etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan’da Osmanlı’dan kalan borçları ödemeyi taahhüt etmesi ve daha sonra ödemesi de aynı felsefenin sonucu idi. Rahmetli Hocam Aydın Taneri’nin ifadesine göre, “Mustafa Kemal Paşa 9 Eylül 1922’yi takip eden günlerde, İzmir’e girerken otomobilinde Fors olarak 16 yıldızlı bayrak dalgalanıyordu”.25
Bu bayrak bugün Anıtkabir müzesinde olup, bayrağın altında yukarıdaki açıklayıcı ifadeler yazılıdır. Henüz daha Cumhuriyet kurulmadan TBMM hükûmeti sırasında yeni kurulacak Türk devletinin tarihteki diğer Türk devletlerinin devamı olacağı mesajını veren bu uygulama 1937’de çıkartılan bir kanunla T.C. Cumhurbaşkanlığı Forsu olarak resmiyet kazanmıştır.26.
Atatürk’ün bütün bu fikir ve uygulamaları, Türk tarihinin bir bütün olarak, tarihteki Türk devletlerinin halef-selef veya bir zincirin halkaları şeklinde algılanması gerektiğinin delilleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Atatürk’ün Türk tarihine bakışında metod olarak 1- Türk tarihinin derinliği 2- Devamlılığı anlayışı bir hipotez olarak kalmamış, ilmî araştırmalarla Türk tarihi ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu mânâda, Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen 1 yıl sonra 1924’te İstanbul Darülfünunu’na bağlı olarak Türkiyat Enstitüsü’nün kurulması oldukça anlamlıdır. Takip eden yıllarda 1931’de Türk Tarihini
Tetkik Cemiyeti’nin kurulması (1935’te Türk Tarih Kurumu adını almıştır), 1932’de I. Türk Tarih Kongresi’nin toplanması, 1935’te DTCF’nin kuruluşu, 1937’de 2. Türk Tarih Kongresi’nin yapılması vb. faaliyetler Türk tarihinin ilmî zemin üzerinde araştırılıp ortaya çıkarılması için yapılan önemli icraatlardır. Bir taraftan da okullar için yeni tarih kitaplarının yazdırılması işini Atatürk bizzat takip ediyordu. Çünkü, millî kimliği inşa etmeye yönelik doğru bir tarih öğretimi için, bilime dayalı doğru verilere ihtiyaç vardır. Bunun için de Türk tarihinin temel kaynaklarına, bilimsel bir metodla ulaşabilmek ve değerlendirebilmek gerekir. Atatürk bu konudaki hassasiyetini şu ifadeleriyle dile getiriyor:
“Herhangi bir tarihi elinize aldığınız zaman, onun gerçeğe uygun olup olmadığına güven duymak için dayandığı kaynak ve belgeleri araştırılır. Bizim şimdiye kadar doğru bir tarih-i milliye mâlik olamayışımızın sebebi, tarihlerimizin hakiki kârilerin (okuyucuların) vesikalara istinat etmekten ziyade, ya bir takım meddahların veya bir takım hod-gâmların (kendini beğenmişlerin) hakikat ve mantıktan ârî (uzak) sözlerinden başka memba bulamamaları bedbahtlığıdır”.27.
“Tarih yazmak için tutulan yolun mantıkî ve bilhassa ilmî olması şarttır”28.
“Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sâdık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır”29.
Metod konusunda son derece hassas davranan Atatürk, bu eksikliği gidermek için 1932- 1938 yıllarında yayınlanmış olan ve bugün bile el kitabı olarak kullanılan birçok metod kitabını getirtmiş ve tercüme ettirmiştir. Bunlar; Gustave Le Bon, Tarih Felsefesinin İlmî Esasları, çev. Haydar Rıfat, İstanbul 1932; Gabriel Hanotaux, Tarih ve Müverrihler, çev. Ahmet Refik, İstanbul 1932; E. Bernheim, Tarih İlmine Giriş Tarih Metodu ve Felsefesi, çev. M. Şükrü Akaya, İstanbul 1936; Ch.V.Langlois- Ch.Seignobos, Tarih Tetkiklerine Giriş, çeviri. Galip Ataç, İstanbul 1937; G. Monod, Tarihte Usul, çeviri. Kazım Şinasi Dersan, İstanbul 193830. Tarih ve öğretimi alanındaki bu çalışmalar, Atatürk’ün bu konudaki görüş ve uygulamalarının ilmî bir zemine dayandığını gösteriyor.
Sonuç olarak;
Atatürk’e göre Tarih öğretiminin amaçlarının başında, Türk çocuğunun öncelikle kendini tanıması, güven kazanması ve geleceğe de güvenle bakmasını gerçekleştirmek hedeflendiği görülmektedir. Bu ve tarih öğretiminden beklenen diğer amaçları gerçekleştirebilmek için ise öncelikle, Türk tarihinin;
1- Çok eskilere dayandığı,
2- Türk tarihinin süreklilik ve devamlılık arz ettiği anlayışı zemininde ele alınmasının mesajları verilmektedir.
Tabii ki, Atatürk’ün bilime dayalı öğretim anlayışından hareketle günümüz Tarih öğretiminde kullanılması gereken metod ve teknikler ile bilgi teknolojisinin de tarih öğretiminde muhakkak yer alması gerektiğini burada ifade etmeliyiz. Atatürk, tarih ve öğretimi hususunda, diğer alanlarda olduğu gibi, akılcılık, millilik ve ilmilîk yolunu seçmiştir.
Cumhuriyetimize ve Misak-ı Millîye yönelik bir tehdit olarak “kimlik” üzerine tartışmaların yoğunlaştığı şu günlerde, her zamankinden daha fazla, Atatürk’ün görüşleri çerçevesinde “millî kimlik”i inşa etme yönünde Tarih öğretimine önem vermemiz gerektiği kanaatindeyim.
DİPNOTLAR;
1 Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, “Kimlik (Sosyal Kimlik)” maddesi, Risale yay., İstanbul 1991, C.2, s.303- 304.
2 A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El Yazıları, Ankara 1969, s.23-24.
3 Azmi Süslü, “Atatürk ve Tarih”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara, 1995, s.244- 245.
4 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 1997, C.II, s.147.
5 Bayram Kodaman, “Atatürk ve Tarih”, Atatürk ve Kültür, Hacettepe Üniv. Yay., Ankara 1982, s.5.
6 Burada Atatürk’ün şu sözlerini hatırlamalıyız; “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 1999, s.134), “Cumhuriyetimizin dayanağı Türk milletidir. Bu milletin fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o millete dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur” (A.S.D, I-III, Ankara 1997, C.III s.118)
7 Devlet kavramının analizi için bkz., Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, Ankara 1981, s.25- 27.
8 Mehmet Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, TTK yay., Ankara 1995, s.55
9 Afetinan, Atatürk’ten Hatıralar, Ankara 1950, s.55.
10 Azmi Süslü, a.g.m., s.246
11 N.A. Banoğlu, “Makbule Atadan Anlatıyor Nükte Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, III. Kitap, İstanbul 1955, s.79
12 A. Afetinan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1959, s.297.
13 A. Afetinan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.297
14 Hâkimiyet-i Milliye, 30 Ekim 1933. (Onuncu Yıl Nutku).
15 Şemsettin Günaltay, Birinci Birleşim İkinci Oturumunda Yaptığı Konuşma: Olağanüstü Türk Dil Kurultayı 1951, Türk Dil Kurumu yay., Ankara 1954, s.33.
16 Afetinan, Atatürk’ten Hatıralar, s.55-56.
17 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.200
18 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, C.I, s.288
19 İsmail Habip Sevuk, Atatürk İçin (Ölümünden Sonra Hatıralar ve Hayatındayken Yazılanlar), İstanbul 1939, s.27
20 Ekrem Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, Selçuk Üniv. Yay., Konya 1989,
s.22-23
21 Azmi Süslü, a.g.m., s. 254
22 28 Haziran 2000 tarihinde “Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluşunun 2209. yılı Kara Kuvvetlerinde törenlerle kutlandı.” (bkz., 29 Haziran 2000 tarihli gazeteler)
23 Aydın Taneri, “Fikir Adamı Atatürk ve Cumhuriyet”, Tercüman Gazetesi, 10 Kasım 1983.
24 Kemal Atatürk, Nutuk, (Bugünkü dille yayına hazırlayan: Zeynep Korkmaz) Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 2000, s.298
25 Aydın Taneri, Harezmşahlar, Ankara 1993, s.2.
26 Cumhurbaşkanlığı Forsu Kanunu 1937’de çıkmasına rağmen 1934’te İran Şahının Türkiye’yi ziyareti sırasında fotoğraflarda T.C. Cumhurbaşkanlığı
arabasında 16 yıldızlı Forsun bulunduğu görülmektedir.
27 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, C.III, s. 99.
28 Ekrem Akurgal, “Tarih İlmi ve Atatürk”, Belleten, Temmuz 1956, sayı:80, s.283.
29 A. Afetinan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.269
30 Azmi Süslü, a.g.m., s.258.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder