3 Kasım 2019 Pazar

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 9

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 9



Türkiye ve Suudi Arabistan 

I. Dünya Savaşı’ndan sonra, el-Suud’un Vahhabi kuvvetleri, ki Osmanlı’nın çok 
kültürlü İslam ifadelerine hasmane bir tutum takınıyorlardı, Hicaz’daki kutsal mekanların kontrolünü ele geçirdi. Sonuçta modern Türkiye’de hem Hicaz’daki Haşimi isyanının, hem de el-Suud’un Osmanlı devletine karşı giriştiği isyanın hatıraları hâlâ yaşamaktadır. 
El-Suud’a karşı olan gizli husumet, 2002 yılı gibi daha yakın bir tarihte yeniden su yüzüne çıkmış; Mekke’de bir konut projesine yer açmak amacıyla tarihi bir Osmanlı-Türk Kalesi yıkılınca Türkler Suudilere ateş püskürmüşlerdir. Türk Kültür Bakanlığı “Kalenin yıkılması olayı Suudi Arabistan’da Türk mirasına yapılan en son saldırıdır, ki bu ülke geçmişte de Osmanlı evlerini, mezarlarını ve tarihi bir demiryolunu tahrip etmişti. Bu, insanlığa karşı bir suç...ve kültürel soykırımdır” demiştir. Suudiler ise buna verdikleri cevapta Türkiye’yi İslami bir devlet olarak kendi mirasını ve kimliğini lağvetmekle suçlamışlardır. 
Kemalist düzen Suudi Arabistan’ın uluslararası İslami politikalarına daima kuşkuyla bakmıştır. Bireyler olarak Suudiler muhtemelen Türkiye’ye karşı kendi hükümetlerinden daha sıcak duygular beslemektedirler, ancak bu duygu pek karşılıklı sayılmaz. Türk sokak basını sık sık krallıkla ilgili dehşetli hikayelerden bahseder, el-Suud Hanedanı da Türklerden pek dinî saygı görmez. 
Yine de Suudiler İstanbul’u Müslüman turizm güzergahlarından biri olarak 
değerlendirirler. 

Altını çizmek gerekir ki yaklaşık son kırk yıldır ilk defa Suudi Kralı Abdullah, 2006 yılında Türkiye’ye bir kraliyet ziyareti gerçekleştirmiştir; neredeyse kesinlik derecesinde denebilir ki bunun sebebi, Türkiye’nin Irak dâhil Orta Doğu meseleleriyle daha fazla ilgilenmesi ve duyarlılık göstermesinin takdir edilmesi idi. 

Türkiye ve Afganistan 

Afganistan, Türklerin Doğu dünyasına yönelik geniş jeopolitik vizyonunun çok 
candan bir parçasıdır ve Arap dünyasına kıyasla birçok bakımdan Türk ruhuna daha yakındır. 
Afganistan bugün bünyesinde kalabalık ve önemli Türki Özbek ve Türkmen azınlıkları ve genelde İngiliz emperyalizmine başkaldırırken çoğu kez yardım için Osmanlı Türkiyesi’ne bakmış olan Güney Asya bölgesindeki Müslüman yöneticileri barındırmaktadır. 
Afganistan (Sovyetler Birliği’nin ardından) yeni Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ni 
tanıyan ikinci ülke olmuş, hâttâ Atatürk’ün Avrupalı emperyalistlere karşı yürüttüğü Ulusal Kurtuluş Savaşı’na yardım etmek için askeri destek göndermiştir. Gerçekten de Afgan Kralı Emanullah Han’ın (1919-29) Atatürk’le yakın bir kişisel dostluğu vardı; 
Emanullah Han, Atatürk’ün modernleştirici reformlarının büyük bir hayranı idi ve bunları Afganistan’da da aynen gerçekleştirmek istemişti. 

Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, Türkiye’nin jeopolitik manzarası aniden geniş bir şekilde Doğu’ya açılmış; Afganistan ve Pakistan, bir gecede Orta Asya’ya ve Keşmir’e açılan kapılar haline gelmiş, Türk halklarının zihninde o eski bağlar yeniden canlanmıştır. 

Genişleyen bu Doğu alanı Türk siyaset tasavvuruna yeni fırsatlar ve yeni bir kafa yapısının kazınmasına yaramıştır. Türk kamuoyu, Taliban’a hiçbir sempati beslenmemesine karşın, ABD’nin Afganistan’ı işgaline karşı büyük bir tepki göstermiştir: Halkın yaklaşık üçte ikisi bölgedeki ABD askeri operasyonlarına ve ABD kuvvetlerinin Türk askeri tesislerini kullanması da dâhil olmak üzere ABD operasyonuna destek verilmesine karşı çıkmıştır. 
Türk kamuoyunun aksi görüşüne rağmen Türk hükümeti, Afgan operasyonunda 
Birleşik Devletler’e yardım etmeyi kabul ederek Kuzey İttifakı askerlerinin güneye, Kabil’e doğru hareketine destek ve eğitim sağlamıştır. 
Ayrıca Afganistan’a giden barış gücü askerlerine katkıda bulunmuş, Orta Asya’ya yönelik ABD ve NATO destek uçuşlarına hava üssünü kullanma imkanı vermiştir. Dahası Türkiye, ilk başlardaki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’nün barışı koruma operasyonuna bin dört yüz askerle katkı sağlamıştır.

Bu ABD dışında operasyona en büyük, Müslüman ülkelerdense tek katkıyı teşkil 
etmiştir. Ancak Türkiye 2006’da NATO’nun Kabil dışındaki operasyonlar için asker gönderme çağrısını reddetmiştir. 

Daha da etkileyici olansa, Türk özel sektörünün Afganistan’daki yatırımlarıdır. Başka herhangi bir ülkeden gelenden daha büyük olan yatırım miktarı 2006 başları itibariyle yaklaşık 1 milyar dolara ulaşmıştır. 

Türkiye, uzun vadeli bir bakışla kendisini Afganistan’a mutlaka yardım etmek zorunda hisseden ve bu ülkenin refahında kalıcı menfaati olan az sayıdaki bölge ülkesinden biridir. 
Her ne kadar Peştun nüfus arasında bulunan Taliban yanlısı unsurlar, Türkiye’ nin, ABD çıkarlarını kollayan bir paravan olmasından kuşkulansalar da, her iki tarafta da duygusal bağlar gücünü korumaktadır. 

Türkiye ve Avrasya 

Sovyetler Birliği artık ölmüştür ve daha önemlisi, Türkiye artık Rusya ile ortak bir sınır bile paylaşmamaktadır. Bugün Türkiye’ye karşı Rus askeri saldırganlığı neredeyse akla gelmez durumdadır. Azerbaycan ve Orta Asya gibi, SSCB’nin Türki Müslümanlarının büyük çoğunluğu 1991’de bağımsızlıklarına kavuşmuşlar dır. Türkiye jeopolitik seçeneklerini yeniden şekillendirmekte ve bu bağlamda Rusya Türkiye’ye iktisadi, siyasî ve askeri alanlarda bir ortak olarak önemli fırsatlar sunmaktadır. 
Yine de realite şudur ki, Türkiye’nin eski Rus ve Sovyet imparatorluklarının 
Müslüman (büyük ölçüde Türki) halklarıyla olan tarihsel ve etnik ilişkileri hiçbir zaman Moskova için potansiyel bir kaygı olmaktan tamamen çıkmayacaktır. O kadar ki Moskova ile Ankara, bu halklar üzerinde etki bakımından âdeta zıt kutupları temsil etmektedirler. Bugün, hâlâ Rusya Federasyonu içinde kalmış olan Müslümanlar-Volga ve Kırım Türki Tatarları, Çeçenler ve Kuzey Kafkasya’ daki öteki halklar-daha fazla özerklik veya Moskova’dan bağımsızlık istemektedirler ve asırlardır kendilerine yardım etmesi için yüzlerini Türkiye’ye 
çevirmişlerdir. Fakat Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Türk dünyasının kapılarının yeniden açılmasıyla başlayan kısa bir aşırı coşku döneminin ardından, Türkiye’nin bu Müslüman halklarla ilişkisi, Ankara için biraz hayal kırıklığına uğratıcı olmuştur. Aynı zamanda, Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkilerden elde ettiği çıkarlar katlanarak artmıştır. 
Bu istikamet değişimi en çarpıcı şekilde, iki yüz yılı aşkın bir süredir Kafkaslar’da bağımsızlık için mücadele eden Çeçenlerin durumunda kendini göstermektedir. Çeçenler İslami kimliklerine derinden bağlıdırlar. Türki olmasalar da, Türkiye’de, asırlar süren Rus baskısından kaçanların oluşturduğu, hatırı sayılır bir Çeçen diyasporası vardır. Çeçenler, davalarının sesini duyurmak için 1990’larda Türk topraklarında birkaç uçak kaçırma olayına karıştılar. Geçmişte Ankara zaman zaman Çeçenler’e destek verdiğinde, Moskova da açık 
şekilde Türkiye’nin Kürtleri’ne aynı şeyi yapardı. 
Bugün Türk-Rus ilişkilerinde güçlü bir ekonomik tamamlayıcılık da ortaya çıkmış 
bulunmaktadır. Moskova dünyada Almanya’dan sonra Türk mallarının en büyük ikinci ithalatçısıdır, Türkiye de Rusya’da inşaat alanında 6 ila 12 milyar dolarlık yatırım yapmıştır. 
Ayrıca Türkiye’ye giden Rus turistlerin sayısı, Almanya’dan gelen turistlerin sayısı ile yarışmaktadır; 2004 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Rus sayısı 1.7 milyonu bulmuştur, İstanbul sokakları ve sahil kasabalarının plajları dâhil her yerde Ruslara rastlamak mümkündür. 

Önemle vurgulanmalıdır ki, Karadeniz’in altından geçen Mavi Akım yoluyla 
Türkiye’nin Rusya’dan yaptığı büyük çaplı doğal gaz ithalatı-ki bu, Türkiye’nin doğal gaz ithalatının en azından yüzde 70’ini teşkil etmektedir-iki ülke arasında uzun süreli bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi yaratmaktadır. Esasen Rusya, mevcut Mavi Akım boru hattını Türkiye’den güneyde İsrail’e kadar uzatmak istemektedir.

Önümüzdeki on yılda Türkiye’nin gerek Rusya ve gerekse Orta Doğu ile olan bağları muhakkak ki daha da yoğunlaşacak, bu da Türk bakış açısının çekim merkezini daha çok Doğu’ya kaydıracaktır. 

1990’ların ortalarında Türkiye, Rusya’dan silâh, mühimmat ve helikopter satın alan ilk NATO ülkesi olmuştur; çünkü Batılı ülkeler, Kürt isyancılara karşı kullanabileceği gerekçesiyle Türkiye’ye silâh satmayı reddetmişlerdir. Ayrıca Rusya, Türkiye’nin askeri modernizasyon projesi ihalesine katılmayı da planlamaktadır. 
Bir Türk diplomat, Ankara’nın Moskova ile sürdürdüğü düzenli siyasî diyalogu 
Dışişleri Bakanlığı’nın herhangi bir ülke ile sürdürdüğü “en düzenli ve kapsamlı” diyalog olarak nitelendirmektedir. Moskova ve Ankara, Güney Kafkaslar’daki ABD politikalarının istikrarı bozucu olduğu görüşünü paylaşmaktadırlar ve bölgede statükonun korunmasından yanadırlar. Ankara ABD’nin Gürcistan’ı NATO’ya çekme planlarını Rusya’ya karşı gereksiz yere kışkırtıcı bir eylem olarak görme eğilimindedir; aynı zamanda Abhazya ve Acaristan’dan gelmiş kendi Gürcü azınlıklar diyasporası bu grupların Gürcistan’dan ayrılmasına sempatik 
bakmaktadır. 

Moskova bu arada, şüphesiz kısmen Türkiye’nin tarihi ABD yanlısı yöneliminden 
sapmasından duyduğu memnuniyetin ifadesi olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişini desteklediğini açıkça ilan etmiş; Kıbrıs sorununda da Türkiye’nin pozisyonunu desteklemeye uğraşmıştır. Buna karşılık Türkiye de Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesine yardımcı olmayı kabul etmiştir, ki bu da Rus-Türk ticaretini daha da artırabilecek bir olgudur. 
Rus kamuoyunun Türkiye’ye bakışı oldukça olumludur. 2005 yılında Rusya’da 
yapılan bir kamuoyu yoklamasında, Rusların yüzde 71’i Türkiye’ye karşı pozitif bir tavır takınmıştır. Yüzde 51’i Türkiye’yi güvenilir bir ticari ve ekonomik ortak, yüzde 16’sı bir kardeş ülke olarak görürken, sâdece yüzde 3’ü düşman bir ülke ve muhtemel bir rakip olarak görmüştür. 

Türk Düşüncesinde Kafkaslar ve Orta Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü 

Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra Türkiye’de başlamış bir erken aşırı heyecan dalgası Türkleri yeni bir “Türk yüzyılı”nın hakimleri olabileceklerine inandırmıştı. O dönemde, zamanın Türk Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Türkiye’nin Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan yeni bir Türk dünyasının başını çekebileceğini ilan etmişti. 
Fakat bağra basılan Pan-Türki vizyon bir dizi nedenden dolayı asla ciddi olarak 
başarılamadı. Birincisi, Türkiye, çoğunluğu Türk olan yeni cumhuriyetlerin gelişmesinde ve finanse edilmesinde ciddi rol oynayabilecek ekonomik ağırlık ve altyapıdan yoksundu. 
İkincisi, taktiksel ve psikolojik olarak, Türkiye başlangıçta biraz küçümser biçimde bu cumhuriyetlere karşı yeni bir “büyük birader” gibi davrandı, aslında bu cumhuriyetler bâzı açılardan Türkiye’den daha gelişmişti. Son olarak üçüncüsü, bu yeni devletlerin otokratik liderlerinin olağanüstü huysuz, paranoyak ve güvenilmez olduğu ortaya çıktı. Meselâ Özbekistan’ın İslam Kerimov’u, en küçük bir iç muhalefet belirtisine kafasını özellikle takmış 
durumdadır; hâttâ Türkiye’yi kendisini devirmek için hem lâik, hem de İslamcı güçleri desteklemekle suçlamış, bu durum iki ülkenin eğitim alanında sâhip olduğu yakın ilişkileri koparmış ve Türkiye’deki bütün Özbek öğrencilerin geri çağrılmasıyla sonuçlanmıştır. 
Washington da başlangıçta, özellikle de 11 Eylül’den sonra Terörizmle Küresel Savaş için kumanda ettiği geniş işbirliği çağrısı sırasında, Rusya’nın kaybı pahasına Orta Asya’da ciddi stratejik kazanımlar elde etmiştir; o koşullar altında Moskova, Washington’un bölgede edindiği yeni stratejik tutunma noktasına isteksizce boyun eğmiştir. Fakat Washington’un Rusya’yı eski Sovyetler Briliği’nin güney bölgelerinden kalıcı olarak çıkarma kararlılığı, Moskova’nın sert tepkisini çekti. 

Orta Asya liderlerinin otokratik tabiatı da, özellikle söz konusu liderler 
Washington’un, öteki şeyler yanında, Moskova’nın etkisini zayıflatabilmek için tasarlanan demokratikleşme kampanyalarıyla kendi ülkelerini de istikrarsızlaştırabileceğinden korktukları için, giderek daha fazla biçimde Orta Asya ülkelerini Rus yörüngesinde tutma çabasındaki Moskova’nın işini kolaylaştırdı. 

Orta Asyalı Türki cumhuriyetlerle ilişkilerinin soğumasıyla Türkiye de farkına vardı ki Rusya ile kuracağı ekonomik ve stratejik ilişkilerden edineceği kazanç, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) üyesi, küçük, bağımsızlığına yeni kavuşmuş cumhuriyetlerle kuracağı, çabucak elden kaçabilecek herhangi bir ilişkiden elde edeceği kazancı kat kat aşıyordu. 
Sorunun özü Orta Asya cumhuriyetlerinin yönelim ve karakterlerinin netleşmemiş doğasında yatmaktadır. Fakat demokratikleşme ile birlikte Pan-Türki kimlikler büyüyebilir. Şayet günün birinde bu eski Sovyet cumhuriyetlerine daha demokratik bir yönetişim hâkim olursa, Ankara ile ilişkileri de muhtemelen iyileşecektir. Her ne kadar Moskova, Washington’a ve hâttâ Avrupa Birliği’ne hiçbir zaman tam bir alternatif olamasa da, Türkiye’nin yeni ve giderek karmaşıklaşan dış politika yapısında hızla güçlü bir doğuya dönük sütun sağlamaktadır. 

10. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder