ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 6
PKK Birinci Konferansı (1981) ve İkinci Kongre (1982) çalışmaları da yapılarak ülkeye daha esaslı ve kalıcı yönelmeye çalışıldı.
1982 Israil-Filistin savaşı bu süreci daha da hızlandırdı. Aslında İran Devrimi'yle oldukça elverişli koşullar yaşayan Doğu ve Güney Kürdistan'da üslenme ve çalışma yürütmenin daha uygun olacağı ortaya çıkmıştı…113” ifadeleri de onun İran’a bakışını ortaya koymaktadır.
Örgüt, İran devletinin bu dönem 20 kadar kampın açılmasına izin vermesinin akabinde yeniden toparlanmaya başlamıştır. İran alanının örgüte açılmasından sonra Avrupa’da kandırılan çok sayıda yeni katılım
militan Almanya üzerinden uçakla Tahran’a veya Avrupa’dan Ermenistan’a oradan da İran’a, İran’dan da örgütün kamplarına aktarılmıştır. Bu yolla binlerce kişinin kırsala gönderildiği bilinmektedir.
PKK örgüt militanı Hacer T.’nin ifadesinde; “…1998 yılı Mayıs ayında Ben, ŞEYHMUS KOD, BÜRÜKS ve HEMDEN KOD isimli örgüt mensupları ile birlikte DENİZ KOD'un refakatinde Atina hava limanına geldik. Burada
DENİZ KOD bizlere üzerinde kendi fotoğrafım yapışık olan ancak kimin adına tanzim edildiğini bilmediğim sahte pasaportları bizlere verdi. Bu pasaportlarla uçağa binerek İran'ın Tahran şehrine gitmek üzere hareket ettik. Uçak başka bir yerde aktarma yaptı. Burada bana Yunanistan'da temin edilen siyah renkli çarşaflan burada üzerimdeki elbiselerin üzerine
giydim. Daha sonra da Tahran'a indik. Oradan da örgütün kamplarına gönderildik…”şeklindeki beyanları PKK’ya İran üzerinden elaman aktarımının kolaylığını göstermiştir.
Öcalan ve örgütü PKK, Marksist-Leninist-Sosyalist olmasına karşın İran ile yakınlaşmasının akabinde dini referans alan yeni grupları oluşturmaya başlamıştır. Bu kapsamda HİK (Kürdistan İmamlar Birliği) adıyla
bir yapı daha oluşturarak, başına Abdurrahman Dürre’yi getirmiştir. Abdurrahman Dürre kitleye Molla olarak tanıtılmış olmasına rağmen, Dürre’nin dinle alakası olmayan biri olduğu daha sonra açığa çıkmıştır.
PKK/HİK’in oluşumunda İran ve Alman istihbarat birimlerinin katkısı gözden kaçırılmamalıdır. HİK, Sünni inanışın temel prensiplerini bozmak, dindar olan Kürt halkının inanç sistemiyle oynamak, bölge halkını içi boşaltılmış ve çarpıtılmış dini bidatlarla oyalamak için kurgulanan bir yapıdır. Bu yapı genelde de başarılı olmuş, PKK ve siyasi uzantısı olan Türkiye’de partileri etkilemiştir.
Bu yapı aracılığı ile geneli inançlı olan bölge halkının PKK’ya yaklaşması sağlanacaktır. Abdurrahman Dürre yıllarca Almanya merkezli olarak PKK’ya hizmet etmiş ve birçok kişiyi ikna ederek kırsala göndermiş, bunlardan etkilenen oğlu da kırsala çıkmıştır. Örgütün silahlı güçlerine katılan Berzan Dürre, kırsalda yaşanan hadiselere şahit olduktan sonra PKK’nın ve Öcalan’ın ajan olduğunu, derin güçlere hizmet ettiğini ifade etmiştir.
Berzan Dürre’nin bu ifadeleri onun sonunu hazırlamış ve tasfiyeci olduğu gerekçesiyle infaz edilmiştir.
1989 yılına gelindiğinde örgüt İran kamplarında eğitim gören militanlarının bir bölümünü Botan eyaleti olarak adlandırılan Cizre, Silopi, Nusaybin ve Şırnak çevresine göndermeye başlamıştır. 3. kongrede kararlaştırılan şekliyle sözde militan sayısının 50 bin rakamına ulaştırılması için çıkarılan “Zorunlu Askerlik Kanunu” nun ana uygulayıcıları da bahse konu kamplarda eğitim gören kadrolar olmuştur.
Bu yılla birlikte silahlı militan güçler, gerilla düzeninden ordu düzenine geçmek suretiyle, 150-200 kişilik gruplar halinde saldırılar yapmaya başlamıştır. Durum böyle olunca da Türk güvenlik güçlerinin verdikleri kayıp miktarı önemli ölçüde artmıştır.
1990 yılı ile birlikte alınan kararlarda, “Genel Ayaklanma” başlatma, “Kürdistan Ulusal Meclisini”ni toplama ve “Savaş Hükümeti” ilan etme hedefleri ortaya konmuştur.
Örgütün 1990 yılı hazırlıkları ve planları Kuzey Irak ve İran’da yapılmıştır. Planlamalarda önemli hedeflerinden birisi de “Koruculuk Sisteminin” ortadan kaldırılması olarak ifade edilmiş ve “Kürdistan’da Zorun Rolü” anlayışıyla doğrultuda askeri güçler ile koruculara yönelik pusular atılmıştır. 1990 dönemiyle, bölgede ulaşımı engellemek ve kentler arası karayollarını kullanılamaz hale getirmek doğrultusunda alınan kararlar nedeniyle; karayolları ve demiryolları mayınlanmış, pusular kurulmuş ve ikinci derecedeki yollar kullanılmaz hale getirilmeye çalışılmış, önemli ekonomik tesisler hedef alınmış, okulların kapatılmasına çalışılmış, öğretmenler öldürülmüştür. 1987-1990 arasında toplam 21 öğretmen öldürülmüş, yüzlerce okulda yakılarak kullanılmaz hale getirilmiştir.
Örgütün bu faaliyetlerine rağmen III. Kongrede karar altına aldığı “Botan Eyaletinin Fethi” hedefi gerçekleştirilememiştir. “Bir Parça Özgür Vatan” sloganıyla yapılan çalışmalarda istenilen hedeflere ulaşılamadığından yeni kararlar alınması ve yeni düzenlemeler yapılması gündeme gelmiştir.
Bu çerçevede 04-13 Mayıs 1990 tarihinde, Lübnan’da, II. Ulusal Konferans adı altında bir toplantı yapmıştır. Bu Konferansta Örgütün 90’lı yılların başlamasıyla birlikte izleyeceği siyasi, askeri ve ekonomik hedefler saptanmış, PKK’ya yönelen tüm güçlerin ve tasfiyecilerin ağır bir biçimde cezalandırılması gerektiği belirtilmiş ve ARGK’den, şiddeti “Düşmanın Geri Üssü”, “Cephe Gerisi” olarak nitelenen metropollere ve batı illerine kaydırması, Güvelik güçlerine yönelik eylemlerle TSK’nin kırsaldan şehir merkezlerine çekilmesi ile ekonomik hedeflerin vurulması istenmiştir.
Ayrıca alınan kararlara göre yeni dönem çalışmalarının istenildiği gibi işletilebilmesi için Suriye, Lübnan, Yunanistan, Almanya, GKRK, Irak ve İran’dan azami ölçüde desteğin alınması, vergilendirme gelirlerinin
arttırılması ve örgüte katılımın hızlandırılması, sınır boylarında vergilendir me yapılması gerektiği ve 4. Kongre hazırlıklarına başlanması ifade edilmiştir.
PKK’nın 4. Kongresi 26-31 Aralık 1990 tarihinde yapılmıştır. Kongrede halkın ve korucuların tekrar kazanılması, bu amaçla 31 Aralığa kadar bir af kanunun çıkarılması, örgütü zor duruma sokan çocuk kaçırmalara
son verilmesi, 18 yaşından küçüklerin örgüte alınmaması, metropollerdeki legal kurumlaşmaya ve basın-yayın faaliyetlerine hız verilmesi, köy, ilçe ve şehirlerdeki halkın güvenlik güçleriyle karşı karşıya getirilerek, güvenlik
güçlerinin halka saldırmasının sağlanması, akabinde bölge halkının örgütlendirilmesinden sonra sehildana (ayaklanma) geçilmesi ve 1991-1992 yıllarında güçle silahlı baskınların gerçekleştirilmesi kararlaştırılmıştır114.
Zorla askerlik yasası adıyla çocukların kaçırılarak dağa çıkarılması örgüt ve bölge halkını karşı karşıya getirmiş olsa da aslında bu uygulama örgüte önemli bir kazanç sağlamıştır. Kaçırılan birçok aşiret reisi, çocuğunu
alabilmek için PKK’ya destek vermek zorunda kalmış, kaçırılmış olsa bile kırsalda ölen birçok çocuğun ailesi çocuklarının hatıraları nedeniyle örgütün istismarına açık hale gelmiştir. Bunu gözlemleyen örgüt yöneticileri ise
özellikle kaçırılarak kırsala götürülen gençleri zamanla iç infazla öldürtüp, ailelerine ise; “çocuklarınız T.C. ile savaşırken şehit oldu, o büyük bir devrimciydi” söylemlerini kullanıp, devlet ve aileler arasına onarılmaz yıkımlar oluşturmuşlardır.
Bu kongrede en önemli karar serhildan eylemlere geçilmesi olmuştur. Örgüt önceki yıllarda dağlarda kurtarılmış alanlar oluşturmak istemiş, fakat başarılı olamamış, aktif silahlı mücadelede daima kaybeden taraf olmuş ve neticesinde vur kaç taktiği ile uygulanan saldırı tarzı yanında şehirdeki siyasal eylemler ve halka yönelik bombalı saldırıların daha kazanç getirdiği kanaatine varılmıştır.
Körfez Savaşı Ve Çekiç Gücün Konumlandırılması
İran-Irak Savaşı'nın 1988'de sona ermesinden sonra Saddam rejimi Kuveyt'in savaş yılları boyunca kendisine ait petrolü çaldığını, üretimi yüksek tutarak, petrol fiyatlarının düşmesine neden olduğunu ve böylece
Irak'ı zarara uğrattığını ileri sürerek, bu ülkeye 50-80 milyar Doları civarında tahmin edilen borcunun silinmesini istemiştir.
Irak hükümetinin bu isteğinin kabul edilmemesinin akabinde 1990 yılının yaz aylarında Irak ve Kuveyt devletleri arasında dünya dengelerini sarsacak olaylar baş göstermiştir.
Ortaya çıkan gerginlik sonrasında Irak ordusu Kuveyt sınırına asker sevkiyatı yaparak, işgal harekâtına gireceğinin ilk sinyallerini vermiştir. Saddam Hüseyin işgali meşrulaştırmak için 25 Temmuz 1990'da
ABD'nin Bağdat Büyükelçisi April Glaspie bir görüşme gerçekleştirmiş ve görüşmede Kuveyt’e girileceği ifade edilmiştir. Glaspie görüşmede; "Bu, Arapların kendi aralarındaki bir sorun. ABD'yi ilgilendirmez"115 ifadelerini
kullanarak olaylarda ülkesinin tarafsız kalacağı imasında bulunmuştur.
Uluslararası ilişkiler uzmanları Irak liderinin Kuveyt'e karşı giriştiği saldırı ve işgal hareketinin açık hedefinin aslında bu ülkenin zengin petrol rezervlerini ele geçirmek ve bu yöntemle sekiz yılı bulan savaşın acı tahribatlarını ortadan kaldırmak olduğunu belirtmişlerdir. Saddam Hüseyin Amerikalılarla yapılan görüşmeden sonra işgal konusunda daha da cesaretlenmiş ve 2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgali gerçekleşmiştir.
İşgal uluslararası camiada tepki ile karşılanmıştır. Saddam Hüseyin yönetimi, uluslararası tüm çağrılara rağmen ısrarlı bir tutumla Kuveyt'teki kuvvetlerini çekmeyi reddetmiş ve 8 Ağustos 1990'da Kuveyt'i Irak'ın 19.
ili olarak ilhak ettiğini açıklamıştır.
Kuveyt'in işgaliyle birlikte Irak, dünyanın bilinen petrol rezervlerinin yüzde 20'sini ele geçirmiştir. Durum böyle olunca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 3 Ağustos'ta Irak'a Kuveyt'ten çekilme çağrısında bulunmuş ve 6 Ağustos'ta da uluslararası düzeyde Irak'la ticareti yasaklayan bir karar almıştır.
Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 29 Kasım 1990'da Irak'ın 15 Ocak 1991'e değin Kuveyt'ten çekilmemesi halinde kuvvete başvurulmasını öngören bir karar almıştır.
Kuveyt'in işgalinden sonra, Batı ülkelerinin gizli servisleri dezenformasyona başlayarak, BM’lerin Irak’a müdahalesi için psikolojik alt zemin oluşturma başlamışlardır. Savaşın psikolojik alt yapısının hazırlanmasında CIA ve Suudi Arabistan’ın desteklediği Hür Irak’ın Sesi radyosunun önemli desteği olmuştur. Bu dönemde Amerikalılar Kuzey Irak’ta bu radyo kanalına ayarlı on binlerce transistörlü radyo dağıtarak halkı bu yönde ajite etmiştir.
Yayılan haberlerde; Irak’ın, Suudi Arabistan için de potansiyel bir tehdit olmaya başladığı; Irak'ın Suudi Arabistan'a da girmesi halinde, dünya petrol rezervlerinin yarıya yakınının Saddam’ın eline geçeceği ifade edilerek, dünya kamuoyu yönlendirilmeye başlanmıştır.
Hür Radyo’dan sonra Amerika’nın Sesi Radyosu 25 Nisan 1991 tarihinden itibaren Kürtçe yayınlara başlamış, 1992 nevruzundan sonra ise yapılan yayınlarda PKK’dan terör örgütü değil de, ayrılıkçı hareket olarak bahsedil meye başlanmıştır.
ABD, NATO’daki Avrupalı müttefiklerini olası bir saldırı ihtimali dolayısıyla Suudi Arabistan'a asker sevk etmeye yöneltmiştir. Mısır ve öteki bazı Arap ülkeleri de Irak karşıtı koalisyona katılmış ve bölgeye kuvvet göndererek Batılı güçlerin askeri yığınağa katkıda bulunmuşlardır. Ocak 1991'e gelindiğinde Saddam'a karşı oluşturulan koalisyonun bölgedeki askeri gücü 700 bine ulaşmıştır. Koalisyonda ABD 540 bin askerle bu gücün en önemli unsuru olurken, Birleşik Krallık, Fransa, Mısır, Suudi Arabistan ve Suriye gibi ülkeler daha küçük askeri güç bulundurmuşlardır.
Irak güçlerinin Kuveyt’ten çekilmemesinin akabinde Çöl Fırtınası (İngilizce: Desert Storm) adı verilen kara harekâtının yapılması gündeme getirilmiştir. Savaş, ABD öncülüğünde 16-17 Ocak 1991günü gece yarısı geniş çaplı
hava harekâtıyla başlamıştır. Şubat ortalarında başlayan kara harekâtı 27 Şubat'ta sonlandırılmıştır. ABD başkanı George Bush 28 Şubat'ta ateşkes ilan ettiğinde, Irak direnişi bütünüyle kırılmıştır.
Savaş müttefik güçlerin lehine sonuçlandığından, ateşkes görüşmeleri, Körfez Savaşı'na katılan Koalisyon Kuvvetleri ve Irak askeri heyetleri arasında 3 Mart 1991 günü Kuveyt-Irak sınırının 5 km kuzeyindeki
Safven kasabası yakınında bir Irak hava üssündeki çadırda yapılmıştır. Görüşmeleri Koalisyon Kuvvetleri komutanı ABD'li General Norman Schwarzkopf, İngiliz komutan Sir Peter De La Billiere ve Fransız General
Michel Roquejeoffre ile Iraklı Generaller Sultan Haşim Ahmet ve Irak'ın Kuveyt işgalinde 3. Alay komutanı olan Salih Abbud Mahmut yürütmüştür.
Savaş sonrasında Irak güçleri BM Güvenlik Konseyi'nin 686 numaralı kararı doğrultusunda Kuveyt’ten tamamen çekilmiş ve tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır. Savaşın hemen akabinde ABD güçleri Kuzey Irak’ı içine alan 36. Paralel üzerinde uçuşa yasak bölge ilan ederek, Kuzey Irak’ın fiili olarak federal yapıya kavuşmasını için planlamalar devreye sokulmuştur.
ABD’nin bölgede yaptığı faaliyetlerin amaçlarından birinin de Irak petrol rezervlerini ele geçirmek olduğu artık herkesçe bilinmektedir. Amerikalılar bu planlamanın gerçekleşmesi için bölgede istikrarsız bir ortam meydana getirilmesinin gerektiğini gördüklerinden, Irak’ın üç ana unsurlarından Kürt, Sünni Arap ve Şii Arapların bir birleriyle mücadele etmesi ve bu güçlerin aynı zamanda Saddam rejimi ile de çatışması gerektiğini görmüşlerdir.
Buna göre tüm etnik ve dinin unsurlar Saddam rejimi ile mücadele ederken, aynı zamanda bir birleriyle de çekişme ve çatışma yaşamalıdır.
Amerikalılar bu çerçevede her kesimle ayrı ayrı görüşülerek, ayrılıkçı faaliyetlerin hızlandırılması için destek sunacakları ifade edilmiştir. Yine bölgede istihbarı ve askeri faaliyetlerin yanında basın yayın faaliyetlerine de hız verilerek, planlı propaganda çalışmaları da devam ettirilmiştir. Bu amaçla tanınan birçok yazar ve düşünüre makaleler yazdırılarak, yönlendirme yapılmıştır.
Bu isimlerden Graham Fuller konu ile ilgili olarak hazırladığı raporunda, Kuzey Irak için oluşturulan Çekiç Güç’ün Kürtler için tarihlerindeki en önemli fırsatı yarattığını ve bu sayede fiili özerk bölgenin kurulduğunu, Saddam’ın iktidarda kalmasının Kuzey Irak’ta fiili Kürt devletinin kurulmasına zemin hazırlayacağını ve bunun Türkiye’ye olumsuz etkilerinin olacağını belirtmiştir.
Fuller makalesinde ayrıca; “Körfez savaşı öncesi statükoya artık dönülemez. Türkiye en azından Kürtlere geniş bir muhtariyet veren bir çeşit sisteme geçmelidir… PKK, ahlaki olmayan bir gerilla savaşı sürdürüyor olsa bile terör örgütü değildir. PKK bugün Türkiye Kürtleri adına konuşan tek ciddi siyasi harekettir… Türkiye eğer Avrupa ekonomik topluluğuna girmek istiyorsa insan haklarını Avrupa standartlarına çıkarmak zorundadır…116” ifadelerine yer vermiştir.
Savaş sonrasında ABD’nin Irak’ı tamamen etkisizleştirme fırsatı olmasına rağmen, bu yönde bir politika izlenmemiş, böylece Saddam’ın Kürt ve Şiilere karşı şiddet kullanmasına göz yumulmuştur. Savaşın hemen
sonrasında Saddam güçleri Kürtlerden intikam alma adına bir çok yerde saldırılara girişmiş, ABD’nin de olaylara seyirci kalmasının akabinde 1,5 milyon kişi katliam yapacağı endişesiyle Türkiye sınırına doğru göç etmeye
başlamıştır.
Mevcut durum ABD tarafından fırsata dönüştürülerek bölgeye Çekiç Güç konuşlandırılmıştır. Çekiç Güç bölgede kalacağı uzun yıllar boyunca daha sonra gerçekleşecek Irak işgali için zemin hazırlamış ve Türkiye’nin
terörle mücadelesini olumsuz etkileyecek çalışmalar organize edilmiştir.
ABD’nin Irak’a girmesi ile ilgili hazırlıkların yapıldığı dönemde, Irak’a müdahale ile birlikte Türkiye’nin muhtemel tavrı üzerine de bir takım tahminler yapılmıştır.
Cengiz Çandar kriz sonrasında Pentagon’da bazı çevrelerin “Türkiye’nin Musul’da 1920’den doğan bazı hakları vardır” dediğini, buna karşılı ABD Dışişleri Bakanlığının “Arap dünyasını karşımıza alamayız “ şeklinde görüş
bildirdiğini söylemektedir117. Michael Foucher ise Irak’ın parçalanması halinde Türkiye’nin kuzeyi (Kerkük) işgal etmekten çekinmeyeceğini iddia etmiştir118. Antony Hayman ise ABD Kongresi için hazırladığı raporda, İran
karşısında Irak ordusunun savaşı kaybetmesi halinde Türkiye’nin Irak’a girmesini Amerika’nın onayladığını ifade etmiştir.
Türkiye’nin kendi ülke bütünlüğünü koruması açısından her zaman Irak üzerinde söz hakkı olmuştur. Bu haklar 1926 yılında imzalanan sınır anlaşması ile garanti altına alınmış olup, buna göre iki ülke, ülkelerine yönelik faaliyetlere izin vermeyeceklerdir. Türkiye ayrıca 1983 yılında kuzey Irak’a gerçekleştirdiği harekât sonrasında, Irak devletiyle 28 Kasım 1984 yılında ikinci bir güvenlik protokolü imzalamıştır.
ABD’nin Irak’a müdahalesi sonrasında ilk ayaklanma Ranya’da 6 Mart 1991 de meydana gelmiş, akabinde ise Erbil, Süleymaniye ve Duhok Kürtlerin eline geçmiştir. 14 Martta ise Kerkük’e yönelen Kürt gruplar burada da kontrolü ele geçirmişlerdir. Kürtler savaş sonrası Irak yönetiminden bazı kentleri alsalar da sonrasında Saddam güçleri bu hareketi şiddet kullanarak bastırma yoluna gitmiştir. Irak askerlerinin bu saldırılarında çok sayıda Kürt hayatını kaybetmiştir. Bu durum bizzat Senato Dış ilişkiler başdanışmanı Peter Galbraith tarafından eleştirilerek Kürtlerin ölüme terk edildiği ifade edilmiştir119.
Mültecilerin Türkiye sınırına gelmesinden sonra BM tarafından bu kişilerin korunması amacıyla bir takım kararlar alınmış ve birçok Avrupalı NGO bölgeye yardım getirmeye başlamıştır. Dış İşleri Bakanlığına Ekim
1992 de sunulan rapora göre, o dönemde Kuzey Irakta faaliyet gösteren NGO’ların sayısı 47’dir120. Fakat ilerleyen zaman bu yardımların masum bir destek olmadığını göstermiştir. Bu yönlü faaliyetlerin araştırılması sonrasında bölgede görev alan 22 NGO’dan 21’nin kilise teşkilatı, birinin ise İsrail’in İstanbul Başkonsolosluğu adına faaliyet gösteren bir kurum olduğu ortaya çıkmıştır.
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu konu ile ilgili olarak yaptığı çalışma sonunda hazırladığı raporda; bu NGO’ların doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye’ye karşı yürütülen terörist faaliyetlerin desteklediğini
ortaya çıkarmıştır121.
Bu noktadan geçmişe bakıldığında ise Irak’ın Kuveyt’e girerek kendine göre bir takım kazançlar elde etme amacı olduğu, bu amaçla bir takım faaliyetler yaptığı, neticede ise kaybeden taraf olduğu muhakkaktır. Türkiye ise bu savaşta Batılı güçlerin yanında yer almış ve her türlü desteği vermiş olmasına rağmen yine kaybeden taraf olmuştur.
Kaybeden taraf olarak Türk devleti, Kürtlerin Türkiye sınırına ve iç kesimleri ne göçüyle birlikte, sınır güvenliğinin yeniden ele alınmasını ve meydana gelen boşluğun PKK tarafından kullanılmasının önüne geçmek için bir takım tedbirler almak zorunda kalmıştır. Bu amaçla da 1991 yılında Kuzey Irak’ taki PKK kamplarına askeri operasyon yapılmış ve örgütün saldırıların önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bu askeri operasyon olumsuzlukları daha
da derinleştirmiş, ülkemiz uluslararası camiada yalnızlaştırılmıştır.
Batılı güçlerin desteği ile Kuzey Irak’ta meydana getirilen kısmi özerk ortamda Çekiç Gücün koruması altında, 19 Mayıs 1992 de seçimler yapılmıştır. KYB ve KDP bu seçimler sonrası bölgenin liderliğe taşınırken,
Türkiye’ye yakınlığı ile bilinen ve Mart 1991’deki Erbil ayaklanmasını başlatan Ömer Hıdır Surçi liderliğindeki 65 aşiret seçimlerde saf dışı bırakılmıştır. Türkiye ve politikalarının dışlandığı seçim sonrasında, fiili olarak ABD ve İsrail’e bağlı federal Kürdistan kurulmuştur.
Irak’ın Kuveyt’e saldırdığı yıllarda dönemin Başbakanı Turgut Özal Irak’ın statüsünün değişmesinin ardından meydana gelen boşluk ve artan terör hadiselerinin sonlandırılması için Kuzey Irak’a askeri bir operasyonu
gündeme getirmiştir. Özal Ortadoğu’daki bu gelişmelerin Türkiye’nin aleyhine olacağını değerlendirerek, geçicide olsa Kuzey Irak’ta Türk askerlerinin var olması, en azından Kuzey Irak sınırında bir tampon bölge oluşturulması gerektiğini ifade etmiştir.
Körfez krizinde aktif politika izlemek isteyen Özal, Dışişleri Bakanı Ali Bozer ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ile karşı karşıya kalmıştır. Özal'ın tutumuna tepki gösteren Dışişleri Bakanı Ali Bozer 11 Ekim 1990, Milli Savunma Bakanı Safa Giray ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay 3 Aralık 1990 görevlerinden istifaetmişlerdir. Ayrıca Özal'ın uygulamak istediği aktif siyaset muhalefet tarafından sert biçimde eleştirilmiş, böylece
devlet olarak kullanabileceğimiz tüm hamleler iç muhalefet nedeni ile yitirilmiştir.
Sayın Özal’ın en azından sınırın Irak tarafında tampon bölge oluşturma gayreti ise müdahaleci güçlerce olumsuz karşılanmıştır. ABD tampon alanın Irak’ta değil Türkiye’de olmasında ısrar etmiş ve Türk tezlerini görmemezlik ten gelmiştir 122.
ABD bu kriz sırasında Ankara'dan; Türkiye’deki üslerin Irak'a yönelik hava harekâtlarında kullandırılması ve böylece Saddam'ın Kuveyt cephesindeki asker sayısını azaltması için Türkiye'nin Irak sınırına asker kaydırması konularında yardım istemiştir. Özal'ın Suudi Arabistan'da toplanan koalisyon kuvvetlerine birlik gönderme ısrarı da dönemin askeri yetkililerince kabul görmemiştir.
Türkiye her şeye rağmen 180,000 kadar askeri Irak sınırına kaydırarak, Irak'ın kuzeyde 8 tümen tutmasını sağlamış ve kara savaşında koalisyon güçleri üzerindeki yükü hafifletmiştir.
Türkiye 8 Ağustos 1990'da, BM'nin Irak'a ambargo kararlarına uyarak, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmıştır. Körfez Savaşı'na fiili olarak katılmayan Türkiye, Ambargoya katılmak zorunda kalmış ve İncirlik
Hava Üssü'ndeki Amerikan uçaklarının kullanılmasına müsaade etmiştir.
Daha sonra gelişen olaylar ise Özal haklılığını ortaya çıkarırken, artık yapacak bir şeyin kalmaması da siyasetteki derin güçlerin varlığını ortaya koymuştur. Irak’ın işgalinde Türkiye maddi ve askeri olarak büyük kayıplar yaşarken, Türkiye’nin pasif siyaseti sonrasında İsrail işgalin en karlı çıkan tarafı olmuştur.
Yaşanan direnç nedeniyle Özal'ın Musul ve Kerkük'le federasyona gidilmesi, bölgedeki Arap ülkeleriyle geliştirilecek ekonomik ve ticari ilişkiler ile bu ülkelerin potansiyel pazar olarak kullanılası planları ne yazık ki neticelenmemiştir.
Bu başarısızlıkta dönemin askeri komuta kademesinin direnç göstererek, hükümetin karalarını uygulamaması daha sonra yaşanacak tüm olumsuzlukların da nedeni olmuştur.
7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder