14 Kasım 2019 Perşembe

BİR İDEAL OLARAK MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLÂNI VE ANLAMI,

BİR İDEAL OLARAK MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLÂNI VE ANLAMI, 


Doç.Dr. Mustafa BUDAK 

Bu bildiri, Esas itibariyle Misâk-ı Millî hakkında kışkırtıcı gelebilecek şu iki sorunun analitik tarzda cevabını aramaya çalışacaktır: 

1. Misâk-ı Millî beyânnâmesi, içerik açısından tamamen Erzurum ve Sivas kongreleri beyânnâmelerine mi dayanmaktadır? 
2. Yine Millî Mücadele literatürüne bakıldığında, Misâk-ı Millî beyânnâmesine temel teşkil edecek olan Mustafa Kemal Paşa’nın 
Ankara’dan gönderdiği belge ortada yoktur. Acaba, gerçekten bu belge ortada yok mudur? 
3. Gerçek Misâk-ı Millî beyânnâmesini nasıl tanımlamalı ve anlamalıyız.? 
4. Bugün için Misâk-ı Millî’nin anlamı var mıdır? 

Bilindiği gibi, ya da herhangi bir Millî Mücadele Tarihi kitabını açtığımızda görmekteyiz ki, Misâk-ı Millî, Erzurum ve Sivas kongreleri beyannamelerine 
dayanmaktadır. Ancak, tarihi olayları, o dönemde ortaya konmuş belgeler ışığında bir süreklilik içinde değerlendirdiğimizde, durumun hiç de öyle 
olmadığı kolaylıkla anlaşılacaktır. 
Bunu daha açık deyimle söylersek, Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı’na yönelik Osmanlı Hükûmeti’nin bakışını yansıtan belgeler, incelenmeden Misâk-ı Millî’nin gerçek mahiyetini, kaynaklarını doğru anlamak mümkün değildir. 
Bu bağlamda ilk başvurulacak belge, Paris Barış Konferansı’na Osmanlı Devleti’nin 23 Haziran 1919’da sunduğu muhtıradır. 
Bu muhtıranın adı müdafaanâmedir. Her ne kadar bu muhtıra, Damad Ferid Paşa’nın 17 Haziran 1919’da “kendiliğinden”yaptığı konuşma.1 
ile karıştırılarak yerle ve yabancı yazarlarca fazla ütopik bulunarak eleştirilmiş tir.2. Oysa 23 Haziran muhtırası yine eleştirilmişse de içeriği incelendiğinde Misâk-ı Millî beyânnâmesi ile büyük benzerlikler taşıdığı görülecektir. 

Bu benzerlikler, sınırlar, Boğazlar borçlar ve kapitülasyonlar ile ilgilidir. Sadece muhtırada, Misâk-ı Millî’den farklı olarak azınlıklardan bahsedilmemektedir. 

Her şeyden önce hem 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ve hem de Misak-ı Millî beyânnâmesi’nin tek uluslararası meşruiyet kaynağı/dayanağı Wilson ilkeleri idi. Buna bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri dahildir. Çünkü I.Dünya Savaşı sonrası galip devletlerin çıkarlarına göre kurulmaya çalışılan uluslararası düzenin meşruiyet kaynağı Wilson ilkeleridir. Adeta bu husus bir zorunluluktur. 

Her iki belge arasında ikinci benzerlik sınırlarla ilgilidir. Gerçekten 23 Haziran 1919 muhtırası, Misâk-ı Millî beyânnâmesi’nde “kriter” olarak ortaya konan sınır meselesinde adetâ bir açılım sağlamakta ve bugüne kadar yapılan “Misâk-ı Millî’de kasdedilen sınırlar neresiydi?” tartışmalarına son vermektedir. Üstelik 23 Haziran muhtırasında sınırlar, “yeni Türkiye’nin sınırları olarak adlandırılmakta 
ve çerçevesi verilmektedir: 

“…garben Gümilcine livâsı dâhil olmak üzere Balkan harbinden mukaddem mevcûd bulunan Türk-Bulgar hatt-ı hudûdu, şimâlen Karadeniz, şarkan Evliye-i Selâse dâhil olmak üzere Türklerle meskûn mahalleri muhtevî olarak Poti cenûbundan başlayûb aşağıda izâh olunacağı vechile Ermenistan içûn tâ’yîn olunacak hudûd ve sâbık İran hudûduyla mahdûd bulunacakdır. Cenûben hudûd Türk-Arap hatt-ı fasl-ı millîsi olan Kerkük livâsından başlayarak Musul, Re’sû’l-ayn ve Haleb’den geçerek Lazkiye’nin şimâlinden bulunan İbn-i Hani burununda Bahr-i Sefîd’e mülâki olacaktır. Bu hudûd dâhilinde kalan arâzi payi-tâht-ı saltanatı teşkîl eden İstanbul ile beraber Vilson prensiblerine müsteniden Türk hâkîmiyet-i millîyesi vatanı olacaktır.” 

Demek istiyorum ki, 23 Haziran muhtırasının 3.maddesinde yer olan bu sınır, Misâk-ı Millî beyânnâmesi’nin, birinci, ikinci, üçüncü ve maddelerini kapsamakta; orada ya kriter olarak belirtilen ya da açıkça yazılan maddelerle aynı anlamı içermektedir. Ayrıca 23 Haziran muhtırası, sadece sınır tanımlaması yapmamış; bu sınırın hangi gerekçeyle hayatî olduğunu da ortaya koymuştur. Muhtıraya göre bu sınırlar içinde hukuk hâkimiyetinin sağlanması, ancak, Türklerin yaşadıkları bu yerlerin “vahdet-i millîye ve istiklal-i siyasisinin” mutlak suretde korunmasıyla mümkündür. 

Bundan başka sınırlar konusunda 23 Haziran 1919 tarihli muhtıranın Misâk-ı Millî beyannâmesi ile benzerliği İstanbul ve Boğazlarla ilgili hükümleridir: Nitekim bu husus, muhtıranın 10.maddesinde “Wilson prensiplerinin Devlet-i Aliyye’ye müte’allik on ikinci maddesinin fıkra-i sâniyesinde Çanakkal’a ve Karadeniz boğazlarının küşâdı taleb olunmaktadır. Hükûmet-i Seniyye pay-ı tahtın emniyetine müte’allik tedâbir-i tedâfü’iyyenin ittihâzı şartiyle hâl-i harb ve sulhda bir sûret-i dâ’imede Boğazlar’dan milel-i cihânın serbestî-i 
seyr ü seferini te’mîn eylemeğe müheyyâdır.” Şeklinde yer almaktadır ki, içerik bakımından Misâk-ı Millî’nin dördüncü maddesiyle aynıdır. 

Sözkonusu aynîlik, kapitülasyonlar ve borçlar sözkonusu olduğunda da geçerlidir.23 Haziran muhtırasının sekizinci maddesinde Türkiye’nin gelecekteki hayatı açısından malî ve iktisadi bağımsızlığa ulaşması için kapitülasyonların kaldırılmasının gerekliliği vurgulanmıştır. 

Aksi halde “Türkiya, menâfî-i iktisadiyesinin kasden ve hiçbir sebeb-i meşrû’a müstenid olmaksızın Avrupa menâfi’ine fedâ edilmesi demek” anlamına geleceği belirtilmiştir. Aynı şekilde borçlar konusunda da muhtırada (9.madde) “ Hükûmet-i Seniyye, ta’yîn ve tahdîd edilecek hudûd dâhilinde meskûn ahâliye nisbeten hissesine düşecek borçlarını alacaklılariyle bi’l-i’tilâf nâmûs-kârâne 
ödemeğe ve bütün mesâ’îsini bu cihete sarf eylemeğe müheyyâdır. Bu husûsda düvel-i mütemeddine-i garbiyyenin müzâheret-i mâliyelerini temenni eyler” denilmektedir ki, Misâk-ı Millî’nin altınca maddesine karşılık gelmektedir. 

Genel çerçevede 23 Haziran muhtırasını değerlendirdiğimizde, muhtıranın 11.maddesindeki hükümlerden hareketle, Türkiye’nin bir “talepler paketi” olduğunu görmekteyiz. Bunu Osmanlı Devleti’nin devam eden Paris Barış Konferansı’na sunduğu “barış şartları” olarak da okumak mümkündür. Bu bağlamda muhtıra, sözkonusu talepler yerine geldiğinde yeni Türkiye’nin devlet ve millet olarak gelişmeye istekli Milletler Cemiyeti’nin üyesi olacağını taahhüd etmektedir. Bundan dolayı 23 Haziran muhtırası, bir “taahhüdname” 
dir. Nitekim muhtıranın 11.maddesi, bizi doğrular niteliktedir: 

“….Nihâyet işbû metâlibin is’af-ı halinde yeni müstakil ve temeddüne hâhişger bir Türkiya’nın temelli kurulacağına kâni’ olan hükûmet-i seniyye, Türklerin ba’de-mâ manzûme-i düveliye arasında istihsâlât-ı umûmiyyeye iştirâk eden sulh-perver, çalışkan ve Cem’iyyet-i Akvam’a dühûle şâyân bir millet hâlinde sarf-ı mesâ’î ile düvel-i garbiye-i gâlibe ve mütemeddineye ile’l-ebed minnet-dâr olarak yaşayacağını beyân ile iktisâb-ı fahr ü mübâhat eder”3 

Dikkat edilirse bu sözler, talepler yerine getirildiğinde “yeni bağımsız ve medenileşmeye istekli bir Türkiye”nin temelli kurulacağı ve böyle bir Türkiye’nin Batılı Devletlerle uyumlu olarak birlikte yaşabileceği düşüncesine işaret etmektedir. Farklı bir şekilde ifade edilmesine rağmen bu düşüncenin, Misâk-ı Millî beyânnâmesinde de var olduğunu düşünüyorum. Bunu anlamak için hem Misâk-ı Millî beyânnâmesi hazırlıklarını ve hem de beyânnâmenin başlangıç kısmını okumak gereklidir. Bilindiği gibi Misâk-ı Millî beyânnâmesi, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı’nın eseridir. Bundan dolayı, beyânnâmenin başlangıç kısmı “Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı a’zâları” diye başlamaktadır. Devamında ise “istiklal-ı devlet ve istikbâl-i milletin haklı ve devamlı bir sulha nâ’iliyet içûn ihtiyâr edebileceği fedâkarlığın hadd-i a’zâmisini mutazammın olan esâsât-ı mezkure hâricinde pâyidar bir Osmanlı saltanat ve cem’iyyetinin devâm-ı vücûdu gayr-ı mümkün bulunduğunu kabûl ve tasdîk eylemişlerdir” denmektedir. 

Kısaca ifade edersek, Osmanlı Mebusan Meclisi üyeleri, devletin bağımsızlığı yolunda haklı ve kalıcı bir barışa ulaşmak için yapabilecekleri fedakarlığın en üst sınırının beyânnâme şartları olduğunu bildirmektedirler. Bu yönüyle Misâk-ı Millî beyânnâmesi de “Osmanlı Devleti’nin barış programı”dır. Unutmayalım ki, bu beyannâme, Türkiye’nin geleceğinin tartışıldığı, paylaşma hesaplarının 
yapıldığı ve bu arada da payitaht İstanbul’un uluslararası devlet haline getirilmesi ile Boğazların bekçiliğinin Türklerden alınmasının konu edildiği bir dönemde hazırlanmış ve bütün dünyaya açıklanmıştır. 

Bu kadar benzerliğin dışında sadece azınlıklar konusunda muhtırada bir bahis bulunmamakta ve buna karşılık Adalarda bir nüfus mübadelesinden sözedilmektedir. Oysa Misâk-ı Millî’nin beşinci maddesi azınlıklar konusunda mütekabiliyeti öngörmektedir. 

Bütün bu anlatılan içinde, Misâk-ı Millî’ye katkı anlamında Erzurum ve Sivas kongrelerinin hiç mi rolü bulunmamaktadır? Elbette rolü vardır. Bu rol sınır kriterinin belirlenmesinde göze çarpmaktadır. Erzurum kongresi beyannamesinin birinci maddesi, hangi Osmanlı vilayetlerinin “yekdiğerinden ve Camia-i Osmaniyye’den ayrılmazlığı”na işaret ederken altıncı maddesi ise daha belirgin bir şekilde “Mondros mütarekesi imzalandığında sınırlarımız içinde kalan ve her bölgesinde olduğu gibi” denilerek çoğunluğunu Müslümanların meydana getirdiği Doğu Anadolu vilayetlerinin “birbirlerinden ve anavatandan ayrılmazlığı” vurgulanmıştır4. 

Bundan Kongrenin birinci maddesindeki Osmanlı vilayetleri, “Trabzon vilayeti ve Canik Sancağı ile Vilayet-i Şarkiye namını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, 
Mamuretülaziz, Van, Bitlis vilayatını ve bu saha dahilindeki evliye-i müstakile” kasdedilmektedir. Erzurum Kongre beyannamesinin tam metni için bkz., 
dolayı Erzurum Kongresi beyannamesi, insan unsurunun tanımlanması açısından hem Sivas Kongresi beyannamesi ve hem de Misâk-ı Millî beyânnamesinin birinci maddelerine benzemektedir. Bütün bu belgelerde geçen insan unsurunun adı, “Cami’a-i Osmaniye” ya da “ Osmanlı İslam”dır. Ayrıca, sınır konusunda ise anlaşılır şekliyle söylersek, “Mondros mütarekesi imzalandığında” denmekte ve mütareke kriter olarak alınmaktadır. Bu husus, Sivas kongresi beyannamesinde hangi sınırlar içindeki insan topluluğu sorusuna “Mondros mütarekesi imzalandığında hududumuz dahilinde”5 

Cevabı verilirken Misak-ı Millî beyânnamesinde Mondros mütarekesi kasdedilerek “mezkûr hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” ibâresine yer verilmiştir. Bu ise “Arapların yaşadıkları toprakların dışındaki sınır” anlamına gelmektedir. 

     2. Millî Mücadele literatüründe Misâk-ı Millî beyannamesi için Ankara’dan Hüsrev Gerede’ye verilerek İstanbul’daki Osmanlı Meclis-i Mebûsânı’na gönderilen metnin orjinalinin bulunmadığı yazılıdır. Ancak, Aralık 1919-Ocak 1920 döneminde Ankara’dan Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği belgeler kıyaslandığında durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılacaktır. Bu bağlamda söylenecek ilk şey, 17 Şubat 1920’de, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânın ilan edilmiş metnin dışında Misâk-ı Millî ile ilgili iki müsvedde metnin olmasıdır. Kanaatimizce bu ilk metin, Hüsrev Gerede’ye verilmiş 19 Ocak 1920 tarihli yedi maddelik metindir.6. Fakat bu metin, doğrudan Misâk-ı Millî ya da Ahd-i Millî adını taşımamakta ve açıkça Müdafaa-i Hukuk Grubu Programıdır. Bunu, içerik analizinden sonra anlıyoruz. 
Nitekim, bu metnin birinci, ikinci maddeleriyle dördüncü maddesinin Araplarla ilgili ilk kısmı “haricinde” ibaresi eklenerek Misâk-ı Millî beyânnamesinin birinci maddesini oluşturmuştu. Dördüncü maddesinin Evliye-i Selase ile ilgili kısmı asıl 
beyannamenin ikinci maddesinde yer alırken aynı maddenin Batı Trakya hakkındaki hükmü, Misâk-ı Millî’nin üçüncü maddesi olarak yazılmıştı. Hüsrev Gerede metni adını verdiğimiz bu ilk müsvedde metnin Halife-Sultan, İstanbul ve Boğazlarla ilgili altıncı maddesi aynı şekilde Misâk-ı Millî beyannamesinin altıncı maddesidir. 

Diğer taraftan bu ilk müsvedde metin ile Misâk-ı Millî metni arasındaki en önemli farkı beşinci maddesi idi. Bu madde “yabancı bir devletin yardımını öngörmekteydi. 

İkinci müsvedde metin ise 21 Ocak 1920 tarihli Müdafaa-i Hukuk Grubu programı olarak İsmet Bey tarafından yazılmış ve İstanbul’daki Rauf Bey’e gönderilmiş sekiz maddelik metindir7. Bu metnin 19 Ocak tarihli metinden iki farkı vardır. Bunlardan birincisi dördüncü maddede yer alan “Osmanlı memleketlerinin ekonomi yönünden varlığını sürdürmesine ve gelişme olanaklarına zarar veren maddeler olunamaz” hükmüdür ki, yeniden formüle edilerek Misâk-ı Millî’nin altıncı maddesi haline getirilmişti. İkinci fark ise 19 Ocak tarihli metinde beşinci madde olarak yer alan “müzaheret”maddesinin bulunmamasıydı. 

Anlaşılan o ki, her iki metnin adı da “Müdafaa-i Hukuk Grubu programı”dır. Bu metinler ile Misâk-ı Millî arasındaki en önemli fark, asıl metnin birinci maddesinde Türkiye’nin yeni sınırlarına işaret eden hükmün “hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” biçiminde yazılmasıdır. Fakat, bu husus, İstanbul’da eklenmiştir. Ayrıca, başlangıç kısmının varlığı Misâk-ı Millî beyannamesinin orijinal tarafıdır. 

Bütün bu yazılanları özetlersek, Misâk-ı Millî ile ilgili çalışmalar eş zamanlı olarak hem İstanbul’da ve hem de Ankara’da başlamıştır. 

12 Ocak 1920’de açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Hüseyin Kazım Kadri, Rauf Bey, Yusuf Kemal Bey’in aralarında bulunduğu ortak bir komisyonda Ankara’dan gönderilen metinler başka görüşlerle birlikte müzakere edilmiş ve sonunda Misâk-ı Millî beyannamesi, 28 Ocak 1920’de meclisin resmi olmayan bir oturumunda kabul, 17 Şubat 1920’de de ilan edilmiştir8. 

3. Misâk-ı Millî’nin anlamı: Diğer adı Ahd-i Millî olan Misâk-ı Millî beyânnâmesi, Ahmet Mumcu’ya göre bir “parlamento kararı”dır. 9. 

İki meclisli Osmanlı Parlamentosunda Meclis-i Mebusanın, 1909’daki anayasa değişikliğinden sonra böyle bir karar alması mümkündür. 
Devrin iç ve dış siyasi şartları dikkate alındığında Misâk-ı Millî beyannamesi, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın ortaya koyduğu Paris Barış Konferansı’na yönelik barış şartlarını öngören bir programdır. Bunu anlamak için beyannamenin başlangıç kısmını okumak yeterlidir. Bu kısımda fedakârlıktan sözedilmekte ve bunda kasdın Arap vilayetlerinden vazgeçmek olduğu anlaşılmaktadır10. 

Mustafa Kemal Paşa’ya göre Misâk-ı Millî beyannamesi “Milletin âmal ve makasıdını içine alan kısa bir program idi11. Bu tanımlama, Ocak 1920’ye ait bir tanımlama idi. Ocak 1922’de, Ahmet Emin Yalman’a verdiği mülakatta Misâk-ı Millî için “ Millî Misak, sulh imzalamak için en makul ve asgari şartları bir araya getiren bir programdır. Barışa varmak için üzerinde duracağımız esasları Misak-ı 
Millî ortaya koymuştur12.Daha sonra Lozan görüşmeleri sırasında 19 Ocak 1923’de İzmit’te bir sinemada yaptığı konuşmada ise “Millet mevcudiyeti için istiklali için, hâkimiyeti için behemehal istihsâle mecbur olduğu esas” diyordu13. 

Görünen o ki, Mustafa Kemal Paşa’da esasta Misak-ı Millî’nin bir barış programı olduğunu kabul etmektedir. Aynı zamanda bu program, Millî Mücadelenin amaçlarını içine alan bir program niteliği de taşımaktadır. 

Buna rağmen Misâk-ı Millî hakkında birçok yerli ve yabancı yazar, farklı tanımlamalar yapmışlardır. T.Zafer Tunaya’ya göre Misak-ı Millî, Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kararların Müdafaa-i Hukuk ilkelerinin Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından benimsenmiş bir programdı. Hatta bu program “ yeni, ulusal ve bağımsız bir devlet kurmak üzere harekete geçmiş Türklerin 
akdettikleri birlikte yaşamak üzere anlaştıkları koşulları içeren bir ictimai mukaveledir14. Ancak Tunaya’nın bu Rousseaucu yaklaşımı pek doğru görünmemektedir. Yine bir başka anayasa hukukçusu Bülent Tanör ise bu belgenin esaslarının Mustafa Kemal Paşa tarafından belirlendiği düşüncesindedir. En önemlisi Tanörü için bu belge Osmanlı Devleti’nin ülke ve nüfus unsurları ile egemenlik hakkını yeniden ortaya koyma anlamına gelmektedir15. Doğu Ergil için ise Misak-ı Millî “ Erzurum ve Sivas kongreleri sürecinde Padişah ve 
İtilâf devletlerine karşı ulusal akımın bir ilkeler bütünüdür”16. 

İngiliz tarihçisi Harold Temperley de Anadolu’nun coğrafi birliği bağlamında Misak-ı Millî’nin birinci maddesine dikkat çekmiştir. Bunu yaparken de insan unsuruna temas etmiş ve bu unsuru “mütareke hattının kuzeyinde Osmanlı-Arap olmayan nüfusu fiili ve resmen bölünmez bir siyasi bütün” olarak tanımlamıştır17. David Fromkin’e göre Misak-ı Millî, bir “Kemalist politik ilkeler deklarasyonu”dur18. Arnold Toynbee’ye göre ise bir “bağımsızlık bildirisi”dir19.. Bernand Lewis’e bakılırsa o da Misak-ı Millî’yi “Erzurum ve Sivas bildirilerine 
dayanan ve toprak bütünlüğü ile millî bağımsızlık üzerindeki temel istekleri ifade eden bir beyanname olarak görmektedir20. 

Ancak Ahmet Davudoğlu’nun Misâk-ı Millî’ye yüklediği anlam biraz farklıdır. Uluslararası ilişkiler açısından bir bakışı yansıtan A.Davudoğlu’nun bu görüşüne göre, Misak-ı Millî, Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyılında gözlenen kendi siyasi varlığını korumaya yönelik dış politika tecrübesinin ortaya çıkardığı reflekslerle uluslararası şartların gerekli kıldığı bir ortamda devlet olarak “ bütün uluslararası mesuliyet ve iddialardan” soyutlanmanın bir ifadesidir. Hiç şüphesiz bu soyutlanma, devlet olarak uluslararası alanda iddialı konumdan vazgeçmenin yanı sıra “Batı eksenine alternatif ya da muhalif değil bu eksenin bir parçası olma”anlamına gelmektedir. A.Davudoğlu’na göre bu yeni anlayış Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” şeklindeki barışçı dış politikasının esasıdır21. 

MİSAK-I MİLLÎ’NİN ESASLARI 

17 Şubat 1920’de ilan edilen Misak-ı Millî beyannamesi, altı maddeden meydana gelmektedir. Bu maddelerin ilk üç maddesi sınırlarla ilgilidir. Bu yüzden Misak-ı Millî denince akla daha ziyade Millî Mücadele döneminde tesbit edilmiş ve anavatana bitişik olup dahil edilmek istenen Türklerin yaşadıkları yerler anlaşılmıştır. Bunlardan en önemlisi, halihazırda da hangi bölgeleri kapsadığı tartışma konusu olan Türkiye’nin güney sınırlarıyla ilgilidir. Bu husus, beyannamenin birinci maddesinde yer almaktadır. Bu maddenin ilk 
kısmına göre, Araplar, selfdeterminasyon ilkesi gereğince kendi kaderlerini kendileri belirleyecektir. Bunun dışında kalan- ki belgede “mezkur hatt-ı mütareke dahil ve haricinde geçiyor- ırkî, dini ve amaç birliği içinde Osmanlı-İslam çoğunluğunun yaşadıkları toprakların bölünmez bir vatan olduğu vurgulanmaktadır. Burada iki soru akla geliyor: 

1. Bu sınırlar neresidir? 
2. Bu belgede zikredilen Osmanlı-İslam çoğunluğundan kasıd nedir? Ya da bu Osmanlı İslam çoğunluğu kimlerdir? 


Bu konuda bize en açık ve tartışmasız ışık tutan belge daha önce bahsettiğimiz 23 Haziran 1919 tarihli muhtıradır. Bu muhtırada verilen Türkiye’nin güney sınırları, Misak-ı Millî’nin birinci maddesindeki kriter olarak verilmiş sınırlara işaret etmektedir ki, bu da son dönemdeki Osmanlı Devleti’nin Halep ve Musul vilayetlerinin güney sınırlarıdır. Nitekim bu topraklar, Osmanlı coğrafya dilinde Osmanlı Asyası/Anadolusu (Asya-i Osmanî) içinde değerlendirilmiştir. Diğer taraftan, ikinci maddede Elviye-i Selase (Kars, Ardahan Batum)’den bahsedilirken Batum’un kuzeyindeki Poti’ye kadar uzanan ve Cenub-i Garbî Kafkas Cumhuriyeti sınırlarına dahil edilmiş olan Nahçıvan’ı kapsayan bir bölge yeni Türkiye’nin sınırları içinde kabul edilmiştir. Buna karşılık beyannamenin üçüncü maddesinde yapılacak halk oylamasından sonra Batı Trakya’nın da Türkiye’ye dahil olacağı amaçlanmış ve böylece, Gümülcine’den itibaren Batı 
Trakya’nın da anavatan sınırları içinde olacağı tasavvur edilmiştir. 

Hiç şüphesiz, Misak-ı Millî beyannamesinin birinci maddesi, Arapların selfdeterminasyon hakkından sözetmesi de dikkate alındığında, 
Türkiye’nin güney sınırlarıyla ilgilidir. Bu maddede geçen Osmanlı-İslam ibaresi de, güney sınırlarından bahsedildiği için dar anlamda Türkler ve Kürtleri kapsamaktadır22. Bu bağlamı biraz daha genişletirsek Mondros mütarekesi hattının içinde ve dışında kalan çoğrafyada yaşayan Türk, Kürt, Çerkez ve Arnavud gibi İslam ortak paydasına sahip insan topluluğu anlaşılmalıdır. Zaten Mustafa Kemal Atatürk’de, 24 Nisan 1920’de, TBMM’nde yapmış olduğu bir konuşmada bu hususa dikkat çekerek sözkonusu insan topluluğunu 
“anasır-ı İslam” diye tanımlamış23 ve hem kurtuluş mücadelesini veren ve hem de yeni Türkiye’nin insan unsurunun daha ziyade etnik kökeni ne olursa olsun çoğunlukla Müslümanlar olduğu/olacağı gerçeğini açıklamıştır. 

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Misak-ı Millî beyannamesi, I. Dünya Savaşı sonrası yeni uluslararası sistemin kurulma sürecinde, savaşın galibi devletlerin ortaya koyduğu Wilson ilkeleri vb ilke ve düşünceler ışığında hazırlanmış yeni Türkiye’nin barış programıdır. Aynı zamanda bu program, müzakere edilebilir asgari barış şartları anlamına da gelmektedir. Başka bir deyişle, Misak-ı Millî beyannamesi, Türkiye için I. Dünya Savaşı sonrası dönemde, savaşın galipleri karşısında gerçekleştirmeyi hedeflediği bir idealdir. Ancak, bu ideal hedef programı daha iyi anlayabilmek için Osmanlı hükûmetinin Paris Barış Konferansı’na sunmuş olduğu 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra dikkate alınmalı ve birlikte değerlendirilmelidir. Görülecektir ki, birlikte değerlendirme, Mondros mütarekesinden sonraki tarihî gelişmelerin/olayların hiç de sanıldığının aksine, birbirlerinden kopuk ve ilgisiz olaylar olmayıp birbirlerini tamamlayan, birbirlerine ilham kaynağı olan gelişmeler olduğunu ortaya koyacaktır. Nitekim, 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ile Misak-ı Millî beyannamesi, dönemle ilgili tarihî sürekliliği ortaya koyan iki önemli belge olup özellikle birincisi, hem ilham ve içerik anlamında kaynak niteliği taşımaktadır. Daha da önemlisi her iki belgede de insan unsurunu tanımlamamıza yardımcı olan ortak vatan ve ortak din vurgusu dikkat çekicidir. Kanaatimce, günümüz için Misak-ı Millî beyan namesinin esas anlamı budur. 


DİPNOTLAR;

1 Bu konuşmanın tam metni için bkz., Ahmed İzzet Paşa, Feryadım II, (Yayına Hazırlayanlar: Süheyl İzzet Furgaç-Yüksel Kanar), Nehir Yayınları, İstanbul 
 1993, s.313-316, M.Cemil Bilsel, Lozan I, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul 1933, 224-227; Özeti için bkz., Ali Fuad Türkgeldi, Moudros ve Mudanya 
Mütarekelerinin Tarihi, Ankara 1948, s.116-117; Yorumlu bir şekilde ise Sina Akşin, İstanbul Hükûmetleri ve Milli Mücadele I, İkinci Basım, Cem 
Yayınevi, İstanbul 1992, s.396-398. 
2 Bu yazarlardan Paul Helmreich, ABD başkanı Wilson’un bu muhtırayı “ Ömrümde bundan daha aptalca bir şey duymadım” dediğini aktardıktan sonra 
Lloyd George’un da “iyi espiri” diye muhtırayı tanımladığını yazarken (Sevr Entrikaları, Tercüme: Şerif Erol, Sabah Kitapları, İstanbul 1996, s.81), Amerikalı 
 tarihçi Laurence Evans ise Paris Konferansı’nın Onlar Konseyi üyelerinin sözkonusu muhtırayı “Osmanlı İmparatorluğu’nu koruma amaçlı büyük 
bir küstahlık” olarak değerlendirdiklerini kaydetmiştir(Türkiye’nin Paylaşılması, Türkçesi: Tevfik Alanay, Milliyet Yayınları, İstanbul 1972, s.191). 
Bununla birlikte diplomat Osman Olcay ‘da 23 Haziran muhtırasını “ zayıf, gerçekçilikten uzak, duygusal, biçimsel açıdan kötü kaleme alınmış, sorunların 
ağırlığı açısından yanlış değerlendirmelere açık “ bir belge olarak yorumlamıştır. Bkz., Sevres Andlaşmasına Doğru, (Çeşitli Konferans ve Toplantıların 
Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1981, s.LXXI. 
3 Bu konuda geniş değerlendirme ve yorumlar için bkz., M. Budak, İdealden Gerçeğe, s.82-89. 
4 Kongrenin birinci maddesindeki Osmanlı vilayetleri, “Trabzon vilayeti ve Canik Sancağı ile Vilayet-i Şarkiye namını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir,
Mamuretülaziz, Van, Bitlis vilayatını ve bu saha dahilindeki evliye-i müstakile” kasdedilmektedir. Erzurum Kongre beyannamesinin tam metni için bkz.,
 Askerî Tarih Belgeleri, Yıl 30, Sayı 79, Mayıs 1981, Genelkurmay Basımevi,Ankara 1981, s.42-44.
5 Daha orijinali “Devlet-i Osmaniye ile Düvel-i İtilafiye arasında mün’akid mütarekenamenin imza olunduğu 30 Teşrin-i evvel 334 tarihindeki hududumuz 
dahilinde” şeklindedir.Aynı şekilde beyannamenin altıncı maddesinde de insan unsuru ifade edilirken bu kriter cümleler aynen yazılmıştır. Bkz., Faik 
Reşit Unat, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukûk Cemiyetinin Kuruluşuna Ait Vesikalar”, Tarih Vesikaları I/1, Haziran 1941, s.7-8. 
6 Atatürk Haftası Armağanı, 10 Kasım 1977 Genelkurmay Basımevi, Ankara 1977, , s.41-42. Aslında bu armağan sayısı, Genelkurmay ATASE Arşivi’nde 
yer alan Atatürk Arşivi’ndeki Misak-ı Milli dosyalarındaki belgelerin yayımıdır. Hüsrev Gerede’nin götürdüğü belgede burada yer almaktadır. 
7 Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 2. Kitap, Birinci Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1992, s. 301-302. 
8 M. Budak, a.g.e., s.155-156. 
9 A. Mumcu, “Misak-ı Milli ve Anayasamız”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, I/3, Temmuz 1985, s.822-823. 
10 M. Budak, a.g.e., s.159-160. 
11 Kemal Atatürk, Nutuk I, 15. Baskı, MEB Yayını, İstanbul 1987, s.360. 
12 Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, II, İstanbul 1970, s.264. 
13 Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Türk Tarih Kurum Yayınları, Ankara 1982, s.96. 
14 T.Z. Tunaya, “Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti Rejimine Geçiş”, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve 
Atatürkçülük, Genişletilmiş 2. Baskı, Turhan Kitabevi, Ankara 1981, s. 189-191. 
15 B. Tanör, Kurtuluş Üzerine 10 Konferans (Türkiye 1918-1923), Der Yayınları, İstanbul 1995, s.68-71.. 
16 D. Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi, Ankara 1971, s. 179-181. 
17 H. Temperley, A History of the Peace Conference of Paris, VI, s.London 1924, 53-54. 
18 D. Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı 19141922 (Çeviren: Mehmet Harmancı) Sabah Kitapları, İstanbul 1993, s.425-426. 
19 A. Toynbee, The Western Question in Greece and Turkey (A Study in the Contacat of Civilisations) London 1922, s.187-190. 
20 B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çeviren: Metin Kıratlı), 2. baskı, TTK Yayını, Ankara 1984, s.250. 
21 A. Davudoğlu, Stratejik Derinlik (Türkiye’nin Uluslararası Konumu), Birinci Basım, Küre Yayınları, İstanbul 2001, s.69. 
22 Bu ibare, orijinal beyannamede geçmektedir. Aynı şekilde, Mondros mütarekesi kasdedilerek “hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” ibaresi de orijinal beyanname ifadeleridir. Ne yazık ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren günümüz de dahil bu konuda yazılan kitapların çoğunda, birbirlerinden naklen 
dönemlerin ideolojik anlayışlarına uygun olarak orijinal beyanname metinlerinde Cemiyetince 1931’de yayımlanmış olan Tarih IV kitabıdır. Burada, Osmanlı İslam ibaresi, Türk olmuş, “hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” ibaresinden ise “haricinde” kelimesi çıkarılmıştır.. Bu ise orijinal beyanname metninin tahrif edilmesinden başka bir şey değildir. 
23 “…bu hudud dahilinde tasavvur edilmesin ki, anâsır-ı İslamiyeden yalnız bir cins millet vardır. Bu hudud dahilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anasır-ı 
İslamiye vardır. İşte bu hudud memzuc bir halde yaşayan bütün maksadlarını, bütün manasiyle tevhîd etmiş olan kadre milletlerin hudud-ı millisidir.”, Bkz., 
Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi I, 3. baskı, Ankara 1959, s.16. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder