15 Ocak 2018 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 2

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 2


ORTAKLIK KURULMASI

Daha önce belirtildiği gibi, Türkiye, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET ile ortaklık görüşmelerine başlanması için resmî başvuruda bulundu. Bu adım sözü edilen siyasî ve ekonomik çıkarların yanısıra, Yunanistan’ın AET’ye iki hafta önce yaptığı ortaklık başvurusundan ötürü de atılmıştı.

Bu adım gelişmiş sanayi ülkelerinin yüzlerce yılını almış olan gelişmelerini kaydetmek için olağanüstü çabaların gösterildiği bir ülkenin siyasî modernleşmesi yolunda önemli bir kilometre taşı anlamına geliyordu. Özellikle Kemalizm (1923-1938) ve Kemalizm sonrası dönemde Avrupa hukuk normlarının ve yaşam biçiminin zorlanarak da olsa kabul edilmesiyle Osmanlı gelenekçiliğinin ve bilimsel teknolojik az gelişmişliğin aşılmasına çalışılıyordu. Bu sırada öncelik ülkenin hızlı sanayileşmesine ve modernleşmesine tanınmıştı. Savaş sonrası dönemde ise bu politika dış siyasette yön değişikliği ve Batı yönetim biçimlerinin ve hukuk normlarının alınmasıyla daha da sağlamlaştırıldı. Batı’ya yönelme somut olarak ifadesini Türkiye’nin OECD’ye (daha önce OEEC’ye), Avrupa Konseyi’ne ve NATO’ya üyeliğinde buldu....

Bu arka plandaki gelişmelerin ışığı altında AET ve Türkiye arasında yapılan görüşmeler Türkiye hükümetinin ortaklık başvurusunda bulunmasından iki ay sonra başladı ve 12 Eylül 1963 tarihinde Ortaklık Antlaşması (Ort. An.) imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu sonuç Türkiye’de büyük bir başarı olarak karşılandı. Ancak, yürürlüğe girebilmesi için Antlaşmanın AET üyesi altı devletin ve Türkiye’nin parlamentosunca onaylanması gerekiyordu. Avrupa Parlamentosu’nun 28 Kasım 1963 tarihli olumlu görüşünden sonra ve Bakanlar Konseyi’nin kararıyla Antlaşma nihayet 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girebildi.

Türkiye böylece, 9 Haziran 1961’de benzeri bir antlaşma ile AET’ye ortak üye olan Yunanistan’dan sonra altılarla tam üyelik perspektifi içeren bir ortaklık ilişkisi kuran ikinci ülke oldu. Böylelikle AET ve Türkiye, AET-A’nın başlangıç bölümünün birinci paragrafında dile getirilen “Avrupa halkları arasında gittikçe daha sıkı bir birliğin temelini atma” ve “... barış ve özgürlüğü koruma kararının” ruhuna uygun davranış sergiliyorlar. Ortaklık Antlaşması’nın 2. maddesinin 2. fıkrasına göre ekonomi alanında deklare edilen hedef ise “Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk halkının istihdam düzeyinin ve yaşam koşullarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile göz önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri sürekli ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmek” idi.

Antlaşmanın Ankara’da imzalanması dolayısıyla yaptığı konuşmada AET Komisyonu’nun o zamanki başkanı Walter Hallstein yeni ilişkinin özelliklerini şöyle ifade ediyordu: “Bizler bugün siyasî önemi çok büyük bir olayın tanıklarıyız. Türkiye Avrupa’ya dahildir. Olayın derin anlamı işte buradadır: Bu, coğrafi nitelendirmenin kısaltılmış ifadesinden ya da geçerliliğini birkaç yüzyıldır sürdüren tarihi bir tespitten çok, bir gerçeğin onaylanmasıdır. Türkiye Avrupa’ya dahildir. Bu her şeyden önce, etkileri bu ülkede adım adım bilinçleşen Atatürk’ün güçlü kişiliğini ve onun tarafından Türk devletinin bütün hayati alanlarında radikal biçimde Avrupai tarzda yenilenmesi olayının hatırlanmasıdır. Bu olayın Avrupa kültür ve siyasetinin yayılması tarihinde bir benzeri yoktur. Evet, bizler bu olayda Avrupa’daki en modern gelişme olan Avrupa Birliği ile bir nitelik akrabalığı hissediyoruz. Buradaki zihniyet aynı zihniyet değil midir? O aydınlanmış, rasyonel, mutlak realist tutum; modern bilginin metodik kullanımı, okullaşmaya ve eğitime verilen değer; ilerlemeye açık ve irade gücü olan dinamizm; araç seçiminde cesur pragmatizm. Bundan ötürü, Avrupa’nın -o Avrupa ki kendini özgürce ifade etmek demektir- ve Türkiye’nin askerî, siyasî ve ekonomik açıdan etki ve tepkilerinde özdeşleşmesinden daha doğal ne olabilir?”

Zamanın başbakanı, Atatürk’ün dava arkadaşı İsmet İnönü ise konuşmasında önce Roma Antlaşmalarının tarihsel öneminin altını çiziyor ve Ankara Antlaşması olarak da bilinen yeni antlaşma metninde “Türkiye’yi ebedi olarak Batı’ya bağlayacak bir unsur” görüyordu. Ayrıca bu bağın temelinde “tarihsel ve coğrafi zorunlulukların yattığını” belirtiliyordu. İnönü sözlerini antlaşmanın hazırlanmasındaki çabalar için Hallstein’e teşekkürle bitiriyordu....

Bir zamanlar sosyalist olarak adlandırılan devletler tarafından ise Türkiye’nin AET ile ortaklığına sert eleştiriler yöneltilmekteydi. Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin “Alman Dış Politikası” adlı zamanın dergisindeki bir yorum yazısında bu ilişki “AET’nin, NATO’nun ekonomik altyapısını geliştirmenin bir aracı” olarak nitelendiriliyordu. Ortaya konulan teze göre Ortaklık Anlaşması’yla “... AET’de başı çeken konsern devletlerinin”, “... Asya’ya sıçramaları, Yakın Doğu’da doğrudan ekonomik ve siyasî bir güç unsuru olmaları” sağlanacaktı... Yazar Bittmann’a göre ülke AET’ye ortak olsa da, yine “... büyük özverilerde bulunmak, kaynaklarını yurtdışına akıtmak zorunda kalacak ve Türkiye’nin dışarıya bağımlılığı yine devam edecekti.”

Türkiye İşçi Partisi (TİP) de Türkiye’nin AET ortaklığı hakkında benzeri, fakat farklı bir açıdan gerekçeler öne sürüyor ve bu ortaklığı kesinlikle reddediyordu. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’a göre AET’ye katılma Türkiye’nin ülkeye özgü çıkarlarına aykırıydı. Bunu şöyle temellendiriyordu: “Sağlayabileceği ufak tefek geçici istifadeler, para yardımı ve borç umutları gerçekleşse bile -ki bunları da er geç faizleri ile emekçi halkımız ödeyecektir- Ortak Pazar, uzun vadeli bir teşebbüs olarak, bağımsız varlığımız ve emekçi halkımız aleyhine sonuçlar doğuracaktır. Ortak Pazar Antlaşması kuvayı milliye ruhu ile ve bu açıdan değerlendirilen yüksek milli menfaatlerimizle asla bağdaşamaz. Geri kalmış, varlığını bir Kurtuluş Savaşı’na borçlu bir devlet olarak, istiklalimize taassupla bağlı kalmak zorundayız. Politikamız yüzde yüz milli olmalıdır, yani fakir milletimizin, emekçi halkımızın menfaatlerinden başka hiçbir düşünce, hiçbir endişe kararlarımızı etkilememelidir. (...) Ortak Pazar, Fransız, Alman, İtalyan, Belçika, Hollanda, Lüksemburg mali tekellerinin nüfuz ve hakimiyeti altında bir gümrük ittihadı (bir kartel) antlaşmasıdır. Ortak Pazar’ın amacı, sömürgeciliği yeni usullerle devam ettirmektir. Türkiye gibi geri kalmış bir toplumun böyle bir ortaklığa katılması ve bundan herhangi bir istifade beklemesi, kurt ağzındaki kuzunun yaşama hayalinden farksızdır. Ortak Pazar’a hayır diyoruz! Çünkü Ortak Pazar toplumumuzun bugüne kadar bizi geri bırakan ekonomik ve sosyal yapısının daha kuvvetlenmesine yolaçacaktır. (...) Ortak Pazar’a hayır diyoruz. Çünkü Türkiye’nin bağımsız bir varlık olarak kendi gücü, kendi imkânları ile kalkınıp ilerlemesini istiyoruz...”

ORTAKLIK ANTLAŞMASI

İfadesini Ortaklık Antlaşması’nda bulan hedef, iki tarafı beklenti ve çıkarlar bir yandan ileride bir “Ekonomik Birliği” (md. 11-21) götürecek olan bir Gümrük Birliği’ni (md. 2. fık. 2 ve md. 10) içerirken, diğer yandan işgücünün serbest dolaşımının kademili olarak gerçekleştirilmesini içermekteydi. Yerleşme serbestliği ve çalışma serbestliği alanındaki kısıtlamaların da kaldırılması öngörülmekteydi (md. 13 ve 14). Böylece Antlaşma yalnızca “katıksız” bir Gümrük Birliği öngörmekle kalmıyor, daha çok ekonomik hayatın diğer tali alanlarına ilişkin, örneğin ulaşım politikası, rekabet, vergiler, hukuki uyumlulaştırma ve sermaye dolaşımı gibi alanlara ilişkin hükümler içermekteydi (md. 15-21).

Antlaşmanın hedeflerinin, Türkiye’deki yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve iki ortak arasındaki ekonomik gelişmişlik farkının azaltılmasıyla gerçekleştirilmesi öngörülmekteydi. AET, Türkiye’ye “geçiş ve son dönemde doğacak yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için” belirli bir süre ekonomik yardımda bulunmayı taahhüt etmekteydi. Bu adımların “ilerde olası bir tam üyeliğe geçişi kolaylaştırma gibi siyasî amaca hizmet etmesi” düşünülmekteydi. Ortaklık Antlaşması’na iki ek, iki protokol, ortak bir açıklama ve bir son senet eşlik etmekte ve bu arada Antlaşma bir dizi protokol ve temel belgeyle de tamamlanmaktadır.

Temel nitelikte ve Antlaşma’da formüle edilmiş olan hedeflere ulaşmak için bir hazırlık, bir geçiş ve bir son dönemden (md. 2. fık. 2) hareket edilmektedir ve bunların birbirini izlemesi belirli koşulların sağlanmış olmasına bağlanmıştır. Ancak işgücünün serbest dolaşımının Katma Protokol’e (KP) göre 1976-1986 yılları arasındaki dönemde, Gümrük Birliği’nin ise 1995 yılı sonuna kadar gerçekleşmesi öngörülmüştür.

HAZIRLIK DÖNEMİ

Hazırlık döneminin (1 Aralık 1964’ten 31 Aralık 1972’ye kadar) açıklanan hedefi Türkiye’nin tarım ürünleri ihracatında birtakım kolaylıklar sağlamaktı. Bu ticari ayrıcalıklar Türkiye’nin AET ülkelerine olan ihracatını destekleme amacını güdüyordu. Buna bağlı olarak ayrıca Türkiye’nin ihracat yapısında da bir değişim amaçlanıyordu. Mali yardımlarla desteklenerek Türkiye’nin “aşamalı olarak kurulacak bir Gümrük Birliği’nden dolayı ileride doğacak yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasının” teşvik edilmesi söz konusuydu...

[Fakat kurulan ilişki iktisadî olarak Türkiye’nin aleyhine bir gelişmeyi gündeme getirdi. Örneğin] ortaklığın başlangıcı (1964) itibariyle ithalat ve ihracat değerleri 100 olarak kabul edilirse, geçiş dönemine kadar (1971) endekste şu gelişme gözlenmektedir: Bu süre içerisinde altıların ihracat payı 100’den 189’a çıkarken, ithalat payı yaklaşık üçe katlanarak 1971 yılında 279’a ulaşmıştır. Aynı dönemde Türkiye’nin ihracat payı global olarak 100’den (1964) 164’e (1971) ve ithalat payı da 100’den 203’e çıkmıştır. Bu endekslemeye fındık dışında AET tarafından ihracat kolaylıkları sağlanan ürünler dahil edildiğinde bilanço daha negatif görünmektedir....

Bu dönemde göç alanında da dikkate değer bir gelişme yaşanmıştır. 1964-1970 yılları arasında sadece Federal Almanya Cumhuriyeti Türkiye’den 645.951 işgücü almıştır. Buna karşılık aynı dönemde 232.477 kişi Türkiye’ye geri dönmüştü. Aile bireyleri ve ‘kaçak göç” dikkate alındığında Federal Almanya’da yaşayan Türklerin sayısı daha da artmıştır. 1971 yılında AT coğrafyasında 530.725 Türk işgücünün yaşadığı saptanmıştır. Bu işgücünün yalnız 1971 yılında Türkiye’ye yaptıkları para havalesi tutarı 471 milyon ABD Doları’dır ki bu miktarın ticaret açığının kapatılmasında önemli bir katkısı olmuştur...

AET üyesi devletlerdeki Türk işgücünün sayısının sürekli artmasına rağmen işgücü göçü ve kişilerin serbest dolaşımı konuları hazırlık dönemindeki görüşmelerde ele alınmamıştır. Bunun yerine bu sorunun karşılıklı antlaşmalarla düzenlenmesi yoluna gidilmiştir. Anlaşmaya varılan tek nokta, bu sorunun geçiş dönemi sırasındaki görüşmelerde ele alınması olmuştur.

Ortaklık Antlaşması’nın 3. maddesinin 2. fıkrasına göre hazırlık dönemi için 3 yıllık bir süre öngörülmüştü. İkinci aşamaya geçişin koşul ve usullerinin dördüncü yılın bitiminden sonra görüşülmesi gerekmekteydi. Bundan ötürü Türkiye 16 Mart 1967 tarihinde Gümrük Birliği’ne geçiş için başvuruda bulunmuştu. O zamanın Başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel o sırada ülkenin “büyük ekonomik potansiyelini” bunun için gerekçe gösteriyordu. Ancak bu potansiyel AET üyesi devletlere göre o kadar yavaş harekete geçirilmişti ki, bu ülkeler Türkiye’nin geçiş döneminde üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirip getiremeyeceği konusunda kuşkuya düşmüşlerdi. Bu nedenle geçiş döneminin düzenlenmesine ilişkin görüşmeler 22 Haziran 1970 tarihine kadar uzadı. Sonuçta 23 Kasım 1970 tarihinde kesinleşen Katma Protokol (KP) ancak iki yılı aşkın bir beklemeden sonra ve 1 Ocak 1973’te yürürlüğe girebiliyordu. 1963 tarihli Ankara Antlaşması’nı daha da somuta indirgeyen bu belgeye göre geçiş döneminin 31 Aralık 1995’e kadar tamamlanmış olması öngörülmekteydi.

GEÇİŞ DÖNEMİ

Katma Protokol’ün imzalanmasının hemen ardından AET-Türkiye ilişkilerinde geçiş dönemine ilişkin hükümlerin bir kez daha gözden geçirilmesi gerektiği konusunda ciddi eleştiriler gelmeye başladı. Daha önce de aynı görüşte olan Devlet Planlama Teşkilâtı’nın yanısıra, Katma Protokol’e eleştiriler sadece parlamentonun devletçi grubundan ve bir kısım sanayi odalarından değil, aynı zamanda ve özellikle de teokratik ve Marksist eğilimli çevrelerden geldi. O zamanki sosyal demokrat muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi de, KP’nin kimi hükümlerini endişe verici olarak değerlendiriyordu.

Muhalif güçler Türkiye’nin görüşmelerde “yanıltılmış” olduğu kanısına varmışlardı ve bu kanının doğruluğunun kanıtı olarak şu argümanları öne sürmekteydiler:

a) AET’nin Türkiye’ye sağladığı teşvikler artık önemini yitirmiştir. Çünkü AET’nin izlediği Akdeniz politikası ile Akdeniz’e komşu diğer ülkeler de Türkiye ile kıyaslandığında eşit ölçüde hattâ kısmen daha çok desteklenmişlerdir.

b) Türkiye sanayisinin korunması Katma Protokol’le tamamen ortadan kalkmaktadır ve bu nedenle Türkiye sanayisinin AET üyesi gelişmiş sanayi ülkelerinin sanayi ürünleri ile rekabet şansı hemen hemen hiç yoktur.

c) AET-Türkiye antlaşmaları Türkiye’ye diğer üçüncü ülkelerle karşılıklı antlaşmalar yaparak ihracatını arttırma yönünde seçim olanağı bırakamadığından Türkiye’nin üçüncü ülkelerle ticareti zorlaştırılmıştır.

Bu eleştiriler Türkiye’yi AET üyesi devletlerin sanayi ürünlerinin ithalatındaki gümrükleri Ocak 1985’e kadar kaldırmakla yükümlü kılan KP hükümlerine yönelikti. Bir dizi “hassas malda” KP’nin 18. maddesine göre gümrüklerin 22 yıllık bir sürede, yani 1995 sonuna kadar kalkması gerekmekteydi. KP’nin 17. ve 18. maddelerine göre Türkiye’nin ayrıca bu süreye kadar AT’nin Ortak Gümrük Tarifesi’ni (OGT) uygulaması ve AET çıkışlı ithalatında koyduğu miktar kısıtlamalarını da kaldırması gerekmekteydi. Türkiye ayrıca KP’nin 14., 19. maddenin 4. fıkrası, 20. maddesinin ve 4. fıkrası ve 22. maddesinin 6. fıkrası ile üçüncü ülkelere tanıdığı ayrıcalıkları otomatik olarak AET ülkelerine de tanımakla yükümlü kılınmıştı. Bu ilkenin her ne kadar karşı taraf için de geçerli olması gerektiği düşünülse de, karşılıklılık esasına dayandırılamadığı görülmektedir. Yani AET diğer ülkelere daha fazla ayrıcalık tanıyabilirken, aynısını Türkiye’ye de tanımakla yükümlü değildi. Bu bir anlamda kapitülasyonların yeniden hortlatılmasıydı.

.....

[Ayrıca] Yunanistan’la imzalanan Ortaklık Antlaşması’nın öngördüğünün tersine, ne Ortaklık Antlaşması’nda, ne de KP’de tarım ürünleri bütünleşme sürecine dahil edildi....

1978/79’da sosyal demokratlar yönetim görevini devraldıklarında Türkiye’nin protokolde öngörülen yükümlülüklerini beş yıllığına dondurması için AET’ye resmen başvuruda bulunuldu. Türkiye’nin buradaki amacı ilişkilerin yeniden biçimlendirilmesi için daha geniş bir hareket serbestisi kazanmaktı. AET Mayıs 1979’da bu istemi kabul etti, ancak Türkiye’nin bu başvuruda ayrıca dile getirdiği mali yardım talebi yerine getirilmedi.

1979 Kasım’ında yönetime, ağırlıklı olarak Batı yanlısı dış politika izleyen Adalet Partisi (AP) geldi ve ilişkilere yeniden ivme kazandırdı. AET-Türkiye Ortaklık Konseyi’nin Eylül 1980’de aldığı yeni kararlar, ki Sovyetler’in Afganistan’a girmesinin ve İran’daki İslâmî devrimin etkisiyle çıkmaları Avrupa tarafınca özellikle teşvik edilmişti, belirgin bir yön değişikliğinin habercisi görünüyordu. Bu bağlamda Ocak 1987’ye kadar tarım ürünleri için geçerli gümrük vergilerinin kaldırılmasına ve ayrıca Dördüncü Malî Protokol’ün imzalanmasına karar verildi.

Bu protokol AET üyesi devletlerin projelerin finansmanı ve tam üyeliğe geçişi kolaylaştırmak amacıyla Türkiye ekonomisinin verimliliğini arttırmak için daha fazla bütçe olanakları sağlamalarını öngörüyordu. Yunanistan’ın tam üyelik başvurusunun görüşüldüğü bu dönemde AT çevrelerinden gayri resmî görüşmelerde Türkiye’nin de tam üyelik için başvuruda bulunması tavsiye ediliyordu. Ancak ülkenin o dönem içinde bulunduğu tırmanan ekonomik ve siyasî kriz bu tavsiyenin hayata geçirilmesini engelledi.

12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra askerler tarafından atanan yeni hükümet de selefinin AT çizgisine sadık kaldı. Fakat insan hakları ihlâlleri ve demokratik hakların ve özgürlüklerin kısıntıya uğramasından ötürü ilişkiler kötüleşti ve 600 milyon hesap birimi (yaklaşık 1.24 milyar DM) tutarındaki yardımın günümüze kadar Türkiye’nin kullanımına sunulmasını öngören Dördüncü Malî Protokol uygulanmadı. Burada dikkate değer nokta, ortaklık ilişkilerinin Türkiye’deki siyasî gelişmelere rağmen koparılmamış olmasıydı. Antlaşma tarafları askerî darbeden sonra da 5 Haziran 1981, 2 Nisan 1982 ve 28 Mart 1983 tarihlerinde elçiler düzeyinde de olsa biraraya geldiler. Ne ilginçtir ki ilişkilerin kopması bu tarihten sonra olmuştur.

6 Kasım 1983 tarihinde yapılan parlamento seçimleri ve arkasından alınan liberalleşme önlemleri AT ile ilişkileri yeniden yumuşattı. Bu bağlamda Konsey’in 17 Şubat 1986 tarihli toplantısında “İlişkilerin Kademeli Olarak Normalleştirilmesine Yönelik Öneriler” başlığı altında bir bildiri kaleme alındı.

TAM ÜYELİK BAŞVURUSUNA GİDEN YOL

Türkiye’nin 14 Nisan 1987 tarihli üyelik başvurusu ile karşılıklı ilişkiler yeni bir boyut kazandı. Avrupa’yla ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanı Ali Bozer aynı gün şu açıklamayı yapıyordu: “Bu, Türkiye için çok ciddi ve tarihi öneme haiz bir andır; bu vesileyle hükümetimin Türkiye’nin Topluluğa entegrasyonu hususundaki aynı zamanda Türk halkının Topluluğun kaderini paylaşma iradesini de gösteren kararlılığını bir kez daha ifade etmek istiyorum.”

AT’ye üye devletlerin dışişleri bakanları başvuru dilekçesini 27-28 Nisan 1987 tarihinde Lüksemburg’da işleme koydular ve görüş bildirmesi istemiyle AT komisyonuna havale ettiler.

Yaklaşık bir yıl sonra, 2 Mayıs 1988’de AT dışişleri bakanları, AT devletlerinin Türkiye ile olan ilişkilerinde ortak bir çizgi saptamak üzere yeniden bir araya geldiler. Bu sırada ön planda bulunan sorun, Yunanistan hükümeti ve diğer AT üyeleri arasındaki görüş ayrılıklarının ortadan kaldırılmasıydı. Yunanistan’ın görüşüne göre, Topluluğun Türkiye’yle olan ilişkilerinin Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki askerî varlığı devam ettiği sürece geliştirilmemesi yönündeydi. Bu yaklaşım onikilerin bir mütalaasında “Kuzey Kıbrıs’taki Türk işgali” ifadesiyle kabul edildi. Böylece, Türkiye bu tür tartışmalı noktaların dışarıda tutulmasına ön görüşmelerde oldukça çaba sarfetmiş olmasına rağmen, AT Kıbrıs sorunu ile Türkiye’nin AT üyeliği arasında açıkça bir bağ kurmuş oluyordu.

Zamanın Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz başkanlığında (onikilerin kendi aralarındaki toplantıyla bağlantılı olarak) Ortaklık Konseyi’nin bir toplantısına katılmak üzere Lüksemburg’a giden Türk heyeti, AT’nin sözkonusu mütalaasını o şekliyle kabul etmedi ve resmî buluşma bu yüzden gerçekleşmedi. “(...) Topluluğa girmek için önemli bir koşul” oluşturmuş olan ülkenin demokratikleşme çabaları ve son yıllardaki ekonomik atılımlarından sonra, ordunun iktidara gelmesinden 2 yıl sonra donmuş olan ilişkileri yeniden normalleştirmemek Türk temsilcilerince AT tarafından yapılmış bir aşağılama ve ayak direme olarak algılanmıştı.

AT-Türkiye ilişkilerinin normalleştirilmesi gerekirken, AT Komisyonu Türkiye’nin tam üyelik başvurusunun reddedilmesi tavsiyesinde bulundu. Oniki AT üyesinin hepsi de bu tavsiyeyi onayladılar ve böylece 5 Şubat 1990’da Türkiye’nin tam üyelik istemine olumsuz yanıt verilmiş oldu. Bununla birlikte, AT dışişleri bakanları Türkiye’yle daha yakın bir işbirliğinde bulunma isteklerini de ifade ediyorlardı. Ancak AT bu isteklerini aradan 8 yıl geçmiş olmasına rağmen, hiçbir zaman resmîleştirmedi.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder