AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 8
Karlofça'dan Helsinki'ye,
Mehmet Altan
( BİRİKİM DERGİSİ Sayı : 128 - Aralık 1999)
Türkiye’nin Avrupa Birliği Helsinki Zirvesi’nden beklediği gerçekleşmesi halinde “tam üye adaylığı”, Osmanlı’nın Avrupa’daki askerî üstünlüğü kaybettiği 1699 Karlofça’dan sonra başlayan “Batılılaşma” serüveninin en yeni halkasını oluşturacak.
Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyılda başlayan ve devletin düştüğü bunalımı Batılı devlet ve toplum yapısını örnek alarak gidermeyi amaçlayan Batılılaşma siyaseti, henüz hedefine ulaşmış değil. Üstelik tarihsel rakibimiz Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi, ama biz değiliz, üstelik Helsinki Zirvesi’nde Yunanistan’ın bizim üyelik beklentimizi “veto” etme yetkisi de var.
Batılılaşma tarihi, bizim neden “hedefe” ulaşamadığımızı hiçbir başka açıklamaya gerek bırakmayacak bir şekilde anlatmakta...
Osmanlı’da Batılılaşma, askerî yenilgiler sonucu gündeme geldiği için, savunma alanından başlıyor. Yeniçeri Ocağı’nın Lale Devri’ni bir ayaklanma ile sona erdirmesi “yeni bir ordu” ihtiyacını gündeme getirdi. Nizam-ı Cedit adlı “yeni ordu” bu ihtiyaçtan doğdu. Selim yeni ordu kurdu ama eskisini de lağvetmedi. Kurumsal reformlar gene bir ayaklanma ile sona erdi. Nizam-ı Cedit Hareketi’ne Kabakçı Mustafa son verdi.
1807 yılındaki bu ayaklanma ertesinde iktidar olan II. Mahmut da kendinden öncekiler gibi reforma ordudan başladı. Ancak Batılılaşma atılımı karşısındaki en büyük engelin Yeniçeri Ocağı olduğunu görünce, “kanlı bir harekâttan” sonra Yeniçeri Ocağı’nı 1826’da lağvetti. Yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye’yi kurdu. Bu ordunun eğitimini de Avrupalı subaylara bıraktı. Ardından bürokraside reform yapıldı.
Sırasıyla Tanzimat, birinci ve ikinci Meşrutiyet bunları izledi. Yenileşme sürekli “üstyapı kurumları” ile sınırlı kaldı. Osmanlı’nın üretim yapısı temelde hiç değişmedi.
BİR CUMHURİYET BİLANÇOSU
Cumhuriyet’in ilânı Batılılaştırma adına keskin bir virajı aldı, ama ülkenin üretim profilini değiştiremedi.
Dünya Bankası’nın hazırladığı World Development Report 1999/2000 adlı çalışma, Avrupa Birliği tam üyeliği beklentisi içinde olan Türkiye’nin bulunduğu ekonomik düzeyin net bir resmini çekmiş bulunmakta.
206 dünya ülkesi açısından, kişi başına gelir sıralamasında 89. sıradayız. 3.160 dolarla, Avrupa Birliği’nin en fakir ülkesi Portekiz’e yetişmemiz için, kişi başına gelirimizi üçe katlamamız gerekmekte.
1963 ile 1998 yılları arasında kişi başına gelirimiz yılda ortalama yüzde 1.5 oranında büyümüş. Bu Tunus’un performansından bile düşük.
Cumhuriyet virajına rağmen, işgücü piyasasında en az kadın bulunan ülkeler sıralamasında hatırı sayılır bir başarı sahibiyiz.
Eğitime en az harcama yapan ülkeler sıralamasında 10. sıradayız. 76 yıllık Cumhuriyet dönemi sonunda, okula gidilen yılların toplamı, nüfusun okullaşma kapsamındaki bölümüne eşit dağıttığımızda hepimiz ilkokul dörtten terkiz. Belki de bu eğitime en az kaynak ayıran ülkelerden biri olmanın kaçınılmaz sonucu.
206 ülke arasında kamu sağlık harcaması açısından yapılan bir sıralamada da çok arkalardan gelmekteyiz. Papua Yeni Gine, Zambiya gibi ülkelerin bile bütçelerinden sağlığa ayırdıkları pay Türkiye’den fazla.
Kalkınmanın önemli işaretlerinden biri sayılan “ticari enerji” tüketme açısından ise 56. sıradayız. İran, Bulgaristan, Yunanistan bizden daha fazla ticari enerji tüketiyor.
Karlofça’dan beri Batılı olmaya çalışan devlet geleneği, onca zamana rağmen, vatandaşından vergi toplama sorununu çözmüş değil. En az vergi toplayan ülkeler sıralamasında 22’nciyiz. Toplanan vergilerin millî gelire oranı yüzde 15.2. Belçika’da aynı oran yüzde 43, Hollanda’da yüzde 42.7, Fransa’da yüzde 39.2 ve İngiltere’de yüzde 33.5.
Devletin gelir ve gider dengesini sağlama noktasından çok uzak olduğunu, bütçe açığının millî gelire oranlayan sıralamaya bakınca görüyoruz. Bütçe açıkları açısından dünya dördüncüsüyüz. 1997 yılı itibariyle bizden daha fazla bütçe açığı veren ülkeler arasında Lübnan, Arnavutluk ve Yunanistan var. Ancak, Yunanistan 1997 yılı içindeki yüzde 9’luk bütçe açığını millî gelirinin yüzde 1.5’ine indirmeyi başarmış bulunuyor. Bizde ise bu oran yüzde 12.
Batılılaşma şiarına rağmen “piyasa ekonomisi” kavramından epeyce uzaklarda seyrettiğimizi ise verdiğimiz “sübvansiyon” ispatlıyor. En fazla sübvansiyon veren ülkeler sıralamasında ilk 31’e giriyoruz.
Gene bilgi çağında en çok askerî harcama yapan 16. ülkeyiz. Bu konuda Fas, Pakistan gibi ülkeler ile çekişmekteyiz.
“ ALT YAPI ” DEVRİMLERİNİN ADI YOK
Cumhuriyet döneminin “kendi kendi” ile kıyaslayınca epey bir yol aldığımızı söyleyebiliriz. Ama Dünya Bankası Raporu gibi bir dünya klasmanı yapıldığında durumumuzun pek de parlak olmadığı ortada. Bunca süreye rağmen “zenginleşmeyi” başaramadığımız görülüyor.
Ekonomik zenginliği sağlayacak bir altyapı dönüşümü gerçekleşmeyince, üstyapı kurumlarının da reformları tam anlamıyla toplumun malı olamıyor. Türkiye’de işkence, yazılı metinlere bakılırsa 1856’da Islahat Fermanı ile yasaklanır. Halbuki 1999 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ağzından işkencenin varlığı bir kez daha teyit ediliyor.
Toplumların hem zenginleşip, hem özgürleşmesi gelişmenin topallamadan serpilmesine bağlı. Toplumların topal olup olmadığının en sağlıklı röntgenini “üretim tarzı” kavramı belirler.
Üretim tarzı, o ülkenin hem “insan-doğa” ilişkisini, hem de üretim güçlerinin niteliğinden şekillenen “insan-insan” ilişkisini açıklar.
Karasaban ile üretim yapan bir toplumda, örneğin insan ilişkileri büyük devasa sanayinin geliştiği kentlerdeki gibi olmaz. Eğer ülkenin para kazanmasındaki en önemli faktör toprak ve onu işleme biçimi de karasaban ise; mülkiyet, bölüşüm ve güç ilişkileri de o çerçevede oluşur.
Sanayi hâkim, fabrikalar etkin ise, üretim güçleri o aşamaya gelmişse, insanın insanla ilişkisini şekillendiren “üretim ilişkileri” de dönüşür. İşçi-patron anlayışı da farklaşır, kentlerdeki yaşam çerçevesi de toprak kökenli yaşam kurallarına benzemez.
İnsanın doğa ile ilişki düzeyini belirten ve üretim araçlarının gelişmişlik seviyesini tespit eden “üretim güçleri” bir yandan, o üretim yapılan çerçeveye göre oluşan insan-insan ilişkisi ya da “üretim ilişkileri” öte yandan beraberce “üretim tarzı” kavramının içeriğini doldurur.
Türkiye bugün toprak unsurunu ekonomik yaşamında silebilmiş değil, köylülük kendini hissettiren bir ağırlıkta. İşçi sınıfı çok daha önceden gelmesi gereken noktaya gelemediği gibi, burjuvazi de bir türlü yeryüzü düzeyindekilerle yarışacak bir serpilmeye uğramadı.
O nedenle, yalpalaya yalpalaya yaşadığımız sanayi dönemi boyunca, “muassır medeniyet” seviyesi de sağlanmadı.
YENİ BİR DÖNEM, YENİ BİR UMUT
Toprak egemen ise, ilişkiler de toprak yasalarına göre oluşur. Sanayi egemen ise, toplumsal ilişkiler de ona göre şekillenir. Daha düne kadar, ülke coğrafyasının yapabildiği birikim, insanlığın ulaştığı en ileri düzeyde çok daha etkendi. Örneğin, Türkiye üretim tarzını yeryüzünün en ileri üretim tarzı seviyesine taşıyamadığı için, gerek insan-doğa ilişkisi, gerek insan-insan ilişkisi, her türlü makyaja rağmen kendi özüne göre uyguluyordu. Tanzimat Fermanı ilân ediliyor, ama hukuku bu topraklardaki yapı üretmediği için, uygulaması hep keyfe göre olageliyordu.
Bu kural her ülke için geçerliydi. Örneğin, Afganistan da aşiretler hâkimiyeti, toplumsal çerçeveyi kendine göre çizmekteydi. Norveç ise başka bir düzeydeki bir yaşamın ifadesiydi. Bunları aynı noktada eşitleme olanağı yoktu. Uluslararası kurallar, ülke içlerinde kayboluveriyordu.
İletişim devrimi ise ya da bir başka “sanayi sonrası dönem”, bu geleneği köklü bir şekilde değiştirme yolunda. Kol gücünün yerini “beyin gücü” alıyor, onun da “üretim aracı” bilgisayarlar... Bilgisayarların konduğu her nokta, yeryüzü ile eşit, en ileri düzeyde üretim aracının olduğu bir “üretim gücünü” temsil ediyor.
Afganistan’da bilgisayarla çalışan ve üreten bir birim ile Kanada’daki arasında “insan-doğa” ilişkisi açısından fark kalmıyor. Afganistan’daki de, Kanada’daki de, doğayı bilgisayarlar vasıtasıyla dönüştürüyor. Üretim araçları açısından eğer bilgisayarlar üretimde kullanılıyorsa, ülkenin kendi birikimi dışında yeryüzü ile bir eşitlenmeye gidiyor. Aşiret düzeyini aşmayan bir bölgede veya toprak düzeninden, sanayi dönemine geçememiş bir ülkede de ya da bilgi çağını daha derinden yakalamış diyarlarda da eğer bilgisayarların devreye girdiği mevkiler varsa, üretim biçimi evrensel bir çizgide birleşmiş sayılıyor.
Eğer, toplumun iktisadî sistemi “altyapı”yı; din, hukuk, ahlâk gibi kurumlar da, bu sisteme göre şekillenen “üstyapı”yı oluşturuyor ise, daha önceki dönem ile bilgi çağını yeniden değerlendirmek gerekiyor.
Çünkü ülkelerin “altyapıları” artık, kendi toplumsal birikimleriyle ilintili değil, bilgi çağının çalışma biçimi ile ilişki kurma paylarına göre belirleniyor.
Örneğin, Hindistan’da Kalküta bölgesi dünyanın en ciddi bilgisayar programcılığı yapan bölgesi. Artık orası yeryüzünün en ileri aşamasında bir iktisadî sistem sınıflamasına girmiş, O halde, o bölgede “üstyapı” kurumlarının da, o üretim güçlerinin güvencesini sağlayacak bir biçimde yeniden oluşturulmasına ihtiyaç var. Küreselleşme rüzgârı, yeryüzünün bilgi çağı ile ilişki kuran her üretim noktasını, üstyapı kurumları olarak da güvence altına alacak değişimi zorluyor. Evrensel hukuk kurallarının ya da evrensel bir tek anayasa kavramının özündeki anlamı bu. Madem her noktada bilgisayarlar sayesinde en ileri üretim ilişkisine sahip olunuyor, o zaman ileri düzeyde bir “üstyapı” dönüşümü de sağlanmalı.
Piyasa ekonomisi, demokrasi ve insan haklarının, eski dönemin emperyalist ülkeler tarafından samimiyetle terennüm edilmelerini, yeryüzündeki üretim tarzı biçiminin dönüşümüyle birlikte değerlendirme gereksinimi var.
ÜRETİM TARZI VE AVRUPA BİRLİĞİ
Uluslararasılaşma ile bilgisayarlaşma özdeş sayılacak kadar içiçe. Türkiye istediğimiz anlamda sanayileşemedi, istediğimiz anlamda da özgürleşemedi. Şimdi bizim kendi toplumsal dinamiklerimiz ile başaramadığımızı, yeryüzü dinamikleriyle başarma dönemine giriyoruz.
Kendi coğrafyamızdaki kültürel birikimimiz bizi hâlâ yarı sanayileşmiş bir köylü toplumu olarak tanımlıyor. O nedenle de üstyapı kurumları, yeryüzünün ittirmesiyle makyajlanmış ama fiili uygulaması, bu topraklardaki üretim gücü düzeyinde kalmış. Yargısız infaz yaygınlığından, fikir suçuna kadar fiili her türlü uygulama, yeryüzünün geldiği üstyapı kurumlarının ruhundan da, Türkiye’nin kabul etmiş göründüğü yazılı metinlerden de çok geri. Ama ülkenin fiili üretim gücü ve üretim ilişkisi ile orantılı.
Şimdi bu talihsizliğin aşılması şansı var. Eğer ülkenin iktisadî yapısını, bilgisayar ile irtibatlı her nokta, yeryüzünün en ileri üretim ilişkisi olarak farklılaştıracaksa, bu kez “insan-insan” ilişkisini de, yani ülkenin tüm üstyapısal kurumlarını da, bölge özelliklerini dikkate almadan geliştirecek.
Bunu dış dinamiklerin rüzgârıyla daha hızlı yaparız. Avrupa Birliği ile halvet olan bir Türkiye’nin müktesebatı da Avrupa hacminde sayılacak. Evrensel bir noktaya daha hızlı taşınacağız. Üretim ilişkileri de, üretim güçleri de, altyapı da, üstyapı da Avrupa Birliği gelişmişlik düzeyinde olmaya daha çabuk alışacak. Bu daha hızlı gerçekleşecek.
Bu yeni durumun eskisinden farkı, çağdaşlığın bu kez “toplumsal topallığın” çaresizliğine düşmeden gerçekleşme imkânı. Çünkü üretim tarzı köylülük ise, üstyapı kurumlarının sanayi ülkelerinden kopya edilmesi özünde çok uygulanabilir olamıyordu. Halbuki, şimdi bilgisayarların devreye girdiği mekânlarda, üretim tarzı da değişmiş sayılıyor. O halde, üstyapı kurumları da, bu noktalarda üretim yapan insanların ve o üretimin devamlılığını sağlama güvencesi açısından dönüşmek mecburiyetinde. Kısacası eğer yeryüzüne bilgisayar vasıtası ile katılıyorsan, yaşam çerçeven de evrensel hukuk, insan hakları, demokrasi...
Avrupa Birliği üyeliği bizim, Karlofça’dan bu yana ulaşamadığımız, ulaştıklarımızın ise topal kaldığı bir coğrafyada, üretim tarzının içeriğini bizim gönlümüzün istediği gibi dolduracak evrensel bir zıplamayı sağlar. Bizim kendi cevherimizle yapamadığımız dönüşümü, dünyanın cevherini de bizimkilere katarak yaparız. İçimiz de, dışımız da muassır medeniyete uygun bir öze kavuşur. Bilgisayar ile üretir, evrensel hukuk kuralları ile yaşarız.
http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5098/karlofca-dan-helsinki-ye#.WlxdE65l8dU
....
Avrupa Yerimiz mi, Yöremiz mi?
Ömer Laçiner
(BİRİKİM DERGİSİ Sayı : 128 - Aralık 1999)
2000’li yıllara girişin Türkiye için yeni bir çağın başlangıcı olacağını söylememiz için o kadim millenarizmin efsununa kapılmış olmamız gerekmiyor.
Alametler o denli sıklaştı ve olaylar öylesine ardarda gelip Türkiye’yi bir kavşak noktasına doğru sürükledi ki; bu ülkede herkes, her türden kurum ve kuruluş, -aslında çok daha önceden yapılması gereken- bir iç hesaplaşmayı yapmak ve bunu şu önümüzdeki kısa dönem içinde kesin bir karara, bir tercihe dönüştürmekten artık kaçınamayacakları bir duruma itildi.
Şimdiye kadar Türkiye’de bireylerden devlete kadar tüm özneler, fazla derinine inilmeden sahiplenilmiş görüşlerle, şeklen benimsenmiş değerlerle oluşturulan ve böyle olunca da yamalı bohça görüntüsünden kurtulamayan siyasal-sosyal kimlik ve rollerle yürüyegeldikleri yolun sonuna gelmişlerdir artık.
Örneğin, hem tüm insanlığı kapsayacak bir tasavvur olarak sosyalizmi hem de “millî” ve otarşik düzen fikirlerini birbirine bir biçimde yamayabilen “ortalama sosyalist” düşünüş kalıbıyla, bunun kapasitesiyle nereye kadar gidilebilir ki? Bu kalıptan çıkamamanın, küreselliği kendiliğinden gerektiren yeni üretici güçlere, onun maddi ve zihni dinamiklerine vakıf olamamanın, bunların ördüğü bir sosyalizm tasavvuru oluşturamamanın aczini yansıttığı bu denli ortadayken üstelik.
Hem liberalizmi, hem de temel hak ve özgürlük kısıtlamalarını, hem sivil iktidar fikrini, hem de “devlet”in dokunulmaz iktidar payını birbirine teyelleyen sağ demokrat gelenek bu bezirgan tutumuyla daha ne kadar varolabilecektir.
Merkez sol, “aslında var mıydı ki” dedirten varlığıyla, “devleti kuran parti” nostaljisi ile sosyal demokrat olma hülyası arasında gidip gelmekten soluksuz kalmış haliyle daha ne kadar yaşayabileceğini düşünmektedir acaba?
Talibancı eğilimlerden Hıristiyan demokratlar gibi olmaya, İslâm’la neo-liberalizmi eklemleyebilmiş yırtıcı kapitalistlerden bir İslâmî sosyalizm hayal edebilenlere kadar uzanan gayet geniş İslâmî hareket tayfının bütün bu unsurları daha ne kadar “aynı geminin yolcularıyız” diyebileceklerdir? Örneğin Avrupa Birliği’ne giriş önkoşullarının önümüze koyduğu koordinatlar içinde nerede ve nasıl durmak gerektiği konusu, herkesten fazla onlar için hayatî bir kimlik belirleme sorunu değil midir?
Aynı şey soy Türk milliyetçiliğinin siyasal hareketi için de bir noktaya kadar sözkonusu değil midir? 1980’lere hattâ ’90’lara kadar “Türkün Türkten başka dostu yoktur” sloganıyla ABD emperyalizminin Soğuk Savaş politikalarına yaslanmayı birarada götürebilmiş bu hareket, o yolun sonuna geldiğinde bu kez de onu ikinci parti ve iktidarın büyükçe ortağı konumuna taşıyıveren Avrupa ve “iç düşman” karşıtı milliyetçi galeyanının daha henüz dumanı tüterken, bu dalgadan gıdalandığını bilmesine rağmen, şimdi öncelikle o “iç düşman” teranesini terketmeyi şart koşan ve onu Türk -dost- olmayanların dünyasına çeken bir Avrupa’ya katılma protokolü karşısında ne yapacaktır?
Körfez’de, Marmara’da, yani Türkiye’nin kalbi sayılan bu bölgedeki deprem, tıpkı kalp krizinin kişiyi kendi sağlığı ve yaşam biçimine ilişkin radikal kararlar almaya yöneltmesi gibi, Türkiye toplumunun da “sağlıklı” bir toplum olmanın önkoşul ve gereklerine ne ölçüde sahip olduğu, buna nelerin engel olduğu ve ne yapılması gerektiği konusunda kaçınılmaz bir ilgilenme haline yöneltti. Bu ilgi henüz sözü edilir bir hareketlenmeye, pratik adım girişimlerine dönüşmüş sayılamaz ise de ve hattâ sözkonusu ilginin özellikle sorguladığı devletin günler geçtikçe duruma yeniden hâkim olduğu gibi bir görüntü var ise de; süreç bir kere başlamıştır ve potansiyel dağılmamıştır.
İki yıl önce AB’ye aday üyelik başvurusu geri çevrilen Türkiye’nin bu kez adeta bir oldu-bitti çabukluğuyla aday üyeliğe kabul sürecine sokulması, bu toplumun geleceği açısından şüphesiz son derece önemli bir gelişme. Aralık ayında büyük ihtimalle resmîleşecek olan Türkiye’nin aday üyeliği, Türkiye’nin deprem felaketine uğraması ile kabaran şefkat ve yardım duygularıyla adını vermiş bir karar değil elbette. Fakat, Türkiye’nin aday üyeliğe daveti, tam da deprem felâketi ortasında Türkiye, dünyanın sırf düşman milletler toplamı olmadığını “keşfettiği”, o milliyetçi paranoyanın zihnî, insanî duyguları ve hattâ yeteneği körelten kıskacının dünyanın her köşesinden -özellikle de en düşman bilinenlerden- uzanan yardım elleriyle açıldığı bir sırada yapılması, sanki bir iklim değişikliği etkisi yarattı. Türkiye’nin aday üyelik müracaatının geri çevrilmesinden beri esen ve Abdullah Öcalan’ın ele geçirilme sürecinde doruğuna varan anti-Avrupa ve milliyetçi galeyan halinin soğuk iklimi, yerini zaten toplumsal bilincimizin ortasında bir yerlerde bulunan Avrupa’ya gıpta duygusunun estirdiği sıcak havaya bırakıverdi.
Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkisinde bu tür gelgitler, iklim değişiklikleri çokça olur. Ama bu kez doğan sıcak hava esintisi, daha öncekilerden hayli farklı bağlama oturduğu ve gerçek anlamda toplumsal talep gözeneklerinde dolaşıma girdiği için son derece ciddi sonuçlara gebe bir olgu olarak görülmelidir.
Bağlam farkı derken kasdettiğimiz şudur: Bilindiği gibi, çok yakın zamanlara kadar Türkiye -yani “devlet” ve egemen sınıf- için, Avrupa’ya katılmak hemen hemen yalnızca ekonomik ihtiyaç ve çıkar hesapları ile ele alınan bir konu idi. Gerçi Avrupa Birliği’nin bir önceki aşamasında, yani AET döneminde Avrupa için de esas olan bu kıstaslardı. Oysa AB’ye geçiş ile ekonomik kıstaslardan belki de daha önplanda olarak hukuki-siyasal kıstaslar “katılma”yı belirler hale geldi. Dolayısıyla 1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye’nin önüne konulan katılma koşulları, “devlet”in -Türkiye’ye özgü- siyasal belirleyiciliği ile, yargı sistemi ile, temel hak ve özgürlükler ile, kısacası demokratik bir düzen ve işleyiş ile ilgili taleplerin yerine getirilmesiydi. Türkiye’de “devlet” ve yönetenler katı, bu taleplerin egemenlik haklarımıza müdahale, dahası -özellikle o yıllarda ağırlaşan ve kanlı bir mecrada seyreden “Kürt sorunu” ile gerekçelendirildiği ölçüde- Türkiye’yi parçalama art niyetinin ürünü sayarak, yerine getirilmemesi için direndi. Bu direncine Kürt sorunu üzerinden kabaran Türk milliyetçiliğini kullanarak toplum çoğunluğunu da ortak edebildi. İki yıl önce Türkiye’nin aday üyeliğinin geri çevriliş nedeni de buydu.
Şimdi, 1999 Ekim’inde, Avrupa, yerine getirilmesini istediği koşulların hiçbirinden vazgeçmeksizin Türkiye’nin aday üyeliğe kabul edileceği mesajını verirken, kamuoyunun çok geniş bir kesimi bunu gayet sevindirici bir gelişme olarak karşılıyor. Ve üyelik önkoşulları arasında örneğin “Kürt sorunu”nun çözümüne nasıl yaklaşılması gerektiğine dair cümleler ve dahası Abdullah Öcalan’a yapılacak uygulamanın bu konuda test olacağına dair örtük uyarılar yeralmasına rağmen. Çok değil üç beş ay önce “bu malzeme” yeni bir “Avrupa bize düşman” dalgasına bol bol yetebilecekken bu kez gürültü değil sadece mırıldanmalar duyuluyor. Gerçi bu önkoşullardan gayet “rahatsız” olan ve o “malzeme”yi tepe tepe kullanmaya teşne olanlar elbette var ve azımsanmayacak güç ve sayıya da sahipler. Bunu “Türkiye’yi bölmek istiyorlar” ve “Bağımsızlığımız elden gidiyor” sloganlarıyla bir millî dalgaya, “bağımsız son Türk devleti”ni koruma hamlesine tahvil etmeyi de düşünmüyor değillerdir. Ama Körfez depremi ertesinin Türkiye halkının bu dalgaya kanmayacağını, katılmayacağını da seziyorlar herhalde. Ve ayrıca öyle anlaşılıyor ki; Türkiye toplumu deprem felâketinin aynasında, devletinin baskı ve denetim dışında ne yapabildiğini, beceri, yetenek, kapasite ve kaynak kullanımı konusunda hal-i pür melâlini yani “kutsallık” zırhı altında neyin varolduğunu ve gizlendiğini açıkça görebildiği gibi; bu esef verici manzarada kendisinin devletle ilişkisinde ataletinin, yurttaş gibi değil teba gibi davranagelmiş olmasının da payını farketme noktasına gelmiştir. Bu oluşmaya açıkça ifadeye hazır teşhisin gerektirdiği devletin demokratikleştirilerek etkinleşmesi yoluyla çözüm fikrinin Avrupa Birliği’nce Türkiye’ye şart koşulan siyasal-hukuki düzenlemelerin birbiriyle örtüştüğünü de görebilmektedir.
Dolayısıyla uzun ve sancılı “Batılılaşma” tarihimizde ilk kez “Batılı olma”nın ilk normları ile Türkiye halkının yurttaş olarak ihtiyaçları ve talepleri arasında bir kesişmenin, geniş bir rezonansın yaşandığı bir momente varmış oluyoruz.
Türkiye’nin AB’ye katılması sürecini hızlandırmak veya süresiz ertelemek kararını yakında verecek olan iktidar bloku, bakalım bunu mu dikkate alacak, yoksa şimdiye dek yerine getirip getirmeyeceğine dair hiçbir şey söylemediği o “önkoşullar”ın millet ve devlet açısından kabul edilemez olduğu bahanesine mi sığınacak?
Ama bilinmelidir ki her iki durumda da şu bahsettiğimiz momentin hâlâ geçerli olduğunu kanıtlamak da Türkiye halkının görevi, kendine borcudur.
http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5089/avrupa-yerimiz-mi-yoremiz-mi#.Wlxdma5l8dU
9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder