Evrensel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Evrensel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2019 Cumartesi

TÜRK TARİHİ VE EVRENSEL AÇIDAN ATATÜRK’ E BAKIŞ

TÜRK TARİHİ VE EVRENSEL AÇIDAN ATATÜRK’ E BAKIŞ 


Prof. Dr. Abdurrahman ÇAYCI 


Sayın Başkan, Değerli Dinleyenlerim, 
Bildiri konusu, adından da anlaşılacağı gibi, iki temel açıdan ele alınacaktır.

1- Türk Tarihi Açısından 
2- Evrensel Açıdan 

Türk Tarihi açısından bakıldığında, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşadığı dönemi olduğu kadar, kendinden sonraki dönemi de derinden etkilediği görülür. Şüphesiz ki Onun etkilerini yirmi dakikalık bir bildiriye sığdırmak mümkün değildir. Dolayısıyla konulana çizgileri ve belirgin özelllikleriyle ele alınacaktır. 

Atatürk’ün Türk Tarihi bakımından en önemli özelliklerin birisi, 1683 İkinci Viyana kuşatmasından bu yana, sürekli gerileyen ve 1918’lerde yeryüzünden silinme noktasına gelen son bağımsız Türk Devletini yok olmaktan kurtaran millî bir kahraman olmasıdır.1 

Onun hizmetlerini yücelten bu mücadelenin inanılmaz ölçüde zor koşullarda yürütülmesidir. 

Mondros Ateşkesi sonrası, anayurt dört bir yandan işgal edilmekte, vatan toprakları emperyalist güçlerce adeta yağmalanmaktadır. 
Karşıda Birinci Dünya Savaşı’nın mağrur galipleri olan süper devletler, eski tumtraklı deyimi ile Düvel-i Muazzama ve onların ihtiraslı uyduları vardır. “Bunlardan Yunanistan Batı’da Megali İdea’yı hayata geçirmek, başka bir deyimle beş denizli iki kıt’alı Büyük Yunanistan’ı gerçekleştirmek, ayrıca Karadeniz kıyılarında, Samsun’dan Batum’a kadar uzanan bir coğrafyada Rum-Pontus Devleti yaratma faaliyeti içindedir. Doğu’da Karadeniz’den İskenderun Körfezine kadar uzanan alanda, Büyük Ermenistan, Güneydoğu da ise Büyük Britanya’nın himayesinde Kürdistan Devleti yaratılmak istenmektedir. Boğazlar mıntıkası için uluslararası bir yönetim düşünülmektedir. Geride kalan Anadolu toprakları da, Üçlü Anlaşma gereği, üç büyük devletin savaş içinde yapmış oldukları gizli anlaşmalarla belirlenmiş etki alanları olarak kabul edilmiştir. 

Bu durum karşısında, iş başındaki hükûmet aciz ve çaresizdir. Halk yorgun, bitkin ve yoksuldur. Barış özlemi içindedir. Fakat toprağına bağlı ve gurur sahibidir. Yabancı egemenliği görmemiştir, istiklaline aşıktır. Buna mukabil, Osmanlı devlet adamlarının hiç birinde, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri olan süper devletler ve onların ihtiraslı uydularına karşı, mücadele fikri yoktur.2 Kurtuluş için düşünülen sihirli formül şudur: Galip devletlerle mesele çıkarmamak, mümkün olduğunca uysal davranmak, onların aralarındaki 
rekabetten faydalanma yolları aramak, hatta kabilse büyük devletlerden birinin himayesini sağlayarak ne kurtarılabilirse onu kurtarmaya çalışmaktır. Özellikle Padişah ve Sadrazam Damat Ferit Paşa ümitlerini İngiliz himayesine bağlamışlar dır.Bir kısım aydınlar ise daha ehven-i şer görünen Amerika Birleşik Devletleri’nin mandasının peşine düşmüşlerdir. 

İşte “Felaketin bir nehir gibi aktığı”, “Her şeyin zalim düşmanın merhametinden beklendiği bir ortamda’’, Mustafa Kemal korkusuzca ortaya atılmıştır. Boynunda İstanbul Hükûmeti’nin idam fermanı vardır. O bu karanlık ve umutsuz koşullarda, Millî Mücadele’yi yıkılmaz bir iradeyle örgütlemiş, yorgun ve bitkin Anadolu’yu ayağa kaldırmıştır. O bağımsızlık savaşını, “hak verilmez, alınır”, “bağımsızlığı için ölümü göze alan bir milletin yok edilmesi asla mümkün değildir” inancıyla yürütmüştür.3 Atatürk gerçekçi tutumuyla, zaman, mekan ve imkân faktörlerini en iyi bir şekilde değerlendirerek, süper devletlerin nitelediği emperyalist güçleri kutsal Anadolu topraklarında boğarak, son bağımsız Türk Devleti’ni yok olmaktan kurtaran millî bir kahramandır. Tek başına bu muhteşem özellik O’nun Türk Tarihinde vatan kurtaran bir kahraman olarak yer alması için yeterli değil midir? 

O’nun eserine devamlılık kazandıran özelliklerinden biri de Atatürk’ün gerçekçi bir devlet adamı olması, mümkün olan ile olmayanın sınırlarını isabetle kestirmesidir. Nitekim zafer kazanan ordular İzmir’i kurtardıktan sora, Boğazlara doğru coşku içinde akarken, zafer sarhoşluğuna kapılmamış, kariyerini Türklerle çıkacak bir çatışmaya bağlayan Birinci Dünya Savaşı’nın galibi İngiliz Başbakanı 
Lloyd George’un tahrikleri karşısında, hesaplı ölçülü tutumuyla, onun devrilmesi ne ve iktidarı ebediyen kaybetmesine yol açmıştır. 

Atatürk aynı tutumu barış masasında da uygular. Lozan’ da toprakla ilgili konularda ölçülü davranır, ama “Homojen bir vatan ve tam bağımsız bir devlet” konusunda titizlikle ısrar eder. Mütecanis bir vatan konusunu, sert bir nüfus mübadelesiyle çözümler. Böylece Müslüman olmayan azınlıklar konusu tarihe gömülmüş ve Anadolu homojen bir yapı kazanmış, yıllardan beri devam ede gelmekte olan Hıristiyan azınlıkları himaye etmek bahanesiyle yapılmakta olan dış müdahalelerin kapıları kapatılmıştır. Tam bağımsızlık konusunda ise, en büyük engel durumundaki kapitülasyonlar çetin tartışmalardan sonra kaldırılır. Barış masasındaki tutumu ve onun “Yurtta barış ve dünyada barış” ilkesine dayalı dış politikası, Türkiye Cumhuriyetine günümüz itibariyle seksen üç yıllık uzun bir barış dönemi kazandırmıştır. Tarihindeki bu en uzun barış süresi, Türkiye’ye kalkınmak, enerjisini halkın refah ve mutluluğunu sarfetmek, siyasal ve sosyal yapısını çağın gereklerine göre yeniden düzenleme imkânını vermiştir. Bugünün yetmiş üç küsur milyonluk Avrupa Birliği kapılarını zorlayan, Balkanlar, Ortadoğur ve Orta Asya ve Kafkaslar’da etkin güç olmaya aday Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün temellerini attığı seksen üç yıllık barış döneminin eseridir. 

Büyük bedeller ödenerek zafer kazanılmış, barış yapılmış, yeni devletin temelleri sağlam bir şekilde atılmıştır. Ancak devletin bir daha aynı duruma düşmemesi nasıl sağlanacaktır? Her haliyle çağın dışında kalan, çağdaş dünyadan kopmuş bir devletin, bu hassas coğrafyada mevcut yapısıyla varlığını sürdürmesi elbette mümkün olamazdı. O halde kurtuluş çaresi nasıl bulunacaktır? Atatürk’e 
göre bu durumun en etkin çaresi zamanın gereklerine her bakımdan ayak uydurmak, başka bir deyişle çağdaş medeniyetin bir ortağı olmak, hatta o seviyenin üstüne çıkmaktan geçmektedir. Fakat bu nasıl gerçekleşecektir? Çünkü bundan önce de çağa ayak uydurmak ve devleti yıkılmaktan kurtarmak için yapılan yenileşme gayretleri, 1718’lerden itibaren bölük pörçük, 1840’dan itibaren daha sistematik olarak ele alınmıştır. Ancak yapılan yenilikler devletin patrimonyal yapısı muhafaza edilerek, sınırlı alanlarda yapılmış, “yapılanlar 
daima yetersiz kalmış”, “NEYİN NE KADAR” ve “NASILALINACAĞI” özellikle de “NEYİN ALINIP, NEYİN BIRAKILACAĞI” tartışmaları sürüp gitmiştir. Özet olarak geleneksel yapıyı muhafaza ederek çağa ayak uydurmanın mümkün olmadığı görülmüş, üstelik yapılan yeniliklerle toplumda bir kültür ve müessese ikileşmesi, hatta rekabeti oluşmuştur. Atatürk bu kördüğümü vatan kurtaran millî bir kahraman olmanın ve tam bağımsız bir devlet kurmanın verdiği sınırsız itibar ve güvenle kökünden çözümlemiştir. O’na göre çağdaşlaşmanın tek bir yolu vardır. O da çağa damgasını vuran çağdaş medeniyeti, bilimi, kültürü ve teknolojisi ile topyekün almaktır. Bunun için yapılacak iş bilim ve fenni rehber edinmektir. O, her işinde olduğu gibi, kesin kararını verdikten sonra bunu büyük bir enerji ve kararlılıkla uygular. 
On beş yıl gibi, kısa bir, zaman içinde köklü değişiklerle Türk toplumunu geniş ufuklara yönlendirir, böylece Türk Rönesansı’nın kapılarını açar. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ülkesinin Batı’nın ruhsuz bir kopyası haline gelmesine karşıdır. O, herşeyden önce çağdaşlaşmanın millî değerlerle bezenmesi ve kendi öz değerlerinden kopmaması için ciddi önlemler almıştır. Bu maksatla Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu oluşturulmuş, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi açılmış, çağdaş hukuku uygulamak üzere; Ankara Hukuk Mektebi faaliyete geçirilmiştir. Ayrıca İstanbul Darülfünunu da çağdaş standartlara göre düzenlenerek İstanbul Üniversitesi hayata geçirilmiştir. 
Halk ile yönetim arasında köprü görevi yapması ve halk kültürünü kaynağından incelemesi için bütün Türkiye sathına yayılmış olan halk evleri ve halk odaları coşku ile desteklenmiştir Bütün bu faaliyetlerin sonucunda, iki yüz yıldan beri devam eden Batı’nın ezici üstünlüğünün halkta yarattığı kendine güvensizlik ve aşağılık duygusu giderilmiştir. Atatürk’ün süper devletleri ve onların uydularını 
“Mehmetçiğin süngüsü” ile dize getirmesi, yıllardan beri devam eden “Türk’ün makûs talihini” yenmesi, “Dünün hasta adamından zinde, gelecek vadeden yeni ve dinamik bir devlet yaratması” halkta kendine ve geleceğine güven duygularını harekete geçirmiş, inkılaplar “Ne mutlu Türküm diyene” ve “Bir Türk dünyaya bedeldir” coşkusu içinde yürütülmüştür.4 

Çok kalın çizgiler halinde belirtilen bu unutulmaz hizmetleriyle Atatürk Türk Tarihi içinde, çığır açıcı ve kendinden sonrasını da derinden etkileyen seçkin bir yere sahiptir. 

2- Evrensel açıdan Atatürk’ün etkileri, 

Atatürk’ün olağanüstü başarıları, Türkiye ile sınırlı kalmamış Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya uzanan bir coğrafyada ve coşku ile izlenmiştir. O’nun “Ya istiklal ya ölüm” parolası ve “ Bağımsızlığı için ölmeyi göze alan bir millet asla başarısız olamaz” inancıyla yürüttüğü Millî Mücadele, esaret altında inleyen “Mazlum milletleri” derinden etkilemiş, Atlantik’ten Çin Denizi’ne kadar uzanan coğrafyada millî bağımsızlık hareketlerine ivme kazandırmıştır. 

Nitekim daha Anadolu topraklarının önemli bir kısmı işgal altında bulunurken, Atatürk Temmuz 1922’de, Millî Mücadele’nin mazlum milletler için ne ifade ettiğini şöyle açıklar: “Türkiye’nin mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa daha az kanla olur daha çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır.” 

Atatürk daha 1930’lu yıllarda, sömürge halindeki toplumların yakın birgelecekte, özgürlüğe kavuşacaklarını, adeta kehanet sayılabilecek şu sözlerle dile getirir: “Şarktan doğacak güneşe bakınız. Bugün günün nasıl ağardığını görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklâl ve hürriyetine kavuşacak çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu şüphesiz ki terakki ve refaha yönelik olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün manialara rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır.Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiç bir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni ahenk ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.” 

Esasen Millî Mücadele Afrika ve Asya’da yaşayan toplumlarda Doğu’nun Batı’ya karşı ayaklanması, Asya’nın Avrupa’ya, emperyalizme kafa tutması, baskı altında ezilen toplumlarda halkların sömürgeciliğe başkaldırısı olarak algılanmıştır.Bu etki Müslüman dünyasında ortak tarih, kültür ve coğrafyanın yarattığı bağlarla daha da güçlü hissedilmiş ve İslam’ın Batı’ya karşı kazandığı emsalsiz bir zafer olarak algılanmıştır. Bu başarı Tunus’ta, Cezayir’de, Fas’ta, Mısır’da halk arasında coşku ile karşılanmıştır.Suriye ve Filistin’de bazı şehirler Türk bayrakları ile donatılmış, camilerde dualar muzaffer Türk Ordusu için yapılmıştır.5 Mustafa Kemal’in resimleri baş köşelere konulmuş, zaferi için şiirler kaleme alınmış, çocuklara onun adı verilmiştir. Bağımsızlık özlemi içinde olan İngiliz ve Fransız 
sömürgelerinde, yer yer “Yaşasın Türkiye, Yaşasın Mustafa Kemal” haykırışları semalara yükselmiştir. O artık sadece Türkiye’nin değil, İslam aleminin, hatta İslam olmayan esaret altındaki halkların kahramanıdır. O, Faslı Abdülkerim’in, Tunuslu Burgiba’nın, Mısırlı Enver Sedat’ın Endonezyalı Sükarno’nun, Pakistan’ın kurucusu Muhammet Ali Cinnah’ın olduğu kadar, Hintli Pandit Nehru’nun da 
derinden etkilendiği, hayranlık duyduğu bir millî bağımsızlık timsali olmuştur. 

Öyle ki Atatürk’ün İslam dünyasındaki popülaritesi, halifeliğin kaldırılması, devlet ve toplum hayatının laikleştirilmesi, latin harflerine geçiş, Medeni Kanunun kabulü gibi, radikal İslamcılara çok ters düşen uygulamalara ve sömürgecilerin olumsuz propagandalarına rağmen, devam etmiştir. Nitekim bir Mısır Dergisi’nin, dünyada yaşayan en büyük yurtseverin kim olduğunu belirlemek için açtığı 
ankette, Mustafa Kemal Mısır millîyetçilerinin önünde ilk sırayı almıştır. Başka bir çarpıcı bir örnek Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde yaşanmıştır. Ülkelerinin bağımsızlığı için savaşan Cezayir savaşçılarının üzerinden Mustafa Kemal resimleri çıkmıştır. 

Atatürk’ün etkilerinin büyüklüğü, Onun üfulünün bütün dünyada uyandırdığı yankılarda çok belirgin olarak görülür. Dünya medyası, resmi ve sivil şahıs ve kurumlar, Onun hizmetlerini çeşitli yönlerden dile getirirler. Ama özellikle Asya ve Afrika’daki toplumlar, O’nun dünyaya veda etmesini, kendi kahramanlarının kaybı olarak algılamışlardır. 

Bazı ülkelerde, mesela Pakistan, Hindistan ve Bengaldeş’i kapsayan coğrafyada, O’nun üfulu bir matem ve bir yas havası içinde idrak edilmiştir.Onların deyimi ile “Ankara Aslanı”, “Çağın en büyük kahramanı”, “Millîyetçiliğin gerçek ruhu”, “Asya’nın kurtarıcısı”, ve “Bütün Doğu’nun iftihar kaynağı” olan büyük Gazi için göz yaşları akıtılmıştır.6 

Atatürk’ün cenaze töreni, O’nun dünyada yarattığı etki ve saygınlığın çarpıcı bir göstergesi olmuştur. Atatürk sağlığında emperyalizme karşı millî bağımsızlık bayrağını dalgalandırmış, sömürgeciliği karşı savaşmış ezilen esir milletlerin yol göstericisi durumuna gelmişti. 
Ama millî bağımsızlık ve çağdaşlaşma önderinin tabutunun arkasında, dünyanın dört tarafından gelen değişik ideolojileri temsil eden seçkin delegeler yer almışlardır. Bunlar arasında faşistler, demokratlar, naziler ve komünistler yan yana saygı yürüyüşüne katılmışlardır.7 

Bir başka açıdan Atatürk’ün yönettiği Türk çağdaşlaşması, sadece millî bağımsızlık açısından değil, ama skolastik düşünce tarzına karşı akılcılığın, medeniyetçiliğin İslam alemindeki öncüsü olmak bakımından da etkili olmuştur. İran’da Rıza Şah Pehlevi, Afganistan’da Amanullah Han, Endonezya’da Ahmet Sükarno, Mısır’da Abdünnasır, Tunus’ta Habib Burgiba... farklı nüanslar içinde 
O’nu kendilerine örnek almışlardır. 

Üzerinde durulması gereken diğer bir hususta, Türk çağdaşlaşmasını değişik ve farklı kültür çevrelerinin çağa uyumları açısından yol gösterici bir nitelik taşımasıdır. Atatürk’ün eseri, tarihi boyunca Batı kültürüne yabancı kalmış ve Hıristiyan olmayan toplumlar için, çağdaş medeniyete ulaşmanın canlı bir örneğini oluşturmuştur. Bazı Batılı ilim adamlarına göre, Türk çağdaşlaşması özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık kazanan ve o zamanlar DoğuBatı kutuplu dünyada yer arıyan ülkeler için politik sistem olarak alternatif bir değer haline gelmiştir. 

Prof. Duverger’ye göre, bu özelliği ile Atatürk Yolu, Türkiye sınırlarını aşmış, kıt’alara malolarak evrensel bir nitelik kazanmıştır. 

Özetleyecek olursak Atatürk Yolu, sadece Türkiye için değil, fakat bağımsızlığını korumak isteyen, çağdaş medeniyeti benimsemenin bir ölüm kalım meselesi olduğu bilincine varan toplumlar için her bakımdan paha biçilmez ışıklı bir yol, evrensel bir değer haline gelmiştir. 

İlginize Teşekkür eder, Saygılar, Sevgiler Sunarım. 

DİPNOTLAR;

1 Daha fazla bilgi için bakınız: ÇAYCI, Abdurrahman: Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Milli Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderi, Hayatı ve Eseri, Ankara 2002, XIII-535 s. 
2 İNÖNÜ İsmet: Hatıralar, C II, s.272 v.d. 
3 Atatürk, Kemal: Nutuk, Ankara, 1989, s. 8 v.d. 
4 ÇAYCI, Abdurrahman: “Atatürk ve Çağdaşlaşma” Atatürkçü Düşünce, Ankara, 1992, s.641-658. 
5 GÖKALP, İskender -GEORGEON, François: Kemalizm ve İslam Dünyası, İstanbul, 1990, s.11 v.d. 
6 Bu konularda değerli araştırmacı Büyükelçi Bilâl N. Şimşir’in arşivlere dayalı değerli eserleri vardır. Bakınız: Doğunun Kahramanı Atatürk, Ankara, 1999, s. 355-383. 
7 ÇAYCI, Abdurrahman, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Milli Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderi, Ankara, 2002, XIII-535s. 


***

28 Mart 2019 Perşembe

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR? BÖLÜM 4

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR?  BÖLÜM 4




Başka bir deyişle:

Açık bir şekilde insanoğlunun fziksel, ruhsal, kişisel ve toplumsal insanlığı konusunda (yaşam, doğruluk, özgürlük, adalet, barış) onlara baskı yapan, onları yaralayan, onları yok eden herhangi bir şey, başka bir ifadeyle tam anlamıyla insani olmayan şey bu sebeple ilahiliği çağrıştıramaz.

Daha önce yalnızca üstü kapalı ifade ettiğim üzere, birbirinden ayrı şüpheli durumlara rağmen, Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın hiçbirinin geçmiş tarihlerinde doğru ile yanlış veya iyi ile kötünün açık örnekleri eksik değildir. Her nerede bir din, bir kişinin, bir sınıfın, bir grubun, ya da bir cinsiyetin itibarını zedeleyen bir güçse, her nerede tek tek kişiler ve tüm gruplar fziksel, psikolojik ve zihinsel bir yaralanmaya veya yıkıma maruz kalıyorsa, işte tam bu noktada yanlış ve kötü bir dinle karşı karşıyayız demektir. Biz burada tamamen dinin sınırları içinde bizim topluma, doğaya ve evrene karşı genel 
sorumluluğumuz ile birlikte kendimi gerçekleştirmem ile başkalarının kendini gerçekleştirmesinin ayrılmaz bir birlikteliğe sahip olduğunu hesaba katmalıyız.

Bu yüzden tüm dinler insan doğasının ilgi ve ihtiyaçlarına yönelik yeni düşünceler ortaya koymalıdır. Tüm kadın ve erkeklere verilmiş bu 
insanî unsur, her bir din için geçerli genel ahlaki bir kriterdir. Fakat dinler, 
kaynaklarında, normatif kutsal metinlerinde ve dinsel fgürlerinde kendini 
açığa vuran başlıca ve özgün niteliğini devamlı hatırlamalıdır. Her nerede 
bir din yanlışa kaymış ve özgün niteliği bozulmuşsa, eleştiricileri, 
reformcuları, peygamberleri tarafından sürekli olarak bazı hatırlatmalarda 
bulunulması beklenecektir. Her dine göre orijinal öz, onun esas kökü veya 
kriteri olan şey, her bir din için ölçülebilen ahlâki bir kriterdir.

IV. Özgün ya da Kutsal Kitap Kaynaklı: 

Genel Dini KriterÖzünden kopmuş belirli dini tutum ve gelişmeler ve Hristiyan teolojinin kendi arka bahçesindeki belirli çöküş ve eksikliler özellikle 
kaynakların ve Kilise kanunlarının kriteri konusunu gündeme getirmiştir. 
Bunun nedeni onun daha eski değil, zorunlu olarak daha iyi olmasıdır. 
Eski olan şey, önsel olarak yeni olandan daha iyi değildir. Fakat başından 
itibaren asıl olan veya Kutsal kitaba ait olan şey belirleyici faktördü. Ki 
bunlar; İlk dönem Hristiyanlık, İncil’in esas vahyi; Hristiyan vahyinin 
kaynağı ve sahibi İsa Mesih’tir. Hristiyanlar kaynaklarına dayanarak 
kendilerini ölçü yaparlar. Fakat onlar sık sık Hristiyan olmayanlar 
tarafından şöyle eleştirilirler: “Sizler İncil ve İsa Mesih’e başvurur ve sonra 
da böyle mi hareket edersiniz?” Eski ve özellikle Yeni Ahit, Hristiyanlığa 
bir kriter ve normatif bir standart olarak hizmet eder.

Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in kişiliği -ki İslam’ın somutlaşmış 
şeklidir- Müslümanlar için belirleyici etken, Buda fgürü ve onun dharma 
öğretisi ise Budistler için belirleyici etken olduğu gibi Tevrat da Yahudiler 
için belirleyici etken değil midir?

Fakat o zaman kriteri belirleme konusunda örneğin Shaktist Tantrism’in bazı temel özellikleri, Buda’nın hedef edinilmesini gerektiğini söylediği manastır yaşamı konusundaki bazı çelişkilerin anlamı nedir? 

Onun alkol tüketimi ve seksüel bazı pratikleri hakkında neler söylenebilir? 
Bu Tantrisim acaba ne ölçüde hâlâ Budizm’in içindedir? Bu noktada içerden Budist eleştirisi şöyle dile getirilebilir: Budistlerin büyük çoğunluğu muhtemelen cinselliği kesinlikle kendi içinde bir değere ve yere sahip olduğunu söyleyen Hristiyanlarla hemfkirdir. Fakat bu, kesinlikle ibadet veya meditasyon pratiği ile ilgili bir sebebe dayanmaz. 

Özellikle çiftlerin değiştirilebilir olduğu ve rastgele ilişkilerin kötüye 
kullanılarak yaşandığı bir kült uygulama içinde din artık cinsellikten, 
cinsellik ise artık dinden ayrılamaz şekle bürünmüştür.

Özgün veya kutsal kitap kaynaklı kriterle birlikte sadece bir Hristiyan kriterine sahip değil, en azından ilkesel düzeyde olsun diğer dinlere dahi uygulanabilir genel dini bir kritere sahibiz. Burada bir din, normatif ilke veya eylemler (Tevrat, Yeni Ahit, Kur’an, Vedalar) tarafından ve bazen de normatif bir şahsiyet (İsa Mesih, Muhammed, Buda) tarafından değerlendirilebilir. Hakiki ve kutsal kitap kaynaklı bu kriter yalnızca Hristiyanlığa ait değil, her büyük dini gelenek için de gerekli değişiklik ve düzenlemelerin yapılması koşuluyla geçerlidir. Süreç bazı 
dinlerle (Hinduizm örneği verilebilir) diğerlerine oranla daha kolay işleyebilmek te dir. Bana öyle geliyor ki; büyük bir sosyal değişim ve hızla devam eden küreselleşmenin yaşandığı bir dönemde bu dini kriter, Hristiyan olmayan dinlerin de temel uyumunun anlamını fazlaca ön plana çıkarmayı sağlamaktadır. ‘Peki esas olan nedir?’,

 ‘Değişmez olan nedir?’, 

‘Zorunlu olan nedir veya ne değildir?’ soruları dikkate değerdir. Dini 
kimlik değişime açıktır. Bir dine mensup insanlar temel dini mirasın bir 
pazarlık içinde modern dünyaya feda edilmemesi, aksine o dünyada bir 
kez daha yeni meyveler üreten bir şekle bürünmesi gerektiği konusunda 
hemfkirdirler. Ve böylece, hakiki ve kutsal kitap kaynaklı şeyler 
üzerindeki etki, tüm büyük dinlerde ortaya çıkmaya devam eden reform 
hareketlerine nadiren güçlü teşvikler verir. Söz konusu olan şey, dini 
anlamda asıl kaynağa doğru bir yol tasavvuru olarak yeniden yapılanma 
(re-formation) ve aynı zamanda geleceği yeniden inşa etmek olarak tekrar 
yenilenmedir.

Bu durum ne sıklıkla bir dinin kolayca görülebilen temel ve özgün 
niteliklerine atıfa hakiki ve kutsal kitap kaynaklı kritere kadar meydana 
gelmemiştir! Bu, teori ve pratikte doğru Hristiyanlığın ne olduğu ve ne 
olmadığı sorusunu ikna edici bir şekilde cevaplandırır. Ve bu durum, 
doğru Yahudilik, doğru İslam, doğru Budizm ve son olarak hatta doğru 
Hinduizm için de aynı şekilde geçerlidir. Elbette, asıl kaynaktan gelen 
veya kutsal kitap kaynaklı bu cevap, tarihi doğu dinlerinde oldukça farklı 
bir anlama sahiptir. Fakat bu durum onun mistik doğu dinlerinde asla 
anlamsız olduğu anlamına da gelmez. 

Yalnızca kısa bir özet yapacak olursak;

1. Gerçek Hinduizm, ilke olarak ilk dönem Hindu elçilerin (Vedic 
Seers) vahyedilmiş kutsal metinleri üzerinde temellenen bir dindir. 
Özellikle Hindistan’da dinler ve onların Tanrıları farklı olmakla birlikte 
aynı zamanda Hindular büyük bir hoşgörüye de sahiptirler. Budizm, 
(Jaynizm gibi) Vedaları reddetmesi nedeniyle Hindular açısından doğru 
din kabul edilemez. Söz konusu bu Budizm, Hindu İslamının reddedildiği 
gibi fazlasıyla reddedilir. Benzer bir ifade Şivaizm ve Vişnaizm gibi 
Hindistan’ın tektanrılı dinlerinin kutsal metinleri için de kullanılabilirdi.

2. Gerçek Budizm, reenkarnasyon, dharma öğretisi ve shanga 
toplum anlayışını oluşturan Buda’da ancak şeklini alan dindir. Thereveda 
ve Mahayana Budizmi arasında büyük farklar olabilir. Çok sayıda farklı 
Budist mezhepleri vardır. Fakat Buda’yı, Dharma’yı ve Sangha’yı (rahipler 
topluluğu) reddeden dinler doğru bir yol olarak kabul edilmezler.

3. Gerçek İslam, sonuç olarak Hz Muhammed’e indirilen Kur’an üzerine temellendirilebilir. Şiiler ve Sunniler aralarında geçmişte var olup şimdi de devam eden çok ciddi dinî ve politik farklılıklara rağmen Kur’an’a dayanmakta olduklarını söylerler. Onlar için Kur’an Allah’ın kelamıdır. Kim ondan ayrılırsa doğru dinin sınırları dışına çıkmıştır. 
Benzer şeyler -tüm inançsal hoşgörü ve farklı yorumlarına rağmen- Yahudilik için de söylenebilir.

4. Biz açıkçası, kaynakları açısından doğru dinin ne olduğu sorusunu Mistik Asya dinlerinden daha çok tarihi dinlerle birlikte -ve özellikle Hristiyanlıkla- cevaplandırabiliriz. Ve bununla -biz ikinci kez içe dönüşe yöneliyoruz- hakikatin genel dini kriteri özellikle Hristiyanlığın hakikat kriterinde somutlaştırılabilir. Buna karşılık özellikle Yahudi, İslami, Hindu ve Budist kriterler de var olabilir.


VI. Özel Hristiyan Kriteri ÜzerineŞimdiye kadar nasıl sonuçlara ulaştık? 

Öncelikle ifade etmek gerekirse; genel ahlaki kritere göre insanlığa yakışan 
bir şekilde varlığını devam ettiren iyi ve doğru bir din, insanlığı baskı altına 
almaz, onu yıkıma uğratmaz bilakis onu korur ve geliştirir.

Genel dini kritere göre bir din, kendi kaynak ve temel ilkelerine uygun olarak doğru kaldığı ve onun gerçek özü, sürekli başvurulan temel kutsal kitabı ve kutsal şahsiyeti gerçek olduğu sürece iyi ve doğrudur. Özel Hristiyan kriterine göre ise bir din, teori ve pratikte bizim İsa Mesih’in ruhunu hissetmemize izin verdiği sürece doğru ve iyidir. 

Bu teoriyi Hristiyanlığın, mensuplarının hayatında etkili olup olmadığı veya 
ne ölçüde etkili olduğunu içeren bir özeleştiri sorusu içinde doğrudan 
Hristiyanlığa uygulayabilirim. Dolaylı olarak ise –kibirli olmaksızın- bir 
kimsenin özellikle Yahudilik ve İslam gibi diğer dinlerde bizim Hristiyan 
olarak nitelendirdiğimiz bazı şeyleri bulup bulmayacağı veya ne ölçüde 
bulabileceği sorusunun eleştirel açıklamasına karşın, aynı kriter kesinlikle 
diğer dinlere uygulanabilir.

Eğer doğru dinin temel sorusu ile ilgili olarak bir çözüm üretmek istiyorsak, içsel ve dışsal perspektif arasında kesinlikle ayrım yapmalıyız. 

Bir kimse Hristiyanlığı, Hristiyan mesajına, geleneğine ve toplumuna karşı 
özel bir sorumluluk hissetmeksizin, tamamen dışardan, bağımsız bir 
gözlemci, bir din araştırmacısı, Hristiyan olmayan biri ya da eski bir 
Hristiyan olarak diğer dinler gibi değerlendirebilir. Hristiyanlık, hakikate 
dair dini ve ahlâki kriteri karşılamalıdır. Ancak o zaman dünya dinleri 
arasındaki uygun yerini alır. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında birçok 
doğru din vardır.

Dış kaynaklı bakış açısı, (bir çeşit dış politika gibi) içerden bir bakış 
açısını (bir çeşit iç politika gibi) dışlamaz. Bir kişi açısından her iki bakış 
açısını birleştirmek tamamen ciddi ve saygı değer bir iştir. Bu durum 
üzerinde düşünüldüğünde, söz konusu bu iç ve dış ilişkinin sadece dinler 
için geçerli olmadığı görülür. Uluslararası bir avukat da bir uzman olarak 
çeşitli ulusal anayasaları karşılaştırırken ya da uluslararası anlaşmazlıklarda belirli kritik noktalar üzerinde bir uzlaşmaya varmaya çalışırken kendi anayasasına sanki dışarıdaymış gibi bakabilir. Bununla birlikte o, içerden bir bakış açısından yola çıkarak ülkenin diğer vatandaşları içinde sadık bir vatandaş olarak tamamen bu anayasaya uyma ve ona sadık kalma konusunda kendinde bir zorunluluk hissettiğinde de aynı anayasaya bakmaktadır. Bu bağlamda kimse tek boyutlu bir kişiliğe sahip değildir. Gerçek, bundan daha karmaşıktır.
Eğer şuan bir Hristiyan ve bir teolog olarak Hristiyanlığa içerden 
bakacak olursam,- Hristiyan olmayan tüm kişilerin kendi dinine baktığı 
gibi- ve eğer bir dinin, bir mesajın, bir geleneğin ve bir toplumun herhangi 
bir mensubu olarak konuşursam, bu durumda Hristiyanlık, benim için - 
her diğer din kendi mensubu için olduğu gibi- sadece zihinsel bir algı 
içinde yaklaştığım bir sistemden daha fazla bir şeydir. O zaman 
Hristiyanlık, her din gibi her felsef düşüncenin aksine bir kurtuluş mesajı 
ya da ona giden bir yoldur. Burada sadece benim düşüncelerimi de 
gerektiren felsef ve teolojik bir argüman grubuyla değil Hristiyanlık söz 
konusu olduğunda dini bir meydan okuma ve bütünüyle kişisel bir 
pozisyon almamı ve onu takip etmemi gerektiren bir peygamber mesajıyla 
karşılaşmış olurum. Din, ancak bu şekilde doğru olarak anlaşılır. Şayet o 
zaman, bu noktadan itibaren düşüncelerimde imanı ikrar eden bir dil 
kullanıp, dinime tekrar geri dönüyorsam, bu durum nihai sonuçlardan 
duyduğum bir korku sebebiyle değil, nihai varoluşsal bir ciddiyet ile 
içerden onu doğrulamadığı sürece, bir kimsenin bir dini derinlikleriyle 
kavrayamayacağı varsayımından hareket ediyor oluşumdandır. Bir din, 
doğru hakkındaki söylemi heyecan verici bir derinliğe sahip olduğunda 
ancak benim dinim olur. Bu noktada benim için önemli olan şey, kendi 
hakikat ve imanımdır. Bu durum, tıpkı bir Müslüman ve bir Yahudi 
açısından İslam’a ve Yahudiliğe dair, bir Hindu ve Budist için ise 
Hinduizm’e ve Budizm’e dair kendi dini, imanı ve de hakikatinin önemli 
olduğu gibi değerlendirilebilir. Kendi dinimde, keza diğer dinlerde de 
mesele, genel değil varoluşsal bir hakikat meselesidir. Bu bağlamda benim 
için- tüm diğer inanırlar gibi- yalnızca tek bir doğru din vardır.

Bu, doğruyu araştırma sürecinde kimsenin kendi yaşam tarihi ve 
tecrübesinden soyutlanamayacağı anlamına gelir. Şimdiye kadar sözü 
geçen tüm dinleri yukardan objektif bir şekilde yargılayabilen bir 
konumda duran ne bir teolog, ne bir teoloji öğrencisi, ne de dini ve politik 
bir otorite olmak gibi bir şey söz konusu olamaz. Tüm dinî geleneklerin 
üzerinde tarafsız bir konumda durabildiğini düşünen herhangi biri, 
onların herhangi birisinin içinde bulunarak bunu yapamayacaktır. Her 
kim (Raymondo Panikkar’dan bir imge ödünç bir alarak) tüm resmi kendi 
penceresinden görürken, resme kendi pencerelerinden bakan diğerleriyle 
konuşmayı reddederse; her kim her şeyin üzerinde bir konumda durup 
onları yargılayabileceğini düşünürse, o kişi açık bir şekilde temel 
dayanağını kaybetmiştir. O, Ikarus’un (Yunan Mitolojisinde Deadalus’un 
oğlu) yaptığı gibi, balmumu kanatlarını hakikat güneşinde kolayca 
eritecektir.

Bu yüzden tarihi olarak şartlı bir bakış açısı içindeki imanımı itiraf 
ediyorum. Bu tek din, benim için hakikat oluşunun başkalarını ikna 
edebilir iyi sebeplerinden bahsedebileceğim gerçek dindir. Hristiyanlık 
benim için yürüdüğüm yol, içinde yaşam ve ölüme dair hakikati 
bulduğuma inandığım dindir. Buna rağmen aynı zamanda yüz 
milyonlarca insanın hakikat olarak kabul ettiği diğer dinlerin hiç de yanlış 
dinler olmadığı veya basit bir şekilde gerçek dışı olmadığı da doğrudur. 
Bu dinlerin her biri, yalnızca Hristiyanlıktakilere benzeyen çok sayıda 
doğruya sahip olmakla birlikte, bizim daha önce gizli ve üstü kapalı bir 
şekilde sahip olmadığımız kendilerine özel bazı doğrulara da sahiptirler. 
Bu durumda niçin Yahudi, Müslüman, Hindu ya da Budist olduklarının 
tam açıklamasını Yahudi, Müslüman, Hindu ve Budist teolog ve 
felsefecilere bırakmak gerekmektedir. Hristiyan teologun katkısı, en 
azından özel Hristiyan kriterini isimlendirmek için temel prensipleri 
ortaya koymak, Hristiyanları Hristiyan olmayanlardan açık bir biçimde 
ayıran şeyin ne olduğu, onları neyin ayırması gerektiği ve bir Hristiyanı 
Hristiyan yapan şeyin ne olduğu sorularına cevap vermeye çalışmak 
olmalıdır.

Bu durumda ben niçin bir Hristiyanım? Benim niçin bir Hindu, 
Budist, Yahudi veya Müslüman değil de bir Hristiyan oluşumun 
sebeplerini yeni bir karşılaştırmalı dinler bağlamı içinde ortaya koymak 
ayrı bir makaleye değerdi. Şimdi tam noktada açık esasları önermeme izin 
verin. Evet ben bir Hristiyanım. Çünkü kendimi, inanarak ve bütünüyle 
gerçek olarak, yalnızca İsrailoğulları tarihinde etkin olan ve onun 
peygamberleri vasıtasıyla konuşan değil, Nasıralı İsa’nın acı çekmesi ve 
ölümüyle de kendini eşsiz bir şekilde bilinir kılan ve bizim için hayatta ve 
davranışlarımızda belirleyici etkisi olan İbrahim’in, İshak’ın İsmail’in ve 
Yakup’un Tanrısına adıyorum. İsa Mesih’in ilk havarileri, çarmıhtaki o 
utanç verici ölümüne rağmen onun ölü kalmadığına, bilakis onun Tanrının 
ebedi yaşamına götürüldüğüne ikna olmuşlardır. O, şimdi Tanrının 
kusursuz elçisi, Onun İsa Mesih’i, Onun ete kemiğe bürünmüş konuşması, 
Onun görüntü ve kopyası ve Onun (İsrailoğullarının eski bir kral unvanı 
bağlamında) oğlu olarak Tanrıyı simgelemektedir. Bu nedenle özetle ben 
bir Hristiyanım, çünkü zamanla değişen dereceleriyle bu İsa Mesih’e 
inanıyor, pratik olarak ona öykünmeye (her birinin kendi yolları olan 
milyonlarca başkalarıyla birlikte) çalışıyor ve onu kendim için yaşam yolu 
rehberi olarak kabul ediyorum. Bu yüzden, İncil ifadelerine uygun olarak, 
bizim için İsa Mesih yol, gerçek ve yaşamdır.

Bir özeleştiri bağlamında Hristiyanlara yönelik değerlendirme yaptığımızda bu, Hristiyanların aynı zamanda oldukça çelişik duyguları içeren tarihi bir olgu olarak tıpkı bütün diğer dinler gibi temel dogmalarıyla, ayinleriyle ve otoritesiyle yalnızca bir din olarak Hristiyanlığa inanmadığı anlamına gelir. Karl Barth bunu oldukça doğru bir şekilde ifade etmiştir. O yüzden Hristiyanlığı, Hegel’in yapabilmeyi düşündüğü şekliyle ‘mutlak din’ olarak tanımlamak savunulabilir değildir. 

Bir din olarak Hristiyanlık, tam anlamıyla tüm diğer dinlerle bağlantılı 
olarak dünya tarihinde ortaya çıkmıştır.

Şüphesiz dünya tarihinde tek mutlak, ‘Mutlak’ın kendisidir. 
Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için bu tek ‘Mutlak’ elbette 
belirsiz, anlaşılmaz, kelimelerin kifayetsiz kaldığı ve sessiz değildir. O, 
peygamberler vasıtasıyla konuşur. İnançlı Hristiyanlar için O, çehresi 
olmayan meçhul bir varlık da değildir. O, kendini Nasıralı İsa’nın 
bedeninde açığa vurmuştur. İnananları için -ve sadece onlar için- O, 
dünyadır, tapınılacak olandır ve yoldur. Diğerleri için ise bu yola girmeleri 
için en azından bir davettir. Bu, Hristiyanların niçin Hristiyanlığa 
inanmayıp, peygamberler ve aydınlatıcı mesajcıları gönderdikten sonra bu 
kişiyi, kutsanmış elçisini, yani İsa Mesih’i gönderen tek Tanrıya 
inandıklarının sebebidir. Hristiyanlar için İsa Mesih, kesin olarak 
belirleyici etkendir.

Karl Barth ne söylerse söylesin, var olan Hristiyanlık bu tek Tanrıyı 
ve onun İsa Mesih’ini doğruladığı sürece kendi inanırları tarafından –
ikincil ve sınırlı bir duygu içinde- gerçek din olarak kabul edilirler. Fakat 
var olan Hristiyanlık sürekli bu tek Tanrıdan, onun İsa Mesih’inden ve bu 
onun kesin belirleyici etken oluşundan uzaklaştığında kesinlikle yanlış bir 
din olurdu. O, İsa Mesih’ten sonra bile peygambere özgü düzeltmelere, 
Kilise içinde Peygamberlere, -bugün daha açık bir şekilde görüyoruz- ve 
keza aralarında Peygamber Muhammed ve Buda gibi mükemmelliği 
kapsaması gerektiğine şüphe duyulmayan Kilise dışında Peygamberlere 
ve azizlere ihtiyaç duydu. 

Bir kez daha ifade etmek gerekirse, sadece felsefecilerin, bilgelerin 
Tanrısı (Antik Yunan Tanrısı) ve İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un Tanrısı 
(Yahudilerin Tanrısı) değil, bilakis sonuç olarak İsa Mesih’in de Tanrısı 
(Hristiyanların Tanrısı) olan Tek Tanrıya yönelik inanç kararı, en derin 
seviyede bir imanı temsil eder. Bu, güvenin rasyonel bir eylemidir. Öyle ki, 
bu iman kararı asla sadece sübjektif ve keyf değil, bütünüyle mantıksal 
açıdan sağlamdır. 

Yahudilik, İslam, Hinduizm ve Budizme kıyaslandığında, bu Hristiyan olma kararı için ne söylenebileceğini başka bir yerde detaylarıyla ortaya koymuştum. Hristiyanlar olarak biz -basit bir şekilde dogmatik esasları düzenlemek istemedikçe – İsa Mesih’in önemini sağlam ve ampirik şekilde doğrulama sıkıntısından kurtulamayız. 

Dogmatik olarak doğrulanmış ‘Teslis’ ve ‘İlahi Oğulluk’ doktrinine atıfta 
bulunmak burada çok az yardımcı olur. Bugünlerde, bu fgür, onun 
mesajı, onun yolu, yaşamı ve kaderi açısından -hatta diğer dinlerin büyük 
dini fgürleriyle eleştirel bir kıyasla- niçin Hristiyan olduğumuzu yeni bir 
anlayışla somut bir şekilde gösterebilmeliyiz. Ve bunu yapmak ve ayrıca 
dinler üzerinde bilimsel araştırmalar ortaya koymak kaçınılmaz bir 
gerekliliktir. İhtiyaç duyulan şey, dini çalışmalarla teolojinin ayrılması ya 
da birleştirilmesi (fili olarak teolojiyi dini çalışmalara veya dini 
çalışmaları teolojiye indirgemek) değil, onların eleştirel ciddi bir ortaklık 
yapmasıdır.

Burada en azından bize çarpıcı bir biçimde bir şeyler gösteren Nasıralı İsa’nın bir tarafına – ki o bütünüyle merkezi taraftır- dikkat çekmek isterim: Hristiyanlar açısından özel Hristiyan kriterine iman, yalnızca kaynakların genel dinî kriteri ile değil, insan unsurunun genel ahlaki kriteri ile de çatışır. Bu sarmal sürüp gider. Tanrının isteğinin ve Krallığının ilanının bir sonucu olarak dağdaki vaazda (Sermon on the Mount) ve İsa Mesih’in davranışlarının tümünde hedefenen amaç nedir? 
Kesinlikle yeni ve hakiki bir insanlıktan daha fazla veya daha az bir şey 
değildir: Dini Tatil günü, Tanrının buyrukları kişinin faydasınadır, aksi 
düşünülemez.

Bu yeni gerçek insanlık, kişinin muhalif ile bile dayanışma kardeşliğinde açığa çıkan insanoğlunun daha radikal bir anlayışını ifade etmektedir. İsa Mesih açısından gerçek ve doğru insan, dağdaki vaazın bu daha radikal insanlığını -ki şuanda tamamen farklı bir dünya görüşüne karşı görülür- kadın ve erkeklerle bir dayanışma kardeşliği olarak diğer dinlerde de gerçekleştirilmek zorundadır. Dayanışma kardeşliği bu yüzden;

1.O, sadece din savaşlarından, işkenceden, engizisyondan vazgeçmek ve dini hoşgörüyü gerçekleştirmek değil, bilakis diğer dinlerle ilişkilerde müşterek bencilliğin yerine iyilikseverlik ve sevgi kardeşliğidir;

2.O, bu yüzden, dinlerin sebep olduğu tarihin hesabını görmektense, bağışlamayı gerçekleştirmek ve yeni bir başlangıç yapmaya cesaret etmektir;

3.O, basit basit bir şekilde çoğu zaman insanları ayrıştıran dini kurum ve yapıları ortadan kaldırmaz, bilakis iyilik ve insanlık için onlara atıfta bulunur;

4.O, dini-politik sistemler arasında gizli ya da açık güçlü bir mücadele yerine sürekli bir uzlaşı için çabalar. Tüm dünya için birleştirilmiş bir din olmamalı, fakat milletler arasındaki barışın bir ön koşulu olarak dinler arasında bir barış olmalıdır.

Bu, dağ vaazının ruhundaki daha insancıl Hristiyanlığın, daha fazla 
Hristiyan anlamına, daha fazla Hristiyan ise Hristiyanlığın din olarak 
dışarıya dönük daha doğru yansıyabileceği anlamına gelmektedir. Ve bu 
söylenenlerden sonra doğrunun (hakikatin) bu üç kriteri geliştirilmelidir. 
Bu çok önemli ve kritik noktaları son bölümde özetleyebiliriz.

VII. Hep Daha Yüce Bir Hakikat Yolunda

Şimdiye kadar söylenenlerden yola çıkıldığında şu durumun açıklığa kavuşmuş olması gerekir: Eğer biz kişi için iyinin ne olduğu sorusunu, yalnızca pragmatik ve olgusal olarak değil, temel olarak; yalnızca soyut-felsef olarak değil, somut-varoluşsal olarak; ve yalnızca psikolojik-pedagojik olarak değil mutlak bir bağlılık ve evrensel olarak geçerli bir yöntemle cevaplandırmak istiyorsak, o zaman dini görmezden gelip onun yerine yarı-dini bir şey koyamayız. Diğer taraftan her din, insanî unsurun genel ahlaki kriteri tarafından kendisinin test edilmesine 
izin vermek zorunda kalacak ve bu yüzden belirli modern şartlar içinde 
psikolojik, pedagojik, felsef ve hukuki bulgulardan vazgeçemeyecektir. 
Aslında burada bir kısır döngü değil bir diyalektik ilişki söz konusudur:

1. Gerçek insanlık, gerçek din için ön koşuldur. Bu, insani olan şeyin, 
yani insan onuruna ve temel değerlerine saygının, her dinde aynı şekilde dile getirilmiş asgari bir talep olduğu anlamına gelir. 

İnsanlık (asgari kriter) en azından bir kimsenin hakiki din duygusunu gerçekliğe dönüştürmek istediği yerde ortaya konulmalıdır.

2. Gerçek din, gerçek insanlığın mükemmel halidir. Bu, dinin her şeyi 
kuşatan bir anlamın, en yüksek değerlerin ve mutlak zorunluluğun ifadesi olarak insanî unsurun gerçekleşmesi için ideal bir ön koşul olduğu anlamına gelir. Mutlak ve evrensel bir zorunluluk esası üzerine kurulu insani değerleri gerçekleştirmeyi isteyen insanların olduğu yerde ortaya çıkması gereken şey 
kesinlikle dindir. 

“O zaman gerçek din nedir?” sorusu gündeme gelmektedir. Bu karmaşık soruya, içsel ve dışsal iki boyutu kadar, birbirine benzemeyen ve yine de diyalektik olarak üretilmiş üç kriterin -genel ahlaki, genel dini, özel Hristiyan kriteri- yardımı ile mümkün olan en iyi kavramsal açıklık ve teorik kesinlikle birlikte farklılaşmış bir cevap vermeye çalıştım. Benim cevabım, “Gerçek din var mıdır?” sorusuna yönelik bir cevabı da içerir. 

Özetle diyebiliriz ki;

1. Dışardan, yani dinî çalışmaların bakış açısından yola çıkarsak, farklı gerçek dinler vardır. Bizim oluşturduğumuz ahlaki ve dini kritere yönelik en azından prensipte çelişik duygular içinde karşılık veren dinler ve tek hedefe yönelmiş, zaman zaman kesişen ve halükârda karşılıklı olarak birbirine faydası dokunan 
kurtuluşun farklı yolları vardır.

2. İçerden, yani İncil’e yönelmiş inançlı Hristiyanların bakış açısından yola çıkarsak, benim için doğru din, -tüm inanç yollarını aynı zamanda mümkün yollar göremeyeceğime göre- üzerinde yürümeye çalıştığım inancın yoludur. 
Bu yol ise İsa Mesih’in tek gerçek Tanrı olduğuna şahitlik etmeyi sürdürdüğü 
sürece Hristiyanlıktır.

3. Biz Hristiyanlar ve benim için bu tek doğru din, asla diğer dinlerdeki doğruluğu dışlamaz, bilakis onlara olumlu bir anlam izafe eder. Diğer dinler, ne basit bir şekilde yanlış ne de mutlak bir şekilde doğrudurlar. Fakat doğru dinler, şartlı olarak bir takım çekincelerle birlikte, kesin noktalar üzerinde Hristiyan mesajıyla çelişki yaşamadığı sürece şüphesiz onu tamamlayabilir, doğrulayabilir ve ona değer katabilir.

Bu uzun ve karmaşık yorumlardan sonra şu açık hale gelmektedir ki; 
diğer dinlere yönelik en üst düzeyde teolojik tarafsızlık kimsenin ne 
imanını ve ne de doğruluk sorununu askıya almaya zorlamaz. Doğruluk 
sorunu üzerinde -kardeşçe bir yarışma içinde (II. Vatikan) uğraşımızı 
sürdürmeliyiz. Fakat tüm dinlerin tahammül edebileceği bir son sınır 
belirlenmek zorundadır. Sadece (içsel-dışsal olarak) iki yatay boyut değil 
üçüncü bir boyut (tabiri caizse dikey boyut) da söz konusudur. Bir inanır 
olarak benim için ve ayrıca bir inanç toplumu olarak bizim için Hristiyanlık, İsa Mesih’de kendini açığa vuran Tanrıyı doğruladığı sürece kesinlikle gerçek dindir. Fakat hiçbir din gerçeğin tümüne sahip değildir, gerçeğin tümüne sahip olan yalnızca Tanrıdır. Yalnızca daima sözünü ettiğimiz Tanrının kendisi gerçektir.

Bu sebeple burada son bir noktanın daha altını çizmek gerekir: 
Hristiyanlar, anlaşılamaz tek varlık olmamasına rağmen onu anladıklarını, 
kavranılamaz tek varlık olmasına rağmen onu kavradıklarını iddia 
edemezler. Aziz Paul’a göre Hristiyan imanında bile biz gerçeğin 
kendisini ki o Tanrıdır aynadaki gibi, eksik bir bulmacadaki gibi, belirli 
bakış açılarındaki gibi daima belli bir zamandaki oldukça spesifk bakış 
açımıza ve yerimize bağlı olarak farkına varırız. Bu yolda yalnız değiliz, 
artık kendi yolunda gitmekte olan her din veya mezhepten milyonlarca 
insanla birlikte daha fazla yolculuk yapıyoruz. Öyle ki, artık biz 
birilerinin benimki-seninki, benim doğrum-senin doğrun tartışmalarını 
yapmalarındansa, o birilerinin sürekli bir şekilde öğrenmeye hazır olduğu, 
kişinin kendi doğrususun diğerlerine anlam verdiği ve kişinin kendi 
gerçeğiyle içtenlikle iletişim kurduğu yerde bir iletişim süreci içinde var 
olacağız.

Fakat bazıları “tüm bunlar neye mal olacak?” sorusunu dillendirecektir. 
Geleceğe dönük açık ve sınırlanmamış da olan tarih -mezhepler arası diyalogun aksine- daha yeni başlamış bir dinler arası diyalogdur. Geleceğin Hristiyan olmayan diğer dinlere ne getireceğini bilmediğimiz gibi benim için tek gerçek olan Hristiyanlık için de geleceğin ne getireceğini bilmiyoruz. 2087 yılında, Hristiyan teolojideki ‘Kilise’nin, İslam teolojisindeki ‘Ümmet’in, Budist teolojideki ‘Keşişler Topluluğu’nun nasıl bir şekil alacağını kim bilir?

Gelecek devam ettiği sürece sadece tek bir şey kesindir. Hem insan yaşamının ve hem de dünyanın sonunda İslam ve Yahudiliğin olmayacağı gibi Budizm ve Hinduizm de artık orada olmayacak. Hakikaten, sonunda Hristiyanlık da orada olmayacak. Sonunda tanımlanması mümkün olmayan, tüm dinlerin ona uyduğu Tek varlık dışında geride hiçbir din kalmayacak. Hristiyanlar kendilerinin, mükemmel gelmeden önceki mükemmel olmayan yol olduklarını fark ettiklerinde ancak gerçekle yüz yüze gelmiş olacaklar. Sonunda dinlerin arasında duran ve onları ayıran bir fügür kalmayacak. Artık bundan sonra ne Hz. Muhammed gibi bir peygamber ne de Buda gibi bir bilge olmayacak. Hatta Hristiyanların 
inandığı İsa Mesih bile ayırıcı bir fügür olarak kalmayacak. 

Paul şöyle der: 

Ölüm dahil her şey oğula bağımlı kılınınca, Oğul da her şeyi kendisine 
bağımlı kılan Tanrıya bağımlı olacaktır.

 Öyle ki, her şeyde her şey olsun. 

(1Cor 15:28) 

DİPNOTLAR;

1. Son buzul çağı başlangıcında Avrupa ve Ortadoğu'da yaşayan ve bugünkü 
insanın uzun bir evrim sonucu ortaya çıktığını kanıtlayan ilk insan fosiline verilen isim.İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, 27, 185-210
2. http://en.wikipedia.org/wiki/Kerygma İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, 27, 185-210


***

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR? BÖLÜM 3

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR?  BÖLÜM 3




IV. İnsanî Unsur: 

Genel Ahlaki KriterDinimizi başka bir dinle kıyasladığımızda, ama aynı zamanda 
kendi dinimizin yanlışları üzerinde derinlemesine düşündüğümüzde, tüm 
dinler için geçerli olan iyi ve doğrunun kriteri sorunu ortaya çıkar. Bu, 
benzer şekilde tüm dinlere uygulanabilir olan genel bir kriterdir. Bana öyle 
görünüyor ki bu durum, uluslararası hukukun sorunları açısından zerre 
kadar önemli değildir. Ne tanımlayıcı dini araştırmalar disiplini (ki o normatif kritere az ilgi gösterir, kendisi çoğu zaman ince eleyip sık dokumadan insanlığın, doğanın, tarihin ve kutsalın belirli kavramlarının var olduğunu varsayar, örneğin sözsüz bir şekilde mistik olanı yeğlemek gibi) ne de Hristiyan teoloji (ki o şimdiye kadar kendisiyle diğer dinler arasında neredeyse hiç bir kıyaslama yapmamış ve bu sorunun en önemli bölümü için kaçamak cevaplar üretmiştir) gerekli kriter mantığı işini halledebilmiştir. Bu, tamamen birini bir çözüm önerisi sunmaya davet eden teorinin eksikliğinden daha fazla bir şey değildir.

Bu durumda kaçınılmaz başlangıç sorusu şu olmalıdır: Bütün araçlar dini tarafar tarafından meşrulaştırılmış mıdır? Bu şekilde, dinî bağlılığın hizmetinde ekonomik gücün, cinselliğin ya da saldırganlığın kötüye kullanımını içeren her şeye izin var mıdır? İnsanoğluna zarar veren, onu yaralayan hatta onu mahveden bazı şeyler dinî bir emir olabilir mi? Bu durumla ilgili her dinde fazlasıyla örnek mevcuttur. Tanrıya sunulmuş olsa da insanın kurban edilmesinin haklı bir gerekçesi olabilir mi? Çocuklar bir inanç saikıyla katledilebilir mi? Dul kadınlar yakılabilir mi? İnançsızlar işkenceyle ölüme mahkûm edilebilirler mi? Eğer ibadet etmekle zina etmek, iradeye sahip olmakla gelişi güzel ilişkiler yaşamak, oruç tutmakla uyuşturucu kullanmak, mistik tecrübenin yol ve yöntemleri olarak bir işlev görüyorsa bu, onların aynı yolda oldukları anlamına gelir mi? Kutsal bir amaç için olduğu varsayılarak hilekârlık ve sahte mucize, 
her çeşit yalan ve aldatmaya izin verilebilir mi? Tanrısallığı zorlamayı 
hedefeyen sihir ile Tanrıya dua etmeyi öngören din aynı şey midir? 
Emperyalizm, ırkçılık, erkek şovenizmi dinî saiklerle ortaya çıktığında 
onaylanabilir mi? Bir kimsenin dinî olarak motive edilen Guyana’daki gibi 
bir toplu intihara karşı itiraz edebileceği hiçbir şeyi yok mudur? 

Korkarım hayır.

Hangisi olursa olsun kurumsallaşmış dinlerin her birinde önsel (a 
priori) olan sadece ahlâk değildir. Bazı kökleşmiş toplumsal geleneklerin 
de eleştirel gözle incelenmesi gerekir. Bu yüzden her dinin sahip olduğu 
özel kriterle birlikte genel ahlaki kriter, bugün olduğundan daha fazla 
tartışılmalıdır. Bu bağlamda elbette çağdaş ahlaki kanıtların (empirik, 
analitik veya metafzik- antropolojik yargılama) ve ilkelerin doğrulanmasının temel formları ile ilgili artan daha karmaşık hermenötik sorulara giremeyiz. Baştan yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için şunu söylememe lütfen izin verin: İnsani unsura yönelmek, yani gerçekten insan olan şeye yönelmek, her halükârda ‘saf ve temiz insan’ a yönelik dinî bir indirgeme olduğu anlamına gelmez. 

‘Mutlak’ın planına dayalı olarak insanî unsuru ortaya çıkarmak konusunda etkileyici şekilde başarılı olan din, her zaman en ikna edici olanın kendisi (otonomi için tüm modern çabalardan çok daha önce) olduğunu göstermiştir. 
Bir kimse yalnızca on emirden, dağdaki vaizciden, Kur’an’dan, Buda ve Bhagavadgita’nın vaizlerinden bahsetme ihtiyacını duyar.

Bütün olarak, uzun süre din ve vicdan özgürlüğüne engel olan 
Hristiyanlığın kendisi, diğer dinleri ve özgürleşmenin modern süreçleri 
boyunca Hristiyan imanının etki alanının yayılışını eleştirerek kendisini 
onlardan ayıran hümanizm gerçekliğinden (kesinlikle dünyevi olmasına 
ve kiliseye muhalif olmasına rağmen) faydalanmıştır. Bu hümanizm, insan 
onuru, kardeşlik, eşitlik, özgürlük gibi temelde Hristiyan değerleri olan 
şeyleri gerçeğe dönüştürmek için (çoğu zaman Hristiyanlıkla karşı karşıya 
gelse de) başka bir şekilde Kiliseyi hatırlatmıştır. O, tüm diğer dinlerden 
önce Hristiyanlık sınırları içinde insani unsurun bir kez daha sığınak 
bulabildiği modern bir otonomi içinde dinî olarak kesinlikle özgürlüğüne 
kavuşmuştur.

Diğer taraftan, bir bütün olarak Hristiyanlık, özellikle bir şaşkınlığın söz konusu olduğu, insani bağların ve yaygın hoşgörünün zayıfadığı bir zamanda, erdemin toplumsal gelenek, adalet ve kişisel tatmin sorunundan daha fazla anlam ifade etmesi ve yine erdemin ahlaki değerler ve normların bizi evrensel ve mutlak bir şekilde zorlayabilecek olması nedeniyle tüm psikolojik, pedagojik ve hatta pozitif hukuktan daha çok kişisel vicdan için bir temel oluşturabilir. Aslında yalnızca ‘Mutlak’ kendisini kayıtsız şartsız zorlayabilir ve kesin bir şekilde kendini 
bağlayabilir. Yine yalnızca din mutlak bir şekilde ve evrensel olarak bir 
ahlâk yaratabilir ve onu aynı zamanda somutlaştırabilir. Doğrusu bu, 
binlerce yıldır bazen iyi, bazen ise kötü bir şekilde yapılmaktadır.

Her halükârda, harekete geçirilen bir etkileşim süreci olarak dahi, 
diğer dinlerdeki insani olan hakkındaki bir sorgulamada aslında bir hata 
söz konusu değildir. Öyle ki, özellikle şeriat ve İslam hukukunun sıkça ve 
aşikâr olarak 1948 yılında yayınlanan BM İnsan Hakları Evrensel 
Beyannamesi ile çatışmakta olduğu artan bir şekilde ortaya çıkmasından 
bu yana insan hakları sorunu, örneğin, İslam’da yoğun bir şekilde 
tartışılmaktadır. Bu, özellikle kadınların (evlilik, boşanma, miras ve 
çalışma ile ilgili kanunlar) ve Müslüman olmayanların (bazı mesleklerden 
yasaklanması) yasal eşitliğine yönelik bir durumdur. Bunların tümü, doğal 
olarak Kur’an’ın kendisine yönelik irdeleyici soruları işaret eder. Tüm 
zorluklarına rağmen insan hakları ve genel ahlaki kriter sorunu 
konusunda insanın yaşamı ve kardeşliğinin anahtar öncülü üzerinde 
modern insani bilincin gereksinmelerini karşılayan temel bir konsensüs 
zamanla dünya dinleri arasında şekillenebilir. Tarihi süreçte insan bilinci 
üzerinde kesinlikle birincil olarak etki bırakan temel insanî değerler ve 
isteklerin yol gösterici inançları vardır. Fakat diğer taraftan olması 
gereken, -tam anlamıyla Kopernik’in dünya resmi gibi- sürekli olarak yeni 
şekiller verilmeye ihtiyaç duymasına rağmen onların devam etmesini, geri 
döndürülememesini, koşulsuz doğrulanmasını, insan hakları ve temel 
haklar olarak gerçekten yasalaşmasını başarabilmektir.

Ne olursa olsun, farkındalık konusunda bazı ara dönemlere 
rağmen, farklı dinlerin içinde varolan daha fazla insanlığa doğru olan 
ilerlemeyi görmezden gelemeyiz. Örneğin, modern zamanlara kadar 
alışılmış şekilde olan (işkence sehpası ve direği gibi) engizisyon pratiğinin 
Katolik Kilisesi tarafından kaldırılması veya kutsal savaş (cihat) 
doktrininin insani olarak yeniden yorumu ve bazı daha yenilikçi İslam 
ülkelerindeki ceza kanunlarındaki reformlar veya Hindistanlı Budist ve 
Hristiyanlarca birincil olarak reddedilmiş olmasına rağmen, İngiliz 
işgaline kadar bazı izole bölgelerde uygulanan ölen kadının kocasıyla 
yakılması ve insanın kurban edilmesi uygulamasının kaldırılması 
bunlardan ilk akla gelenlerdir. Uzak, Orta ve Yakın Doğu’dan çok sayıda 
örnek, kadınların özgürleşmesi ve korunması, sosyal adaletin gerçekleşmesi ve savaşların ahlaksızlığının ortaya konması ve güvence altına alınmış insan haklarına saygı ile ilgili gelecekte güçlü ve büyüyen bir farkındalığın muhtemelen tüm dünya dinlerinde gözlemlenebileceği konusunda beni ikna etti. Dünya çapında dinî hareketler özellikle barış adına önemli gelişmeler kaydettiler. Tüm bu dinî motivasyon ve hareketlilik -Polonya, İran ve Afganistan ile bağlantılı farkında olduğumuz en küçük bazı şeyler- çok ciddiye alınması gereken politik ve sosyal faktörlerin varlığına işaret etmektedir. Bu yüzden benim sorum 
şudur: İnsan itibarı ve onunla ilgili temel değerler üzerinde somutlaşarak 
gerçekten insanî olan üzerinde temellen genel ahlaki ilkeyi formüle etmek 
için genel insanlığımıza çağrıda bulunmamızın bir imkânı söz konusu olamaz mı?

Dünya dinlerinde insan üzerine yeni bir yaklaşım gelişmektedir. 
Bunun özellikle yalın bir örneği, 1970 yılında Japonya’nın Kyoto şehrinde 
düzenlenen “Barış için Dünya Dinleri Konferansı” sonrası yayınlanan 
bildirgedir. Böylece, birlikte barışın ana konusunu ele aldığımızda bizi 
birleştiren şeylerin bizleri ayıran şeylerden daha önemli olduğunu 
keşfettik. 

Müşterek sahip olduğumuz noktaları şöyle sıralayabiliriz:

1.İnsanlık ailesinin asli birliğine, tüm kadın ve erkeklerin eşitliği ve itibarına dair sarsılmaz inanç;
2.Kişinin ve onun vicdanının kutsallığına dair bir inanç;
3.İnsanlık toplumunun değerine dair bir inanç;
4.Gücün doğru ile aynı şey olmadığına, insan gücünün kendi kendine yetebilen ve mutlak bir güç olamayacağına dair bir farkındalık;
5.Sevgi, duygudaşlık, bencil olmamak, aklın gücü ve vicdani doğruluğun, sonuç olarak nefret, düşmanlık ve bencilikten daha güçlü olduğuna dair iman;
6.Zengin ve zalime karşı yoksul ve mazlumun yanında durmanın zorunluluğuna dair inanç;
7.İyiliğin nihai zaferine dair derin bir umut.


Kriter araştırmamızda temel soru şöyle dile getirilebilir: Kişi için iyi 
nedir? Bu sorunun cevabıyla ilgili şu söylenebilir: İyi, kişinin kendisinin 
gerçek anlamıyla insan olmasına yardım eden şeydir. Temel ahlâki ilke 
gereğince, kişi en yalın anlamda bir zalimin içinde değil bir insanın içinde 
var olmalı, tüm ilişkilerinde insanlığını ortaya koyabilmelidir. 

Ahlaki iyi, uzun vadede insan yaşamının kişisel ve sosyal boyutu içinde zenginleşmesine izin veren ve insanın tüm boyutlarındaki en uygun gelişimini mümkün kılan şeydir. Bu yüzden insanoğlu, duygularını ve sezgilerini içeren tüm katmanlarında, toplum ve doğayla başarısını içeren 
tüm boyutlarında bu insanlığı kişisel ve sosyal olarak gerçekleştirmelidir. 
Fakat eğer insan ötesi, doğuştan gelen, her şeyi kuşatan, ‘Mutlak’ inkâr 
edilir veya ondan uzaklaşılırsa, bu aynı zamanda insanlığın işin özünde 
başarısız olduğu anlamına gelir. İnsanlık bu boyut olmadığı sürece ancak 
salt bir beden olabilir.

Gerçek insanlığın temel ilkesine göre iyi ile kötü ve doğru ile yanlış birbirinden ayrılabilir. Biz de temelde iyi ve kötünün ne olduğunu, birbirinden farklı herhangi bir dinde doğru ve yanlışın ne olduğunun ayırdına varabiliriz. Dinle ilgili olarak bu kriter aşağıdaki şekilde formüle edilebilir:

a) Olumlu kriter: Bir din, insanlık erdemine hizmet ettiği, onun iman 
ve ahlâkla ilgili öğretileri, onun ritüelleri ve kurumları, insanî kimlikleri 
içinde insanoğlunu desteklediği ve onların anlamlı ve faydalı bir varlık 
kazanmalarına izin verdiği sürece doğru ve iyi bir dindir.

Başka bir deyişle:

Açık bir şekilde insanoğlunun fziksel, ruhsal, kişisel ve toplumsal 
insanlığı konusunda (yaşam, doğruluk, adalet, barış) onların ihtiyacını 
karşılayan, onları iyi yapan, onları koruyan herhangi bir şey, başka bir 
ifadeyle, tam anlamıyla insani olan şey, bu sebeple ilahiliği çağrıştırır.

b) Olumsuz kriter: Bir din, insaniyetsizliği yaydığı, onun ahlâki ve 
inanç öğretileri, ritüelleri ve kurumları insanoğlunun insan kimliği içinde 
anlamlılığı ve değerliliğini engellediği, anlamlı ve faydalı bir varlığı elde 
etmek konusunda onların başarısız olmalarına neden olduğu sürece yanlış 
ve kötü bir dindir.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***