15 Ocak 2018 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 1

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE. BÖLÜM 1

Avrupa Birliği'nin Kısa Tarihi,




AB'nin Kuruluş Amaç ve Tarihçesi,

Birleşmiş Avrupa fikri, bir zamanlar filozofların ve ileri görüşlü insanların düşlerinde yer alıyordu. Victor Hugo, insancıl ideallerden esinlenen barışçıl bir “Avrupa Birleşik Devletleri”ni hayal etmişti. Bu hayal, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntılarından sonra Avrupa Kıtası için yeni bir umut oldu. 

Savaş süresince totaliterliğe direnen insanlar, Avrupa’da devletler arasındaki kin ve düşmanlığı son vermek, kalıcı bir barış oluşturmakta kararlıydı. 1945 ve 1950 arasında, Konrad Adenauer, Winston Churchill, Alcide de Gasperi ve Robert Schuman’ın aralarında olduğu bir grup cesur devlet adamı, ulusları yeni bir çağa adım atmaya ikna etmek için yola koyuldu. Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman, başlangıçta Jean Monnet tarafından tasarlanan bir fikri ele aldı ve 9 Mayıs 1950’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kurulmasını önerdi. Bir zamanlar birbiriyle savaşan ülkelerde kömür ve çelik üretimi için sorumluluk paylaşımıyla ortak bir pazar oluşturulacaktı. Pratik fakat aynı zamanda oldukça sembolik bir şekilde, savaşın ham maddeleri uzlaşı ve barışın araçlarına dönüşüyordu. 

Avrupa bütünleşmesinde ilk adım, Belçika, Federal Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’nın kömür ve çelikte ortak pazar kurmalarıyla atıldı. 

Altı üye devlet, daha sonra Roma Antlaşması'nı imzalayarak çeşitli mal ve hizmetleri içeren ortak bir pazara dayalı Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kurmaya karar verdi. Altı ülke arasında gümrük vergileri 1 Temmuz 1968’de tamamen kaldırıldı ve 1960’larda özellikle ticaret ve tarımda ortak politikalar oluşturuldu. 

Bu girişim öylesine başarılı oldu ki Danimarka, İrlanda ve İngiltere, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmaya karar verdi. İlk genişleme, 1973’te altı üyenin dokuza çıkmasıyla gerçekleşti. 

1981’de Yunanistan AET’ye katıldı, 1986’da İspanya ve Portekiz izledi. 

Avrupa’nın siyasi panoraması 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile çarpıcı bir şekilde değişti. Bu, 3 Ekim 1990’da Almanya’nın yeniden birleşmesine, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Sovyet kontrolünden çıkarak demokratikleşmelerine yol açtı. Sovyetler Birliği’nin kendisi de Aralık 1991’de dağıldı. 

Bu gelişmeler, Avrupa Ekonomik Topluluğu üye devletleri arasında yarım yüzyıldan fazla sürecek bir barışçıl işbirliğinin başlangıcıydı. 1992 Maastricht Antlaşması ile Topluluk kurumları güçlendirildi ve daha geniş yetkilere sahip oldu, böylece Avrupa Birliği (AB) doğdu. 

Yeni Avrupa dinamizmi ve kıtanın değişen jeopolitiği nedeniyle, Avusturya, Finlandiya ve İsveç, 1 Ocak 1995’te Avrupa Birliği’ne katıldı. 

1990’ların ortalarında on iki ülke daha -Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Romanya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Kıbrıs ve Malta- AB’ye üyelik başvurusunda bulundu.

Başvuruları kabul eden AB, aday ülkelerle katılım müzakerelerini, Aralık 1997’de Lüksemburg’da ve Aralık 1999’da Helsinki’de başlattı. Böylece Birlik, ilk kez bu denli büyük bir genişlemeye yöneldi. 10 Aday ülkenin müzakereleri 13 Aralık 2002’de Kopenhag’da tamamlandı ve bu ülkeler 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliği’ne katıldı. 

Bulgaristan ve Romanya’nın da 1 Ocak 2007’de katılmasıyla Avrupa Birliği 27 Üye Ülkeden oluşan 450 milyondan fazla vatandaşa sahip büyük bir aile oldu. 

Ardından 9 Aralık 2011’de AB ve Hırvatistan Liderleri katılım antlaşmasını imzaladı.

Hırvatistan 1 Haziran 2013 itibariyle 28. AB Üye Ülkesi oldu.



AB TÜRKİYE İLİŞKİLERİ AŞAMALARI;



Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Dünden Bugüne Evrimi

Harun Gümrükçü 

 (Sayı : 128 - Aralık 1999)

Türkiye’nin Orta Avrupa’da doğan sanayi devletleri topluluğuna yakınlaşma süreci oldukça uzun ve sık sık sorunların yaşandığı bir tarihe dayanmaktadır. Bu süreç, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) 31 Temmuz 1959 tarihindeki başvurusuyla başlamıştır. Bu adımın atılmasında siyasî ve ekonomik çıkarların yanında, Yunanistan’ın iki hafta öncesindeki ortaklık başvurusu da etken olmuştur.

Görüşmeler iki ay sonra başlamış ve ortaya çıkan bir kısım çok büyük güçlüklerden sonra 12 Eylül 1963 tarihinde Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma’nın 238. maddesine dayanan AET-Türkiye Ortaklık Anlaşması’yla sonuçlanmıştır. Varılan bu sonuç her iki tarafça da büyük bir başarı olarak görülmüştür.

Türkiye’nin daha sonraki AT (1978’den bu yana) ve AB (1992’den bu yana) ile sürdürdüğü ilişkiler de dikkate alındığında Topluluk ile ilişkileri böylece kırk yıla yaklaşan bir geçmişe uzanmaktadır.

Karşılıklı ilişkilerin Ortaklık Anlaşması’yla kurumsallaşmasından hemen sonra Türkiye için AET/AT/AB üyeliği ufku belirginleşti. Bu bağlamda AT’nin, üye adayı olarak Türkiye’den, topluluğun yapısına uymasına ilişkin beklentileri vardı (bugün de olduğu gibi). Bu nedenle görüşmeler, mevcut akitlerin yanısıra AT/AB’de yürürlükte olan yönerge, karar ve talimatların uygulamada Türkiye’ye nasıl yansıtılacağı sorusu üzerinde yoğunlaştı.

Bu koşullar altında daha önce Ortaklık Anlaşması ile öngörülmüş olan ve 1970’de Katma Protokol’le (KP) somutlaştırılan Gümrük Birliği (GB) 1995 sonunda gerçekleştirildi ve böylece AB-Türkiye ilişkilerinde bugüne kadarki en yüksek noktaya ulaşıldı. Gümrük Birliği’nin tamamlanmasıyla başlayan dönem, o zamanın Türkiye’deki hükümet çevrelerinde 2000 yılının ilk on yılında ulaşılacak “ikinci sınıf” bir üyeliğe “geçiş” veya bir “ara dönem” olarak görülmekteydi.

Böyle bir ikinci sınıf üyeliğin Türkiye’ye iki olanak sağlayacağı bekleniyordu: Bir yandan Türkiye’nin en kısa zamanda üye adayları arasına alınması ve dolayısıyla uluslararası işbölümüne dahil edilmesi talebi dikkate alınmış olacak; diğer yandan da bu sayede Türkiye’de (halen) mevcut olan demokratikleşme eksiklikleri giderilerek çoğulcu demokratik bir sisteme geçişe katkıda bulunulabilecekti. Ayrıca Türkiye’nin yüzyılı aşkın süredir varmak istediği, Batı’nın ortak değerler sistemine dahil olma hedefi de gözetilmiş olacaktı. Son olarak, bu adımla NATO’nun kendi “güvenlik alanları”nı sağlamlaştırma çabaları desteklenmiş olmakla kalınmayacak, aynı zamanda Avrupa’nın Yakın ve Ortadoğu’daki güvenlik çıkarları da sağlam bir temele oturmuş olacaktı.

AB ve Türkiye arasındaki yakınlaşma sürecinin ayırt edici özelliklerinden başlıcasını, bu sürece başından beri eşlik eden yanlış anlama ve kararsızlıklar oluşturmaktadır. Bunun gerisinde, bu ilişkinin dayandığı her iki tarafı da bağlayan temel anlayışın Avrupa tarafınca işine geldiği gibi yorumlanması ve Türk tarafının buna karşı seçenekler geliştirebilmesi için zorunlu olan yeterli bilgi, teknoloji ve sermayeden yoksun olması olgusu yatmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin AT/AB yakınlaşması, burada bir tez olarak ortaya koymak gerekirse, Avrupa açısından kendi başına bir değer ifade etmemekte, tersine kendi çıkarlarını sürdürmek için diğerleri arasında bir “iş” olarak görülmektedir. Bu temel çelişki, -bir yandan Türkiye’nin büyük beklentileri, diğer yanda Avrupa’nın keyfiliği ve umursamazlığı- ilişkinin tüm safhalarına damgasını vurmakta ve bu süreci belirlemektedir.

Bunun bir sonucu olarak, burada gerçekte nasıl bir ilişkinin sözkonusu olduğu sorusu, eskiden olduğu gibi bugün de AB açısından bakılınca hâlâ tartışmalıdır.

...

Burada yoğunlaşmak istenilen konu uluslarüstü bir kurum olarak AT/AB ortaklığının dört ayağından biri olan Gümrük Birliği sürecini tarihî gelişimi içinde irdelemek olacaktır.

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN GELİŞİMİ:

Avrupa Birliği düşüncesinin köklerinin yüzlerce yıl öncesine gittiğini söylemek mümkündür. Bu nedenle Avrupa’nın bütünleşmesini (integration) sürekli bir tarihsel gelişim çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. Bununla birlikte, ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan en genç Birliği, Avrupa’nın otoriter sistemlerinin çöküşünün bir sonucu olarak anlamak gerekir. Yani bütünleşme düşüncesi, egemenlik haklarını parça parça en üst topluluk organına devretmiş ve -Maastricht Antlaşması’ndan sonra da- hâlâ devretmekte olan ortak devletlerin biçimsel eşitliği temelinde varlığını sürdürmektedir.

...

AET de önceleri bir ticari blok şeklinde gelişmiştir. [Bunun ötesinde] Avrupa Ulus devletleri Birliği’nin özellikle Fransa ve Almanya arasında olmak üzere, kötü sonuçlar doğurabilecek çıkar çatışmalarını önlemesinin yanısıra, savaşın getirdiği olumsuzlukları hızlı bir yeniden inşâ ile aşması düşünülüyordu. Daha büyük bir ekonomik alan engelsiz mal ve hizmet değişimi ile birlikte, sürekli gelişen ve daha fazla sermaye yoğun olan teknolojilerin üretimi için olağanüstü avantajlar sunuyordu.

Özellikle çok uluslu sanayi şirketlerinin sınır ötesi doğrudan yatırımları, ulusal sermaye ile eşit işlem görme ilkesinden ötürü daha büyük bir iktisadî alanda çok daha olumlu bir sonuç doğurabilmekteydi. İşgücünün dolaylı ya da dolaysız engeller olmadan sınırlar ötesi dolaşımı, en verimli istihdam edilebileceği yerlere gitmesine katkıda bulunmaktaydı.

Bu anlayışla hareket eden AET/AT üye ülkeleri dolaylı ve dolaysız ticari engelleri olabildiğine kaldırdılar, nakliye masraflarının payını sürekli düşürdüler, katma değeri daha yüksek ürünler ürettiler ve büyük çaplı üretim yöntemleri geliştirmede öncü rolü üstlendiler. Böylece bu ülkeler ABD ve Japonya ile birlikte piyasaların globalleşmesi ve ekonominin uluslararasılaşmasının zeminini yarattılar. Bu bağlamda (işgücünün verimliliği ve yüksek teknolojik standart da dahil olmak üzere) işletme verimliliği ve yönetimdeki esnekliğe ve yaratıcılık gücüne özel bir önem veriliyordu. Bu sırada global bir ekonomi içinde yeralan pazarı ve bu pazarın boyutlarını ekonomik, teknik ve kültürel faktörler belirliyordu ve ulusal sınırlar klasik önemini giderek yitirmekteydi.

Bütünleşme kavramı, öngörülen bu hedef içinde daha çok bir topluluk oluşturulması anlamında ya da Birliğe ulaşmada bir süreç olarak kullanılmaktaydı. Devletlerarasında çıkar dengesi kurulmasının her türlü biçiminin kesinlikle reddedilmesi bu anlayışın bir sonucuydu. Avrupa’nın bütünleşmesi sürecinde sözkonusu olan artık klasik ittifaklar politikası değil, uluslarüstü bir topluluk oluşumuydu. Öteki dünya güçlerine karşı Avrupa’nın kendini kanıtlaması olanağını ancak böyle bir oluşum sunabilirdi.

’ 1950’li yılların başında, bu tür öngörülenlerden hareket edilerek önce Almanya ve Fransa’nın kömür ve çelik üretiminde ortak bir organizasyonu teşvik edildi. Bu temel üzerinde siyasî bir federasyon kurulması düşünülüyordu. O nedenle bugün bile Bonn-Paris ekseninin önemi sürekli vurgulanmaktadır. Bu bağlamda burada zamanın Başbakanı Helmuth Schmidt’in Almanya’nın AT’ye bakışını yansıtan düşüncelerini aktarmak gerekiyor: “Hiçbir ülke Birleşik Almanya kadar AT’nin gelişmesine bağımlı değildir. Almanya bugün nüfus bakımından Fransa veya İngiltere’nin bir buçuk katı, Polonya’nın iki katı, Hollanda’nın beş katı, Belçika’nın sekiz katı büyüklüktedir. Bütün bu ülkelerde Almanya’nın tahmin edilebilecek ekonomik gücünden ötürü kaygılar vardır; Hitler döneminin kötü anıları da buna eklenmektedir. Eğer ülkemiz kendisini izole etmek istemiyorsa, eğer Avrupa Almanya’ya karşı karşı güç olarak koalisyonlar siyasetine geri dönmek istemiyorsa, o zaman biz Almanların işlevsel bir AT bağlantısına ihtiyacımız vardır. (...) Alman-Fransız dostluk ittifakı bunun için yegâne önkoşuludur. (...).” “Fransa olmadan” Helmut Schmidt’e göre “her şey hiçbir şeydir!”

Bugün de geçerliliğini koruyan kimi stratejik değerlendirmelerden yola çıkılarak Belçika, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’nın da katılımıyla ilk Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) Antlaşması 18 Nisan 1951’de imzalandı. Antlaşma 23 Temmuz 1952’de yürürlüğe girdi. “Montanunion” kavramıyla da tanınmış olan, “barışçıl ve müreffeh Avrupa’nın” birlikte inşâ edilmesini amaçlayan Topluluk, çalışmalarına 10 Ağustos 1952’de başladı. Bu adım, Avrupa’nın altı ulusal devletinin uluslarüstü bir otorite kurmaları anlamına geliyordu. Antlaşmayı kaleme alanlar bu organizasyonun başarılı olacağından emindiler ve bunun yan etki olarak “ekonominin diğer dallarını da aynı doğrultuya zorlayacağını” hesap ediyorlardı. “Yeni bir umut doğuyordu: Siyasetin motoru olarak ekonomi. Avrupa Konseyi’nde geniş siyasî düzlemde ilk hamlede başarılamayan şey, bu kez ekonomi yoluyla gerçekleştirilmiş olacaktı.” Montan ekonomisinin kurulmasıyla kömür, çelik, demir cevheri ve hurda demir üretimi, yukarıda değinildiği gibi, ortak bir “yüksek otorite”nin kontrolüne verildi ve bu makam uluslarüstü, başka bir ifadeyle ulusal devletlerin egemenliklerini sınırlayan yetkilerle donatıldı. Bu yolla bir yandan Avrupa’nın bütünleşmesinin ilk etabı geride bırakılırken, diğer yandan da “Fransa ve Almanya arasında olası her türlü savaş sadece düşünülemez değil, maddi olarak da imkânsız” kılınmış oldu.

İsviçreli tanınmış bir gazeteci bu düşünceleri 1994’de, Almanya’nın birleşmesi ve Doğu Bloku’nun yıkılmasından beş yıl sonra şöyle geliştiriyordu: “Avrupa politikası (...) - geniş bir pazar ve ekonomik alan yaratmak dışında - Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi Avrupa felaketlerinin tekrarını önlemek, başka bir deyişle milliyetçi stratejilerin ve rekabetin yıkıcı koalisyonlara ve zincirleme tepkilere dönüştüğü bir duruma son vermeli ve set çekmelidir.” Geçici iyi komşuluk ilişkileri ve “goodwill” politikaları tek başına yıkıcı gelişmelere karşı sürekli güvence oluşturmaya yeterli olmadıkları için, “Avrupa’nın rahatsızlığının terapisi” ulusal devletlerin çıkarlarının ve politikalarının devletlerüstü topluluk kurumlarında kaynaştırılmasında görülmekteydi.

Bu sırada “Almanya’nın geniş bir Avrupa çıkar topluluğuna sürekli bağlanmasına” özel bir önem verilmekteydi. Bu, özellikle Sovyet blokunun yıkılmasından sonra daha da güncellik kazanmıştı. Çünkü, “Orta Avrupa’nın doğusundan bir zamanların Sovyet imparatorluğunun Asya’daki topraklarına dek uzanan bu çözülme süreci son derece bulaşıcı yeni milliyetçiliği serbest bırakmıştı; öyle ki, gelecek için ulusal devletlerin ve unsurların sorunsuz ve barışçıl biçimde birarada yaşamaları ve çatışma kaynaklarının kolayca izole edilmesi tehdit altındaydı.” Yazar buradan, bu koşullar altında Almanya’nın “Avrupa bağı içinde tutulması zorunluluğunun daha da arttığı” sonucunu çıkartmakta ve daha sonra şu saptamayı yapmaktadır: “Bu bağ Almanya’nın ortakları için birleşmenin önkoşulunu oluşturmaktadır. (...) Avrupa’nın siyasî birliği süreci hiçbir zaman önemini yitirmemiştir. Tam tersine, Avrupa coğrafyasında kendini gösteren yeni istikrarsızlıktan ötürü daha fazla güncellik, dahası aciliyet kazanmıştır (...).”

Bu gerek tarihsel gerek güncel somut temel üzerinde, Montan Birliği’ni oluşturan altı üye devletin karşılıklı çıkarlarının örtüşmesi sağlanmış ve bu sayede çok daha büyük ve derinliğe sahip Topluluk 1958 yılında gerçekleştirilebilmiştir. Bu gelişmede belirleyici etken Montan Birliği’nin olağanüstü başarılı oluşudur. Çünkü Birliğin çelik üretimi beş yılda % 42 artmıştır. Birlik üyelerinin sanayi üretimi de Büyük Britanya’ya kıyasla 1950-1955 yılları arasında iki kat; 1960 yılında ise üç kat olmuş ve bu bağlamda AET’nin rakiplerinin kaygılarının da yersiz olduğunu göstermiştir.

Bu tarihsel döneme damgasını vuran bir başka olgu da soğuk savaşın ortaya çıkması nedeniyle güvenlik politikası alanındaki işbirliğiydi. Ticaret, para politikası, kamu maliyesi ve ekonomik koordinasyon Batı ittifakının yeni ayaklarını oluşturuyordu. 1 Ocak 1958’de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) hayata geçirildi. Böylece ekonomik işbirliği de güvenlik politikasıyla ilgili konular gibi stratejik bir önem kazanmış oldu.

Sektörel bütünleşmenin ileri bir boyutu olan Euroatom’a uluslarüstü nitelik kazandıran başlıca görev alanları nükleer yakıtların Topluluk mülkiyetine geçirilmesi, nükleer alanda ortak güvenlik denetimi uygulanması ve ortak bir araştırma politikası izlenmesiydi. Buna karşılık AET çok daha kapsamlı içeriğe sahipti ve antlaşmanın hemen 1. maddesinde bir topluluğun kurulması öngörülüyordu. İkinci maddede ise Topluluğun görevi, “ortak bir pazarın kurulması ve üye devletlerin ekonomik politikalarının giderek yaklaştırılması yoluyla Topluluğun bir araya getirdiği devletler arasında daha sıkı ilişkilerin kurulmasını sağlamaktır” biçiminde ifade ediliyordu.

Bu konu ve hedeflerin yaşama geçirilmesi, AET’yi Kuran Antlaşma’nın (AET-A) 3. maddesinde belirtilen araçlar ve faaliyetlerle sağlanacaktı. Bunların başlıcaları, bir Gümrük Birliği kurulması, üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi (OGT) oluşturulması ve ulusal ekonomi politikalarının koordine edilmesiydi. Bu faaliyetler, üye devletler arasında kişilerin, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı önündeki engellerin kaldırılmasıyla genişletilmekte ve üye devletlerin ulusal mevzuatlarının birbirine uyumunun sağlanmasıyla tamamlanmaktaydı. Böylece, ortak bir ekonomik ve dolayısıyla genel bir siyasî bütünleşmeye giden yolda ilk adım atılmış oluyordu.

Topluluğa verilen görevlerin AET Antlaşması’nın 4. maddesine göre antlaşmanın hedefleri çerçevesinde uluslarüstü organlar aracılığıyla yerine getirilmesi öngörülmekteydi. Bu hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için çeşitli düzeylerdeki kurumlarla ilgili çerçeve koşullar da getirilmekteydi. Bu kurumlardan en önemli olanlarını kısaca şöyle tanıtmak mümkündür.


AET/AT/AB’nin en yüksek siyasî mercii olan ve 1974’ten beri varlığını sürdüren Avrupa Konseyi Avrupa politikasıyla ilgili temel sorunları görüşmektedir. Üye devletlerin devlet ve hükümet başkanlarından ve Avrupa Toplulukları Komisyonu’nun başkanından oluşmaktadır. Avrupa konseyi yılda en az iki kez Konsey temsilcisinin başkanlığında toplanmaktadır. Bu kişi, o sırada AB dönem başkanlığını yürüten ülkenin devlet veya hükümet başkanıdır. AB-Avrupa Konseyi Topluluğun siyasî eylemde bulunan yasa koymaya yetkili organıdır. Görevleri Birlik Antlaşması’nın D maddesinde şöyle belirlenmiştir: “Avrupa Konseyi Birliğin gelişmesi için gerekli girişimlerde bulunur ve bu gelişmeyi sağlamak için genel siyasî hedefleri saptar.” Somut kararlar üye devletlerin hükümet temsilcilerinden oluşan, çoğu zaman “Bakanlar Konseyi” olarak da adlandırılan bir organ tarafından alınmaktadır. Topluluğun kuran antlaşmanın 145. maddesine göre Bakanlar Konseyi Birlik Antlaşması’ndan sekonder hukuk türetme konusunda karar alma yetkisine sahiptir
. Konseyi oluşturan temsilciler, Komisyonun bir üyesi her zaman bulunmak üzere görüşülecek konuların niteliğine göre değişmektedir.

Buradaki sözkonusu olan Avrupa Konseyi sadece Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanlarının katıldığı bir konumdur. Almanca olarak da “Europäischer Rat” diye anılır. Bu kurum merkezi Strassburg’ta olan ve yine Türkçeye Avrupa Konseyi olarak tercüme edilen ve 38 devletin katıldığı kurumla çok kez karıştırılmaktadır. Bu kurumun Almancası ve “Europarat”tır.

Üye devletlerden bağımsız olarak Topluluğun çıkarlarını temsil eden Komisyon (kökeni Montan Birliği’ndeki Yüksek otorite) girişim ve yürütme organı olarak antlaşma ve kararların uygulanmasını gözetmekle görevlendirilmiştir. Yargı yetkisi üye ülkelerin en yüksek yargı mercii olan Avrupa Adalet Divanı’nda (AD) bulunmaktadır. Avrupa Parlamentosu (AP) ağırlık olarak denetim görevi üstlenmiştir. Avrupa Parlamentosu’nun üyeleri 1979’dan bu yana her beş yılda bir genel ve doğrudan seçimlerle seçilmektedir. AP 1994’ten beri 567 üyeden oluşmaktadır. Topluluk bütçesi üzerinde söz hakkı ve denetleme yetkisi bulunmaktadır. Ağırlıklı olarak denetim görevlerinin yanısıra Avrupa Parlamentosu ayrıca artan fakat sınırlı ölçüde yasama haklarına sahiptir. Ekonomik ve Sosyal Komite ise ekonomik ve sosyal yaşamın çeşitli kesimlerinden temsilcilerden oluşmakta ve sadece danışma işlevi görmektedir ve bu nedenle karar alma süreçlerinde etkisi fazla değildir. Onbeş üyeden oluşan Sayıştay AT bütçesi hakkında ayrıntılı bilgileri içeren yıllık raporlar hazırlamakta ve AT kurullarının aldıkları hatalı mali kararları da gösteren bilgileri kamuoyuna duyurmaktadır.

Toplulukların önceleri birbirinden ayrı olarak faaliyet gösteren yürütme organları 1965 yılında bir organ birliğiyle fiilen birleştirilmiştir. 1967 tarihli bu Birleşme Antlaşması’ın yürürlüğe girmesiyle her üç Topluluk için ortak bir konsey ve komisyon kurulmuştur. Parlamento için ortak bir konsey ve komisyon kurulmuştur. Parlamento ve Adalet Divanı ise kuruluşlarından bu yana toplulukların ortak organları olarak görev yapmaktadır. Araştırma bundan sonra Avrupa Topluluğu’nun yalnız bir “temel direği” ile, yani Ekonomik Toplulukla sınırlandırılmıştır. Bunun için burada, gerçekte diğer tüm alanları kapsamasına karşın AT kavramı kullanılmaktadır. “Avrupa Birliği’ni Kuran Antlaşma’nın” 1 Kasım 1993’te yürürlüğe girmesinden sonra AB kısaltılması da kullanılmaktadır.

AB’ye şimdiki şekliyle daha önce anılan kurucu üyelerin yanısıra (daha sonra tekrar çıkan Grönland dışında) 1993’ten bu yana Danimarka, İrlanda ve Büyük Britanya, Yunanistan (1981) ve 1986’dan itibaren İspanya ve Portekiz üyedir. Bu ülkelerin dışında 1995 yılında Avusturya, İsveç ve Finlandiya AB’ye girmişlerdir.

AB’nin bu arada öngörülen yeni Kıbrıs (üyelik başvurusu 4 Temmuz 1990), Doğu ve Orta Avrupa devletleri sıraya alınmışlardır. Doğu-Batı çatışmasının ve ideolojik çekişmelerin ortadan kalkmış olması buna zemin hazırlamıştır. Bu gelişmeye Aralık 1991’de AT ile Polonya, Macaristan ve o zamanki Çekoslovakya Federal Cumhuriyeti arasında imzalanan Avrupa Antlaşması’yla karşılık verilmiştir. Ortaklık Antlaşması niteliği taşıyan bu antlaşmalarla ticari engellerin kaldırılması, ekonomik ve mali işbirliği kurulması ve geliştirilmesi, yerleşim özgürlüğü ve sermayenin dolaşımına ilişkin kısıtlamaların azaltılması, mevzuatların uyumu ve siyasî diyaloğun arttırılması gibi amaçlar öngörülmekteydi.

Böylelikle Batı Avrupa’nın çıkarları yeniden tanımlanmış ve AB’nin Orta ve Doğu Avrupa devletleri yönünde genişlemesine kaydırılmış olmaktaydı. Bu nedenle Aralık 1994’te Essen’deki AB doruğuna Orta Avrupa devletlerinin (Polonya, Slovak Cumhuriyet, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan) AB üyeliğine hazırlanması stratejisi benimsendi. Bu strateji tam üyelik yolunda bu ülkelerin önlerinin tamamen açık olduğunu göstermekteydi. Böylece kişi başına gelirleri ortalama olarak Türkiye’nin oldukça altında bulunan yukarıda anılan eski Doğu Bloku devletleri ve Estonya gibi devletler, bu arada ikinci genişleme dalgası olarak da Romanya, Bulgaristan ve Estonya dışındaki Baltık devletleri de AB’ye kabul edileceklerdir. Bu ülkelerin işsizlik oranları da Türkiye’ninkinden yüksektir. Örneğin, Polonya’nın % 19 (1995), Slovak Cumhuriyeti’nin % 16’dır. AB’nin bu Doğu komşuları büyük mali yardımlar da almaktadırlar. 1989-94 yılları arasında bu destekler Güney ve Doğu Akdeniz ülkelerine yapılan yardımların beş katı tutarındadır.

AT’nin güney genişlemesinin tamamlanması ve AB’nin Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine doğru öngörülen genişlemesiyle ilk AT üyesi devletlere kıyasla, çok heterojen ekonomik yapılara sahip devletler AT üyesi olmuş ya da olacaklardır. Bu heterojenik yapı bir dizi ekonomik sorunu ve fakat aynı zamanda bir o kadar olanağı da birlikte getirmektedir.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder