ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI VE DENİZ YETKİ ALANLARI UYUŞMAZLIĞI BÖLÜM 1
Umut KEDİKLİ *
Taşkın DENİZ **
* Yrd.Doç.Dr., Karabük Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, umutkedikli@karabuk.edu.tr. 1
** Yrd.Doç.Dr., Karabük Üniversitesi, Coğrafya Bölümü, taskindeniz@karabuk.edu.tr. 2
ÖZET
Bu makalede Doğu Akdeniz’de yaşanmaya başlayan enerji mücadelesi kapsamında Türkiye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve İsrail’in havzaya ilişkin siyasi ve hukuki hamleleri ele alınmıştır. Bu çerçevede öncelikle Doğu
Akdeniz havzasının siyasi ve ekonomik açıdan önemi vurgulanmıştır. Çalışmanın devamında Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının paylaşımında GRKY’nin, KKTC’nin siyasi ve hukuki varlığını dikkate almadan attığı adımların bölgede gerginlikler yarattığı ifade edilmektedir. Ayrıca, GKRY’nin Mısır, Lübnan ve İsrail ile yaptığı MEB sınırlandırma antlaşmalarının uluslararası hukuka aykırılıklar taşıdığı ileri sürülmektedir. Makalede, devletler arasında deniz yetki alanlarının paylaşımında uluslararası hukuka uygun şekilde hakça ilkeler çerçevesinde bir sınırlandırmanın yapılması gerektiği de irdelenmektedir. Bu amaçla araştırma konusuyla ilgili yerli ve yabancı literatür incelenmiş, sayısal veriler konu ile ilgili kurumlardan temin edilmiş ve konuya ilişkin haritalardan yararlanılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Doğu Akdeniz, Enerji, Münhasır Ekonomik Bölge, Kıta Sahanlığı,doğal gaz, petrol,kıbrıs,mısır,lübnan,türkiye, israil,deniz hukuku,
GİRİŞ
İngiliz tarihçi Edward Gibbon’un belirttiği üzere “Dünyanın onca zamandır tartıştığı bir kıyı” olan Doğu Akdeniz, son dönemde siyasi, hukuki ve ekonomik
tartışmaların merkezine yerleşmiştir. Enerji kaynaklarının bulunması ile birlikte enerji diplomasisinin ve küresel enerji senaryolarının ilk sıralarına yerleşen Doğu Akdeniz, Akdeniz’e kıyıdaş devletler olan Türkiye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Yunanistan, İsrail, Lübnan ve Mısır’ı karşı karşıya getirmiştir.
Havza devletleri göz önüne alındığında, Türkiye Doğu Akdeniz’e ilişkin hukuki argümanları ve önemli coğrafi konumu ile daha istikrarlı bir duruş
sergilemesine rağmen, Yunanistan ve GKRY’de yaşanan ekonomik kriz, Suriye ve Mısır’daki siyasi kargaşa ve İsrail’in başta komşuları ve Türkiye ile arasındaki
sorunlar, Doğu Akdeniz’deki gerginliğin tırmanmasına da neden olmaktadır.
Böylesine bir siyasi ortamda bölgedeki enerji kaynaklarının paylaşımı ve taşınması ile deniz yetki alanlarının hakça bölüşümü konusunda devletlerin nasıl
bir dış politika takip edeceği merak konusu olmaktadır. Devletlerin ekonomik açıdan enerjiye olan bağımlılığı ile petrol ve doğalgaz sondaj ve depolama
teknolojisindeki gelişmeler, Doğu Akdeniz’de tespit edilen enerji kaynaklarının önemini artırmaktadır. Bu bağlamda, havza devletleri arasında deniz alanları
üzerinde egemenlik tesis etme konusunda uluslararası hukukta kabul edilen ilkeler üzerinden hakça bir paylaşım yapılamadığı takdirde kuvvet kullanımına
varacak ölçüde gerilimler yaşanabilir.
Bu makalede, siyasi ve ekonomik coğrafya açısından Doğu Akdeniz’in önemi vurgulandıktan sonra enerji diplomasisi açısından bölgede yaşanan gelişmeler ile enerji kaynaklarının keşfi ve kullanımı konusunda aktif siyaset izleyen GKRY, KKTC, Türkiye ve İsrail’in tutumları ele alınmaktadır. Bu kapsamda GKRY’nin
ön-alıcı diplomasi izleyerek kıyıdaş devletlerle yaptığı Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma antlaşmalarına değinilmekte ve bu antlaşmaların
diğer havza devletleri açısından doğurduğu siyasi ve hukuki sonuçlar irdelenmektedir. Ayrıca, İsrail’in 20. Yüzyılın ortalarından beri karada
topraklarını hukuka aykırı genişletmesine paralel olarak denizde de Filistin ve Lübnan’ın deniz yetki alanlarındaki haklarını gasp etmeye yönelik adımlarına
değinilmektedir. Bu gelişmeler karşısında KKTC ve Türkiye’nin attığı siyasi ve hukuki adımlar da çalışmanın bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Makalede son
olarak Doğu Akdeniz’de kıyıdaş devletler arasında deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında uyulması gereken uluslararası hukuk kurallarının neler
olması gerektiği çeşitli uluslararası yargı organlarının kararlarından örneklerle açıklanmıştır.
1. STRATEJİK KONUMUYLA AKDENİZ HAVZASI
Akdeniz’in önemi, her bir köşesinde Rusya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika olmak üzere ekonomik gelişiminin sürdürülmesi için enerjiye bağımlı Avrupa
Birliği’ni (AB), ABD’yi, Çin’i besleyen önemli enerji kaynaklarının bulunduğu bir üçgenin ortasında yer almasından kaynaklanmaktadır. Geçmişte olduğu gibi
2000’li yıllarda da rakip güçlerin ekonomik ve askeri üstünlük mücadelesine kaynaklık eden etrafındaki topraklar ile doğal kaynaklar ve bu kaynakların nakil
güzergahları için mücadele sahası olan bu üçgen, jeopolitik ile enerji arasındaki simbiyotik ilişkinin bu coğrafyada devam ettiğini de göstermektedir (Özer,
2013:68). Yakın coğrafyası olan Avrupa’ya geniş Ortadoğu bölgesinden yasadışı göç, uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm gibi güvenlik sorunları da ihraç eden
güzergâhta bulunan Akdeniz havzasının güvenliği ve istikrarı Avrupa ve kıyısı olan devletler açısından da önemlidir (Keser,2012:58). Bu önem, Soğuk Savaş
döneminden günümüze bakiye kalan bir özellik de taşımaktadır.
Bu noktada, Akdeniz Havzası’nın coğrafi yapısı hakkında bilgi vermek gerekirse, yarı kapalı bir deniz olan Akdeniz, Doğu ve Batı havzaları olmak
üzere iki büyük havzadan oluşmaktadır. Doğu Akdeniz Havzası, Batı Akdeniz Havzası’ndan Tunus’taki Bon Burnu ile Sicilya Adası’nın batıya uzanan ucu
olan Lilibeo Burnu arasında çizilen hat ile ayrılır (Başeren, 2013:2; Şekil 1). Çeşitli strateji uzmanlarına göre ise Akdeniz, Cebelitarık Boğazı ile Malta Adası
arasında kalan kısım Batı Akdeniz, Malta Adası ile 27. Meridyen arasında kalan kısım Orta Akdeniz ve 27. Meridyenin doğusunda kalan kısım Doğu Akdeniz
olmak üzere üç bölgeden oluşmaktadır.
Çalışmanın odak noktasını oluşturan Doğu Akdeniz havzası, Türkiye ve Suriye üzerinden Mezopotamya ve Orta Asya’ya, Süveyş Kanalı üzerinden de
Arap Yarımadası ve Basra Körfezi’ne ulaşmaktadır. Akdeniz’e kıyısı olan devletler ile Avrupa, Güneydoğu Asya ve Afrika devletlerine yapılan deniz
ticaretinin düğüm noktası olan Doğu Akdeniz’in önemi, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla daha da artırmıştır. Böylesine bir ayrımda Doğu Akdeniz’de
Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin Gazze Şeridi, Filistin Batı Şeria, Mısır, Libya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), GKRY ve Ürdün yer
almaktadır (Yıldız, 2011).
Şekil 1: Akdeniz Havzası ve Doğu Akdeniz Havzası Kıyıdaş Devletleri
Havza, içinde barındırdığı adalar açısından ele alındığında ise Kıbrıs Adası, Sicilya, Malta ve Meis gibi adalara nazaran jeostratejik açıdan daha önemlidir.
Doğu Akdeniz’in, Cebelitarık, Süveyş ve Karadeniz üzerinden işleyen uluslararası deniz ticaretini kontrol edebilen önemli bir coğrafya olduğu ve üzerinde yer alan deniz trafik hatlarının dünya ticareti için hayati önem taşıdığı bilinen bir gerçekliktir. Kıbrıs Adası’nın Ortadoğu ve Afrika’ya olan yakınlığı, bu coğrafyalara yönelik askeri ve istihbari faaliyetlerde adanın stratejik önemini arttıran bir faktördür (Keser, 2012:59; Yaycı, 2012:5). Kıbrıs Adası’nı da içinde barındıran Doğu Akdeniz Havza’sı, hem Orta Doğu coğrafyasından Batı’ya yönelik enerjinin ve ticari malların hem de Hint Okyanusu’ndan Avrupa ve ters yöne akan ticari malların nakli açısından da önemli bir güzergâh oluşturmakta dır. Hem Süveyş Kanalı’ndan işleyen transit deniz taşımacılığının ve hem de İskenderun Körfezi’nden yürütülen deniz taşımacılığının kontrolü açısından Kıbrıs Adası stratejik bir konumda bulunmaktadır. Bulunduğu konum itibariyle uluslararası ilişkilerde jeopolitik kuramlar açısından özellikle Deniz Hâkimiyeti Teorisi’ne3 de uygun bir şekilde Kıbrıs Adası üzerinde hâkimiyet sahibi olan devletlerin Akdeniz Havzası üzerinden Ortadoğu bölgesini kontrol etmesi de mümkündür. Kıbrıs’ın jeopolitik açıdan önemi değerlendirilirken bölgesel anlamda güç merkezlerine, çatışmalı alanlara yakınlığına ve ekonomik kaynakların varlığına bakılarak bir analiz yapılmalıdır (Tamçelik, 2011:11).
Alfred Mahan tarafından şekillendirilen Deniz Hâkimiyeti Teorisi üzerinden Kıbrıs Adası’nın stratejik önemini açıklamak gerekirse, Süveyş Kanalı aracılığıyla Hint ve Pasifik okyanuslarına açılan Akdeniz’in doğusunun kontrolünde Kıbrıs önemli bir konumdadır. Deniz ulaşım yollarına ve bu yolların geçtiği stratejik kara alanlarına hâkim olmak Deniz Hakimiyeti Teorisinde Dünya’ya hâkim olmak için önemlidir (Tamçelik, 2011:19-20). Kıbrıs’taki siyasi uyuşmazlığın yıllardır çözülememesinin arkasındaki nedenlerden birisi de Soğuk Savaş döneminden arta kalan bir şekilde hangi küresel gücün Ada üzerinde kontrol elde edeceğinin belli olamamasıdır (Yaycı, 2012:6). Küresel güçler Kıbrıs’ı ilgilendiren her konuya müdahil olma ve sorunların çözümünü kendi çıkarlarına uygun şekilde yönlendirmeye çalışmaktadırlar (Tamçelik, 2011:20).
Enerji taşımacılığı açısından 2013 yılı rakamlarıyla yılda yaklaşık beş milyar varil ham petrol (yıllık üretimin %10’u) Süveyş Kanalı ve SUMED (Arap
Petrol Boru Hattı) aracılığıyla batılı pazarlara bu coğrafyadan ulaştırılmaktadır (World Oil Transit Checkpoints, http://www.eia.gov/countries/regions-
topics.cfm?fips=WOTC). Ayrıca, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattının açılmasıyla birlikte, Hazar Denizi enerji kaynaklarının bir kısmının (1,2 Milyon
Varil) ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı ile de Kuzey Irak petrollerinin bir kısmının İskenderun Körfezi üzerinden batılı pazarlara ulaştırılmaya başlanması
Doğu Akdeniz’in stratejik önemini arttırmıştır.
Son olarak uluslararası deniz ticari ve enerji taşımacılığının ötesinde, Doğu Akdeniz’de bulunduğu ilan edilen doğalgaz ve petrol rezervleri, enerji kaynakları
bağlamında havzanın ekonomik değerine de ayrı bir önem kazandırmaktadır (Yaycı, 2012:9). Enerji kaynakları açısından değerlendirildiğinde ise bölgedeki
enerji sahaları değişik isimler ile ifade edilmektedir. Doğu Akdeniz enerji havzasının merkezini oluşturan Kıbrıs Adası’nın güneyindeki saha Afrodit, Kıbrıs
Adası ile İsrail arasında (Afrodit’in güneydoğusunda) kalan saha Leviathan, Kıbrıs Adası ile Mısır arasında kalan saha Nil ve Kıbrıs Adası ile Girit Adası’nın
güneydoğusunda kalan saha ise Herodot olarak adlandırılmaktadır (Enerji Havzaları için bakınız şekil 2 - 3).
İsrail ile Kıbrıs arasında kalan sahada Amerika merkezli Jeolojik Araştırma Kurumu (USGS) tahminen ortalama 1.7 milyon varil petrol ve 122 trilyon
metre küp gaz rezervinin olduğunu ifade etmiştir.
GKRY’nin verdiği arama izinleri ile bölgede çalışmalar yapan Noble Energy şirketi de yaklaşık 33 trilyon metreküp gaz tespit etmiştir(Lakes, 2012:39).
Kıbrıs’ın günümüzdeki enerji ihtiyacının yılda ortalama 1 milyar metre küpten az olduğu dikkate alındığında bölgede keşfedilen gaz rezervlerinin Kıbrıs’a 100
yıl kadar yetebileceği düşünülebilir (Lakes, 2012:81). GKRY, 1959-60 Antlaşmalarıyla oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasal temsilcisi olduğu
iddiasıyla Ada etrafında günümüze kadar henüz saptanmamış Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ve Kıta Sahanlığı alanları üzerinde egemenlik tesis
etmeye ve bu egemenliğini de bölgedeki komşu devletlerle yaptığı sınırlandırma antlaşmaları ile meşrulaştırmaya çalışmaktadır. GKRY’nin İsrail, Mısır ve
Lübnan ile yaptığı bu antlaşmalar Doğu Akdeniz’in önemini daha da arttırmaktadır (Kaya, 2007:25). Bu kapsamda Kıbrıs Adası’nın deniz altındaki
doğal uzantısı konumundaki kıta sahanlığının ve MEB’in gerek ada üzerindeki iki siyasi otorite arasında ve gerekse komşu devletlerle uluslararası hukuka
uygun bir şekilde sınırlandırılması gerekmektedir.
D:\07032013 BELGELERİM\YAYIMLAR\YAYIMLANANLAR\MAKALELER\
xxxxx2014 ALTERNATİF POLİTİKA AKDENİZ 16 SF\ DOĞALGAZ.png
Şekil 2: Doğu Akdeniz Doğalgaz Havzaları
Ayrıca, askeri amaçla kullanılabilecek malzeme akışının kontrol altında bulundurulması, kitle imha silahları ve benzeri materyalin yayılmasının
önlenmesinin uluslararası barış ve güvenlik açısından önemi de bu havzada kendini hissettirmektedir. Nitekim NATO, bu amaçlara hizmet etmesi
maksadıyla 2001 yılından beri bölgede “Etkin Çaba Harekâtı’nı” (Active Endeavour) sürdürmektedir. Etkin Çaba Harekâtı’na paralel olarak Türk Silahlı
Kuvvetleri de 2004 yılından itibaren Akdeniz Kalkanı Harekâtı’nı icra etmektedir. Doğu Akdeniz’de enerji taşımacılığının güvenliği olmak üzere ulaştırma
güvenliğini sağlamak amacıyla yürütülen bu harekât, aynı zamanda Türkiye’nin deniz yetki alanlarındaki varlığını da göstermeyi hedeflemektedir
(Akdeniz Kalkanı Harekâtı, http://www.dzkk.tsk.tr/icerik.php?dil= 1&icerik_id=28).
Şekil 3: Doğu Akdeniz’de doğal kaynak rezerv sahaları (Karaçin, 2012:10-11)
AB’nin de 1990’lı yıllardan itibaren yaşadığı dönüşüm sürecinde dış politika ve güvenlik konularını da gündemine alması ve politikalar üretmesine
paralel olarak Akdeniz havzasını gündemine aldığı ve kıyıdaş devletlerle özel ilişkiler geliştirmeye çalıştığı görülmektedir. AB de Akdeniz havzasını kendi etki
alanı içerisinde değerlendirdiğinden özellikle Kıbrıs Adası'nı bir bütün olarak AB’ye tam üye yaparak bölgede stratejik üstünlük elde etmeyi amaçlamıştır
(Keser, 2012:60; Kaya, 2007:23). AB’ye dâhil olan bir Kıbrıs üzerinden AB’nin lider devletleri Almanya - Fransa bloğu, bölgedeki nüfuzunu arttırmayı
ummaktadır. Öte yandan, Kıbrıs Adası'ndaki iki toplumlu ve iki devletli yapıyı göz ardı ederek ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran 1959 tarihli Londra - Zürih
Antlaşmaları ile 1960 tarihli Lefkoşe Antlaşmalarını da ihlal ederek Kıbrıs’ın bir bütün olarak 01.05.2004 tarihinde AB üyesi yapılması, Doğu Akdeniz’de bir
istikrardan ziyade istikrarsızlığa yol açtığı da söylenebilir. Türkiye’nin bahsi geçen antlaşmalardan doğan garantörlük haklarını yok sayan ve garantör
devletlerin birlikte üye olmadıkları bir örgüte Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de üye olmasını engelleyen hükümlere rağmen AB’nin uluslararası hukuku ihlal ederek
adanın tamamını temsilen Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tam üye olarak kabul etmiştir.
Kıbrıs Rum kesimi de örgüte üye olmakla, Kıbrıs sorununu AB – Türkiye sorunu haline getirmeyi başarmıştır. Son dönemde de Rum kesimi, Kıbrıs Adası'nın tüm
deniz yetki alanları üzerinde egemenlik iddiasıyla da Kıbrıs sorununu denize taşımaya başlamıştır.
Son olarak İngiltere’nin de Kıbrıs Adası'nda sahip olduğu askeri üslerin varlığı, adayı İngiltere açısından da stratejik düzeyde önemli kılmaktadır.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın, “üslerin jeopolitik öneme sahip ve Birleşik Krallık'ın uzun vadeli milli güvenlik çıkarları açısından yüksek öncelikli bir
bölgede bulunduğunu” ifade etmesi ve Libya’da Kaddafi Rejimi'ne karşı düzenlenen NATO harekâtında ABD, Fransa ve İngiliz kuvvetlerinin bu
üslerden faydalanması birlikte değerlendirildiğinde, Akdeniz güvenliğinde Ada’nın önemi daha da net ortaya çıkmaktadır (Keser, 2012:63). Kıbrıs sadece
İngiltere’nin yakın dönemdeki çıkarları açısından değil, aynı zamanda Ortadoğu’da petrol rezervlerinin keşfi ve Süveyş Kanalı’nın açılmasından
itibaren İngiltere için stratejik öneme haiz olmuştur. Sör Anthony Eden, İngiltere’nin ve Batı Avrupa’nın sanayisi için Ortadoğu petrollerine ihtiyaç
duyduğunu ve Kıbrıs’ın da petrol arzının güvenliğini korumada önemli bir nokta olduğunu açıkça ifade etmiştir (Leventis, 2012:7).
Dolayısıyla artan önemine bağlı olarak bölge devletlerinin birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri siyasi ve ekonomik hamleler, havza devletlerini de karşı
karşıya getirmektedir.
2. GKRY, İSRAİL VE TÜRKİYE’NİN DOĞU AKDENİZ’DEKİ SİYASİ HAMLELERİ
GKRY’nin Doğu Akdeniz’de Egemenlik Kurma Çabaları
GKRY’nin Kıbrıs Adası’nı çevreleyen denizler üzerinde egemenlik tesis etme girişimleri daha eski tarihlere kadar gitmektedir. GKRY, 2000’li yılların
başında Doğu Akdeniz kıyıdaş devletlerinden Mısır ve Lübnan’la temaslara başlamıştır. Böylesine bir diplomasi girişiminin altında Rum Yönetimi’nin Kıbrıs
sorununu karadan denize taşıma ve içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik darboğazdan kurtulma istekleri de yatmaktadır. Öte yandan Doğu Akdeniz’e
kıyıdaş devletler olan Suriye, 19 Kasım 2003, Lübnan 19 Ekim 2010 ve İsrail 12 Temmuz 2011 tarihinde münhasır ekonomik bölge ilanında bulunmuştur.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ise Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak 2 Nisan 2004 tarihinde KKTC ve Türkiye’nin uluslararası hukukta var olan haklarını yok
sayarak “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere Birleşmiş Milletler’e 200 millik bir Münhasır Ekonomik Bölge ilanını
gerçekleştirmiştir. Yaşanan temaslar sonucunda Rum yönetimi 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır, 17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan ile Münhasır Ekonomik Bölge
Sınırlama Anlaşmalarını imzalamıştır (Sınırlar için bakınız şekil 5). Türkiye ve KKTC her fırsatta, GKRY’nin Ada'daki Türk toplumunu temsil etmediğini ve
dolayısıyla GKRY’nin Kıbrıs Türk halkını dikkate almadan yaptığı ve tüm Ada'yı hukuken bağlayabilecek tek taraflı işlemlerin ve uluslararası anlaşmaların
geçersiz olduğunu ifade etmektedir (Başeren, 2015:40).
Mısır ile yapılan antlaşmaya göre GKRY ile Mısır arasındaki MEB sınırı, Kıbrıs Adası ile Afrika sahilleri arasında tespit edilen sekiz nokta ile ana karaya
sahip olan Mısır’ın haklarını törpüleyen şekilde eşit uzaklık çizgisi esas alınarak belirlenmiştir (Kaya, 2007:38). Mısır’ın, Türkiye ile bir sınırlandırma antlaşması
yapmak yerine, kendi kıyıları GKRY oranla daha uzun olmasına rağmen GKRY ile eşit uzaklık temelinde anlaşarak bir sınırlandırma yapması önemli miktarda
deniz yetki alanı kaybetmesine yol açmıştır (Başeren, 2015:35). Türkiye ise bu antlaşmayı, kendisine ait deniz alanlarına tecavüz ettiğinden tanımamaktadır.
Türkiye, yaşanan gelişmeler nedeniyle 2 Mart 2004 tarihinde yayımladığı notada “uluslararası hukuktan kaynaklanan sebeplerle söz konusu antlaşmayı
tanımadığını ve deniz yatağı, deniz yatağının altı ve üzerindeki su kütlesi dâhil olmak üzere 36º16’18” D meridyeninin batısında ve 33º 40’ K paralelinde
sınırlandırma sahası ile ilgili tüm hukuki haklarını saklı tuttuğunu” belirtmiştir.
Lübnan ile yapılan antlaşma sonrasında da Türkiye, Lübnan’a verdiği nota ile yapılan antlaşmanın Türkiye ve KKTC’nin Kıbrıs Adası etrafındaki deniz
alanlarında hali hazırdaki hak ve çıkarlarını dikkate almadığı ve GKRY’nin bütün Ada'yı temsilen tek başına hareket edemeyeceği ifade edilmiştir (Başeren,
2010:153). GKRY’nin Lübnan ile yaptığı anlaşma Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin parlamentosunda onaylanmasına rağmen, Lübnan Parlamentosu
tarafından onaylanmamıştır. Ayrıca Lübnan Hükümeti 2011 yılında BM Genel Sekreterliği’ne gönderdiği bir mektupta GKRY ile İsrail arasında imzalanan
anlaşmanın “Lübnan’ın egemenlik ve ekonomik haklarının ihlali” ve “bölgedeki barış ve güvenliğe” bir tehdit olarak algıladığını ifade etmiştir (Lakes, 2012:41).
İsrail’in kendisine ait olduğunu ileri sürdüğü MEB’in Lübnan’ın ilan ettiği MEB’in yaklaşık 9 km’lik bir kesimiyle çakışması tarafları karşı karşıya
getirmektedir (Yaycı, 2012;29). Lübnan Yasama Meclisi'nin bu çalışmanın hazırlandığı döneme kadar bu antlaşmayı onaylamamış olması, Doğu
Akdeniz’in bu kısmında 2007’den önceki status qou’nun devam ettiğini göstermektedir (Taşdemir, 2012:33). Sonuç olarak, GKRY, MEB’ini uluslararası
hukuka uygun bir şekilde Türkiye, Yunanistan, KKTC, Mısır, Lübnan, Suriye, İsrail ve Filistin ile hakça ilkeler çerçevesinde belirlemelidir.4
GKRY, Mısır ile sınırlandırma antlaşması yapmanın ötesinde iki devlet arasında 2006 yılında enerji, elektrik, petrol-doğalgaz ile kültür alanlarında
işbirliği kuran beş adet ikili antlaşma imzalamıştır (Başeren, 2010:150). Bu süreçte, 2007 yılında Rum Parlamentosu, çıkardığı petrol yasası ile Kıbrıs
çevresindeki suları 13 Parsel Hattı’na bölmüş ve bu hatlar içerisinde arama ruhsatı vermek için çalışmalara başlamıştır. 26 Ocak 2007 tarihinde Kıbrıs
Adası’nın 185 km güneyindeki 12 numaralı parsele ait doğal kaynakları arama hakları, İsrail menşeli Delek ve ABD menşeli Noble Energy şirketlerine
verilmiştir. Rum yönetimi bu anlaşmalar ile İsrail’in asgari 12 numaralı parseli de kapsayacak şekilde 4.600 km², Lübnan’ın 3.957 km² ve Mısır’ın ise 21.500
km² deniz yetki alanını da sahiplenmiştir (Yaycı, 2012:28).
Rum Yönetimi, Mısır ve Lübnan ile imzaladığı anlaşmalarla bölgeye yönelik olarak kendisi açısından hukuki bir zemin oluşturmak istemektedir. Öte
yandan Rum Yönetimi'nin bu politikası ile İsrail’in bölgeye ilişkin çıkarları örtüştüğünden işbirliği yapmaları da kolaylaşmıştır. İsrail’in Hayfa’nın ortalama
100 km açığında Dalit, Tamar (eski adı Matan), Dolfin, Tanin, Şemşon ve Leviathan sahalarında bulduğu yaklaşık 700 milyar m³’lük doğalgaz rezervi bu
işbirliğini derinleştirmiş ve bölgedeki araştırma çalışmaları hız kazanmıştır. 2011 yılı Ağustos ayında Noble şirketi, Liberya Bandıralı Noble Homer Ferrington
adlı platform ile 12. parselde sondaj çalışmalarını hızlandıracağını duyurdu. Bu parsel Kıbrıs Adası’nın yaklaşık 200 km güneyinde yer almakta ve İsrail’in en
önemli doğalgaz kaynağı olan Leviathan’a da sınır oluşturmaktadır (http://etkinlik.aydin.edu.tr/dosyalar/34D_dogu_paradigma.pdf). Rum
yönetiminin, İsrail’li Delek ve ABD’li Noble Energy şirketleri ile bölgede doğalgaz ve petrol aramak için sondaj çalışmalarına başlaması, yaşanacak
mücadelenin önemini ve uluslararası boyutunu ortaya koymaktadır. İsrail’in deniz sahalarındaki hidrokarbon kaynaklarının keşfinde hayati rol oynayan
Noble Energy, 1998’den bu yana Rum Yönetimi’nin İsrail münhasır ekonomik bölgesine komşu Afrodit Sahası dâhil, altı sahada hidrokarbon keşfi
gerçekleştirmiştir. Noble Energy aynı zamanda İsrail’in Aşdod’da yer alan petrol bölgesinde de % 47 oranında hisse sahibidir (Henderson, 2012).
Türkiye’nin Rum Yönetimi ile olan siyasi ve hukuki sorunlarına paralel olarak, Rum Yönetimi'nin İsrail’e arama izni verdiği 13 ruhsat alanının 5 tanesinin (1,4,5,6,7 nolu) Türkiye’nin deniz yetki alanları ile çakışması, Türkiye ve İsrail’i de karşı karşıya getiren temel konulardan birine dönüşmüştür (Bknz. Şekil 4 ve 5). Bir bakıma Doğu Akdeniz’de GKRY ve İsrail, Türkiye’ye karşı deniz yetki alanları üzerinden bir çevreleme politikası izlemeye başlamıştır. Bu çevreleme politikasına Avrupa Birliği (AB), ABD, Rusya da tolerans göstermektedir (Yılmaz, 2011:3). Bölgedeki enerji kaynakları üzerinden AB’nin, iki beklentisi olduğu söylenebilir. İlki, enerji ihracatı sayesinde GKRY’nin ekonomisinin gelişebileceği dir. Diğeri ise Avrupa devletlerinin Rusya’ya olan enerji bağımlılığının alternatif enerji kaynakları ile hafifleyebileceği düşüncesidir.
Bu gelişmelere 3 Ağustos 2011 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ve 5 Ağustos 2011 tarihinde KKTC Cumhurbaşkanlığı tarafından tepki
gösterilmiştir. Fakat tüm tepkilere rağmen Rum Yönetimi 19 Eylül 2011 tarihinde çalışmalara başlamıştır. Rum Yönetimi, 2011 yılında 12. parselde
büyük oranda hidrokarbon yatağının tespit edilmesinin ardından, 2012 yılı başında 2, 3, 9 ve 11. parsellerle ilgili yeni bir ihale süreci başlatmıştır.
Nitekim Rum Yönetimi, Kasım 2012’de bu ikinci ihaleyi de sonuçlandırarak 2. ve 3. parselleri İtalyan ENI ile Güney Kore KOGAS şirketleri ortaklığına, 9. parseli Fransız TOTAL, NOVATEC ve Rus GAZPROM’un yan kuruluşu olan GPB Global Resources’a ve 11. parseli ise Fransız TOTAL şirketine ihale etmiştir (Yaycı, 2012:32). Yunanistan ve Rum Yönetimi tarafından; bölgedeki 145.000 km²'lik münhasır ekonomik bölge alanından Türkiye’nin münhasır ekonomik alanının sadece 41.000 km² olduğu ileri sürülmekte ve kalan 71.000 km² ve 33.000 km²'lik alanların ise Yunanistan ve GKRY arasında paylaştırıldığı ifade edilmektedir (http://enerjienstitusu.com/2011/09/20/akdenizde-dogalgaz-rezervinin-parasal-degeri-7-trilyon-dolar/).
İsrail’in Doğu Akdeniz Siyaseti
İsrail’in bölgede enerji arama çalışmaları çok erken bir dönemde
başlamıştır. İsrail 1960 yılından bu yana Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama
çalışmalarına devam etmektedir (Gürel vd., 2013:2). İsrail’in Kıbrıs konusunda
bu kadar rahat davranabilmesinde, İsrail’in son dönemde Ada'ya çok sayıda
yatırım gerçekleştirmesi ve bu durumun adada yaşayanlarca memnuniyet verici
kabul edilmesi de etkili olmaktadır. İsrail, Rum Yönetimi ile birlikte yönettiği
çalışmalar kapsamında Kıbrıs’ta askeri üs edinme politikası izlemektedir. İsrail’in Kıbrıs’ta Limasol’e bağlı Vasiliko’da bir doğalgaz çevrim santrali yapımı ve yapım sonrası güvenliğin sağlanması amacı ile Limasol’e çok sayıda İsraillinin
yerleştirilecek olması, adada tıpkı Filistin de olduğu gibi bir İsrail yerleşim
sahasının oluşturulacağı düşüncesini ortaya çıkarmaktadır. Bu durum aynı
zamanda İsrail’in askeri açıdan da Kıbrıs’ta güçleneceği anlamına gelmektedir.
İsrail Başbakanı Benjamin Netenyahu, Kıbrıs Rum kesimine yaptığı resmi
ziyaret sonrasında 16 Şubat 2012 tarihinde bir Savunma ve İşbirliği Antlaşması
imzalamıştır. (Taşdemir, 2012; 10)
Ayrıca, İsrail, Akdeniz’deki doğalgaz ve petrol üretim tesislerini korumak
için yeni bir askeri yapılanmaya gideceğini de açıklamıştır. Bu amaca yönelik
olarak, yaklaşık 1,4 milyar $‘ı tutarında savaş gemileri, insansız hava araçları ve
radar sistemleri satın almayı/üretmeyi planlamaktadır. İsrail, hava ve kara
kuvvetlerine nazaran daha zayıf olan deniz kuvvetlerini de güçlendirmeye
çalışmaktadır. Bu kapsamda, Almanya’dan, nükleer füze atabilme yeteneğine
sahip Dolphin sınıfı denizaltı temin etmektedir. Ayrıca, İsrail bölgede nükleer
silaha sahip az sayıda devletten biridir (Aktaş, 2013:64). Diğer taraftan İsrail’deki güvenlik çevreleri Doğu Akdeniz’de keşfedilen gaz rezervleri kuyularına Gazze’den ya da Mısır’daki Sina’dan silahlı terörist saldırılar olabileceği yönünde tehdit algılamalarına da sahiptir. Yine aynı çevreler kurulacak doğalgaz çıkarma tesislerine Gazze’deki değişik Filistinli guruplar tarafından denizden füze saldırısı yapılmasından da endişe etmektedir. Belki de İsrail Hükümeti'nin son dönemde Doğu Akdeniz’de gaz arama işlemleri ve kuyuları koruma görevini 13. Deniz Kuvvetleri Birliği’ne verme kararının arkasında bu endişeleri yatmaktadır (Kandilli, 2012).
Son olarak İsrail, Tamar ve Leviathan doğalgaz yatakları sayesinde doğalgazda başka devletlere olan bağımlılığını da azaltmayı ummaktadır. Bu iki havzadaki gaz rezervlerinin toplamının yaklaşık 800 milyar metreküp olduğu tahmin edilmektedir. İsrail’in ise yıllık gaz ihtiyacının ortalama 5 milyar metreküp civarındadır (Lakes, 2012:81). Dolayısıyla, bu iki havzadan çıkarılan gazın İsrail’in ihtiyacını karşılamanın ötesinde, arz fazlasının ihracı yoluyla İsrail’in Gayrisafi Milli Hasıla’sında artış sağlayacağı söylenebilir.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de GKRY’ye Karşı Siyasi Hamleleri
Yukarıda da ifade edildiği gibi Doğu Akdeniz’de tespit edilen zengin hidrokarbon kaynaklarıyla ilgili olarak GKRY’nin, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti (KKTC) Devleti'nin görüşünü almaksızın ve Türkiye’nin kıta sahanlığı ve MEB alanlarına da tecavüz ederek, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına
Mısır, Lübnan ve İsrail ile “Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması” imzalaması Kıbrıs sorununa yeni bir boyut kazandırmıştır.
Bu bağlamda, Türkiye’nin İsrail ile sarsılan ilişkileri, Rum Yönetimi'ne Kıbrıs sorununda kendisine avantajlı bir konum yaratmak ve İsrail ile ilişkilerini
derinleştirmek için bir fırsat doğurmuştur. Türk Dış İşleri Bakanlığı, GKRY’nin Noble Energy şirketine Kıbrıs’ın güneyinde araştırma amaçlı sondaj yetkisi
vermesine karşılık Türkiye de, KKTC ile işbirliğini geliştirme yolları aramış ve 21 Eylül 2011 tarihinde Türkiye ve KKTC arasında “Kıta Sahanlığı
Sınırlandırma Anlaşması” imzalanmıştır
(http://www.mfa.gov.tr/no_-216_-21-eylul-2011-turkiye-_-kktc-kita-sahanligi-sinirlandirma-anlasmasi-imzalanmasina-iliskin-disisleri-bakanligi-basin-ac_.tr.mfa,).
Bunun yanı sıra dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Rum Yönetimi ile işbirliği yapan uluslararası petrol ve gaz şirketlerini kara listeye almak ve Türkiye’deki enerji ihalelerine girmekten men etmekle tehdit etmiştir (Aktaş, 2013:7). Anlaşma sonrasında Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), önce Koca Reis gemisi ile Afrodit sahasında sismik araştırmalar yapmış ve sonrasında Gazimagosa’da Türk Yurdu 1 adlı kuyuda sondaj çalışmalarına başlamıştır. Öte yandan, bu çalışmalar, GKRY’nin güneydeki ruhsat verdiği parsellerin bir kısmı ile de çakışmaktadır (Collinsworth, 2012:24). (Bakınız Şekil 4)
Türk Dışişleri Bakanlığı, GKRY’nin Doğu Akdeniz’deki 1,4,5,6 ve 7 no’lu Ruhsat sahalarının Türk kıta sahanlığı ile çatıştığı noktasında Rum Yönetimini
protesto etmiş ve “Türkiye bu alanlarda, yabancı şirketlerin izinsiz petrol/doğal gaz faaliyetlerinde bulunmalarına, … hiçbir şekilde izin vermeyecek ve kıta
sahanlığındaki hak ve menfaatlerini korumak için gerekli her türlü tedbiri alacaktır.” Şeklinde beyanda bulunmuştur
(http://www.mfa.gov.tr/no_-43_-15-subat-2012_-gkry_nin-actigi-ikinci-uluslararasi-hidrokarbon-arama-ihalesi.tr.mfa).
Uzun yıllardır dengeli bir şekilde ilerleyen Türkiye-İsrail siyasi ilişkileri, 3 Kasım 2002 tarihinde Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin iktidara
gelmesinin ardından giderek artan bir eğilimle bozulmaya başlamıştır. 31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye insani yardım malzemesi taşıyan filoda yer alan Mavi
Marmara Feribotu'na uluslararası sularda İsrail’in yaptığı askeri saldırı ile ilişkiler gerilmiş ve takip eden dönemde de giderek bozulmuştur. İsrail’in Gazze
Şeridi'ne düzenlediği askeri operasyonlarda uluslararası hukuku ihlal eden fiillerine karşılık, gerek Türk Hükümeti'nin tepki göstermesi gerekse Türk
kamuoyunda İsrail’e karşı oluşan tepki ilişkilerin gerginleşmesinde de rol oynamıştır. Bu nedenlerle Türkiye ile İsrail arasında yakın dönemde bir MEB
sınırlandırmasına ilişkin bir anlaşmanın yapılması mümkün gözükmemektedir.
Şekil 4: Ruhsat Verilen Sahalar,
EDİTOR KİTABI İÇİN
(www.bilgesam.org/tr/images/stories/sunular/doguakdeniz .pptx.)
Öte yandan, son dönemde Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik girişimlerin hızlanmasında önemli bir faktör de, bölgedeki doğalgaz kaynaklarının güvenli
şekilde çıkarılmasının yan sıra güvenli şekilde arz edilmesi hususudur. Bölgedeki enerji kaynaklarının çıkarılmaya başlanması halinde bu kaynakların arzı
konusunda Türkiye – İsrail arasında işbirliği önem taşımaktadır. Bu noktada kaynakların Batı'ya aktarılmasında en kısa yolların Türkiye’den geçiyor olması,
Türkiye’yi bir adım daha öne çıkarmaktadır. Böylesine bir ortamda Batılı devletlerin soruna yaklaşımı, Türkiye - İsrail ilişkilerinin iyileştirilmesi ve son yıllarda bölge devletleri ile ilişkilerde sergilenen kopuş politikasından vazgeçilmesidir (Blank, 2012).
Bölgede çıkarılacak doğalgazın çok az bir kısmını Kıbrıs ve İsrail tüketecektir. Ancak tüketimden geriye kalan kısmın nasıl taşınacağı henüz netliğe kavuşmuş değildir. Dolayısıyla hâlihazırda doğalgaz taşıma altyapısı olmayan Rum Yönetimi'nin altyapı sorununu aşabilmesi konusunda değişik alternatifler değerlendirilmektedir. Örneğin adanın güneyine bir Sıvılaştırılmış Doğalgaz (Liquified Natural Gas/LNG) santrali inşa edilmesi ya da boru hatları ile taşınması gibi alternatifler üzerinde durulmaktadır (Karaçin, 2012:10-11). Noble Energy ve İsrail’deki ana ortağı Delek Grubu’nun kurmayı teklif ettiği LNG tesisi ile Leviathan alanı ve 12. Parseldeki çıkarılacak doğal gazın adada işlenerek, uluslararası pazarlara arzı planlanmaktadır. Ancak, bu tesisisin kurulması, 10 milyar doların üzerinde bir yatırımı gerekli kılmaktadır (Lakes, 2012:82)
LNG santralinin çok pahalı olması, arz konusunda yoğunluğu boru hatlarının inşasına yönlendirmektedir. Boru hattı olarak üç alternatif ön plana çıkmaktadır. Bunlardan ilki Güney Kıbrıs ile Yunanistan arasında deniz altından inşa edilecek boru hattıdır. Ancak deniz tabanının jeolojik özellikleri ve mesafe maliyeti çok artırmaktadır. Diğer alternatif hat, çıkarılacak olan doğalgazın İsrail üzerinden Arap Gazı Boru Hattı ile taşınmasıdır. Ancak gerek hattın denizde yaklaşık 270 km uzunluğunda olması, gerekse Suriye’de iç savaş halinin sürmesi enerji arzındaki güvenlik kaygısını artırmaktadır. Bu noktada, Rusya’nın İsrail ile yakınlaştığı görülmektedir. Rusya’nın, doğalgaza ihtiyaç duyduğu için değil enerji arzı ve koridorlarındaki tekelliğini kaybetmek istemediği için İsrail ile bu düzlemde ilişkilerini geliştirmeye çalıştığı söylenebilir. AB de enerji temin ağını genişleterek Rusya’nın kontrolünden kurtulmak istediği için sahaya önem
vermektedir. Çünkü AB günümüzde doğalgaz teminini ağırlıklı olarak Rusya
olmak üzere Norveç ve Cezayir’den karşılamaktadır. Ortalama denizde 100 km
uzunluğu ile en kısa ve en ekonomik rasyonel hat ise, Türkiye üzerinden
geçmektedir. İster Suriye - Ürdün kıyı çizgisine paralel uzatılsın isterse Kuzey
Kıbrıs üzerinden geçirilsin nihai kavşak noktası Türkiye olmaktadır. Bu açıdan
Türkiye’nin sahadaki enerjinin arzında ana koridor olması ve enerji temin
kanalını çeşitlendirmesi, yumuşak güç unsurlarının varlığı ve kullanımı
açısından Türkiye’ye yarar sağlayacaktır.
2010 yılından beri Doğu Akdeniz’de ön plana çıkan enerji kaynakları,
enerji ithalatı nedeniyle her yıl yaklaşık 65 - 70 milyar $ cari açık veren Türkiye
için de önem arz etmektedir. Bu doğrultuda Türkiye güven içerisinde hem
ekonomik enerji temin etme hem de enerji koridoru olma konusundaki
isteklerini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak bu istekler öyle kolay
gerçekleştirilebilecek bir nitelik taşımamaktadır. Çünkü sahada Türkiye dışında
Kıbrıs, Mısır, Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün bulunmaktadır. Kıyıdaşın fazla
olduğu bölgede öncelikle kıta sahanlığı konusu gündeme gelecek ve baş
ağrıtacaktır. Şüphesiz konunun uluslararası hukuk boyutuna da ağırlık verilmesi
ve yoğun bir Kıbrıs diplomasisine başlanması gerekmektedir. Zira Doğu
Akdeniz’de yaşanan son gelişmeler Türkiye açısından hayati öneme haizdir.
Türkiye’nin kararlılık ve ciddiyetini hemen her platformda ısrarlı bir şekilde
anlatması önem taşımaktadır (USAK, 2011:10).
Rum Yönetimi'nin siyasi ve hukuki bu hamlelerine karşı Türkiye ve
Suriye’nin durumuna bakıldığında, kıyıdaş devletler olmalarına hatta Türkiye en
uzun kıyıya sahip olmasına karşın, bu iki devlet anlaşma dışı bırakılmıştır.
Oysaki 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 55. ve 56.
maddellerine göre; kıyıdaş devletlerin kara sularının bittiği hattan itibaren 200 millik alan içerisinde deniz yatağındaki sularda, deniz yatağında ve bunların toprak altında doğal kaynakların araştırılması, işletilmesi ve korunması ile ilgili diğer devletlerin haklarını göz önünde bulunduracak şekilde faaliyetlerde bulunması hakkı vardır (BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, 1982;17-18).
Sonuç olarak, KKTC ile GKRY, kendi deniz yetki alanlarındaki enerji
kaynaklarından elde edilecek gelirlerin kullanılması hususunda bir anlaşmaya
varabilirlerse; bu gelirler, Kıbrıs uyuşmazlığının çözümünde veya çözüm sonrası
Ada'nın kalkındırılmasına yönelik bir kalkınma fonunda toplanabilir (Başeren, 2015:43).
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder