3 Kasım 2019 Pazar

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 7

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 7


Kürt Meselesi., 

Suriye, ülkenin kuzeydoğu köşesinde bulunan Cezire bölgesinde yerleşmiş yaklaşık 1 milyonluk bir Kürt nüfusa sahiptir. Suriye Kürtlerinin çoğunluğu, 
Türk baskısı nedeniyle 1920’lerde sınırın öte yakasına kaçarak Türkiye’den bu bölgeye gelmiş sığınmacıların torunlarıdır. 

PKK liderleri 1980’de, Ankara’daki bir askeri darbeden sonra Türkiye’den Suriye’ye kaçmış, burada kendilerine devlet desteği verilmiştir. 
Suriye, Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde PKK’ya eğitim kampları sağlamış ve Öcalan’a Şam’da sığınma hakkı tanımıştır. Ancak Sovyetler Birliği’nin 1991’de çökmesiyle birlikte, Suriye’nin pozisyonu ciddi şekilde zayıflamış; Türk ve İsrail askeri güçleri arasında izole edilmiş ve sıkışmıştır. 

1998’de Ankara Şam’a açık bir ültimatom vererek, PKK’ya desteğini kesmez ve Öcalan’ı sınırdışı etmezse, Türk Askeri işgaline hazır olmasını belirtti. Bu tehdit Suriye sınırına onbin askerin kaydırılmasıyla da desteklendi. Hafız Esat, elinde fazla seçenek olmadığını hissederek, kendisinden pek beklenmeyen bir tavırla diz çöküp Türkiye’ye karşı uyguladığı çatışmacı politikaları tamamen gözden geçirmeye yöneldi. Bu gelişme, bölge için ciddi içerimleri olan yeni ve önemli bir ikili ilişki sürecini tetikledi.

“Ankara’nın Suriye’ye karşı tutumunun değişmiş olduğunun en iyi kanıtı, iki ülke 
arasındaki yaklaşık 450 mil uzunluğunda ve 1,500 fit genişliğindeki (Soğuk Savaş’ın heyheyli günlerinde, 1952’de yerleştirilmiş olan) mayınlı alanı Türkiye’nin temizlemekte oluşudur.” 

Sonuç 

2005 yılında iki ülke arasında bir serbest ticaret bölgesi kurulması konusunda 
anlaşmaya varılmış ve Şam’ın Suriye’de Türk yatırımlarını teşvik etmesiyle, iki ülke petrol arama amaçlı ortak bir şirket kurmuşlardır. Aynı zamanda sınır bölgelerinde ortak bir elektrik şebekesi geliştirmektedirler. Nihayet, dikkate değer bir nokta da, Suriye’ye giden Türk turistlerin sayısının büyük oranda artarak 2000’den 2005’e on dokuz katına çıkmış olmasıdır. 

Türkiye ve Irak 

1958’deki Irak devriminden beri Türkiye-Irak ilişkileri sınırlı ve limoni 
etkileşimlerden, Saddam sonrasında Türkiye’nin Irak’ın işlerine müdahil olmasına uzanan bir seyir izlemiştir. Bugün iki ülkenin ilişkileri hızla genişlemekte, ancak Irak’taki iç karışıklıktan kaynaklanan ihtilaflar bu ilişkilere damgasını vurmaktadır. Son yıllarda, Ankara’nın Bağdat’la ilişkileri şu unsurlarca belirlenmiştir: 

*Irak Kürtlerinin siyasî özerklik arzuları, Kerkük kentinin statüsü, petrolü ve orada yaşayan Türkmen nüfusun kaderi; 
*Sınır sorunları ve eski Osmanlı vilayeti Musul’un statüsü; 
*Terörizm, iç savaş ve İslami radikalizm gibi, Saddam sonrası Irak’ın istikrarı ve 
bütünlüğüne ilişkin sorunlar; 
*Irak içinde yeni yeni fakat hızla artan İran etkisi Dünyadaki çoğu ülke, devrimci İran’dan çekinmeleri nedeniyle Irak’ı desteklemiştir. 
Türkiye ise her iki ülkeye karşı da pozitif bir tarafsızlık tavrı benimsemiş ve ticaret yoluyla bu ülkelerin acil ekonomik ihtiyaçlarını karşılama yoluna gitmiş az sayıdaki ülkeden biri olmuştur. Bunun sonucunda Türkiye, savaştan ciddi gelir sağlamıştır. 
Türkiye aynı zamanda petrol boru hattından dolayı Irak’tan yaklaşık 250 milyon dolar kira geliri elde etmiş, Türkiye ile Irak daha geniş bir bölgesel plân kapsamında elektrik şebekelerini entegre etme konusunda anlaşmışlardır. Ayrıca 1974 ile 1990 yılları arasında Irak’ta Türk inşaat projelerinin toplam değeri 2.5 milyar doları bulmuştur. 

1991 Körfez Savaşı Felaketi

İran-Irak Savaşı’nın aksine 1991 Körfez Savaşı ve sonrası, Türkiye için hemen her açıdan tam bir felaket olmuştur: 

Irak’ın Kürt bölgesi üzerinde Saddam’ın kontrolü kesin olarak kırılmıştır. 
Saddam’ın Kürt bölgesi üzerinde yeniden mutlak kontrol tesis etme girişimlerinin sonucu olarak yarım milyon Kürt kuzeye, Türk sınırına doğru harekete geçmiş, bu da Ankara için kitlesel bir sığınmacı sorunu doğurmuştur. 

Irak’ın Kürt bölgesi, ABD’nin sponsorluğunu yaptığı Çekiç Güç kapsamında 
uluslararası BM koruması ve gözetimi altına alınmıştır. Dahası, Kürt insanî krizi yüzünden, ABD’nin Kürt özerkliğini tolere etmeme sözü tartışmalı hale gelmiştir. 
Kürt partileri, ABD’nin baskısıyla, Irak’ta ilk defa kendi aralarında siyasî olarak 
“ulusal” düzeyde kurumsal işbirliği yapmaya zorlanmışlar, bu durum Ankara’nın bunları birbirine karşı kullanma seçeneklerini peşinen ortadan kaldırmıştır. Bu olgu, Irak Kürt siyasî tarihinin evriminde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. 
Irak’ın Kürt bölgesi, neredeyse bağımsız de facto bir devletin altyapısını hızla 
geliştirmiştir. 

Bu durum Türkiye ile bir “Kürt varlığı” arasında gayriresmi bir diplomatik ilişkinin başlangıcını teşkil etmiştir. (2004 sonunda bu süreç, hiç akla gelmeyeni başaracaktı: Türkiye kıdemli Kürt lider Celal Talabani’yi Irak Cumhurbaşkanı olarak Ankara’da ağırlamak durumunda kaldı.)

Saddam’ın Irakı üzerine uygulanan uluslararası yaptırımlar Türkiye’yi Irak’la olan karşılıklı ticaretinin büyük bir kısmından vazgeçmeye zorladı ki bunlar arasında iki petrol boru hattı da vardı. Ambargo dönemi, Türkiye’ye en azından 8 milyar dolara mal olmuştur. 
1991 Savaşı’nın Türkiye’ye tek faydası, Washington’la olan stratejik ilişkisinin 
pekişmesiydi, zira Türkiye güvenilir müttefik imajını sağlamlaştırmıştı. 

2003 Körfez Savaşı-İstenmeyen Savaş 

Saddam rejiminin devrilmesi, Ankara’nın istediği en son şeydi; Türkiye için bu, 
Irak’ta Pandora’nın kutusunun açılması demekti. Saddam’ın Ankara açısından tek önemli problemi; Irak’ı sürekli çatışma içine çeken, tahmin edilmesi zor, agresif ve dengesiz karakteriydi. Oysa bunun dışında Saddam, kendi Kürt nüfusunu kontrol altında tutmak için muazzam çaba harcamıştı. 

Türkiye’nin 2003 yılından beri Irak’la ilgili olarak dile getirdiği en önemli dış politika amaçlarından biri, hassas petrol bölgesi Kerkük ve çevresindeki Türkmen nüfusun refahını korumaktır. Her ne kadar bu grubun nüfusu muhtemelen 1 milyondan az ise de-Türkmenler sayılarının 3 milyon olduğunda ısrar etmektedir ler-Türkmenler Kerkük şehrinde yaşayan nüfusun önemli bir parçasını teşkil etmektedirler. Esasen Sünni Türkmenler, Kürtlerin alt sınıfı temsil ettiği Osmanlı yönetimi altında Kerkük’ün yönetici elit sınıfını oluşturmaktaydılar. Ancak o zamandan beri Türkmenler kesin bir konum ve etki kaybına uğramışlardır, özellikle de Kerkük ve çevresini kontrol etmek için yapılan üçlü rekabet sırasın da. Ankara hâlâ, Kürtlerin Kerkük’ten elde edecekleri geliri kendi özerkliklerini tahkim etmek ve hâttâ gelecekte bağımsızlık kazanmak amacıyla kullanmalarını önlemek için, Irak petrolünün tamamının Bağdat’ın merkezi kontrolü altında olmasını istemektedir. Ancak petrol gelirinin bir dereceye kadar bölgesel kontrolü yolunda yapılan müzakereler halihazırda bir hayli yol almış durumdadır. 

Birleşik Devletler eninde sonunda Irak’ı terk edecektir, fakat Avrupa Birliği 
Türkiye’nin oradaki siyasî statükoyu değiştirmeye yönelik bir askeri müdahalesini hoşgörüyle karşılamayacaktır; özellikle de sağlam meşrulaştırıcı gerekçeler olmadıkça, ki bugün yoktur. 

Ayrıca öteki Arap ülkeleri ile İran, Kuzey Irak’ta olabilecek herhangi bir Türk askeri müdahalesine karşı sert tepki göstereceklerdir, hele hele Türkiye orada bir şekilde sürekli kalmaya heveslenirse. Bu takdirde Türkiye, bir anda kendisini kazanılması imkansız bir gerilla savaşının ortasında bulabilir. 

Peki acaba bugün Şiilik Türkiye için ne anlama gelmektedir? Bir hayli heterodoks Şii nüfuslarıyla Alevilerin, Şiiliğin herhangi bir Ortodoks biçimini temsil etmemeleri dolayısıyla İran’a doğru yönelmeleri için pek bir nedenleri yoktur. Esasen, geçmişteki hâkim Sünni baskısı nedeniyle Aleviler genel olarak sıkı laiktirler.

Her ne kadar bugün Orta Doğu’da hemen her şey mezhepsel siyaset üzerine kurulu olsa bile, Ankara’nın Irak’taki mezhep çatışmasında taraf olması hemen hiç ihtimâl dahilinde değildir. Mezhepsel dürtüler üzerine politika bina etmek, modern Türkiye’nin işi değildir, öteki Sünni devletler tarafından böyle yapmaya teşvik edilse bile. 
PKK gerillalarının eylemleri birkaç yıldır sahneye geri dönmüş durumdadır. 
Washington’un kuşku uyandırır şekilde hakkında pek bir şey yapmadığı PKK’nın Kuzey Irak’ta hâlâ müstahkem bir mevkii vardır. Pek çok Türk, ABD’nin PKK üslerini hava saldırılarıyla bölgeden dışarı atmamasının, Türkiye’nin topraklarını ABD askerlerine kapatmasına karşı ödenen bedelin bir parçası olduğuna inanmaktadır. 
Ancak Türkiye tarafından Kuzey Irak’ın tam olarak işgali ve Irak toprağının ele 
geçirilmesi hiç muhtemel değildir; böyle bir şey Kuzey Irak’ta Türkiye’nin kazanamayacağı, tahripkar bir gerilla savaşıyla sonuçlanır.

Türk özel sektörü, Irak Kürdistanı’na büyük paralar yatırmıştır ve Kürtlerin Irak petrol satışlarından elde ettikleri petrol gelirleri dışında, o bölgedeki en hâkim ekonomik güç konumundadır. Irak Kürdistanı’na yönelik Türk ihracatının, özellikle de gıda ve inşaat malzemeleri ihracatının, 2007 yılında 5 milyar dolara ulaşması beklenmektedir. 

Sonuç 

Bağımsız bir Kürt devleti ihtimali bugün her zamankinden fazladır. Dahası, dünyada kimlik politikalarının tanınması ve genel anlamda yapılan demokrasi ve insan hakları çağrıları, kaçınılmaz şekilde Kürtlerin kendi kaderini tayin ihtimalini güçlendirmektedir. Buna ilaveten, Irak devleti içindeki artan bölünmeler, çökmekte olan bir Irak devletinin bir parçası olarak kalmak yönünde Kürtlere fazla bir ümit vermemektedir. Sonuç olarak, bütün sınırları aşan uluslararası Kürt davasının sonunda nereye doğru evrileceğini hiç kimse bilemez. 

Bir gün acaba bâzı Kürtler için bağımsızlık söz konusu olacak, bazıları için olmayacak mı, Pan- Kürt bir devlet mi olacak, yoksa hepsi için özerklik mi söz konusu olacak? Ya da gevşek bir konfederasyon altında çeşitli Kürt grupları arasında kalıcı siyasî bölünmeler, statükonun devamı, ABD himayesinde bir Kürt devleti, veya Arap Irak’ında pek hoş karşılanmayacak ve ABD askeri üslerine ev sahipliği yapacak özerk bir Kürdistan mı? Çok sayıda olası senaryo mevcuttur, ancak bölgesel devlet rekabeti bağlamında bunların hemen hepsinin son derece 
değişken olması muhtemeldir. 

Her ne kadar Irak Kürtleri genel olarak PKK’nın silahlı eylemlerinin ve terörizminin aleyhinde olsalar da, PKK’nın başarmaya çalıştığı şeye karşı bir sempati ve anlayış beslemektedirler. 

Türkiye ve İran İhtiyatlı Bir Bir arada Var olma 

Türklerin başka hiç kimse ile Farslarla olduğundan daha eski veya daha karmaşık kültürel etkileşimi yoktur. İki bin yıldan daha uzun zamandır İran, Anadolu’ya kim hükmetmiş İse onun jeopolitik rakibi olmuştur, ki bunlar arasında Bizans da vardır. 
İran’ın Osmanlı devletinin baş teolojik ve ideolojik rakibi haline gelmesi, ancak 
İran’ın 1500 yılında dinî bir çark edişle Şiiliği devlet dinî olarak kabul etmesiyle olmuştur. 
On altıncı yüzyıldan itibaren, Şii İran ile Sünni Osmanlı İmparatorluğu arasındaki bu ilişki, ideolojik açıdan birbirini kötüleme ve Anadolu ile Mezopotamya üzerinde uzun bir mücadele içeren dinî bir soğuk savaş teşkil etmiştir.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti İran’ın yeni Pehlevi hanedanıyla bir tür iş ilişkisi gibi yürüyen ilişkiler kurmayı arzu ediyordu. Gelişen ilişkiler, 1932 yılında iki ülke arasında yeni bir sınır anlaşmasıyla sonuçlandı. Her ne kadar Şah Rıza’nın reformları çok daha az zekice, daha az beceri, anlayış veya kalıcı etkiyle icra edilmiş olsa bile, uyguladığı Batılılaştırmacı reform programı konusunda Şah’ın örnek aldığı model, bizzat Atatürk idi. 

Modern Türk-İran ilişkileri genel anlamda şu faktörlerce belirlenmektedir: 

*Türk-İran ilişkilerini olduğu kadar Irak, İran ve Türkiye Kürtleri arasındaki üçlü ilişkileri de etkileyen Kürt meselesi; 
*Her ne kadar çoğu zaman sürtüşmenin nedeni değil de aracı olsa bile, devlette dinin rolü konusundaki ideolojik gerginlikler; 
*Saddam sonrası Irak, Suriye, İran Körfezi, Kafkaslar ve Orta Asya üzerinde etkili olmaya yönelik jeopolitik rekabet; 
*İran’ın potansiyel nükleer silahlara sâhip olma arayışı. Sünni-Şii bölünmesine rağmen, her iki devlet de dinî farklılıklarını görmezden gelmeyi büyük ölçüde 
başarmıştır, özellikle de daha yakın yüzyıllarda. 

Meselâ Sultan II. Abdülhamit, Osmanlı döneminin son yıllarında, Avrupa’nın 
emperyal meydan okuyuşları karşısında bütün Müslümanları birleştirmeyi amaçlayan Pan İslamcı politikalarına İran’ın desteğini kolayca isteyebilmişti. 
1920’lerde, her iki devlet de-Türkiye Atatürk, İran ise Rıza Şah yönetimi altında-geniş kapsamlı bir reform ve Batılılaştırma programının parçası olarak sıkı laikleştirici gündemler benimsediler. 

Ancak 1979’da Şah’ın sekülarizmini ve Batıcılığını yıkıp ülkede teokratik düzen 
kuran İran Devrimi’nden sonra, iki ülke arasındaki dinî gerginlikler yeniden canlandı. Ankara’ya gelen İranlı resmî ziyaretçiler diplomatik zorunluluk olarak Atatürk’ün mezarına yapılması gereken ziyareti sürekli reddettiler-bu, Türkiye’nin resmî ideolojisine karşı büyük bir hakarettir. 

Bugün İslami eğilimli AKP, Tahran’la ilişkileri geliştirmek için ciddi gayret 
göstermekteyse de Türk Silahlı Kuvvetleri, İran konusunda Türkiye’nin sivil yetkililerine göre çok daha şahince bir tutum benimsemektedir. 

İran ile Osmanlılar arasında cereyan etmiş önemli sınır ihtilaflarının çoğu, Osmanlı Irakı ile İran arasındaki sınırlarla ilgiliydi. Her ne kadar bu özel gerginlik kaynağı modern Türk devletinin yeni sınırlarıyla ortadan kalkmışsa da, İran’ın Saddam sonrası Irak’ta yükselen etkisi, gelecekte bir İran-Türk gerginliği olması ihtimalini ortaya çıkarmıştır. 

İran’daki, Türkçe konuşan azınlıklar, çağdaş Türk-İran ilişkilerinde önemli bir sorun teşkil etmemekle birlikte, Türkiye’nin İran üzerinde tek yönlü baskı kurabileceği potansiyel bir araç durumundadır. İran nüfusunun yaklaşık yüzde 26’sı Türkçe konuşmaktadır, ki bunların ezici bir çoğunluğu Azeridir ve kültürel ve dilsel açıdan Azerbaycan Azerileriyle çok yakın irtibatlıdır. 

Tüm dünyada Türkçe konuşan halklar arasında, “Türklükleri”nin en az farkında olma eğilimindeki İran Azerileri, kültürel ve ekonomik açıdan İran’a gayet iyi entegre olmuş durumdadırlar. 

Pan-Türki meselelerin gelecekte Türk-İran ilişkilerinde ciddi bir rol oynaması pek muhtemel değilse de bunlar, ikili ilişkilerin kötüleşmesi ihtimaline karşı, Türkiye tarafından kuluçka halinde ve istismara açık durumda tutulmaktadır. 
Bölgesel koşulların gerçekten ciddi biçimde kötüleşmesi halinde İran, İran Azerileri, Azerbaycan Azerileri, Ermenistan, Irak ve Türkiye arasında altı-yönlü bir kriz çıkması tamamen ihtimâl dışı değildir. 

Genel olarak Türk ordusu, bilhassa İran hükümetinin İslami karakteri nedeniyle, İran’a karşı sivil dış politika mahfillerinden çok daha sert bir tutum takınmıştır. Nitekim eski Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin İran’la ilişkilerini iyileştirme çabalarına karşı ordunun eleştirel tutumu, bizzat dış politika ile ilgili olmaktan ziyade İslam konusuna yönelik iç politikalarla ilgiliydi. 

Ne de olsa PKK, kendine özgü Pan-Kürt ideolojisiyle sonuçta İran’ı da tehdit 
etmektedir. Türkiye ve İran, 2006 ve 2007’de PKK’ya ve İran’daki ikizi PJAK’a (Özgür Yaşam Partisi) karşı ortak askeri operasyon konusunda yakın işbirliği yapmışlardır. 

8. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder