PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ BÖLÜM 1
FARUK ASLAN,
Prusya’yı, Avrupa’nın büyük devletleri arasına sokan Kral Büyük Frederik (1712-1786) bir devletin iç ve dış güvenliğinin istihbarat olmadan olmayacağını o zamanlardan anlamış ve önlemler almıştır. Frederic özellikle de askeri istihbarata çok önem vermiştir. Dönemin kusursuz örgütleri arasında sayılan istihbarat servisini özenle oluşturmuştur. Alman Birliğinin kurucusu ve Avrupa’nın şekillenmesinin mimarlarından Bismark’da (1815-1898) Frederik in yolundan yürümüş, ayrıca siyasi istihbarat açığını da bu alana verdiği büyük önem sayesinde kapatmayı bilmiştir. Yani Hitler’in iktidara gelişine kadar Almanya’da güçlü ve kusursuz çalışan iki büyük istihbarat oluşumu gerçekleştirilmiştir. Bunlardan birisi Genelkurmay istihbaratı (Abwehr), diğeri siyasi istihbaratı yönlendiren Alman Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Servisi’dir. Bu iki kuruluş organize halde ve beraberce çalışmışlardır. Hitler’de istihbarata son derece önem vermiştir. Abwehr onun döneminde 5 şube olarak şöyle organize olmuştur:
1- Geheimer Meldedienst adı verilen organizasyon. Bu şube espiyonaj ve kontrespiyonaj (casusluk ve karşı casusluk) ile görevliydiler. Bu şubenin emrinde kara, hava ve deniz birlikleri ve olanakları vardır. Ayrıca bu alanlarda uzmanlaşmış çok sayıda personele sahiptiler.
2- Sabotaj işleri: Bu şubece yerine getirilmiştir. Bu alanda uzman bombacılar, özellikle elde tutulabilen, bunların rahat kullanabilecekleri bomba türleri geliştirmişlerdir. Özelikle bomba
patlatma ve yerleştirme konusunda bu şube uzmandır. 1960 dan sonra Almanların bu konudaki uzmanlıklarından Türk asker ve sivil istihbaratçıları eğitimler yoluyla yararlandırılmışlardır.
3- Güvenlik olarak adlandırılan bu şube Almanlara karşı girişilecek sabotaj ve diğer casusluk faaliyetlerinin eylemlerine karşı organize olmuştur.
4- Bir diğer şube dış ülkelerdeki faaliyetlerle ilgilidir. Bunlar adam kaçırma, elde etme ve organizasyonları sağlamakla görevlidiler.
5- Bu şubenin görevi ise merkez koordinasyonunu sağlamak ve eşgüdüm içinde sorunsuz çalışılmasını gerçekleştirmektir.
Almanlar istihbaratı hep çok önemsemiştirler. 1939 yılında yalnız Berlin’de Abwehr’de ünlü casus şefi Canaris’in emrinde çalışan ajan sayısı ( Bunlara V= Vertrauen= mutemet denirdi)10 binin üzerindeydi. Bunlara hizmet veren teknik uzman kadrosunun sayısı ise 18 bini aşıyordu. Ajan V ler ünlü Majino hattı planlarını ele geçirmişlerdir. Canaris’in emrindeki bu kadro ayrıca 1937-1939 yılları arasında İngiliz, kara, deniz ve hava kuvvetlerine ait çok önemli planları , bilgileri, savaş düzenlerini öğrenip bu güçlerin hareket ve idari yapılarına kadar bütün bilinmeyenleri çözmüşlerdir.
Hitler Abwehr’e ilaveten 1933 yılında saldığı dehşetle ünlü olan Gestapo ( Geheime Staatspolizei) adlı devlet gizli polis teşkilatını kurmuş ve 1939 da bütün polis servislerini merkezileştirme yoluna giderek bu yapıyı dev bir organizasyon haline getirmiştir. Buna da RSHA ( Reichsicherheitshauptamt) adı verimiştir.Ancak Abwehr de çalışmalarına devam etmiştir.
Alman Güvenlik Yüksek Dairesi olarak adlandırılabilecek olan RSHA veya Alman casusluk ve mukabil casusluk teşkilatı başlıca 7 daireden oluşmuştur. Bunlar:
1. Daire: Personel
2. Daire: İdari ve ekonomik işler
3. Daire: Parti işleri
4. Daire: Gestapo ( rejim düşmanları, kilise ve yahudilerle mücadele ve yurda girip çıkanları kontrol)
5. Daire: Kripto- cinayet polisi, devlet organizmasıyla ilgili işler
6. Daire: Dış istihbarat espiyonaj
7. Daire: Dini ve ideolojik çalışmalar-belgeler, biyografiler, arşiv.
Hitler ordularının 2. Dünya Savaşında yenilmelerinin ardından Almanya’nın ikiye bölünmesi üzerine zafer kazanan devletler öncelikle RSHA’yı dağıtmışlardır. Ortadan kalkan RSHA’nın yerine ikiye bölünen Almanya’da Doğu ve Federal Alman istihbarat teşkilatları yeniden örgütlenmiştir. İki Alman istihbaratı artık iki düşmandır.
Kapitalizmin başarısı, Avrupa devletlerinin koloniyal politikaları ve ucuz işçi kullanımıyla büyümüştür. Endüstrileşme ve aydınlanma paradigmalarını gerçekleştiren politik ve ekonomik güç, göçmenlerin sömürülmesine dayanır. Global sömürüyü ve çok uluslu devletlerin hegemonyasını ilk temsil eden 17. ve 18. yüzyıllarda Dutch East India Company idi. Bu şirkette çalışanlar Hollandalı değildi, taşradan toplanmış fakir Alman köylülerdi. Almanya, sömürgeciliğe ve aşırı milliyetçiliğe dayalı ulus devlet oluşturmaya geç başladı. İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz ve Hollanda, üçüncü dünya ülkelerini köleleştirip kolonileri haline getirirken, Almanya deyim yerindeyse uyuyordu. Almanya’nın daha sonraki süreçte göçmen veren bir millet konumundan göçmenleri ezen bir konuma geçmesini incelemek gerekiyor.
Diğer yandan Almanların kapıldığı aşağılık kompleksini anlamadan 1. ve 2. dünya savaşlarında takındıkları ‘üstün ırk’ söylemlerini kavrayamayız.
Endüstri reformunun düşüş yaşadığı 1800 ile 1860 periyodunda fakir Almanların yeni vatanı Amerika oldu. Bu dönemde Amerika’ya Avrupadan göç edenlerin yüzde 66’sı İngiliz ise, yüzde 22’si Alman kökenliydi. 1860 ile 1920 arasında İrlandalılar, İtalyanlar, İspanyollar ve Doğu Avrupalılar, özellikle Yahudiler her Avrupa ülkesinden toplu halde Kuzey Amerika’ya
göç ettiler. 1876 ile 1920 arasında 15 milyon kişi göç ederken, bunun 6.8 milyonu Fransa, İsviçre ve Almanya’dan gerçekleşiyordu. Boşalan Avrupa’da en ağır işlerde çalışan tarım ve endüstri işçiliğini artık Polonyalılar, İtalyanlar ve İrlandalılar yapıyordu.
Bunlar deyim yerindeyse Avrupa’nın siyahlarıydılar. Yahudiler ve İrlandalılara İngiltere’de özgür işçi hakları verilmedi. 1875 ile 1914 arasında Rusya’dan gelen 120 bin Yahudi, en alttakilerdi. Fakat bu durum hep böyle devam etmedi. 1905 ve 1914’deki Yabancı Sınırlama Yasaları’na rağmen Yahudilerin ikinci nesilleri, iş veren konumuna yükseldi, meslek ve sanat
sahibi oldu ve 3. nesillerinin profesyonel mesleklerde zirveye çıkması için adeta asfalt yol hazırladı. Bu devrede Fransa ve Almanya’da işçilere ayrımcılık ve ırkçılık uygulanmasına başlandı.
19. yüzyılın ortalarında ağır sanayi hamlesi yapan Almanya, Doğu Prusya’nın fakir tarım işçilerinin dikkatini çekti ve büyük kentlere taşıdı. Polonyalılar ortada kalmışlardı. Prusya, Rusya ve Avusturya Macar İmparatorluğu arasınd a toprakları bölüştürülen Polonyalılar,
Almanya’nın ağır işci gücü oldu. 1913’e gelindiğinde Alman maden yataklarında çalışan 410 bin işçiden 120 bini Polonyalıydı. Prusya, sınırdaki 40 bin Polonyalıyı daha kovdu. Ucuza, geçici, mevsimlik çalışan Polonyalılar, Almanya’da itilip kakılan, her an sınırdışı edilebilen en alttakiler oldular.
1907’de Almanya’da İtalyan, Belçikalı ve Hollandalılarla birlikte toplam 950 bin yabancı işçi vardı. Almanlar, aile birleşmesine izin vermiyor ve daimi iskanlarını engelliyordu. Yaklaşık 300 bin işçi tarım sektöründe, 500 bin işci endüstri alanında, 86 bin kadarı ise ulaşım ve ticarette çalışıyordu. Aynı sistem Nazi ekonomisindede sürdü, ancak 1955’de Federal Almanya’da misafir işçi kanunu çıkartılmasıyla sonlandı. (116)
Almanya’nın zorlamasıyla büyüyen 1. Dünya savaşı, işci politikalarını değiştirdi. Askerlik hizmeti için Avrupalılar ülkelerine dönerken, Almanya yabancı işçilerin ülkelerini terketmesini istemedi. Yabancı Polonyalı işçiler, Rusya ve Belçika’da işci gücü olarak istihdam edildi.
Almanya, Doğu Afrika ülkelerindeki kolonilerinden getirdiği sivil Afrikalıları köle asker ve taşımacı olarak kullandı. Bunlardan 650 bini hayatını kaybetti. 1918 ile 1945 arası uluslararası işçi göçünün durduğu yıllardır.
Savaş esirleri, ücretsiz iş gücü olarak kullanılmıştır.
Almanya’nın aşırı ırkçılık bataklığına saplandığı bu dönemi masaya yatıralım.
NAZİZM’İN KÖKENİ VE TARİHİ
Nazizm, özellikle Faşizmin benzersiz bir örneği olarak yakından incelenmeli, tanınmalı ve Nazizmin tarihsel soyağacı belirlenmelidir. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde varlığını sürdüren “Germanorden”, “Thule Gellenschaft”, “Ariosophy” ve “Neo-Tampliyeler” gibi Gizlici Örgütler gerçekten Alman Nazizminin en önemli köklerinden birini oluşturmuştur. Ne yazık ki, Nazizm üzerine yapılan araştırmaların çoğu, Nazizmin çok çeşitli Gizlici ya da Gizemci köklerinin hepsini Helena Blavatsky adlı zavallı yaşlı bir Rus kadının kapısının önüne yığmışlardır. Gizlici Alman örgütlerinin bazı “teozofik” düşünceleri özümsemiş oldukları bir gerçektir. Üstelik aynı hevesle Nietzsche’nin bazı öğretilerini de çarpıtmışlardır (Alman ulusçuluğunu bir “ budalalık uçurumu” olarak nitelendirdiği ve ant_i Semitizme karşı çıktığı bölümler, Nietzsche’nin kendi kız kardeşi tarafından titizlikle ayıklanmıştır). Nietzsche, “Üstün İnsan”dan söz ederken, onun Ari ırktan ya da Alman olacağını asla söylememişti.
Benzer biçimde, Blavatsky’nin “Altı Kök Irk” öğretisi – Astral, Hyperborean, Lemurian, Atlantean, Ari ve Geleceğin Irkı – de, Ari ırka pek fazla önem vermiyordu. Blavatsky’e göre, tüm var olan ırklar ve uluslar arasından “mutant” bir nesil gibi yükselecek olan “Altıncı Irk”, diğerleri gibi Arilerin de yerini alacaktı. Unutulmamalıdır ki iktidara geçen Naziler, aynen Masonlara yaptıkları gibi, Almanya’da bulunan “Teozofik” locaların çoğunu ve sayısız Gizlici ve Gizemci Derneği de kapatmışlardır.
Blavatsky dışında, Gizlici rol dağılımında sık sık adı geçen başka kişiler de vardır. Örneğin Jung, mitolojiye olan ilgisi, ırksal bilinçaltı üzerine çalışmaları ve özellikle başlangıçta, “Töton” ayinlerini ve gizemci düşünceyi canlandırma çabaları nedeniyle Nazilere destek olması yüzünden en çok suçlanan kişilerdendir. Ne var ki, 1930 yılında hastalarının gördükleri
düşler üzerinde yaptığı çalışmasında Jung, düşlerde beliren “büyük sarışın hayvan” arketipini geleceğe yönelik bir uyarı olarak kullanmıştır. Jung Nazizmi, “önderi –Hitler- bilinçaltının arketipleri tarafından ele geçirilmiş olan bir kitle psikozu” biçiminde nitelendirmiştir. Gurdjieff ve Crowley de, olası Nazi destekçileri arasında sözü edilenlerdendir. Ancak, her ikisinin de Fransa’daki direniş hareketinde gizlice çalıştıkları hakkında kanıtların bu-
lunması, bu savı tümüyle anlamsızlaştırmakta dır. “Prieuré de Sion” gibi bir çok gizli örgüt, Nazi Partisi çizgisinde görünmekle birlikte, müttefiklere bilgi sızdırmaktan geri kalmamışlardır. Yine de, “Vichy” Fransa’sı gibi yerlerde Gizlici örgütlerin Nazi taraftarı olarak görünmekten başka çarelerinin bulunmadığını da vurgulamak gereklidir.
Şimdi gizlici Alman Tarikatlarına biraz daha yakından göz atalım. Alman Gizlici örgütlerinin bir çok temel öğretiyi İngiltere’deki Hermetik gruplardan ve kıta Avrupa’sındaki Teozofik örgütlerden aldıkları bir gerçektir. Yine de bazı ilkelerde önemli farklar vardır. Özellikle, Ari ırkın gizemci güçlerine verdikleri önem ve alt düzeydeki ırklarla karışması sonucunda Ari ırkının yozlaşmaya başladığı düşüncesi daha önce görülmemiş benzersiz birer yaklaşımdır. “Töton”lara olan düşkünlükleri (Töton uygarlığının Hıristiyanlık tarafından geriletildiğine inanıyorlardı), Kuzey mitlerine, “Rune” yazılarına ve “Svastika”ya olan ilgileri yeni pan-Cermen ulusçuluğun oluşturduğu atmosferden kaynaklanmaktaydı. Avrupa’daki tüm dillerin tek bir Hint-Avrupa kökeni bulunduğu, ve Hindulardan Helenlere kadar birçok mitin Ari
kaynaklı olduğu düşüncesi saygı duyulan dilbilimciler arasında giderek kabul görmekteydi.
Diğer taraftan 1905 yılından beri Ruslar, “Protocols of the Elders of Sion” (Zion Bilgelerinin Protokolleri) adlı broşür sayesinde, aşağılık Sami ırkların Bolşevizmi yayarak Avrupa uygarlığının sonunu hazırladıklarını kanıtlamak çabasındaydılar. Nazi panteonunun önde gelen kişileri olan Oswald Spengler ile Alfred Rosenberg ve onlar kadar önemli olmasa da “Germanorden” örgütünün kurucusu Guido von Liszt gibi düşünürler, Batı’nın giderek geri-
lediği düşüncesini yaymaktaydılar. Onlara göre bu gerileyişin nedeni, Ari ırkları yönlendiren Faustçu ‘sınırsız’ ilke ile taban tabana karşıt olan ve sürekli olarak Batı’da etki alanını genişleten Doğu Sami ırklarının felsefesiydi. Bu kişiler ayrıca, Picasso ve Gaugin gibi ressamların
Avrupa sanatına taşıdıkları ilkel Afrika, Latin ve Polinezya unsurları karşısında dehşete düşmekte ve bunu yozlaşmanın kanıtı olarak görmekteydiler. Modern müzikte ve özellikle caz müziğinde “vahşi ormanların tamtamlarını” sezmekte, buna karşılık Wagner operalarını
kendi beğenilerinin örneği kabul etmekteydiler. Gizlici Alman dernekleri, materyalizmin ve rölativizmin güçleri ile gerçek tinsel Ari uygarlığı arasında yaklaşmakta olan bir savaşı beklemekteydiler. Bu mahşeri savaşta düşmana acımanın yeri hiç yoktu. Nazizmin ve gerçekleştirdiği katliamın kökleri işte burada yatıyordu.
Nazilerin, çok daha karanlık ve gizli bir örgütün görünen yüzü olduklarını ileri süren birçok yazar vardır. Yeşil şapka takan, şeytani görünüşlü doğulu bir keşişin sık sık Nazi Partisi ileri gelenleri ile birlikte görüldüğü hakkında çeşitli söylentiler yayılmıştır. Gizlice Nazilerin iplerini elinde tutan Tibetli gizemci din adamları (lamalar) bulunduğu öyküsü de bu söylentilere
eklenmiştir. Henüz 1840’larda bile, “Agartha” efsanesi Almanya’da ilgi çekmeye başlamıştı. Agartha efsanesi, yeraltında bulunan bir krallıktan söz etmekte, yeryüzündeki birçok kralı denetiminde tutan ve “Dünyanın Efendisi” olan Agartha kralının çok yakında dünyayı kesin olarak işgal edeceğini anlatmaktadır. Napoleon kendini tüm Avrupa’nın efendisi olarak
düşlerken, jeopolitik uzmanı Naziler dünyaya egemen olma düşleri içindeydiler (Hitler’in elinde Amerika’nın işgali ile ilgili hazırlanmış planlar bulunuyordu; İtalyanlar Afrika’yı, Japonlar ise Asya’yı yöneteceklerdi).
George Bush, 1990 yılında “Yeni Dünya Düzeni” sözlerini kullandığı zaman, dünyanın dört bir yanındaki komplo kuramcıları çılgına döndüler. Bu sözler, OWG şifresiyle (One-World-Government = Tek Dünya Yönetimi) çoktandır komplo kuramcıları arasında sıkça kullanılıyordu. Ancak, bu sözleri Hitler’in “Bin Yıllık Reich” düşünden anımsayanlar da vardı.
Aynı sözler çok uzun zamandan beri “İlluminati” örgütü ve bu örgütün kuracağı dünya denetimi ile de özdeşleşmişti. Kuşkusuz Naziler, düşmanları olan Yahudilerin, Masonların, uluslararası bankacıların ve Bolşeviklerin dünyayı ele geçirmek için planlar yaptıklarını biliyorlardı! Zaten tüm bu planlar “Zion Bilgelerinin Protokolleri”nde yok muydu?
Aslında tarih boyunca yinelenen bir olgudur bu: çeşitli komplocu örgütler, gerçek ya da hayali diğer komplocu örgütlere karşı durmak için ortaya çıkarlar. Bunun en çarpıcı örneği “Kutsal Vehm” örgütüdür. Ortaçağ’da Almanya’daki gizli örgütlerden biri olan Kutsal Vehm üyeleri, kimliklerini gizlemek için keşiş başlıkları takarlar ve devlete baş kaldırdıklarını var-
saydıkları komplocu din sapkınlarını ve cadıları öldürürlerdi. Hitler, bazı yazılarında Kutsal Vehm’den övgüyle söz etmiştir.
Akıldışı düşüncelerin Üçüncü Reich yönetimi sırasında ne ölçüde güçlendiğini belirten bir çok araştırma vardır. "Oyuk-Dünya" kuramları ve "Buz-Dünyası" kozmolojileri geliştirilmiş; devler, cinler ve kozmik savaşlarla ilgili garip inançlar yayılmıştır. 1930’larda, tümüyle "Atlantis" ve diğer kayıp kıtaları araştırmaya, Kuzey halklarının kökenini Atlantis’te aramaya adanmış dergiler yayınlanmıştır. Hitler, açıktan açığa kendini “burjuva aklı”nın
düşmanı ilan etmiş ve “kan ile düşünmek” kavramını ortaya atmıştır. Aynı yılların “Lebensraum” (Toprak Reformu) hareketi modern endüstri, teknoloji ve kentleşme eğilimlerine şiddetle karşı çıkmış; basit, saf, soylu köylü yaşamını kutsallaştırmıştır. Kentleri terk edenler, köylerde komün yaşamına kalkışmışlar ve ekoloji, folk müziği, doğal yaşam, çıplaklık olgularını yüceltmişlerdir. El sanatları, alternatif tıp, meditasyon ve hatta hayvan hakları bile gündemdeki konular olmuştur.
Ne var ki Nazizmi, yalnızca bilimsel özdekçilik ve modernleşmeye karşı bir tepki olarak görmek hatalı olur. Naziler, bilimin Prometheusçu gücünün bilincindeydiler ve Peenemunde’de bulunan V2 üssünü Alman biliminin zaferi olarak yüceltmişlerdi. Atom enerjisi ve radar üzerinde müttefikler kadar çaba harcamışlardı. Daha sağlıklı nesiller yetiştirme bilimi ve uygulamalı sosyal Darvinizm 1930’ larda Almanya'da büyük rağbet görmekteydi.
Birçok saygıdeğer sağlık kuruluşu, alt sınıf üyelerini ve özürlüleri zorla kısırlaştırma programları öngörüyor, Güney ve Doğu Avrupalılarla evlikleri yasaklamayı planlıyordu. Nazilerin, kitlesel kıyımları bile endüstriyel ve bilimsel yöntemler açısından en etkin kesinlikteydi. Nazilerde eksik olan zeka değil, şefkat ve insanlıktı.
Üçüncü Reich’ın gizli tarihine merak duyanların özel ilgi alanlarından biri de, Hitler’in “Spear of Destiny”e (Kader Mızrağı) olan düşkünlüğüdür. Longinus’un mızrağı olarak da bilinen bu silah, Avusturya İmparatorluk Müzesinde bulunmaktadır ve iddialara göre çarmıhtaki İsa’nın böğrünü deşen mızrak budur. Bu mızrağı tüm Avusturyalı Kutsal Roma
İmparatorları yanlarında savaşa götürmüşlerdir. Walter Stein, Hitler’in bu silah tarafından adeta büyülendiğini ve Longinus’un mızrağına sahip olunca Nazilerin dünya egemenliğinin ve Hıristiyanlık üzerindeki zaferlerinin kesinleşeceğine inandığını yazmaktadır. Bu silahın Hitler için ne denli önem taşıdığı belli değildir, zira sonunda mızrak Nazilerce ele geçiril-
diğinde Hitler, en azından herkesin arasındayken hiçbir ilgi ve sevinç göstermez. Nazilerin kayıp kutsal eşyalara, özellikle Hıristiyanlığa ait olanlara, özel ilgi besledikleri bilinmektedir. Edilgenlik, eşitliğe inanç gibi Batı uygarlığını yozlaştırdıklarına inandıkları tüm değerlerin yabancı ve Doğulu bir din olan Hıristiyanlıkça Ari ırka zorla yutturulduğunu düşünen Nazilerin, Hıristiyanlık karşıtı bu güdüleri göz önüne alınınca, Hıristiyanlığın kutsal eşyaları için bu ilgileri oldukça şaşırtıcı duruma gelir.
Diğer taraftan Hitler’in kendi SS birliklerini, Cizvitler, Tampliyeler ve diğer Haçlı tarikatlerinin modellerine uygun örgütlediği aşikardır. 1937’den kalma ünlü bir poster Hitler’i bir Tampliye şövalyesi kılığında, kutsal zırhı kuşanmış olarak, şeytanla savaşa hazırlanırken göstermektedir. Nietzsche, içerdiği hastalıklı Hıristiyan şövalye ülküleri nedeniyle, Wagner’in “Parsifal” operasından nefret etmişken, Nazi kadroları bu yapıtı büyük coşku ile
karşılamışlardır. Otto Rahn, 1938 yılında Güney Fransa’da “Holy Grail”i (Kutsal Kase) aramaya koyulmuştur. Ne var ki, İsa’nın soyundan gelenleri ya da “Son Yemek”te kullanılan bir şarap kadehini aradığını unutmuş görünmektedir, zira Kahn’a göre Grail, “tanımlanması olanaksız büyüklükte bir güç kaynağıdır”. Nazilerin gerçekten “Ahit Sandığı”nı arayıp aramadıkları ise bilinemiyor, ancak Yahudilerin bu kutsal eşyasını ele geçirmek için Kuzey Afrika ve Mısır’da araştırmalar yapmak üzere planlar hazırladıkları hakkında kanıtlar mevcut.
Parapsikoloji ve Paranormal, Naziler için çok önemliydi. Naziler, çeşitli paranormal olgulara büyük ilgi duymaktaydılar. Albert Speer, açıkça “Geomancy” (toprakla ilgili bir tür falcılık) ile ilgilenmiş, Almanya’da bulunan kutsal yöreleri listelemişti; Speer’in bazı mimari yapıtları,
onun “Nümeroloji” (sayılarla ilgili bir fal türü) ve gizemci geometrinin ilkeleri hakkında bilgi sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. “Vril” örgütü ise, toprağın derinliklerinde gizemli bir enerji bulunduğu ve Alman halkının bu enerjiden yararlanabileceği düşüncesini ısrarla yaymaya çabalamıştı. Hitler’in askeri harekatlar öncesi falcılara danıştığı çok bilinen bir özelliğidir. Naziler arasında, bir casusluk yöntemi olarak parapsikolojiden yararlanma konusu da çok ilgi çekmekteydi (bu yöntem savaş sonrasında CIA ve KGB tarafından yoğun biçimde kullanılmıştır). Ayrıca Naziler, yerçekimine karşı durabilen (anti-gravity) aygıtlarla da uğraşmışlardı; bir Nazi bilim adamı olan Viktor Shauberger tıpkı bir uçan daireyi andıran bir hava taşıtı dizayn etmişti.
Ancak, Hitler’in en çok üzerinde durduğu konu “Hipnotizma”ydı. Nuremberg mitinglerinin tanıkları, gösteriye katılan bir çok kişinin trans durumuna girdiklerini, cam gibi gözler ve açık ağızlarla kalakaldıklarını aktarmışlardır. Hitler’in, eski önderlerin gizemli karizmatik güçlerini incelemiş olduğu ve Cizvitlerin dikkati odaklama teknikleri hakkında araştırmalar yaptığı ileri sürülmüştür. Goebbels’in azami propaganda için, ışık, ses ve tonlama, kitle
psikolojisi gibi toplumsal denetim tekniklerini titizlikle uyguladığı kuşkusuz dur.
Trevor Ravenscroft’a göre, Naziler yalnızca usta propagandacılar değillerdi, onlar aynı zamanda binlerce insanın iradesini ele geçirebilen gerçek büyücülerdi.
Bir süreden beri, kuşku duyulması gereken, oldukça kaygan bir görüş rağbet kazanıyor. Bu görüş pek basit bir akıl yürütmeye dayanmakta: Naziler akıldışına, paranormal olaylara ve Gizliciliğe kendilerini adamışlardı; Naziler korkunç işler yaptılar; Ergo, eğer paranormal olgulara ve Gizemciliğe, Gizliciliğe olan ilgiyi durdurmazsak, özgürlük ve demokrasi tehdit altına girer, bir başka Nazi rejimi iktidara gelebilir. Bu akıl yürütme bir süredir azami etkiyle kullanılmaya çalışılıyor. Halbuki, Nazilere karşı çıkan ve özgürlüğü korumaya çabalayan bir çok Gizlici de var olmuştu. Britanya Adaları çevresine bir “gizemci güç alanı” yerleştirerek (!),
Alman uçaklarından ülkelerini korumaya çalışan Coventry cadıları buna en iyi örnektir.
Ne yazık ki, çabaları V2’ler karşısında boşa gitmişti. Nazilerin, kendi ideolojileriyle uyuşmayan gizemci ve gizlici örgütleri kapattıkları herkesçe biliniyor. Naziler iktidara gelince ilk iş olarak halka falcılığı ve Tarot kartlarını yasaklamışlardı; belki de bu etkinlikler nefret ettikleri Çingenelerle özdeş olduğu için. Paranormal, metafizik, gizemci ve gizlici olgulara ilgi duyan herkes Nazi değildir. Zaten Naziler, bir çok gizemci felsefeyi, kendi işlerine ve amaçlarına uydurmak için, değiştirmişlerdir. İnsanoğlunun akıldışı ve bilinçaltı yönlerini açığa çıkarmak amacını taşıyan Sürrealistlerin bir çoğu, Nazilerin “doğal gerçekçiliği” iktidar olunca Almanya’dan ayrılmışlardır. Önceleri Nazi fikirlerine hoşgörü ile bakan Heidegger ve Thomas Mann gibi metafizik düşünürler, sonunda Nazilerden nefret etmişlerdir. Nazizmi yalnızca bilime, akla, teknolojiye, Aydınlanmaya ve Batı uygarlığının temeli olan Hıristiyanlığa karşı bir tepki olarak değerlendirmek çok yanlış ve haksız bir tutum olur. Evrim olgusuna karşı çıkan diğer toplumsal akımları Nazi olarak görmek de büyük bir hatadır. (117)
NAZİLERİN POLİS DEVLETİ VE SAVAŞ EKONOMİSİ
Faşist dönemle ilgili olarak akla hep, Gestapo (Hitler’in Gizli Polisi) ve Nazi partisinin silahlı gücü olan SS (Schutzstaffel der NSDAP-NSDAP’ın koruma timi) gelirdi. Alman ordusu ve polisi, faşizmin vahşetiyle anılmaktan uzak tutulurdu. Hem içerde hem de işgal edilen ülkelerde aynı Gestapo ve SS birlikleri gibi etkindi. Alman polis vahşeti, Yahudi soykırımı, direnişçilere, solculara, sosyalistlere uygulanan zulüm ve sivil esirlerin çalışma kampların da daha belirgindi. Vahşetin nasıl örgütlendiği ve yasayı koruması gereken görevlilerin nasıl katil sürüsü haline geldiğini anlamak için polisin tavrına bakmak yeterliydi.
Peki, Almanya’da, Hitler dönemindeki polis terörü gerçekten bilinmiyor muydu? Münster Polis Yüksek Okulu Kurucu Başkanı sosyolog Klaus Neidhardt’ın bu soruya verdiği yanıt ilginçti: “Konunun uzmanları bunları bilir. Ama önemli olan polis eğitiminde bunların anlatılmaması ve polisin bunları bilmemesidir. Bütün bunları önce polisimizin öğrenmesi gerekiyor. Genç bir polis, bir gösteride görevliyken, göstericilerin ‘Alman polisi, koruyor faşisti’ sloganı attığında bununla ilgili hiçbir şey bilmediği ortaya çıkıyor…”
1918/19-1933 arasındaki Weimar Dönemi’nde Alman polislerin işkenceleri zirveye çıkmıştı. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i öldüren ‘Freikorps’lar, aşırı sağcı çeteler ‘polis’ üniforması içindeydi. Daha sonra bu polislerin hepsinin hiyerarşi içinde, Hitler’in iktidara gelmesini alkışladığı, Hitler’le birlikte polisin toplumdaki gücünün ve maddi durumunun artacağına inandığı belgelerle yazılıydı. Polis, sanki beklenen an gelmiş gibi hemen Hitler döneminin havasına girmişti. Burada bahsedilen ‘faşist’ siyasi gizli polis Gestapo değil, sayıları o dönem 355 bini bulan bildiğimiz karakol polisi, toplum polisiydi. Polisin en büyük hedefi suç işlenmeyen bir toplum yaratılmasıydı. Özellikle aynı suçu mükerrer işleyenlerin toplama kampına götürülmesi fikri filizleniyordu. Bu ideoloji, kısa zamanda polisin ‘asosyalleri’ ve siyaseten ‘düzgün olmayanları’ da toplamasına yol açtı. Yani polis, suç işleme potansiyeli gördüğü herkesi almaya çalıştı. İnsan olarak herkesin suç işleme potansiyel olduğuna göre, suçtan arındırılmış toplum bir tek demir gibi faşistlerle kurulabilirdi. 1935’te getirilen, “Almanların Alman olmayanlar dışındakilerle evlenme ve seks yasağı”, Yahudilerin nüfus cüzdanına vurulan ‘J’ damgası ve toplu taşıma araçlarına binebilmek için polisten özel izin alması zorunluluğu gibi kural ve uygulamalar, polislere geniş yetki veri-
yordu. Benzeri yetkilerle Almanya’da faşizmin polisi güçlendirdiğini, polisin de faşizmi desteklediği açıktı. Faşizan uygulamaların önemli bir kısmı da yasayla gerçekleşmiyor ve uygulamalar yasayla denetlenmiyordu. Reichsführer-SS ve Alman polis birlikleri şefi Heinrich Himmler, konuyla ilgili 1937’de şunları yazıyordu: “Alman nasyonal sosyalist polisler, görevlerini tek tek yasalardan aldıkları yetkilere göre değil, nasyonal sosyalist devletin
gerçekliklerine göre yapar… Bu nedenle polislerin gücü, yasal-formel engellerle kırılamaz…
” Bizdeki ‘polisin şevkinin kırılmaması gerektiği’ meselesi yani. Himmler’in bu konuşmasından iki yıl sonra Alman polisi kitle katliamlarında etkin rol almaya başladı. İçerde görevli polisler, savaşla birlikte ‘polis taburu’ haline getirilerek dış göreve de gönderiliyordu. Hitler’in partisi NSDAP’nın haftalık yayın organı Illustrierte Beobachter’de çıkan haberler önemli belgelerdi. Örneğin işgal altındaki topraklarda ‘düzeni sağlayan’ polisin Polonya’daki
Yahudi şehri Bialystok’te görevli olmadığı halde 800 Yahudi’yi sinagoga doldurup canlı canlı yaktığını buradan öğreniyorsunuz. Bialystok katliamı ile ilgili hiç kimsenin yargılanıp ceza almadı. Yine Sovyetler Birliği’nde binlerce Bolşevik kurşuna dizilmiş ve toplu mezarlara gömülmüştü.
Beyaz Rusya’nın Mogilew kentinde 2./3.10.1941’de gerçekleştirilen ‘Yahudi Aksiyonu’ sonrası polis raporunda şunlar yazılıydı: “Eylemin gerçekleşmesi sırasında tespit ettik ki, Yahudiler ödlek ve sinsi bir korkaklık içinde bir köşeye siniyor ve çoğu kez pislik gibi bakan bu elemanları sindikleri köşeden çıkarmak çok zor oluyor. Bu koşullar altında, bu ortamda 65
Yahudi’nin kurşuna dizildiğini belirtmek gerekiyor.” Raporun altında başka bir yerde gerçekleşen eylemden de haber veriliyor: “9./III. Pol.-Rgt. Mitte’de, her iki cinsiyetten 555 Yahudi kurşuna dizildi…”
Savaş sonrasında Gestapo, SS ve diğer silahlı-silahsız Alman birlikleri Nürnberg mahkemesinde yargılanıp ‘suç örgütü’ ilan edilirken, Alman polisi böyle sınıflandırılmıyordu. Çok az sayıda polis şefi görevden el çektirilirken, hemen hiçbir polis ciddi ceza almadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Alman polisi, sanki savaşta yokmuşçasına, elbisesinin rengini değiştirerek görevine devam etti. Yıllar içinde birkaç istisna dışında savaş dönemiyle ilgili her hangi bir yargılama olmadı. (118).
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder