TÜRK TARİHİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRK TARİHİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2019 Çarşamba

BİR MİLLİ KİMLİK KONUSU OLARAK ATATÜRK’ÜN “TÜRK TARİHİ VE ÖĞRETİMİ”NE DAİR GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI

BİR MİLLİ KİMLİK KONUSU OLARAK ATATÜRK’ÜN “TÜRK TARİHİ VE ÖĞRETİMİ”NE DAİR GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI 

Prof. Dr. Nuri KÖSTÜKLÜ
* Konya Selçuk Üniversitesi-Eğitim Fakültesi, Tarih Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı 


Genel olarak bir insanın “ne” olduğuna atıfta bulunan “kimlik” kavramı, kişinin kendisine ve başkasına yakıştırdığı çeşitli anlamlara da işaret eder1. Millî Kimlik dendiğinde ise, genel bir ifade ile, ferdin mensubu bulunduğu milletinden aldığı karakter özellikleri ile tanımlanması akla gelir. Bu durumda millî kimliği kavrayabilmek için “millet” kavramını bilmemiz gerekecektir. Çeşitli tanımları yapılmakla birlikte milleti, ortak bir geçmişi bulunan, ortak değerlere sahip ve gelecekte de birlikte yaşama arzusu gösteren yani ülkü birliği olan insan toplulukları şeklinde tanımlayabiliriz. Atatürk millet kavramını şu ifadelerle açıklamaktadır; “Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvâfakatta samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir”2. Atatürk’ün 
de vurguladığı üzere, milletin tanımında “zengin bir hatıra mirasına sahip bulunmak” “ortak bir geçmişe yani tarihe sahip olmak” gibi vazgeçilmez bir şart bulunmaktadır. Bir başka ifade ile bir milletin inşasında, tarih fevkalâde önemlidir. O halde, tarihsiz veya tarih şuuru olmayan bir fertte ise millî kimlik duygusundan bahsedilemez. 

Dolayısıyla, hem fert, hem de millet hayatında önemli bir sosyal disiplin olarak kabul edilen tarih disiplinine devletler, eğitim programları içinde hep önem veregelmişlerdir. Bu yüzden tarihin nasıl öğretileceği veya ondan en verimli şekilde nasıl faydalanılabileceği hususunda yeni kural ve ilkeler bağımsız bir disiplin olarak geliştirilmektedir. Bugün gelişmiş batı ülkelerinde mesela İngiltere’de “tarih öğretimi” son 20 yılda sürekli gelişme gösteren bir disiplin olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Millî kimlik kavramına bu şekilde kısaca temas ettikten sonra Atatürk’ün Türk tarihi ve öğretimi hakkındaki söz ve uygulamalarını anlayabilmek için yakınçağ Türk tarihindeki belli başlı gelişmeleri kısaca hatırlamamız faydalı olacaktır. 

Bilindiği üzere yakın Türk tarihi özellikle 19.yy. başlarından itibaren çeşitli siyasi çalkantılar ve köklü değişim hareketlerinin yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemin karakteristiğine bakacak olursak 2 temel özelliğin dikkat çektiğini görürüz. Bunlardan birincisi; 
Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında eski gücünü kaybetmesi ile Batı’nın O’nu paylaşma arzusu ve bu doğrultudaki politika ve uygulamaları. 
Batı’dan yönelen tazyikler. Bu tazyikler 1815’te Şark Meselesi adıyla şifrelendiğinde, nihai hedef Osmanlı’nın paylaşılması ve Anadolu’da Türk siyasi hâkimiyetinin kırılması olarak belirlenmişti. İkincisi ise; Batı’nın gücü ve baskısı karşısında yetersizliğini fark eden Osmanlı Devleti’nin, var olabilmek için kendini yenileme ve çağa ayak uydurma iradesi ve buna bağlı olarak birtakım müessese 
veya fikirleri geliştirme gayreti ve arayışı içinde bulunmasıdır. Batı’nın Osmanlı ’ya daha doğrusu Türklere yönelik baskıları yalnızca maddi alanda olmayıp, kültür alanında da yoğunlaşmıştı. 

Özellikle Türk’ün varolma veya yokolma sınırına getirildiği 20.yy. ilk çeyreğinde Türk insanını, tarihini, coğrafyasını ve kültürünü tahrip etmek üzere birçok asılsız iddialar, iftiralar ortaya atılmıştır. Bunlar, Türklerin sarı ırka mensup olduğu ve Avrupalılara göre ikinci sınıf insan sayılması gerektiği ve Türklerin medenî kabiliyet ve istidattan mahrum olduğu iddialarıdır. 

Batılı tarihçi ve politikacılar sarı ırka mensup olan bu ikinci sınıf insanların kabiliyetsiz, anlayışsız, uyumsuz, tehlikeli olduklarını, hiçbir medeni eserlerinin 
bulunmadığını, kendilerini düzenleyecek ve yenileyecek kapasitelerinin olmadığını, siyasi karışıklıklarla Avrupa’nın huzurunu kaçırdıklarını, dolayısıyla Avrupa’dan ve Anadolu’dan kovulmalarının hatta yeryüzünden kaldırılmalarının gerektiğini öne sürmüşlerdir.3. 

Bütün bu siyasi, askerî ve kültürel baskılarla Türkiye’nin kolu kanadı budanmaya başlandı. Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri de Türkiye’nin Mondros’a getirilişini önleyemedi. Osmanlı münevverinin ülke bütünlüğü için düşündüğü Osmanlıcılık ve İslamcılık da maalesef çare olmadı. Bir taraftan Şark Meselesi çerçevesinde Batı emperyalizminin Türkiye’ye baskısı, öbür taraftan Fransız inkılabıyla 
daha ziyade Avrupa dışında ve sömürüye hedef olan coğrafyada yayılan ve yayılması teşvik edilen milliyetçilik akımı karşısında Osmanlı’nın çözülüşü önlenemedi. Osmanlı’yı oluşturan milletlerden Yunan “ben Yunanım”, Bulgar “ben Bulgarım”, Sırp “ben Sırpım”, Arnavut “ben Arnavutum”, Arap “ben Arabım” demeye başladı. 93 Harbi ve Balkan Harbi sonunda Türkler büyük ölçüde Balkanlardan sürüldü. I. Dünya savaşında da Müslüman Arap dünyası 
Osmanlı’dan ayrılmanın hesabı içine girdi. Bütün bu gelişmeleri Atatürk 20 Mart 1923’te Konya Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada şöyle analiz ediyordu; “ Bizim milletimiz, millîyetinden tegafül edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki akvam-ı muhtelife millî akidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir, tezlil ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekatımızla gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır”4. 
Atatürk’ün bu tespitlerinde de gayet açık olarak anlaşılacağı üzere Osmanlıcılık fikrinin bir hayal olduğu görülmüş ve bin yıl önce Anadolu’ya gelişte olduğu gibi yine aslî unsur olan Türk unsuru, onun gücü maddî ve manevî değerleri üzerinde durmak ve buna göre, mütevazi de olsa yeni bir yurt tutmak mecburiyeti doğmuştur. Böylece yeni bir tarih ve şuuru ortaya konulmuştur. 

Kökleri daha gerilere gitmekle birlikte Ziya Gökalp’in Türkçülük fikri bu millî tarih görüşünün dayanağı olmuştur5. Tabii ki, Mustafa Kemal’in öğrencilik yıllarından itibaren okuyageldiği ve bugün çoğu Anıtkabir müzesinde bulunan ve üzerine notlar düştüğü tarih ve kültür kitapları da O’nda bir tarih kültürünün oluşmasını sağladı. 

Balkan Savaşlarıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin tasfiye süreci hızlanıp, Mondros’la Anadolu bile Türklere çok görüldüğünde, Mustafa Kemal’in önderliğinde tamamen millî güçlere dayalı olarak bir Millî Hareket başlamış, ve bu mücadelenin her aşamasında ileride kurulacak olan Türk devletinin millî nitelikli olacağının mesajları verilegelmiştir. Çünkü, Osmanlıcılık veya ümmetçilik gibi anlayışlar artık iflas etmişti. Millî Mücadele tarihimizin temel kavramlarına bakacak olursak; Misak-ı Millî, kuva-yı millîye, heyet-i millîye, irade-i millîye, tekâlif-i millîye vb. hepsinde millilik damgasını görürüz. Burada millete dayalı, gücünü milletten alan bir hareket söz konusudur. 

Bu millet ise 23 Nisan 1920’de açılacak olan Meclise nakşedilen “Büyük Millet” olup, adı Türk milletidir. Kurulan devletin adı da tarihte Göktürklerden sonra ikinci Türk adını taşıyan Türkiye Cumhuriyeti’dir. İşte Türkiye Cumhuriyet‘i böyle bir tarihi süreç sonucu, millî, üniter, demokratik ve laik bir devlet olarak doğdu. 

Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, temelinin Türk kültürü olduğunu sürekli vurguladığı6 yeni Türk devletinde her şeyden önce millî kimliğin inşasına önem verdi. Çünkü uluslararası, hukukta da “devlet”i meydana getiren 4 temel unsur; 1- Millet, 
2- Ülke, 
3- Siyasi hâkimiyet, 
4- siyasi teşkilatlanma, arasında milletin ayrı bir yeri bulunmaktadır7. 
Millet şuurunun teşekkülü ise daha önce de vurguladığımız üzere, tarih ve öğretiminden geçmekteydi. 

Atatürk öncelikle, Türk tarihine ve Türk kültürüne yönelik mesnetsiz iddia ve iftiralara karşı, bilim zemininde gerçeklerle cevap vermek gerektiği noktasından hareket etmiştir. Bilindiği üzere Batı emperyalizmi tarafından yöneltilen bu iddialar şu iki noktada toplanmaktaydı; 

1- Türkler sarı ırka mensuptur, Avrupalılara göre ikinci sınıftır ve medenî değillerdir, 
2- Türkler Anadolu’ya sonradan gelmiştir, geldikleri yere dönmelidirler.8. 

Atatürk, bu iddiaları çürütecek yönde ilmî araştırmalar yapılması için kesin direktifler verdi ve yapılacak araştırmaları destekledi. Atatürk’ün bu yöndeki fikir ve çalışmaları onun Türk Tarih Tezi’nin temelini oluşturacaktır. Ancak biz burada çok geniş ve derin bir konu olan Atatürk’ün tarih tezine ayrıntılı olarak girmeyip, tebliğimizin başlığında da sınırladığımız üzere, O’nun millî kimliği inşa yönünde tarih ve öğretimine verdiği önem ve uygulamaları üzerinde duracağız. Yukarıdaki iddialar ve Osmanlı’dan devralınan tarih eğitimi karşısında, Cumhuriyetin temel nitelikleri de göz önüne alınarak, Atatürk, eski tarih eğitim ve öğretimi yerine, millî tarih ve çağdaş öğretim metodlarının esas alınmasını düşünüyordu. Tabii ki millî tarih anlayışı çerçevesinde Batı’dan kaynaklanan yukarıda bahsedilen iftiralara da cevap verilmiş olacaktı. 

Atatürk’ün Türk tarihi ve öğretimi hakkındaki fikir ve uygulamalarını analiz ettiğimizde; her şeyden önce tarih öğretimiyle “kendine güven duygusunun” inşa edilmesinin ve ancak bu şekilde millî kimliğin teşekkülünün mümkün olabileceğine işaret ettiğini görüyoruz. Çünkü, 19.yy. başlarından itibaren gerek askerî gerekse teknoloji ve diğer alanlarda Batının üstünlüğünün ortaya çıkması ve buna bağlı olarak alınan yenilgiler ve sürekli geri çekilmeler Türklerin psikolojisini olumsuz yönde etkilemiş ve daha sonra Atatürk’ün de Nutuk’ta söylediği gibi, “biz adam olmayız” şeklinde bir sosyal aşağılık duygusuna itmişti. Tarih eğitiminden beklenen öncelikle Türkün hak etmediği bu psikolojiden kurtulması kendini tanıması ve kendine güven duygusunun kazanılmasıydı. Atatürk’ün her fırsatta öncelikle Türk milletini bu yöne sevk ve teşvik ettiğini görüyoruz. Bazı örnekler vermek istiyoruz; 

“Türk milleti tarihinle övün; çünkü, senin ecdadın medeniyetler kuran, devletler ve imparatorluklar yaratan bir mevcudiyettir” 9. 
“Milletimiz aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır” 
“Milletimizin büyük kabiliyetleri tarihen ve mantıken sabittir”10 
“Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek maksatlar uğrunda ölmesini biliriz”11. 

“Türk milleti güzel her şeyi, her medeni şeyi sever, takdir eder. 
Fakat muhakkaktır ki her şeyin üstünde tapındığı bir şey varsa, o da 
kahramanlıktır” 

“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır”12. 

“Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur”13. 

“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır”14. 

“Türk çocuklarında kabiliyet her milletinkinden üstündür. Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, büsbütün Türk çocukları kendileri için lazım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten Türk çocukları bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.”15 

Atatürk’ün söylev ve demeçlerini taradığımızda bu çerçevede daha pek çok sözüne rastlarız. Ama bütün bu sözlerini ve “kendine güven” yolundaki mesajlarını yoğunlaştırılmış bir dozda o meşhur “ne mutlu Türküm diyene” vecizesiyle dile getirmiştir. 

Millî kimliğin teşekkülünde çok önemli olan “kendine güven duygusu” nun ancak ilmi metodlar çerçevesinde verilebilecek bir tarih öğretimiyle mümkün olabileceği bilinen bir gerçektir. Bu çerçevede Atatürk’ün yaklaşımına baktığımızda iki önemli özelliğin dikkat çektiğini görüyoruz. Birincisi; Türk tarihinin mümkün olduğu kadar derinlere, geçmişe dayandırılması, ikincisi; kökü çok derinlerde 
olan Türk tarihinin günümüze kadar bir devamlılık ve süreklilik içinde seyrettiği, tezleridir. Atatürk’ün Türk tarihiyle ilgili görüş ve uygulamalarında bu anlayışın hâkim olduğunu görüyoruz. İleriki ilmî araştırmaların da ispatlayacağı, gerçekliğini ortaya koyacağı bu tezler aynı zamanda yukarıda bahsettiğimiz bazı Batılıların Türk tarihine ve kültürüne yönelik iftiralarını çürüteceği gibi, bir ferdin 
veya daha geniş anlamda bir milletin tarih öğretiminden beklediği amaçları gerçekleştirecek niteliktedir. 

Türk tarihinin çok derinlere dayandığı, başlangıcının çok eski olduğuna dair Atatürk’ün yaklaşımını ortaya koyan söz ve uygulamalarından bazı örnekler vermek istiyoruz; 

“Türk milleti, tarihinle övün… Sen, Anadolu denilen bu yurda sonradan gelme değil, ilk yerleşip medeniyet kuranların çocuklarısın. Fakat geleceğine güvenebilmek için, bugün çalışman lazımdır; çünkü yalnız tarih övüncü bir meziyet sayılmaz”16. 

“Bu memleket dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı bir Türk beşiğidir”17. 

“Efendiler, bu dünya-yı beşeriyette en az yüz milyonun üzerinde nüfustan çalışan bir büyük Türk milleti vardır ve bu milletin dünyadaki genişliği nispetinde tarih sahasında bir derinliği vardır… En bariz ve en kati en maddi tarihi delillere dayanarak beyan edebiliriz ki, Türkler 15 asır evvel Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetine tecelligâh olmuş birer unsurdur.”18 

Görüleceği üzere, Atatürk bu gibi ve daha pek çok sözlerinde Türk tarihinin çok eskilerden başladığı, milattan önceki devirlere kadar uzandığı hususuna işaret etmiştir. Hatay’ın Lozan’da Anavatan dışında kaldığı ve bir Hatay davası başladığı sıralarda Atatürk’ün Hatay’ı “kırk asırlık Türk yurdu”19 olarak nitelendirmesi, M.Ö. iki. binli yıllarda Anadolu’da Türk varlığına işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir. Gerçi bu ifadeleri o günlerin dış politikası çerçevesinde siyasi ifadeler olarak değerlendirenler olsa bile, günümüzde 
bazı eskiçağ uzmanları M.Ö. 2. binli yıllarda Hatay ve çevresinde varlığı bilinen Hurrilerin Türk kavmi olduğuna dair görüşler ileri sürmektedirler.20 

Türk tarihinin çok eskilere dayandığına dair bu görüşler, uygulamaya da yansımıştı. Atatürk’ün talimatıyla 1933’te kurulan Sümerbank ve 1935’te kurulan Etibank’a Atatürk tarafından bu isimlerin verilmesi şüphesiz, Türk tarihinin ta Sümerlere, Hititlere kadar uzandığı felsefesinin pratiğe aksetmesin den başka bir şey değildi. Çünkü Atatürk’e göre, “Anadolu’nun ilk yerli halkı olan Hititler, Ortaasya’dan gelmiş olan Türklerdir, dolayısıyla Anadolu’nun da ilk sahipleri Türklerdir.”21 Sümerler ve Hititlerin menşei hakkındaki görüşler ilgili bilim çevrelerinde tartışılmakla birlikte burada mühim olan husus, Sümerler’in “kim” olduğundan ziyade, Atatürk’ün Türk tarihinin mümkün olduğu kadar derinlere uzatma yaklaşımıdır. Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluşunun M.Ö. 209 Mete Han’dan başlatılması.22, yine Atatürk döneminde basılan kağıt paralarda Ergenekon’dan çıkışı simgeleyen “Kurt başı” motifinin yer alması, aynı motifin bir millî kuruluş olarak kurulan Petrol Ofisi’ne amblem olarak seçilmesi, Türk tarihinin çok eskilere dayandığı gerçeğinin uygulamada tezahürleri olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Atatürk’ün Türk tarihine bakışında ikinci metodolojik özellik; kökü derinlerde olan Türk tarihinin ve tarihte kurulan Türk devletlerinin birbirinin devamı olarak süreklilik gösterdiği görüşüdür. 

Atatürk, Reis-i Cumhur olarak; “Bizim milletimiz derin bir maziye sahiptir. 

Bu düşünce bizi elbette altı yedi yüzyıllık Osmanlı Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine müsavi olan Türk devletlerine kavuşturur”.23 derken, Türkiye Cumhuriyeti’nin; Hunlar- Göktürkler- Karahanlılar- Selçuklular- Osmanlılar çizgisinde Türk devletlerinin bir devamı olduğu vurgusunu yapmaktadır. Zaten “devlet”i oluşturan temel unsurlar noktasından baktığımızda, bilinen Türk tarihinden Türkiye Cumhuriyeti 
çizgisinde kurulan devletlerde millet olarak aynı, ülke olarak ise birbirine giren halkalar şeklinde batıya doğru kayan coğrafyayı görürüz. Burada değişen hanedan veya rejim ile buna bağlı olarak siyasi teşkilatlanmadır. Bu yüzden Atatürk, tarihte kurulan Türk devletlerini, “birbirinin devamı veya vârisi” şeklinde algılamıştır. Meselâ, Osmanlı Devletinden bahsederken, “Selçuklu Devleti yıkıntısı üzerinde teşekkül eden Osmanlı devleti”24 olarak ifade etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan’da Osmanlı’dan kalan borçları ödemeyi taahhüt etmesi ve daha sonra ödemesi de aynı felsefenin sonucu idi. Rahmetli Hocam Aydın Taneri’nin ifadesine göre, “Mustafa Kemal Paşa 9 Eylül 1922’yi takip eden günlerde, İzmir’e girerken otomobilinde Fors olarak 16 yıldızlı bayrak dalgalanıyordu”.25 
Bu bayrak bugün Anıtkabir müzesinde olup, bayrağın altında yukarıdaki açıklayıcı ifadeler yazılıdır. Henüz daha Cumhuriyet kurulmadan TBMM hükûmeti sırasında yeni kurulacak Türk devletinin tarihteki diğer Türk devletlerinin devamı olacağı mesajını veren bu uygulama 1937’de çıkartılan bir kanunla T.C. Cumhurbaşkanlığı Forsu olarak resmiyet kazanmıştır.26. 

Atatürk’ün bütün bu fikir ve uygulamaları, Türk tarihinin bir bütün olarak, tarihteki Türk devletlerinin halef-selef veya bir zincirin halkaları şeklinde algılanması gerektiğinin delilleri olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Atatürk’ün Türk tarihine bakışında metod olarak 1- Türk tarihinin derinliği 2- Devamlılığı anlayışı bir hipotez olarak kalmamış, ilmî araştırmalarla Türk tarihi ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu mânâda, Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen 1 yıl sonra 1924’te İstanbul Darülfünunu’na bağlı olarak Türkiyat Enstitüsü’nün kurulması oldukça anlamlıdır. Takip eden yıllarda 1931’de Türk Tarihini 
Tetkik Cemiyeti’nin kurulması (1935’te Türk Tarih Kurumu adını almıştır), 1932’de I. Türk Tarih Kongresi’nin toplanması, 1935’te DTCF’nin kuruluşu, 1937’de 2. Türk Tarih Kongresi’nin yapılması vb. faaliyetler Türk tarihinin ilmî zemin üzerinde araştırılıp ortaya çıkarılması için yapılan önemli icraatlardır. Bir taraftan da okullar için yeni tarih kitaplarının yazdırılması işini Atatürk bizzat takip ediyordu. Çünkü, millî kimliği inşa etmeye yönelik doğru bir tarih öğretimi için, bilime dayalı doğru verilere ihtiyaç vardır. Bunun için de Türk tarihinin temel kaynaklarına, bilimsel bir metodla ulaşabilmek ve değerlendirebilmek gerekir. Atatürk bu konudaki hassasiyetini şu ifadeleriyle dile getiriyor: 

“Herhangi bir tarihi elinize aldığınız zaman, onun gerçeğe uygun olup olmadığına güven duymak için dayandığı kaynak ve belgeleri araştırılır. Bizim şimdiye kadar doğru bir tarih-i milliye mâlik olamayışımızın sebebi, tarihlerimizin hakiki kârilerin (okuyucuların) vesikalara istinat etmekten ziyade, ya bir takım meddahların veya bir takım hod-gâmların (kendini beğenmişlerin) hakikat ve mantıktan ârî (uzak) sözlerinden başka memba bulamamaları bedbahtlığıdır”.27. 

“Tarih yazmak için tutulan yolun mantıkî ve bilhassa ilmî olması şarttır”28. 

“Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sâdık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır”29. 

Metod konusunda son derece hassas davranan Atatürk, bu eksikliği gidermek için 1932- 1938 yıllarında yayınlanmış olan ve bugün bile el kitabı olarak kullanılan birçok metod kitabını getirtmiş ve tercüme ettirmiştir. Bunlar; Gustave Le Bon, Tarih Felsefesinin İlmî Esasları, çev. Haydar Rıfat, İstanbul 1932; Gabriel Hanotaux, Tarih ve Müverrihler, çev. Ahmet Refik, İstanbul 1932; E. Bernheim, Tarih İlmine Giriş Tarih Metodu ve Felsefesi, çev. M. Şükrü Akaya, İstanbul 1936; Ch.V.Langlois- Ch.Seignobos, Tarih Tetkiklerine Giriş, çeviri. Galip Ataç, İstanbul 1937; G. Monod, Tarihte Usul, çeviri. Kazım Şinasi Dersan, İstanbul 193830. Tarih ve öğretimi alanındaki bu çalışmalar, Atatürk’ün bu konudaki görüş ve uygulamalarının ilmî bir zemine dayandığını gösteriyor. 

Sonuç olarak; 

Atatürk’e göre Tarih öğretiminin amaçlarının başında, Türk çocuğunun öncelikle kendini tanıması, güven kazanması ve geleceğe de güvenle bakmasını gerçekleştirmek hedeflendiği görülmektedir. Bu ve tarih öğretiminden beklenen diğer amaçları gerçekleştirebilmek için ise öncelikle, Türk tarihinin; 
1- Çok eskilere dayandığı, 
2- Türk tarihinin süreklilik ve devamlılık arz ettiği anlayışı zemininde ele alınmasının mesajları verilmektedir. 

Tabii ki, Atatürk’ün bilime dayalı öğretim anlayışından hareketle günümüz Tarih öğretiminde kullanılması gereken metod ve teknikler ile bilgi teknolojisinin de tarih öğretiminde muhakkak yer alması gerektiğini burada ifade etmeliyiz. Atatürk, tarih ve öğretimi hususunda, diğer alanlarda olduğu gibi, akılcılık, millilik ve ilmilîk yolunu seçmiştir. 

Cumhuriyetimize ve Misak-ı Millîye yönelik bir tehdit olarak “kimlik” üzerine tartışmaların yoğunlaştığı şu günlerde, her zamankinden daha fazla, Atatürk’ün görüşleri çerçevesinde “millî kimlik”i inşa etme yönünde Tarih öğretimine önem vermemiz gerektiği kanaatindeyim. 

DİPNOTLAR;

1 Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, “Kimlik (Sosyal Kimlik)” maddesi, Risale yay., İstanbul 1991, C.2, s.303- 304. 
2 A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El Yazıları, Ankara 1969, s.23-24. 
3 Azmi Süslü, “Atatürk ve Tarih”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara, 1995, s.244- 245. 
4 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 1997, C.II, s.147. 
5 Bayram Kodaman, “Atatürk ve Tarih”, Atatürk ve Kültür, Hacettepe Üniv. Yay., Ankara 1982, s.5. 
6 Burada Atatürk’ün şu sözlerini hatırlamalıyız; “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 1999, s.134), “Cumhuriyetimizin dayanağı Türk milletidir. Bu milletin fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o millete dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur” (A.S.D, I-III, Ankara 1997, C.III s.118) 
7 Devlet kavramının analizi için bkz., Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, Ankara 1981, s.25- 27. 
8 Mehmet Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, TTK yay., Ankara 1995, s.55 
9 Afetinan, Atatürk’ten Hatıralar, Ankara 1950, s.55. 
10 Azmi Süslü, a.g.m., s.246 
11 N.A. Banoğlu, “Makbule Atadan Anlatıyor Nükte Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, III. Kitap, İstanbul 1955, s.79 
12 A. Afetinan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1959, s.297. 
13 A. Afetinan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.297 
14 Hâkimiyet-i Milliye, 30 Ekim 1933. (Onuncu Yıl Nutku). 
15 Şemsettin Günaltay, Birinci Birleşim İkinci Oturumunda Yaptığı Konuşma: Olağanüstü Türk Dil Kurultayı 1951, Türk Dil Kurumu yay., Ankara 1954, s.33. 
16 Afetinan, Atatürk’ten Hatıralar, s.55-56. 
17 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.200 
18 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, C.I, s.288 
19 İsmail Habip Sevuk, Atatürk İçin (Ölümünden Sonra Hatıralar ve Hayatındayken Yazılanlar), İstanbul 1939, s.27 
20 Ekrem Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, Selçuk Üniv. Yay., Konya 1989, 
 s.22-23 
21 Azmi Süslü, a.g.m., s. 254 
22 28 Haziran 2000 tarihinde “Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluşunun 2209. yılı Kara Kuvvetlerinde törenlerle kutlandı.” (bkz., 29 Haziran 2000 tarihli gazeteler) 
23 Aydın Taneri, “Fikir Adamı Atatürk ve Cumhuriyet”, Tercüman Gazetesi, 10 Kasım 1983. 
24 Kemal Atatürk, Nutuk, (Bugünkü dille yayına hazırlayan: Zeynep Korkmaz) Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 2000, s.298 
25 Aydın Taneri, Harezmşahlar, Ankara 1993, s.2. 
26 Cumhurbaşkanlığı Forsu Kanunu 1937’de çıkmasına rağmen 1934’te İran Şahının Türkiye’yi ziyareti sırasında fotoğraflarda T.C. Cumhurbaşkanlığı 
arabasında 16 yıldızlı Forsun bulunduğu görülmektedir. 
27 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, C.III, s. 99. 
28 Ekrem Akurgal, “Tarih İlmi ve Atatürk”, Belleten, Temmuz 1956, sayı:80, s.283. 
29 A. Afetinan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.269 
30 Azmi Süslü, a.g.m., s.258. 


***

9 Kasım 2019 Cumartesi

TÜRK TARİHİ VE EVRENSEL AÇIDAN ATATÜRK’ E BAKIŞ

TÜRK TARİHİ VE EVRENSEL AÇIDAN ATATÜRK’ E BAKIŞ 


Prof. Dr. Abdurrahman ÇAYCI 


Sayın Başkan, Değerli Dinleyenlerim, 
Bildiri konusu, adından da anlaşılacağı gibi, iki temel açıdan ele alınacaktır.

1- Türk Tarihi Açısından 
2- Evrensel Açıdan 

Türk Tarihi açısından bakıldığında, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşadığı dönemi olduğu kadar, kendinden sonraki dönemi de derinden etkilediği görülür. Şüphesiz ki Onun etkilerini yirmi dakikalık bir bildiriye sığdırmak mümkün değildir. Dolayısıyla konulana çizgileri ve belirgin özelllikleriyle ele alınacaktır. 

Atatürk’ün Türk Tarihi bakımından en önemli özelliklerin birisi, 1683 İkinci Viyana kuşatmasından bu yana, sürekli gerileyen ve 1918’lerde yeryüzünden silinme noktasına gelen son bağımsız Türk Devletini yok olmaktan kurtaran millî bir kahraman olmasıdır.1 

Onun hizmetlerini yücelten bu mücadelenin inanılmaz ölçüde zor koşullarda yürütülmesidir. 

Mondros Ateşkesi sonrası, anayurt dört bir yandan işgal edilmekte, vatan toprakları emperyalist güçlerce adeta yağmalanmaktadır. 
Karşıda Birinci Dünya Savaşı’nın mağrur galipleri olan süper devletler, eski tumtraklı deyimi ile Düvel-i Muazzama ve onların ihtiraslı uyduları vardır. “Bunlardan Yunanistan Batı’da Megali İdea’yı hayata geçirmek, başka bir deyimle beş denizli iki kıt’alı Büyük Yunanistan’ı gerçekleştirmek, ayrıca Karadeniz kıyılarında, Samsun’dan Batum’a kadar uzanan bir coğrafyada Rum-Pontus Devleti yaratma faaliyeti içindedir. Doğu’da Karadeniz’den İskenderun Körfezine kadar uzanan alanda, Büyük Ermenistan, Güneydoğu da ise Büyük Britanya’nın himayesinde Kürdistan Devleti yaratılmak istenmektedir. Boğazlar mıntıkası için uluslararası bir yönetim düşünülmektedir. Geride kalan Anadolu toprakları da, Üçlü Anlaşma gereği, üç büyük devletin savaş içinde yapmış oldukları gizli anlaşmalarla belirlenmiş etki alanları olarak kabul edilmiştir. 

Bu durum karşısında, iş başındaki hükûmet aciz ve çaresizdir. Halk yorgun, bitkin ve yoksuldur. Barış özlemi içindedir. Fakat toprağına bağlı ve gurur sahibidir. Yabancı egemenliği görmemiştir, istiklaline aşıktır. Buna mukabil, Osmanlı devlet adamlarının hiç birinde, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri olan süper devletler ve onların ihtiraslı uydularına karşı, mücadele fikri yoktur.2 Kurtuluş için düşünülen sihirli formül şudur: Galip devletlerle mesele çıkarmamak, mümkün olduğunca uysal davranmak, onların aralarındaki 
rekabetten faydalanma yolları aramak, hatta kabilse büyük devletlerden birinin himayesini sağlayarak ne kurtarılabilirse onu kurtarmaya çalışmaktır. Özellikle Padişah ve Sadrazam Damat Ferit Paşa ümitlerini İngiliz himayesine bağlamışlar dır.Bir kısım aydınlar ise daha ehven-i şer görünen Amerika Birleşik Devletleri’nin mandasının peşine düşmüşlerdir. 

İşte “Felaketin bir nehir gibi aktığı”, “Her şeyin zalim düşmanın merhametinden beklendiği bir ortamda’’, Mustafa Kemal korkusuzca ortaya atılmıştır. Boynunda İstanbul Hükûmeti’nin idam fermanı vardır. O bu karanlık ve umutsuz koşullarda, Millî Mücadele’yi yıkılmaz bir iradeyle örgütlemiş, yorgun ve bitkin Anadolu’yu ayağa kaldırmıştır. O bağımsızlık savaşını, “hak verilmez, alınır”, “bağımsızlığı için ölümü göze alan bir milletin yok edilmesi asla mümkün değildir” inancıyla yürütmüştür.3 Atatürk gerçekçi tutumuyla, zaman, mekan ve imkân faktörlerini en iyi bir şekilde değerlendirerek, süper devletlerin nitelediği emperyalist güçleri kutsal Anadolu topraklarında boğarak, son bağımsız Türk Devleti’ni yok olmaktan kurtaran millî bir kahramandır. Tek başına bu muhteşem özellik O’nun Türk Tarihinde vatan kurtaran bir kahraman olarak yer alması için yeterli değil midir? 

O’nun eserine devamlılık kazandıran özelliklerinden biri de Atatürk’ün gerçekçi bir devlet adamı olması, mümkün olan ile olmayanın sınırlarını isabetle kestirmesidir. Nitekim zafer kazanan ordular İzmir’i kurtardıktan sora, Boğazlara doğru coşku içinde akarken, zafer sarhoşluğuna kapılmamış, kariyerini Türklerle çıkacak bir çatışmaya bağlayan Birinci Dünya Savaşı’nın galibi İngiliz Başbakanı 
Lloyd George’un tahrikleri karşısında, hesaplı ölçülü tutumuyla, onun devrilmesi ne ve iktidarı ebediyen kaybetmesine yol açmıştır. 

Atatürk aynı tutumu barış masasında da uygular. Lozan’ da toprakla ilgili konularda ölçülü davranır, ama “Homojen bir vatan ve tam bağımsız bir devlet” konusunda titizlikle ısrar eder. Mütecanis bir vatan konusunu, sert bir nüfus mübadelesiyle çözümler. Böylece Müslüman olmayan azınlıklar konusu tarihe gömülmüş ve Anadolu homojen bir yapı kazanmış, yıllardan beri devam ede gelmekte olan Hıristiyan azınlıkları himaye etmek bahanesiyle yapılmakta olan dış müdahalelerin kapıları kapatılmıştır. Tam bağımsızlık konusunda ise, en büyük engel durumundaki kapitülasyonlar çetin tartışmalardan sonra kaldırılır. Barış masasındaki tutumu ve onun “Yurtta barış ve dünyada barış” ilkesine dayalı dış politikası, Türkiye Cumhuriyetine günümüz itibariyle seksen üç yıllık uzun bir barış dönemi kazandırmıştır. Tarihindeki bu en uzun barış süresi, Türkiye’ye kalkınmak, enerjisini halkın refah ve mutluluğunu sarfetmek, siyasal ve sosyal yapısını çağın gereklerine göre yeniden düzenleme imkânını vermiştir. Bugünün yetmiş üç küsur milyonluk Avrupa Birliği kapılarını zorlayan, Balkanlar, Ortadoğur ve Orta Asya ve Kafkaslar’da etkin güç olmaya aday Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün temellerini attığı seksen üç yıllık barış döneminin eseridir. 

Büyük bedeller ödenerek zafer kazanılmış, barış yapılmış, yeni devletin temelleri sağlam bir şekilde atılmıştır. Ancak devletin bir daha aynı duruma düşmemesi nasıl sağlanacaktır? Her haliyle çağın dışında kalan, çağdaş dünyadan kopmuş bir devletin, bu hassas coğrafyada mevcut yapısıyla varlığını sürdürmesi elbette mümkün olamazdı. O halde kurtuluş çaresi nasıl bulunacaktır? Atatürk’e 
göre bu durumun en etkin çaresi zamanın gereklerine her bakımdan ayak uydurmak, başka bir deyişle çağdaş medeniyetin bir ortağı olmak, hatta o seviyenin üstüne çıkmaktan geçmektedir. Fakat bu nasıl gerçekleşecektir? Çünkü bundan önce de çağa ayak uydurmak ve devleti yıkılmaktan kurtarmak için yapılan yenileşme gayretleri, 1718’lerden itibaren bölük pörçük, 1840’dan itibaren daha sistematik olarak ele alınmıştır. Ancak yapılan yenilikler devletin patrimonyal yapısı muhafaza edilerek, sınırlı alanlarda yapılmış, “yapılanlar 
daima yetersiz kalmış”, “NEYİN NE KADAR” ve “NASILALINACAĞI” özellikle de “NEYİN ALINIP, NEYİN BIRAKILACAĞI” tartışmaları sürüp gitmiştir. Özet olarak geleneksel yapıyı muhafaza ederek çağa ayak uydurmanın mümkün olmadığı görülmüş, üstelik yapılan yeniliklerle toplumda bir kültür ve müessese ikileşmesi, hatta rekabeti oluşmuştur. Atatürk bu kördüğümü vatan kurtaran millî bir kahraman olmanın ve tam bağımsız bir devlet kurmanın verdiği sınırsız itibar ve güvenle kökünden çözümlemiştir. O’na göre çağdaşlaşmanın tek bir yolu vardır. O da çağa damgasını vuran çağdaş medeniyeti, bilimi, kültürü ve teknolojisi ile topyekün almaktır. Bunun için yapılacak iş bilim ve fenni rehber edinmektir. O, her işinde olduğu gibi, kesin kararını verdikten sonra bunu büyük bir enerji ve kararlılıkla uygular. 
On beş yıl gibi, kısa bir, zaman içinde köklü değişiklerle Türk toplumunu geniş ufuklara yönlendirir, böylece Türk Rönesansı’nın kapılarını açar. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ülkesinin Batı’nın ruhsuz bir kopyası haline gelmesine karşıdır. O, herşeyden önce çağdaşlaşmanın millî değerlerle bezenmesi ve kendi öz değerlerinden kopmaması için ciddi önlemler almıştır. Bu maksatla Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu oluşturulmuş, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi açılmış, çağdaş hukuku uygulamak üzere; Ankara Hukuk Mektebi faaliyete geçirilmiştir. Ayrıca İstanbul Darülfünunu da çağdaş standartlara göre düzenlenerek İstanbul Üniversitesi hayata geçirilmiştir. 
Halk ile yönetim arasında köprü görevi yapması ve halk kültürünü kaynağından incelemesi için bütün Türkiye sathına yayılmış olan halk evleri ve halk odaları coşku ile desteklenmiştir Bütün bu faaliyetlerin sonucunda, iki yüz yıldan beri devam eden Batı’nın ezici üstünlüğünün halkta yarattığı kendine güvensizlik ve aşağılık duygusu giderilmiştir. Atatürk’ün süper devletleri ve onların uydularını 
“Mehmetçiğin süngüsü” ile dize getirmesi, yıllardan beri devam eden “Türk’ün makûs talihini” yenmesi, “Dünün hasta adamından zinde, gelecek vadeden yeni ve dinamik bir devlet yaratması” halkta kendine ve geleceğine güven duygularını harekete geçirmiş, inkılaplar “Ne mutlu Türküm diyene” ve “Bir Türk dünyaya bedeldir” coşkusu içinde yürütülmüştür.4 

Çok kalın çizgiler halinde belirtilen bu unutulmaz hizmetleriyle Atatürk Türk Tarihi içinde, çığır açıcı ve kendinden sonrasını da derinden etkileyen seçkin bir yere sahiptir. 

2- Evrensel açıdan Atatürk’ün etkileri, 

Atatürk’ün olağanüstü başarıları, Türkiye ile sınırlı kalmamış Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya uzanan bir coğrafyada ve coşku ile izlenmiştir. O’nun “Ya istiklal ya ölüm” parolası ve “ Bağımsızlığı için ölmeyi göze alan bir millet asla başarısız olamaz” inancıyla yürüttüğü Millî Mücadele, esaret altında inleyen “Mazlum milletleri” derinden etkilemiş, Atlantik’ten Çin Denizi’ne kadar uzanan coğrafyada millî bağımsızlık hareketlerine ivme kazandırmıştır. 

Nitekim daha Anadolu topraklarının önemli bir kısmı işgal altında bulunurken, Atatürk Temmuz 1922’de, Millî Mücadele’nin mazlum milletler için ne ifade ettiğini şöyle açıklar: “Türkiye’nin mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa daha az kanla olur daha çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır.” 

Atatürk daha 1930’lu yıllarda, sömürge halindeki toplumların yakın birgelecekte, özgürlüğe kavuşacaklarını, adeta kehanet sayılabilecek şu sözlerle dile getirir: “Şarktan doğacak güneşe bakınız. Bugün günün nasıl ağardığını görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklâl ve hürriyetine kavuşacak çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu şüphesiz ki terakki ve refaha yönelik olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün manialara rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır.Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiç bir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni ahenk ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.” 

Esasen Millî Mücadele Afrika ve Asya’da yaşayan toplumlarda Doğu’nun Batı’ya karşı ayaklanması, Asya’nın Avrupa’ya, emperyalizme kafa tutması, baskı altında ezilen toplumlarda halkların sömürgeciliğe başkaldırısı olarak algılanmıştır.Bu etki Müslüman dünyasında ortak tarih, kültür ve coğrafyanın yarattığı bağlarla daha da güçlü hissedilmiş ve İslam’ın Batı’ya karşı kazandığı emsalsiz bir zafer olarak algılanmıştır. Bu başarı Tunus’ta, Cezayir’de, Fas’ta, Mısır’da halk arasında coşku ile karşılanmıştır.Suriye ve Filistin’de bazı şehirler Türk bayrakları ile donatılmış, camilerde dualar muzaffer Türk Ordusu için yapılmıştır.5 Mustafa Kemal’in resimleri baş köşelere konulmuş, zaferi için şiirler kaleme alınmış, çocuklara onun adı verilmiştir. Bağımsızlık özlemi içinde olan İngiliz ve Fransız 
sömürgelerinde, yer yer “Yaşasın Türkiye, Yaşasın Mustafa Kemal” haykırışları semalara yükselmiştir. O artık sadece Türkiye’nin değil, İslam aleminin, hatta İslam olmayan esaret altındaki halkların kahramanıdır. O, Faslı Abdülkerim’in, Tunuslu Burgiba’nın, Mısırlı Enver Sedat’ın Endonezyalı Sükarno’nun, Pakistan’ın kurucusu Muhammet Ali Cinnah’ın olduğu kadar, Hintli Pandit Nehru’nun da 
derinden etkilendiği, hayranlık duyduğu bir millî bağımsızlık timsali olmuştur. 

Öyle ki Atatürk’ün İslam dünyasındaki popülaritesi, halifeliğin kaldırılması, devlet ve toplum hayatının laikleştirilmesi, latin harflerine geçiş, Medeni Kanunun kabulü gibi, radikal İslamcılara çok ters düşen uygulamalara ve sömürgecilerin olumsuz propagandalarına rağmen, devam etmiştir. Nitekim bir Mısır Dergisi’nin, dünyada yaşayan en büyük yurtseverin kim olduğunu belirlemek için açtığı 
ankette, Mustafa Kemal Mısır millîyetçilerinin önünde ilk sırayı almıştır. Başka bir çarpıcı bir örnek Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde yaşanmıştır. Ülkelerinin bağımsızlığı için savaşan Cezayir savaşçılarının üzerinden Mustafa Kemal resimleri çıkmıştır. 

Atatürk’ün etkilerinin büyüklüğü, Onun üfulünün bütün dünyada uyandırdığı yankılarda çok belirgin olarak görülür. Dünya medyası, resmi ve sivil şahıs ve kurumlar, Onun hizmetlerini çeşitli yönlerden dile getirirler. Ama özellikle Asya ve Afrika’daki toplumlar, O’nun dünyaya veda etmesini, kendi kahramanlarının kaybı olarak algılamışlardır. 

Bazı ülkelerde, mesela Pakistan, Hindistan ve Bengaldeş’i kapsayan coğrafyada, O’nun üfulu bir matem ve bir yas havası içinde idrak edilmiştir.Onların deyimi ile “Ankara Aslanı”, “Çağın en büyük kahramanı”, “Millîyetçiliğin gerçek ruhu”, “Asya’nın kurtarıcısı”, ve “Bütün Doğu’nun iftihar kaynağı” olan büyük Gazi için göz yaşları akıtılmıştır.6 

Atatürk’ün cenaze töreni, O’nun dünyada yarattığı etki ve saygınlığın çarpıcı bir göstergesi olmuştur. Atatürk sağlığında emperyalizme karşı millî bağımsızlık bayrağını dalgalandırmış, sömürgeciliği karşı savaşmış ezilen esir milletlerin yol göstericisi durumuna gelmişti. 
Ama millî bağımsızlık ve çağdaşlaşma önderinin tabutunun arkasında, dünyanın dört tarafından gelen değişik ideolojileri temsil eden seçkin delegeler yer almışlardır. Bunlar arasında faşistler, demokratlar, naziler ve komünistler yan yana saygı yürüyüşüne katılmışlardır.7 

Bir başka açıdan Atatürk’ün yönettiği Türk çağdaşlaşması, sadece millî bağımsızlık açısından değil, ama skolastik düşünce tarzına karşı akılcılığın, medeniyetçiliğin İslam alemindeki öncüsü olmak bakımından da etkili olmuştur. İran’da Rıza Şah Pehlevi, Afganistan’da Amanullah Han, Endonezya’da Ahmet Sükarno, Mısır’da Abdünnasır, Tunus’ta Habib Burgiba... farklı nüanslar içinde 
O’nu kendilerine örnek almışlardır. 

Üzerinde durulması gereken diğer bir hususta, Türk çağdaşlaşmasını değişik ve farklı kültür çevrelerinin çağa uyumları açısından yol gösterici bir nitelik taşımasıdır. Atatürk’ün eseri, tarihi boyunca Batı kültürüne yabancı kalmış ve Hıristiyan olmayan toplumlar için, çağdaş medeniyete ulaşmanın canlı bir örneğini oluşturmuştur. Bazı Batılı ilim adamlarına göre, Türk çağdaşlaşması özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık kazanan ve o zamanlar DoğuBatı kutuplu dünyada yer arıyan ülkeler için politik sistem olarak alternatif bir değer haline gelmiştir. 

Prof. Duverger’ye göre, bu özelliği ile Atatürk Yolu, Türkiye sınırlarını aşmış, kıt’alara malolarak evrensel bir nitelik kazanmıştır. 

Özetleyecek olursak Atatürk Yolu, sadece Türkiye için değil, fakat bağımsızlığını korumak isteyen, çağdaş medeniyeti benimsemenin bir ölüm kalım meselesi olduğu bilincine varan toplumlar için her bakımdan paha biçilmez ışıklı bir yol, evrensel bir değer haline gelmiştir. 

İlginize Teşekkür eder, Saygılar, Sevgiler Sunarım. 

DİPNOTLAR;

1 Daha fazla bilgi için bakınız: ÇAYCI, Abdurrahman: Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Milli Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderi, Hayatı ve Eseri, Ankara 2002, XIII-535 s. 
2 İNÖNÜ İsmet: Hatıralar, C II, s.272 v.d. 
3 Atatürk, Kemal: Nutuk, Ankara, 1989, s. 8 v.d. 
4 ÇAYCI, Abdurrahman: “Atatürk ve Çağdaşlaşma” Atatürkçü Düşünce, Ankara, 1992, s.641-658. 
5 GÖKALP, İskender -GEORGEON, François: Kemalizm ve İslam Dünyası, İstanbul, 1990, s.11 v.d. 
6 Bu konularda değerli araştırmacı Büyükelçi Bilâl N. Şimşir’in arşivlere dayalı değerli eserleri vardır. Bakınız: Doğunun Kahramanı Atatürk, Ankara, 1999, s. 355-383. 
7 ÇAYCI, Abdurrahman, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Milli Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderi, Ankara, 2002, XIII-535s. 


***