PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN ALEVİ OYUNU BÖLÜM 2
AK PARTİ OYUNU GÖRDÜ
Konunun bu aşamasında şu soruyu sorulabilir; Almanları’ın alevileri kendi siyasi amaçları
doğrultusunda kullandığını AKP bilmiyor muydu? Bu soruya rahatlıkla evet cevabı
verilebilir. Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Gezi parkı bahanesiyle hükümete karşı 30
bin kişinin katıldığı toplu mitingleri Almanya’nın değişik kentlerinde düzenleyince AK Parti
bu eylemlerin asıl amacının kendisini iktidardan etmek olduğunu görmüştü. Böylelikle
hükümet Bekir Bozdağ'ın sinyalini verdiği düzenlemeler için düğmeye basarak Almanlara
karşı erken bir hamle yapmış oldu. AK Parti Kütahya Milletvekili Hasan Fehmi Kinay da
yine buna paralel olarak Türkiye'de yaşayan bütün mezheplerin, etnik gurupların bir ve
beraber olarak Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarılmasını
hedeflediklerini söylerken 'Yeni Alevi açılımı üzerinde çalışıyoruz' açıklamasını yapıyordu.
Kınay hükümetin alevi sorunları konusunda atacağı adımlardan bahsederken adeta
Almanların manipüle edebileceği tüm noktaların haritasının çıkarıldığı hissini veriyordu:
"Cemevlerine mali destek paketi hazırlanacak, Alevi dedelerinin mali giderlerinin
karşılanması gündemde. İki ayrı üniversiteye Pir Sultan Abdal ve Hacı Bektaş-ı Veli ismi
verilecek. Alevilik ders kitaplarında daha detaylı işlenecek. Türkiye'de kimse kendini
'ötekileştirilmiş' hissetmeyecek. Bu doğrultuda, inanç ve kültür vakıfları yasa tasarısı
hazırlanacak. Alevi dernek ve vakıflarının, Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı'yla irtibatlandırılmasına
çalışılacak. Cemevleri bu vakıflara bağlı olarak 'inanç vekültür merkezi'
olarak hizmet verecek’
ALEVİ ÇALIŞTAY RAPORU
Alevi açılımının raporu Mart 2011'de açıklanmıştı. Rapor, Aleviliğin röntgenini çekiyor,
devletin hafızasını yenilemeyi amaçlıyordu. Çözüm önerilerinin yanı sıra açılıma uluslararası
ilgi de raporda kendine yer bulmuştu. 2009'da başlayan Alevi açılımının raporuna göre
devlet Aleviler ile yeni bir dil üzerinden konuşuyordu. Alevi örgütlerinin sokaktaki
buyurgan dili ile devletin tepeden bakan anlayışı gitmişti. Her iki kesim de bu yeni dille özel
tarihlerinin dışına çıkmayı denediler. Bu ortamda rapor çözüm önerilerinin yanı sıra
Aleviliğe sosyolojik bir bakış açısı getiriyor, bir bakıma bu inancın röntgenini çekiyordu.
Çözüm önerileri fantastik değildi, ancak yer yer çözümsüz sorunlar sıralanıyordu. Bu
öneriler çoğunlukla devrim kanunlarına takılıyordu. Raporda açıkça ülke ismi ifade edilmese
de, Almanların Alevi açılımına ilgisine işaret ediliyordu.
Alevi açılımının parçası olarak 7 çalıştay düzenlendi; bu çalıştayların ilki 3-4 Haziran
2009’da, sonuncusu ise 28-30 Ocak 2010’daydı. Çalıştayların ilkine dedeler, kanaat önderleri ve örgüt yöneticileri gibi Alevi temsilciler katıldı. Diğer çalıştaylar akademisyen, ilahiyatçı, basın mensupları, politikacılar ve sivil toplum temsilcileriyle düzenlendi. Nihai Rapor, bu çalıştaylar esas alınarak hazırlandı. Çalıştaylarda devlet ile Aleviler ilk defa bu şekilde bir araya geldi, Alevilik devlet tarafından dikkate alındı. Devletin Alevilerle konuşmak istemesi, müzakereye açık olması bu diyaloğun nasıl bir zeminde ilerleyeceğinin belli olmasını zorunlu kılıyordu. 300 kadar katılımcıyla gerçekleşen çalıştayların katılımcı listeleri, örgütsel yapılardan çok belli başlı söylemlere göre seçildi.
Devlet Bakanı Faruk Çelik’in başkanlığındaki çalıştaylara ilişkin Nihai Rapor’u, Yrd. Doç.
Necdet Subaşı kaleme aldı. Hükümetin toplumsal ve kültürel engellerin ortadan kaldırılması
için kapalı kanalların derhal açılması yönünde adım atma kararlılığında olduğu ise Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın rapordaki “Bütün bu çalıştaylar, devletimizin Alevi vatandaşlarımıza
ilişkin tarihsel hafızasını gözden geçirme, hatta yeniden oluşturma konusunda da bir
milattır.” cümlesinde saklı.
Aleviliğin köklerine de inen rapora göre çatışma Aleviliğin bir inanç oluşumu olarak
yapılandırılmasını arzulayanlar ile onu büsbütün seküler bir organizasyona dönüştürmek
isteyenler arasında cereyan ediyor. Rapor muhalif dilin Marksist-sosyalist kökenli
ideolojiden alındığını dillendiriyor ve bu dilin temsilcilerinin ise Alevi Bektaşi Federasyonu
çevresinde örgütlenmiş durumda olduğunu ifade ediyor. Muhafazakâr Aleviler kendi inanç
ve uygulamalarını nasıl sürdüreceğini tartışırken, radikal Aleviler ise daha seküler yeni bir
kimlik inşası içinde.
Rapora göre Aleviliği dinî, kültürel, etnik ya da her üçünün karışımı bir yapılanma olarak
görenler arasındaki ayrışma hızla çoğalıyor. Temel değerlerin hangi referanslar eşliğinde
gelecek kuşaklara aktarılacağı belirsiz. Bu ayrışmalara rağmen Alevilikte baskın özellik Hz.
Muhammed ile Hz. Ali ve soyuna, onların yol ve erkânlarına göre şekilleniyor. Raporda
“Hak-Muhammed-Ali” söylemi İslam çerçevesinde kendine yer buluyor. Ancak Aleviliğin
çeşitli inanç ve fikirlerin eriyip birbirine kaynaştığı bir anlayış, yeni bir bileşim olduğu da
ifade ediliyor. Raporda Aleviliği ayrı bir din olarak görenlerin marjinal düzeyde kaldığı
vurgulanıyor.
Raporun ilk üç bölümünde Aleviliğin tarihsel geçmişi ve bugün karşı karşıya olduğu
sorunlar ile kimlik sorunları ele alınıyor. Dördüncü ve son bölümde ise mevcut sorunlar,
sorunların önündeki engeller ve çözüm önerileri sıralanıyor. Temmuz 2010’da tamamlanan
rapordan önce Alevi açılımında Madımak, din dersi gibi konularda adımlar atılmaya
başlanmıştı. Bu yüzden rapor, kamuoyu tarafından yeni olarak algılanmayabilir.
Raporda dikkat çeken hususlardan biri de Alevilere olan uluslararası ilginin oldukça yüksek
olması. Alevi açılımıyla ilgili özellikle Almanya, açılımın muhataplarıyla temas kurmak
istemişti. Alevilerin tanınır isimleri bu ülkede faaliyetlerini sürdürüyor. Raporda ülke ismi
açıkça ifade edilmiyor ancak “Uluslararası desteklerin de siyasetlerine eklenmesi söz
konusudur.” denilerek Türkiye’deki Alevilerin Avrupa’dakilerin etkisine girdiği anlatılıyor.
Bu ülkenin Almanya olduğunu söylemek çok zor değil. İlginin bazı ülkelerin devlet katına
kadar yükseldiği, Alevilerinse bu ilgiyi kullanılmaya müsait bir fırsat olarak gördükleri
belirtiliyor.
Alevileri tek yapı olarak ele almayan raporda Türkmenler, Tahtacılar, Abdallar gibi farklı dil,
söylem ve dünya görüşüne sahip çeşitlilikten söz ediliyor. Rapor, Aleviler arasındaki
sorunların kendi inisiyatifleriyle çözülemeyeceğini, bu grupların birbirlerine saygısının
kalmadığını, devletin önayak olması gerektiğini belirtiyor ancak somut adımların ne olması
gerektiği yer almıyor. Aleviliği İslam’ın dışında bir din gibi algılama konusunda ise çarpıcı
tespitler var. Fitne ve fesat olarak değerlendirilen bu tartışmanın Aleviler arasında şaşırtıcı
bir kırılmaya neden olduğu anlatılıyor; “Çoğu seküler ve din karşıtı eğilimlerle hareket eden
araştırmacı yazarlar, Alevilik içinde gelişen bu yeni kanalları neredeyse ana damar bir akım
ve çizgi olarak görmekte âdeta birbirleriyle yarış hâlindeler. Bu bağlamda Aleviliği İslam
içinde sayan yaklaşımlar da çoğu zaman çekingen, bu eğilimlerini gizlemeye çalışmaları söz
konusudur.”
ACEM OYUNU
Şener Şen'in başrolünü oynadığı "Züğürt Ağa" filminde bir sahne vardır ve bu sahne komik
olduğu kadar olayları yorumlamada bir yöntem sunacak kadar derinliklidir.
Sahne şöyle gelişri: Kuraklık vardır, ekin perişandır. Züğürt Ağa tarlaya çömelir ve Allah'la
konuşur, "Yarabbi bize bunu niye reva görüyorsun" diye sorar. Ardından da hiç uslu
durmayan çapkın babasını kastederek şunları söyler: "Valla ben babadan şüpheleniyorum."
Bu sahnenin kitabın konusuyla olan ilgisine gelince, Gezi olayları olduğunda bir süre sonra
bu olayların arkasındaki saikler ve dış etkiler bir bir ortaya çıkmaya, bıraktıkları parmak
izleri tespit edilmeye başlanmıştı. Dış etkenler deyince ilk önce Almanya'dan şüphelenmeye
başladım. Neden böyle? Çünkü hafızam bu devletle ilgili bunu yapabileceğine dair bir arşivi
barındırıyor. Bu devletin yapısındaki o "kötü gen" hiç yok olmuyor, hep başka formlarda
ortaya çıkıyor.
Mesela Almanya'daki Türklere yapılan saldırıların arkasında Alman devlet istihbaratının
olduğunu bilmek bile bu devletten kuşkulanmaya yetiyor.
Ya da yıllar boyunca PKK'ya verdiği destek. Bugün hemen herkes PKK'nın Avrupa'da
himaye gördüğü başlıca ülkenin Almanya olduğunu biliyor. Bir bakıma PKK, Almanya'dan
giden paralarla bu finansal yapıya kavuşabilmiştir.
Almanya hakkında analiz yapmaya başlamadan önce şunları bilmek gerekiyor: Bu devlet
soğuk savaş biter bitmez bir endüstri devleti olmaktan vazgeçip emperyal devlet olmaya
karar verdi. İlk yaptığı iş Doğu Almanya'yı Rusların elinden parayla almak olmuştur.
Nitekim yeni dış politikasının ilk eylemi olarak Balkanları bölmüştür. Almanya bütün
dünyanın itirazına rağmen Hırvatistan'ın bağımsızlığını tanıyarak Balkan faciasını
başlatmıştır. Şimdi Hırvatları AB'ye hazırlayan Almanya Balkanlara politikasını sokmayı
başarmıştır.
Aynı şekilde Ortadoğu ve Orta Asya'daki enerji bölgelerine dönük yakın ilgisi de bilinen bir
konudur.
İşte bu ülkenin Türkiye ile problemi de burada başlamaktadır. Almanya Türkiye ile çalışmak
istemektedir ama hangi Türkiye'yle?
Almanya kendisine bu bölgede Macaristan ve Romanya gibi bir partner istemektedir. Oysa
Türkiye artık bağımsız politikalar izleyen bir ülkedir ve Alman çıkarlarını korumak gibi bir
duyarlılığı da yoktur. İşte bu noktada Türkiye, Almanya için sevimsiz ve burnu behemahal
sürtülmesi gereken bir devlete dönüşmektedir. Merkel'in partisinin siyasi belgelerine
yansıyan "üyeliğe hayır, imtiyazlı ortaklığa bile hayır" görüşü yukarıdaki durumun sonucudur.
Türkiye'deki altın madenlerine dönük ilgisi ve yaptıkları, yeni İstanbul havaalanı ile ilgili
kaygıları bilinen hususlar. Ama bazı Türk yetkililere göre Almanya öyle bir şey yapıyor ki bu
yaptığı önümüzdeki dönem Türk-Alman ilişkilerini de Türk-AB ilişkilerini de müttefiklik
ilişkilerini de çok etkileyecek önemdedir.
Almanların artık açıkça Türkiye'ye karşı Alevi kartını oynadığı dile getiriliyor. Almanların
Almanya vatandaşı olan Alevilere ve Alevi derneklerine büyük destekler verdiği neredeyse
herkesin bildiği bir durum. Bu desteğin de özellikle Müslümanlıktan yalıtılmış, yani Alisiz
Aleviliği savunan örgütlere verildiği biliniyor.
Son Gezi Parkı olayına en sert tepkiyi Almanya'nın verdiğini düşünülecek olursa, ardından
sokaklara dökülen insanların ağırlıklı olarak Alevi kökenli insanlar olduğu da hatırlanırsa
bu durum daha da somut olarak ortaya çıkar. Daha önce yerli provakatörlere para dağıtırken kameralara yakalanan İranlı casuslar olmuştu. Son olarak Gezi Parkı Olayları'nda
görüldü İran... Prof. Dr. Osman Özsoy Haber 7’deki yazısında Acem oyununu irdeledi.
Gezi Parkı'ndaki eylemlerin haberini "Türk Baharı" diyerek anlatması için Tahran'dan baskı
gören İranlı muhabir Muhammed El Abbasi, 20 yıldır Türkiye'de yaşadığını ve bu olayları
İran'ın istediği gibi okumanın ve yansıtmanın imkansız olduğu düşüncesi ile bu ısrarlı iste-
kleri reddedince, görevinden istifa etmek zorunda bırakıldı.
İran, Türkiye'nin bir baştan bir başa isyan ve ayaklanmalarla sarsılmakta olduğunu dünyaya yansıtmak istiyor ve hükümetin devrilmek üzere olduğu havasını vererek Türkiye’yi köşeye sıkıştırmanın tüm avantajlarını yaşamak istiyordu.
Habertürk TV'ye konuşan Abbasi, Tahran'dan kendisine yapılan tüm bağlantılarda kendisinden Türkiye'nin karıştığı, uçakların havalandığı ve göstericilere havadan ve karadan sert müdahale edildiği gibi yorumlar yaparak olayın ''Türk Baharı'' olarak yansıtmasını istediklerini, baskı gördüğünü anlattı.
Kendisinin ise, 'Hayır, Türkiye'de demokrasi var. Burası Arap ülkeleri gibi değil, burada
bahar olmaz'' dediğini belirten Abbasi; "Ben yalan söylemem, burada sizin dediğiniz gibi
şeyler yaşanmıyor'' diyerek istifa ettiğini açıkladı.
İran medyası bu süreçte Taksim Gezi Parkı eylemlerine büyük destek verdi. Hatta İran bu
desteği pratiğe de döktü. Taksim'de polisin göstericilere müdahaleleri sırasında yaralanan
İranlı eylemciler oldu.
Bir başka olayda Taksim Gezi Parkı nedeniyle Ankara'da yapılan eylemlerde güvenlik
güçlerine taşlı sopalı saldırılar yapan Saman Mohaghegh adında bir İranlı gözaltına alındı.
İranlı'nın Facebookta Türkiye topraklarını Pers İmparatorluğu içinde gösteren bir harita
resmini paylaştığı öğrenildi.
Aleviler sorunu üzerinden AK parti hükümetinin köşeye sıkıştırılmasında Almanya ile
birlikte başrol oynayan İran’ın bu tutumu Türkiye’deki bir çok alevi kanaat liderinin de
dikkatini çekiyordu. Bu kişilerden Türkmen Alevi Bektaşi Derneği Başkanı Özdemir
Özdemir, İran'ın Türkiye'de Alevi-Sünni çatışması çıkarmak için yoğun faaliyet
içinde olduğunu, Gezi Parkı eylemlerinin de bu senaryonun bir parçası olduğunu,
faaliyetlerin, tabelasında ‘Alevi derneği' yazan 4 kuruluşla yürütüldüğünü en önemlisi de 3
yılda yaklaşık 700 Alevi dedesinin İran'a götürülüp dinî lider Ali Hamaney ile
görüştürüldüğünü iddia ediyordu.
Taksim Gezi Parkı eylemlerine açıktan ve coşkulu destek veren, hükümetin devrileceğini
umuduna kapılan İran, Gezi Parkı'ndaki eylemcilerin dağıtılmasından ve AK Parti'nin
yaptığı 2 mitingden sonra zor durumda kalarak söylem değişikliğine gitmek zorunda
kalıyordu.
Böylelikle İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Abbas Irakçi Gezi olaylarının hemen sonrasında
yaptığı basın toplantısında, Türkiye'deki protesto olaylarının ülkenin iç meselesi olduğunu
ve yabancıların bu olaylara karışma hakkının olmadığını söylemek zorunda kaldı.
İran, "çözüm sürecinde" PKK'nın Türkiye sınırları dışına çekilmesinden de rahatsız olmuş,
açıkça tepki göstermişti. Milliyet'ten Aslı Aydıntaşbaş, ‘İran'dan Kandil'e çekilmeyin
baskısı'başlıklı yazısında bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştu.
Yine bununla ilgili olarak hatırlancaktır, Türkiye'nin bugüne kadar karşılaştığı en ağır
bombalı eylem olan Reyhanlı patlamasında Suriye Muhaberatı ile Acilcilerin parmak izleri
olduğu, bunların arka planında da İran'ın varlığının bulunduğu ortaya konulmuştu.
Yeni Şafak'ta Abdülkadir Selvi’de yazısında buna paralel iddialar dile getiriyordu: "PKK'ya,
başta Şemdinli olmak üzere kalabalık gruplar halinde şehirlere saldırdığı ve final yılı olarak
ilan ettiği 2012 yılında en büyük desteği İran vermişti. Sınırımızın yakınındaki Şehidan kampını yeniden açıp, kış döneminde boşalttığı sınır karakollarını PKK'ya devretmişti"
Doç. Dr. Hüseyin Özcan, Zaman Yorum’da yayımlanan makalesinde hükümetin Alevi
açılımını masaya şöyle yatırıyordu: ‘Yıllardır Alevilik Bektaşilik çalışmalarında bulunan bir
akademisyen olarak projeyi heyecan verici ve tarihi bulduğumu baştan ifade etmeliyim.
“Alevilik nedir?” sorusuna herkes farklı bir pencereden karşılık vermektedir. Öncelikle
Aleviliğin ne olduğunu doğru tanımlamak gerekmektedir. Alevilik, İslam inancının içinde
yer alan tasavvufi bir yorum ve yoldur. Yani Aleviler de Allah’a, Kur’an’a, Hz. Peygamber’e
inanmaktadır. Kur’an’ın hükmüyle Alevi-Sünni mü’min ve kardeştirler. Aleviler, tarih
boyunca birçok mağduriyetler yaşamıştır. Aynı mağduriyet Cumhuriyet’ten günümüze
devam etmektedir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla kurumları ellerinden alınmış, harf
inkılabıyla yolun kaynak kitaplarından uzaklaştırılmış, ulus devlet anlayışının
uygulanmasıyla tek tipleştirme politikaları gereği inancıyla ilgili pratikleri açıkça
uygulayamamış, inancını ve ritüellerini gerçekleştireceği mekânlar devletçe sağlanmamıştır.
Türkiye’nin azımsanmayacak bir bölümünü oluşturan Aleviler, sonuç olarak kaderine terk
edilmiştir. Bütün bu sıkıntılara ek olarak birtakım şer güçlerce organize edilen itiraflarla
Alevilik yıpratılmak istenmiş, provokasyonlarla yakın tarihimiz içinde bazı elim kanlı
hadiselerle Alevi-Sünni toplum birbirine düşürülmüştür.’
TALEPLERİN GÖZ ARDI EDİLMEMESİ
Gezi Parkı protestolarıyla tetiklenen eylemler göstermiştir ki küçük bir kıvılcım profesyonelce yapılmış bir müdahaleyle büyük bir kitle hareketine dönüştürülebiliyor.
Günümüzde bunu yapabilecek bir çok güç odağının kuvve olarak mevcut olduğunu
biliyoruz. Bilindiği gibi Selçuklu ayaklanmaları da Osmanlı’da belli başlı ayaklanmalar da
basit bir bahane ile başlamış, kısa sürede kitleleri arkasına almıştı. Tarihimizde ayaklanmalar sonuçta hep devlet tarafından bastırılmıştır. Fakat sonuçta birçok insanın hayatına mal olmuştur.
Hükümete düşen, muhalif halkının da makul taleplerini olabildiğince yerine getirerek
gönüllerine girmek olmalıdır. Bugün azımsanmayacak bir grup olan Alevilerin öne çıkan
ortak talepleri; cemevlerine inanç merkezi bağlamında statü tanınarak arsa tahsisi vb.
imkanlar sağlanması, bütçeden makul bir pay ayrılarak aktif görev yapan dede ve zakirlerin
desteklenmesi olarak özetlenebilir. Devlet bunu bir düzenleme ile yapabilecek güce sahiptir.
Son günlerdeki üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adının verileceğinin açıklanması da
Alevileri rencide etmiştir. Tarihte yaşanan hadiseleri o zamanki sosyal şartları bugünden
doğru yorumlayabilmek zordur. Ama algıları yönetemediğimiz de bir gerçektir. Bugün
Alevilerin Yavuz Selim algısı da ortadadır. Sonradan yapılan açıklamalarla Nevşehir’deki
üniversitenin adının Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, Tunceli’deki üniversitenin Pir Sultan
Abdal Üniversitesi olarak değiştirilmesinin gündeme gelmesi bir iyi niyet yaklaşımı olarak
değerlendirilebilir.
Köprünün ismi vesilesiyle yaptığı değerlendirmelerde “Bir köprü ile aramızdaki bir sürü
köprüyü yıkmayalım.” diyerek Allah, Peygamber, Kur’an gibi güçlü ortak paydalara dikkat
çeken muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de cami-cemevi projesinin Alevi-Sünni
toplulukları birleştiren bir köprü olabileceğine işaret etmiştir. Onun bu sözleri birçok Alevi
inanç önderi tarafından da takdir ve ilgiyle karşılanmış, desteklenmiştir. Gezi Parkı
hadiselerini de kaygıyla izleyen Hocaefendi, orada toplanan vatandaşlara sıkılan gazdan
gözleri yaşarmış, polisimize atılan taş ve molotofkokteylinden yüreği yanmış, milletinin bir
ferdinin bile burnunun kanamasına bile gösterdiği duyarlılığıyla her zaman birlik ve
beraberlik içinde herkesin kendi konumuna saygılı davranılması gerektiğinin altını çizmiştir.
Cami-cemevi yan yana projesi gerçekleşirse her iki kesim bu vesileyle bir araya gelerek
birbirlerini daha iyi tanıyacak, oluşan önyargılar kırılacaktır. (21)
BU BÖLÜM DİPNOTLARI;
1 Burkay K., Kürtler ve Kürdistan, 1992, İstanbul, s.454.
2 Çay, A., Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ankara, 1996, s,13
3 Ömer Özüyılmaz’ın Gurmanc ve Kürtlerin kökeni adlı eserine göre, Kürtler ve Gurmanclar iki ayrı halk olup, Bu iki topluluk yeni bir millet oluşturma amacıyla Batılılarca birleştirilmeye çalışılmış ve önemli oranda da başarılmıştır.
4 Çay, a.g.k. ,s,17
5 Çay, a.g.k., s.119,120
6 http://zozanozgokce.blogcu.com/1833224/
7 Ulubelen, E., İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye , İstanbul, 2006, s.177-247
8 Ulubelen, a.g.k., s.113
9 Ulubelen, a.g.k., s.188
10 Turan yavuz, ABD’nin Kürt Kartı, İstanbul, 1993, s.54-70.
11 Marcus A., Kan ve İnaç, İletişim Yayınları, 2009
12 Sakık Ş., Apo, Ankara, Ankara, 2005, s.51
13 Necdet Pekmezci, PKK’nın MİT’tolojik Tarihi, Silüet Yayınları.
14 Bu kişinin içinde bulunduğu yapılanma Türk Milli Ülküsü dışında etnik-kafatasçı bir yapıdır.
15 Öcalan A,. Devrimin Dili ve Eylemi, s. 110, 117, 122, 155.
16 Öcalan A., Bir Halkı Savunmak, İstanbul, 2004, s.255
17 Yalçın Küçük bu dönemde Cumhuriyet Gazetesinde Yöneticilik yapmaktadır.
18 Sakık, a.g.k., s.52
19 Öcalan, Bir Halkı Savunmak,… s.255
20 Akçora E., ” Tarihi Gelişimi İçerisinde Terör Örgütlerinin Türkiye Üzerindeki Emelleri Ve İşbirlikleri” Doğu Anadolu Güvenlik Ve Huzur Sempozyumu, Elazığ, 2000 , s.266.
21 Stratejik savunma (1984-1989), Stratejik Denge (1989-1991) ve Stratejik saldırı (1991-1996)
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder