PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 4
ALMANYA, VAKIFLAR VE CHP İLİŞKİSİ
Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarından duyduğu rahatsızlığı dile getirmesi ve bu vakıfların PKK’ya destek verdiklerini belirtmesi, gerçekten de Almanların alışık olmadığı bir durumdu. Başbakanın "Bir Alman vakıf var. CHP ve BDP'li belediyelerle çalışıyor” şeklindeki açıklaması, dikkatleri dost ve müttefik gözüken ancak her
fırsatta Türkiye'nin aleyhine faaliyetlerde bulunan Alman vakıflara çevirmişti. Akit'e konuşan araştırmacı-yazar Talip Doğan Karlıbel, bu konuda çok çarpıcı açıklamalarda bulunarak işin boyutlarını ortaya seriyordu. CHP'nin Friedrich Ebert Vakfı'ndan 85 bin euroluk para yardımı aldığını belgeleriyle ortaya çıkaran Karlıbel, Türkiye'de 53 Alman
vakfının bulunduğunu, bu 53 vakıftan 5'inin siyasi vakıf olduğunu belirtirken, “Bu vakıflar, Alman dış istihbarat servisi BND'nin sivil toplum ayağıdır. Bu vakıflar ne zaman bir yere gittiyse o devlette kısa bir süre içerisinde terör odaklı oluşumlar oluşmuştur. Bu vakıflar cuntalar yaşamış demokrasiye geçiş sürecindeki devletlerde, Alman ekolü bir siyasi sistem
oturtmak amaçlı vakıflardır” diyordu. Türkiye'deki bu 5 siyasi vakfın derhal Türkiye sınırları içerisinden çıkarılması ve yasaklanması gerektiğini ifade eden Karlıbel, bu vakıfların 25 yıldır Türkiye'nin üniter yapısını bozacak faaliyetler içerisinde bulunduğunu vurguladı.
Talip Doğan Karlıbel’de, PKK sorurunu çözmek isteyen siyasi iradenin, teröre destek veren bu vakıfların faaliyetlerini engellemesi gerektiğini dile getiriyordu.Alman vakıfların Aleviler üzerinde de büyük oyunlar oynadığına dikkat çeken Karlıbel, “Türkiye'de mezhep sorunu çıkarıp aynı Irak'daki Şii-Sünni çatışmasını tetiklemek amaçlı faaliyetler içerisindeler.
Aleviliğin İslam dışı olduğu tezini yoğun bir şekilde işliyorlar” diye konuştu. Kolayca Türkiye'de temsilcilik açan bu vakıfların, Avrupa'da Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturduğuna işaret eden Karlıbel, “Yurtdışında PKK propagandası yapıyorlar” şeklinde konuştu. Erdoğan'ın rahatsızlığını dile getirdiği vakfın Friendrich Ebert olduğunu da kaydeden Karlıbel, bu vakfın CHP'ye para yardımında bulunduğunu ortaya çıkardığını hatırlattı.
Karlıbel, Ebert'in yaklaşık 20 yıldır CHP ve BDP'ye para yardımında bulunduğunu iddia ederek, “Bu vakıflara Türkiye'de sadece AK Parti ve MHP karşı çıkıyor. CHP ve BDP ise zaten bu vakıflarla iç içe faaliyet yürütüyor” değerlendirmesinde bulundu. Friedrich Ebert Vakfı'nın Türkiye aleyhine yürüttüğü faaliyetlerin artık iyice deşifre olduğunu vurgulayan
Talip Doğan Karlıbel, bu yüzden Ebert'in misyonunu fiilen Türkiye'de gözükmeyen aşırı komünist Sol Parti DIE Linke'nin Rosa Luxemburg Vakfı'nın üstendiğini belirtti. Karlıbel şöyle konuştu: “Alman Sosyal Demokratlardan kopma aşırı komünist DIE Linke'nin vakfı Rosa Luxemburg, fiilen Türkiye'de gözükmese de 3-4 yıldır İstanbul, Ankara ve İzmir'de
faaliyetlerini sürdürmektedir. İlginçtir bu vakıf Ebert Vakfı'nın faaliyetlerini üstlenmiştir.” (67)
Vakit gazetesin de yayımladığı haberde bu doğrultuda bilgiler veriyordu. “Alman Vakfı’ndan CHP’ye para yardımı!” başlıklı haberin ayrıntısı, özetle şöyleydi: “CHP’nin Alman istihbaratı ve partileri tarafından desteklenen Friedrich Ebert Vakfı’ndan 2005’te 85.000 Avro para yardımı aldığı ortaya çıktı.” Vakit’in Alman Ebert Vakfı’nın CHP’ye para yardımı yaptığını gösteren belgeli haberini destekleyen tespitler ortaya çıktı. Aralık 2002’de
faili meçhul bir cinayete kurban giden tarihçi yazar Necip Hablemitoğlu, Alman vakıflarının Türkiye ile neden yakından ilgilendiğini anlattığı kitabında şu tespitte bulunuyordu: “Ebert Vakfı, Türkiye’deki siyasi partiler içinde en çok CHP ile ilişki içindedir.”
CHP bu iddiaları çürütmek bir yana dursun iddiaları destekleyecek faaliyetlerde bulunuyordu. Örneğin CHP’li yöneticilerin sık sık Friedrich Ebert Vakfı’nın Almanya’daki davetlerine katıldığı, Şubat 2011’de 14 kişilik bir heyetle vakfın sponsorluğunda bir hafta Almanya’da ağırlandığı medyaya yansımıştı. CHP PM Üyesi Didem Engin, Friedrich Ebert Vakfı’nın düzenlediği yuvarlak masa toplantısında yaptığı konuşmada; Türkiye ve AB ilişkilerini sağlıklı bir zeminde yürütecek tek partinin CHP olduğunu belirterek, CHP’nin tek başına iktidar için yürüttüğü çalışmalar konusunda bilgi aktarmıştı.
DENİZ FENERİ KILIÇ’IN BİR OYUNU
Şimdi ülkeyi çok sarsan Deniz Feneri olayına bir kez daha dönelim. Kitapta şu ana kadar anlatılanlar bu bölümü daha da anlamlı kılacaktır.
Bir zamanlar ülke gündemini sarsan Deniz Feneri olayının herkesin bilmedi ği bir başka anlamı daha vardı. Aslında bu olay Türkiye ve Almanya arasında cereyan eden güç savaşlarının bir yansımasıydı. Almanlar bu
kez tüm kozlarını oynamıştı. Sonuç: Almanların derin devleti Kılıç, Deniz Feneri skandalını üreterek AK Partiye Almanların neler yapabileceğini göstermiş oldu. Aydın Doğan medyasında sık sık Deniz Feneri olayını soruşturan Türk savcılarının konuşmasının engellendiği, Alman savcıların Türkiye’ye gelmelerine mani olunduğu ve Türk savcıların belge toplamak için Almanya’ya gitme taleplerinin geri çevrildiği yazılıyordu. Hatta Almanya’ya gitmek isteyen savcılara uçak paralarını kendilerinin karşılamaları istendiği şeklindeki iddialar gündeme Doğan medyası tarafından sık sık dile getiriliyordu. İşin aslında bunların hepsi Alman Kılıç ile organik ve inorganik bağı olanların medya metodlarını kullanarak yaptığı saldırıydı. Bu taktik atakların hükümeti ve yargıyı yıprattığı kesindi.
Fakat her şey planlandığı gibi gitmedi. Gazeteci ve yazar Fehmi Koru, Almanların niyetini net bir biçimde ortaya çıkardı. Habertürk’te Akşam Raporu programına katılan gazeteci ve yazar Koru, bunların söylenip yazılmasında bir mahsur bulunmadığını belirterek, şu çok önemli konuşmayı yaptı: “Böyle bir şeyler varsa ortaya çıkmasında yarar var ama, bunlar
için harcanan zaman kadar asıl öğrenilmesi gerekenin Almanların böyle bir operasyonu niye başlattığı dır. Hiç kimse bu konu ile ilgilenmiyor. Almanlar bunu hep yapıyorlar. 1997 yılının Ocak ayında Deniz feneri e.V. davasını gören Frankfurt Eyalet Mahkemesi, ikisi eski Yugoslav biri Türk vatandaşı olan 3 kişiyi yargılarken birden bire mahkemenin reisi Tansu Çiller’in adını ortaya attı. Mahkeme Reisi, bunların arkasında Türkiye’de bir siyasetçi var ve o siyasetçi izleri yok ediyor dedi. Türkiye karıştı. O günün gazeteleri günler boyu bu olayı manşetlerden verdi. O zaman da Köstebek tarzı manşetlerle Alman yargıcın sözleri ile Tansu Çiller manşetlere çekildi. 1998 yılının Şubat ayında MGK toplandı ve ondan sonra 28 Şubat süreci başladı. Almanlar sonunda böyle bir yanlış yaptıkları için özür dilediler. Ancak özür
dilediklerinde ama ortada bir Refahyol hükümeti kalmamıştı. 28 Şubat’a Almanların katkısıydı o. Aynı eyalet mahkemesi şimdi de tıpkı o zamanki gibi bir istihbarat biriminin yardımı ile bu işi yapıyor. Almanya’da Anayasa’yı korumaya yönelik olan bu örgüt Almanya’da kurulu olan Deniz Feneri derneğinin oradan topladığı paraları hizmet olarak bir yerlere taşımasından rahatsız olmuşlar. Olayın içine kendi adamlarını sokarak köstebek
oluşturmuşlar bugün de karşımıza o mu bu mu yapıldı diye karşımıza çıkıyorlar. “ dedi. Ayrıca Fehmi Koru, ‘Almanya’da mahkemelerde anlaşmalı cezalandırma diye bir sistem var tıpkı ABD’de olduğu gibi, sanığın suçunu kabul etmesi sonucu daha düşük bir ceza veriliyor ve mahkeme görülmüyor. Almanya sanık olarak karşılarına gelenlerle pazarlık yaptılar, 2-3 yıl cezalar verildi ama Almanlar yargılamadan vazgeçmedi. Aynı dönemde Türkiye’de medya günlerce cezası belli olan yargılamayı manşetlere neden taşıdı kimse merak etmedi.”dedi. Koru, bu olayın bir istihbarat operasyonu olduğunu bunu defalarca yazdığını ancak Almanya’dan tek bir yalanlama gelmediğini söyledi. Koru bu dava ile Almanya’nın tıpkı Sarkozy’nin Ermenistan’daki soykırım çıkışı gibi Türk siyasetinin içine müdahale
ettiğini savunuyordu. (68)
Almanya'nın Türkiye'deki istihbarat faaliyetleri zaten hiçbir zaman sorgulanmadı. ABD sorgulanır, İsrail sorgulanır, bütün boyutlarıyla tartışılır ama konu Almanya olunca herkes sessizliğe bürünürdü. Alman istihbaratı nın bu ülkenin kılcal damarlarına kadar işlediği bilindiği halde, Mossad, CIA ve Rus istihbaratının en gizli operasyonlarından bir şekilde haberdar olunurken bu konuda neden kimse bir söz söyleyemezdi? Bu güne kadar bir çok sarsıcı olay oldu, suikastler işlendi, etnik ve mezhep eksenli çatışmalar çıkarıldı ama Alman istihbaratına tek söz söylenmedi. Mesela; Alevi-Sünni meselesinin merkezinde hep Almanya vardır ama herkes bunu bilmezlikten geldi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın; "Bazı Alman vakıflarının belediyeler ve müteahhitler üzerinden teröre dolaylı para aktardığı"na dair cümleleri, sadece PKK'nın para kaynaklarını değil, Alman istihbaratının, derin devletinin Türkiye operasyonlarını da tartışmaya açması gerekiyordu.
Bu fırsat da suskunlukla geçiştirilirse Türkiye adına gerçekten talihsizlik olacaktı.
Almanya her fırsatta Türkiye ile ilgili her meseleye karışıyordu ve bunun önü alınamadığı gibi karşılık dahi verilemiyordu. 2010’da Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff "İslam Almanya'nın parçası" diyerek bir tartışma başlatmıştı. Türkiye'yi ziyaret ederken Angela Merkel keskin açıklamalarıyla tartışmayı bitirdi. "İslam'ın ve Müslümanların Avrupa'nın
parçası olmadığını, olamayacağını, bu gerçeğin hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini, bu güne kadarki sessizliğin ve bir arada yaşama söyleminin yanılsamadan ibaret olduğunu, Batı'nın bu yöndeki gerçek niyetinin hep izlendiğini" söylüyordu Merkel. Aslında bu sözlerin altında başka bir şey vardı: Almanya ve üzerinden Avrupa Birliği, İslam karşıtlığı tezini ABD'den
devralıyordu. Bu sefer Atlas Okyanusu'nun doğu yakasında şiddetli bir İslam karşıtlığı yükseliyor, beraberinde aşırı sağın yükselişini, yabancı düşmanlığını tetikliyordu. Eskiden bunu aşırı sağ gruplar yaparken şimdi, özellikle de ekonomik krizin sarsmasıyla, hükümetler, devletler yapıyor, yabancıların bir an önce Kıta'dan sürülmesi planlanıyordu.
Tartışma Almanya olunca, konu sadece PKK ile sınırlı kalmıyordu. 2011’in Şubat ayında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde (KKTC) yapılan Türkiye karşıtı protestoları yaptıranlar, "Türkiye defol" sloganları attıranlar da onlardı. Yani Almanya işin merkezindeydi.
Bu konuda bir diğer çarpıcı örnek daha var: Türkiye'de tam Ergenekon operasyonları başladığı günlerdi. Almanya'da bir anda Türkler'in oturduğu evler yakılır oldu. Almanya'nın bir çok eyaletinde, Avusturya'ya kadar yüzün üzerinde ev kundaklandı. Birkaç somut örnek vermek
gerekirse:
3 Şubat 2008: Ludwigshafen'deki yangında 9 kişi öldü, 60 kişi yaralandı.
14 Şubat 2008: Aldingen'de bir Alman, Türklerin apartmanını ateşe verdi. 19 Şubat 2008: Marburg'da yine bir Türk ailenin evi 2 saat arayla 2 kez kundaklanmak istendi.
21 Şubat 2008: Münih'te evleri kundaklanan Türk aile ölümden döndü. Olaylar o kadar çoğalmıştı ki Almanya'dan Türkiye'ye sürekli cenazeler geliyor, kundaklamalar hız kesmiyordu. Oysa aynı dönemde ışırı sağ grupların bir taşkınlığı, yürüyüşü izlenmiyordu. Kim yapıyordu bunları? Neden hiç kimse yakalanmıyordu? Tam bir derin devlet operasyonuydu bu.
Uzun süre devam eden yangınların failleri bulunamadı, gizlendi. Bir kişi bile ceza almadı. En son Alman Federal Savcılığı, bir açıklama yaptı ve bütün dosyaları kapattı. Türkiye'de onca dernek, vakıf, insan hakları örgütü, medya organı, yazar-çizer sadece sustu. Saldırılarla ilgili bütün dosyalar kapatıldı. Belki, Başbakan'ın bu açıklamasının başlattığı tartışmalarla bu
soruların cevapları da ortaya çıkar. Sorular şöyleydi:
Alman devleti ya da AB, Türkiye'deki STK'ları da mı susturuyor? Türkiye kamuoyunun tepkisi satın mı alındı? Yıllardır suskun kalan Alman aşırı sağı, çeteleri, neden Ergenekon operasyonu başladıktan sonra harekete geçti? Kontrolden çıkmış ırkçı tahrikler sokaklarda hissedilmezken, saldırılar devlet içinde bir yerlerden mi yönetiliyor? Avrupa'da yabancı düşmanlığı eskiden halk kesimindeydi. Şimdi yönetimler bunu yapıyor. Öyleyse, devlet
böyle tehditlerle bu "sorun"dan kurtulma yolunu mu tercih ediyor? Türkiye'deki saldırılarla, operasyonlarla Almanya'daki saldırılar arasında bir bağ var mı? Birileri Türkiye'de Alman derin devletine yakın unsurları tasfiye etmeye girişti de, bunun intikamı mı alınıyor?
Fakat her şeye rağmen Almanya'nın Türkiye operasyonları üzerindeki sis perdesi daha doğrusu perdeleme kaldırılamıyordu. Türkiye'yi her alanda köşeye sıkıştırmaya çalışan bu ülkenin, sivil toplum kuruluşları üzerindeki kontrol edici pozisyonu nedense tartışmaya bile açılamamıştı. Sivil Türk vatandaşları yanarken, cenazeleri Anadolu'ya taşınırken bile, bu
cinayetlerden sorumlu Alman derin devletinin, "Alman Ergenekonu"nun sorgulanamadığı gerçeği ortada dururken, PKK'ya para transferinin önüne geçmek pek tabiki mümkün olamıyordu. (69)
Beşi çocuk dokuz kişinin yandığı o dehşet saldırıyı hatırlayan var mı bugün? Camdan atılan sekiz aylık bebeğin görüntüsünü, karnındaki beş aylık bebeğiyle can veren anneyi. Ludwigshafen'dan Gaziantep'e uzanan trajedi ne çabuk unutuldu? Ya da nasıl oldu da bu kadar kolay unutturabildiler? Hem Almanya'da hem de Türkiye'de olayın üstünü nasıl örtebildiler? O
korkunç saldırıdan sonra, haftalarca devam eden, onlarca saldırıyı da, yangını da unutturdular. Almanya'nın hemen her bölgesinden Viyana'ya kadar, Türklerin oturduğu binalara yönelik son derece sistematik saldırılarla ilgili şu ana kadar hiçbir gelişme olmadı. Saldırganlar bulunamadı. Olayın aslı çözülemedi. Hiç kimse tutuklanmadı, yargılanmadı, mahkum olmadı. Onlarca saldırı olur ve bunların hiç biri çözülemezse, çözülmezse ne düşünmek gerekir? Aynı saldırılar Türkiye'de olsaydı, “yabancı”lara karşı olsaydı bütün Avrupa birleşip Türkiye'ye hangi türden yaptırımlar uygulardı tahmin etmek dahi güç.
Dosya tamamen kapatıldı, soruşturma durduruldu. Soruşturmayı yürüten Frankenthal Savcılığı, yangının nedeninin çözülemediğini, bu halde soruşturmanın yürütülmesine gerek kalmadığını açıkladı. “Kundaklama” olmadığını ise ısrarla vurguladı. Savcıya göre ev hataen yakılmış olabilirdi! Oysa görgü tanıkları binayı yakan kişiyi görmüştü. Daha sonra ifadeleri
değiştirildi. Nasıl değiştirildi, neden değiştirildi, bilinmiyor. İyi niyetli düşünelim. Peki hemen ardından hemen her şehirde benzer saldırılar oldu, yangınlar çıktı. Onlar nasıl oldu? Bu Türkler, hep birlikte evlerini yakma kararı mı aldı!
Acaba saldırılar münferit olaylar mıydı? Aşırı sağcı/ırkçı kesime mensup kişi veya küçük grupların kendi tasarrufları mıydı? Yoksa çok daha derinden, sistemin içinden güçlerin yönettiği, yönlendirdiği çeteler miydi? Bir derin devlet operasyonu muydu? Sadece aşırı sağcı demek tanımlama için yetmez. Aynı dönemde aşırı sağ gösteriler, taşkınlıklar olmuyordu. Ama kundaklamaların son derece sistematik ve belli bir amaca yönelik olduğu belliydi.
Öyleyse ortada gerçekten başka bir hesap vardı. Bu hesap görüldü ya da politika değiştirildi.
Bu yüzden bu süreci “Alman Ergenekonu” olarak niteledim. Öyle inanıyorum. Sadece sonuçlardan hareket edilse dahi, sadece saldırıların şekline bakılsa dahi bu sonuç çıkıyor ortaya. Soruşturma dosyası kapatılarak, saldırılar çözümsüz bırakılarak Almanya kendisini bir
şekilde sıkıntıdan kurtarmış oldu.
Şimdi İbrahim Karagül’ün Yeni Şafak gazetesinde yazdığı çok önemli iki yazıdan alıntılar yaparak bu olaylara bir kez de onun gözünden bakalım.. İbrahim Karagül, Deniz Feneri davasının neden o dönem için bir yıl sonra başladığını sorgularken aynı zamanda Almanya’da o dönemde yaşanan meşum vakayı da hatırlatıyordu.
Hani o Türklerin evlerinin yakıldığı,bebeklerin camlardan atıldığı ve sonunda tabutların Almanya’dan Gaziantep’e taşındığı o soru işaretleriyle dolu kötü hadiseyi… 9 Eylül 2008 tarihinde Yeni Şafak’ta yayınlanan İbrahim Karagül’ün başka bir yazısının bir bölümünü okuyalım tekrar:
“… Davanın (Deniz Feneri e.v H.Ö) bu denli gürültü koparmasının sebebi sadece; Türkiye’de iç siyaseti etkilemesi, içeride birilerinin bunu birilerine karşı kullanılması değildi elbet. Davanın kendisi, böyle kurgulandı. Yolsuzluk davası olarak değil, Türk iç siyasetini etkilemeye, belli bir siyasal çevreyi yıpratmaya dönük olarak kurgulandı. Tartışmanın tarafları da sadece Ak Parti ya da Başbakan Tayyip Erdoğan’la Aydın Doğan ya da Doğan Grubu
değil. Almanya gerek davanın hazırlanış biçimi, gerek kamuoyuna sunuş biçimi, gerekse Türkiye’nin iç siyasetini etkileyecek hatta bir hınç kampanyasına dönüştürecek şekilde pazarlanması açısından tartışmanın en önemli tarafı oldu. Hatta tartışmayı yönlendiren taraf durumunda. Türkiye’de kendine yakın olanlar üzerinden Türk siyasetine bir derin “Alman müdahalesi” izliyoruz. İşte burada bizim de söyleyeceklerimiz var.
Alman yargısı ile Alman dış politikası arasındaki bağ oldukça kaba bir şekilde kendini hissettiriyordu. Sadece bu olayda, Deniz Feneri davası üzerinden AK Parti iktidarını hırpalama girişiminde değil, çok acı bir olayda daha gördük bunu biz.
Almanya’daki yangınları hatırlayın. Hani Ludwigshafen’dan Gaziantep’e uzanan acıyı, beşi çocuk dokuz kişinin nasıl yakıldığını, pencereden atılan bebeği hatırlayalım. Ardından Almanya’nın her köşesinde, her kentinde, her kasabasında Türklerin oturduğu evlere yönelik kundaklama faaliyetlerini hatırlayın. Hatta bu saldırıların Viyana’ya kadar yayıldığını.. Yangınlar son derece sistematikti. Belli bir haritaya göre saldırılar gerçekleşiyordu. Bildiğimiz neonazi saldırılarına hiç benzemiyordu. Ne tuhaf, saldırganlar,
Türkiye’de bile hemen her sokakta olan, kameralar tarafından bile görüntülenmiyordu.
Dokuz kişinin can verdiği Ludwigshafen olayıyla ilgili elli uzman aylarca çalıştı. Görgü tanıkları nedense ifadelerini değiştirdi. Hiç kimse yakalanma dı, gözaltına alınmadı, tutuklanmadı, yargılanmadı. Sadece bu olayda değil, hemen sonrasında başlayan kundaklama olayları ile ilgili de (belki sayısı yüzü geçmiştir) hiç kimse yakalanmadı, sorgulanmadı, yargılanmadı. Diyelim yüz tane ev yakıldı. Alman polisi kimseyi bulamadı. Alman savcılığı hiç kimseyi mahkemeye sevk etmedi. Böyle adalet teşkilatı, böyle polis teşkilatı, böyle istihbarat teşkilatı mı olur? Oysa böyle olmadığını, Almanya’nın bu kurumlarının ne olduğunu biliyoruz. Aynı adliye sistemi bakın Deniz Feneri Davası’nda ne kadar becerikli.
Neden? Çünkü bu davanın başka hedefleri de var. Alman Federal savcılığı doğru dürüst hiçbir açıklama yapmadan dosyaları kapattı. Hem de büyük bir pişkinlikle. İşin daha da tuhafı, kimse; “yahu neler oluyor” diye sormadı.
Ben Almanya’nın bu tuhaf tutumunu sorgulayan yazılar yazdım. Olayı “Alman Ergenekonu” olarak niteledim. Yangınların; Türkiye’deki Ergenekon davasından bir hafta sonra başlamasına dikkat çektim. Şimdi “Alman Ergenekonu” kavramını yeniden düşünüyorum. Türkiye’deki Ergenekon operasyonu sonrasında Almanya’daki sistematik derin devlet operasyonları nı yeniden düşünelim. Türkiye’deki Ergenekon operasyonunun taraflarınıda bir kez daha hatırlayalım. Her hangi bir yolsuzluk davası üzerinden, Ergenekon tasfiyesinin de içinde bulunduğu, nasıl bir siyasi kampanya yürütüldüğünü, bu kampanyanın Türkiye’deki iktidar aygıtlarını ne yöntem sarsma hedefinde olduğuna özellikle dikkat edelim. Ama özellikle taraflara, hangi operasyonun hangi ülkeleri rahatsız ettiğine bakalım derim ben.…” (71)
Bu yazının öncesinde İbrahim Karagül Alman Ergenekonu ile Türkiye’deki Ergenekon yapılanmasını konu alan başka yazılar da yazdı ve birçok soruyu köşesine taşıdı. İbrahim bu yaptığı ile bazı çevreler tarafından eleştirildi. Ancak o iddialarında ve rahatsızlık veren yazılarında ısrar etti. Israr ettiği konuların çoğunda zaman Karagül’ü haklı çıkardı. Gerçektende Almanya'ya ne oluyordu? Avrupa kimleri yakacaktı? Ekonomik krizle sarsılan Avrupa, inanılmaz bir şekilde korumacı, dışlayıcı, hoşgörüsüz, agresif bir hal alıyor ve hızla aşırı sağa kayıyordu. Son altmış yılda biriktirdiği değerlerden uzaklaşıyor ve İkinci Dünya Savaşı dönemindeki tehlikeli ruh haline dönüyordu. Yıllardır birlikte yaşadığı insanları tehdit görüyor, onlarla aralarına kalın duvarlar örüyor, sahiplendiği, övündüğü, model olarak dünyaya sunduğu her şeyi elinin tersiyle itiyordu. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyeliğinin ötesinde bir sorundu bu. Tam üyelik artık her iki tarafta da sorgulanıyor ve "özel ortaklık" denemesi etkisi kaybediyordu. Türkiye kendini merkeze alan uzun bir yürüyüşe çıkarken Avrupa, bırakın kültürel sınırlarının ötesine taşmayı, kendi içindeki "farklılıklar"ı bile yok etmeye dönük politikalara yöneliyordu.
ABD ve İngiltere'den periyodik olarak yükselen "yeni terör tehdidi"ne yönelik uyarıları ciddiye almayan, İçişleri Bakanı'nın açıklamasıyla kendileri için böyle bir durumun söz konusu olmadığını duyuran Almanya, son günlerde ısrarlı biçimde terör tehdidi konusunu işliyordu.
Sanki bir şeyler için böyle bir tehdit algılamasından medet umuluyordu. Alman Federal Meclis binasına biri Türk altı kişinin saldırı düzenleyeceği iddiaları bizzat Başbakan Angela Merkel tarafından teyit edildi. "Tehdit maalesef gerçek" açıklamasından sonra ülkedeki Müslümanlar ve Türkler adeta göz hapsine alındı. Bazı siyasiler, Müslümanların muhbir olması
gerektiğini bile söyler oldu. Ardından camilere yönelik tehditler başladı. Alman siyasilerin ve karar alıcıların böyle bir tehdit algılamasına yönelik tutumları, sokakları belli bir "düşman"a karşı harekete geçiriyordu. Almanya için Türkler ve Müslümanlar tehdit sıralamasında listenin en üst sıralarına yükseliyor. Yabancıların Almanya'yı terk etmesine, bu sorunun temelden çözülmesine yönelik bir psikolojik operasyon hali söz konusuydu.
Asıl sorun veya soru şuydu: Almanya 'Ergenekon'u ne zaman çökertilecekti? Zamanla Almanya'nın Ludwigshafen kentinde 2 Şubat'ta meydana gelen yangınla ilgili ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. Beşi çocuk dokuz kişinin can verdiği trajik olayla ilgili elli uzman dört hafta çalıştı. Ama ulaşabildikleri tek bir sonuç yangının bir kundaklama olduğuydu. Yangın, bodrumdaki merdivenlerin ikinci basamağında çıkmıştı. orada her hangi bir elektrik tesisatı olmadığından yangının dışarıdan bir müdahale sonucu çıktığı kesindi. Verilen bilginin hepsi bu kadardı. Şüpheli ya da şüphelilerle ilgili araştırma sonuçlarına ilişkin merak edilen diğer konularla ilgili hiçbir şey söylenmiyordu. Oysa yangından hemen sonra, olaya şahit olan iki kız
çocuğunun birbirini teyid eden açıklamaları yetkililerin söyleyemediğini gayet açıklıkla anlatıyordu: "Dışarıda bir adam vardı. Genç gibiydi. Saçı siyahtı. Değnek, kağıt ve çakmak vardı. Kuzenim kapıyı kapamaya çalışıyordu. Adam ayağını soktu. Kağıdı yakıp bebek arabasının yanına attı. Biz de korktuk yukarı gittik. Bedriye dedesine 'aşağı yanıyor' dedi. Dedesi yangını söndürmeye çalıştı başaramadı. Sonra itfaiyeciler geldi..."
İki ülkeyi de derinden yaralayan bir cinayetti bu. 1993'te beş kişinin hayatını kaybettiği Solingen saldırısından çok daha vahimdi. Türk ve Alman kamuoyu acıyı birlikte paylaştı. Ancak, camdan atılan sekiz aylık bebeğin görüntüsü, Türkiye toplumunun hafızasından kolay kolay silinmemişti. Karnındaki beş aylık bebeğiyle yanan annenin, 2 ve 3 yaşlarındaki çocukların ve diğer kurbanların Gaziantep'e taşıdığı acı da hiç bir zaman unutulmadı.
Fakat henüz her şey bitmemişti. Türk ve Alman toplumu çok geçmeden aynı şeylerle tekrar yüzleşmek zorunda kaldı. Ludwigshafen'daki saldırının ardından Almanya'nın başka bölgelerinde de Türkler'in oturduğu binalarda yangınlar çıkmaya başladı. Yangınların çıkış tarzı, çıktığı bölgeler, yangınların mağdurlarının kimliği, hepsinin kundaklama olduğunu gösteriyordu. Olaylar çok geçmeden Avusturya'ya bile sıçradı.
Kundaklamalar ardı ardına geliyor fakat resmi soruşturma ve kamuoyunu bilgilendirme aynı hızla ilerlemiyordu. Sanki olayların belli bir hedef gerçekleşene kadar sürmesi gerekiyor gibi bir izlenim dahi oluşmaya başlamıştı kamuoyunda. Halbuki hem Türk hem de Alman kamuoyunda hemen herkes saldırıların faillerini bulmak bir yana, cinayet şebekesini besleyen bataklığın kurutulması için köklü adımların atılmasını isiyordu.
Acaba saldırılar münferit olaylar mıydı? Aşırı sağcı/ırkçı kesime mensup kişi veya küçük grupların kendi tasarrufları mıydı? Yoksa çok daha derinden, sistemin içinden güçlerin yönettiği, yönlendirdiği çeteler miydi? Sadece aşırı sağcı demek tanımlama için yetiyor mu? Yetmediği kesindi. Bu soruları sormak, cevaplarını aramak öncelikle Alman yönetiminin göreviydi. Burada Malatya'daki saldırıyı hatırlamak tam sırası olabilir. Zirve Kitabevi'ne yönelik saldırıyı. Bir Alman misyonerin boğazlanmasını. Bu vahşi cinayet Avrupa'da nasıl algılandı? Tahammülsüzlük, höşgörüsüzlük, barbarlık, Türkiye'de ulusalcı çeteleşme olarak algılandı.
Ludvigshafen'daki saldırı Malatya'daki cinayetten daha mı az barbarcaydı? Aynı değerlendirmelerin Almanya'daki saldırılar için de yapılması gerekiyor du. Almanya'nın da bunları sorgulaması gerekiyordu. Sadece aşırı sağcılar demek yetmiyor, örgütsel bağlantılarının çökertilmesi, sistem içindeki uzantılarının deşifre edilmesi gerekiyordu. Türkiye'deki Ergenekon operasyonunun benzerinin orada da yapılması gerekiyordu.
DENİZ FENERİNİ ALMAN MİSYONERLİĞİ Mİ SÖNDÜRDÜ?
Şimdi tekrar Deniz Feneri olayına dönelim ve bu konunun arka planına göz atalım.
Almanya gibi büyük bir devleti neticede bir yardım kuruluşu yolsuzluğu olan Deniz Feneri olayıyla ilgilenmeye iten ne olabilirdi? Cevap aslında basit: Misyonerlik. Misyonerlik faaliyetlerinde en radikal adımları atan, en geniş coğrafyada çalışmalar yapan ve bunu bizzat devlet politikasına dönüştüren ülkelerden biri Deniz Feneri iddialarının odağında bulunan Almanya’dır. Bu bakımdan Avrupa'daki Türk isçiler de misyonerliğin ilgi alanlarından biri olmuştur hep. Onlara yönelik çalışmalar, bilhassa OM (Operation Mobilization), WEC (WEC International), “Friends of Turkey” ve
“Orientdienst” isimli kuruluşlarca yürütülmüş ve yürütülmektedir. Bu çaba aslında çok gerilere uzanmaktadır. Almanya Musnter´de bulunan İlahiyat Fakültesi, 1910 yılında devletten misyonerlik ile ilgili bir bölüm kurulmasını isterken, “Misyonerlik ile Yüksek Okullarımızda hem teolojik, hem de ilmî olarak uğraşmak, Alman devletinin çağımızda sürdürdüğü kolonileştirme gayret ve çabalarını başarılı kılmak için bir zaruret halini almıştır” gerekçesini öne sürer. Öte yandan, son yıllarda Türkiye ve Türk dünyasına yönelik misyonerlik faaliyetlerini Almanya merkezli olarak inceleyen araştırmacılar, bu ülkedeki gerek Katolik, gerekse Protestan misyonerlik
kuruluşlarının, bağışlar, kilise gelirlerinden kesintiler ve gayrı menkullerinin kiraları gibi gelirlerinin yanı sıra, Almanya hükümetinin gizli ödeneklerinden de finanse edildiklerini belgeleri ile ortaya koymuştur. İşlerde zaten bu noktadan itibaren karmaşıklaşmaya başlamıştır, çünkü hıristiyanlığı yayma faaliyeti olan misyonerliğin karşısına başka bir hareket çıkmaya başlamıştır.
Deniz Feneri ve Deniz Feneri eV. “Yüzyılın İyilik Hareketi” sloganıyla misyonerlik amacı taşımadan, bu Alman misyonerlik kuruluşlarının çalışma sahalarının tamamında, yoksullar, afetzedeler, kriz mağdurları ve iç kargaşalarla yaşamını sürdürme zorluğu çeken milletlere hayırseverlerin bağışlarını ulaştırdıkça, bu hareket misyonerlerin hedefine oturur. Türkiye merkezli Deniz Feneri, Almanya adresli Deniz Feneri eV., cemaat odaklı Kimse Yok Mu gibi; kimi cemaat, kimi ise bağımsız girişim hareketi olan yardım kuruluşları, kimi zaman Uganda’da, kimi zaman Somali’de, kimi zaman Avustralya’da, kimi zaman Çin’de, kimi zaman Japonya’da, Tacikis-
tan’da, Kırım’da, Azerbaycan’da, Yunanistan’da kısaca dünya coğrafyasının her noktasında yardıma muhtaç insanlara el uzattıkça, başta Almanya olmak üzere Hıristiyan misyonerlerin hedefine oturdu.
TÜRK MEDYASININ TAVRI
Ülke TV’deki Sıradışı’nda ise, CHP ile Almanya’nın Türkiye’deki vakıfları arasındaki ilişkiler ve CHP’ye bu vakıflardan yapılan yardımın belgesi ortaya kondu. Turgay Güler’in konuğu Talip Doğan Karlıbel, CHP ile Alman Vakıfları arasındaki bağlantıları ortaya koydu. CHP MYK üyesi Ali Kılıç’ın Alman vakıflardan aldığı yardımın belgesi programda gösterildi. Bu yayınlar sonrasında, Yargıtay Başsavcılığı CHP ile Alman Vakıfları arasındaki ilişkiye
yönelik soruşturma açtı. Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleride geçmişte yabancı vakıflarına karşı yayınlar yaptı. Şimdi ise Kanal 7 ve Vakit gazetesi yabancı vakıflara yönelik yayın yapabiliyordu. Bunun nedeni menfaat ilişkileridir. Aydın Doğan medyası tamamen olayları örtpas peşindeydi. Alman vakıflarının Türkiye’deki faaliyetleri sonrasında ya birçok insan
öldürülmüş, ya pasivize edilmiştir. Bazı gruplar bazı sivil toplum kuruluşları kullanılarak ciddibir etki ajanlığı yapılmıştır. Bu şahısların Türkiye’de yarıgılanmalarını sağlayacak deliller toplandığı halde bu kişiler tahliye edilmiştir. Bu vakıflar Atatürk aleyhtarı faaliyetler yapmasına karşın CHP bu vakıflarla işbirliği içinde olmuş, hatta CHP’li Şahin Mengü bu vakıfların avukatlığını yapmıştır. 2002 yılından sonra bu vakıflar örtülü bir şekilde ödemeler yapmaya başlamıştır. Bu konu 2009’da medyada gündeme getirilmişti. Ali Kılıç aynı zamanda bir Alman vakıfının üyesidir. Alman Vakfı’nın da Ali Kılıç’a yaptığı yardıma dair banka dekontu da mevcuttur. Bu belge savcılarımızın emrindedir. İşin ilginci CHP tüm bu ilişkileri yayınlıyordu. Ancak arşivler bu ilişki bağının çok ciddi olduğunu ortaya koymaktadır. Alman düşmanlığı yapmak niyetinde değiliz. Ancak Türkiye’nin önde gelen bir parti veya kurum Almanya’dan demokrasi dersi alacak değildir. Biz soykırım yapmamış bir milletiz. Soykırım yaptığı belgeli bir ülkeden de ders alacak durumda değiliz. Almanya en büyük altın ihracatçısı, Türkiye’nin de altın üretimini önlemek için de elinden geleni
yapıyor.
Almanya’da altın üretimi olmamasına rağmen başka ülkelerden aldığı altını işleyerek en büyük altın tüketicisi konumundaki Türkiye’ye sattığı için bu ticaretin bozulmasını istemiyor. (78)
BU BÖLÜM DİPNOTLARI;
36. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Almanya -Türkiye Savaşları -1. 21.06.2011..
37. Türkiye’de Alman Vakıfları, 03.11.2011. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Almanya -Türkiye Savaşları 2. 23.06.2011.
38. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Hasta Adam, 30.09.2011.
39. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. . Bir kaç milyon Avrupalı,10.08.2011.
http://www.corummanset.com/kose_yazisi.asp?id=4810
40. Zihni Çakır. Kod Adı Darbe. Türkeş ile Rockfeller arasındaki ilişki. 09 Ocak 2010.
http://www.porttakal.com/haberler/politika/turkes-ile-rockfeller-arasindaki-iliski-603478.html
41. Jürgen Elsasser. Star Gazetesi. Almanya ve Türkiye’de 'uyuyan gladyo hücreleri var. 4 Kasım 2011.
42. Abdullah Harun. Vakit. Naziler, Alman Ergenekonu’nun kılıfı. 4 Kasım 2011.
43. İbrahim Karagül. Yenişafak. Alman Ergenekon’u. 15 Kasım 2011.
44. Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, (Çeviren: Cemal Köprülü), TTK Basımevi, 1991; Giacomo Carretto, “1930’larda Kemalizm-Faşizm-Komünizm Üzerine Polemikler I ve II”, Tarih ve Toplum, Sayı:17, s. 56-60; S. 18, s. 62-72; Hakkı Uyar; “1930’lar Türkiye’sinde Kemalizm Algılamaları” http://kisi.deu.edu.tr/hakki.uyar/21.pdf; Şeref Aykut, Kamâlizm, Muallim Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1936 (2. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul 2008): Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, 2005.
45. Bilgin Türk. Alman Derin Devleti BND, Ergenekon ve Bir Taşla Birçok Kuş... 9 Şubat 2009. Politika Dergisi Sayı 12.
46. Ahmet Usta. Mardin Life. Dr. Hablemitoğlu Cinayeti ve Alman Vakıfları, 05 Ekim 2011. http://www.mardinlife.com/Dr-Hablemitoglu-Cinayeti-ve-Alman-Vakiflari-yaziyaz-493)
47. Necip Hablemitoğlu. 2003. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
48. Hüseyin Özbek , Ufuk Ötesi Dergisi. Necip Hablemitoğlu ve Alman Vakıfları.
49. Uğur Ziyal. Türkiye Dış İşleriBakanlığı. Resmi mektup, 25 Aralık 2002 tarihli yazı, Almanya Büyükelçiği Müsteşarı Dr Gerhard Nourney'e gönderilmiştir.
50. Bianet. Ankara Özgür Radyo, Alman Vakıfları DGMde, 25.04.2002. http://bianet.org/bianet/bianet/9486-alman-vakiflari-dgmde
51. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, 4 Mart 2003. No:33 - 4 Mart 2003, Alman Vakıfları Aleyhine Açılan Davanın Son Duruşması Hakkında Açıklama
http://www.mfa.gov.tr/no_33---4-mart-2003_-alman-vakiflari-aleyhine-acilan-davanin-son-durusmasi-hakkinda-aciklama.tr.mfa
52. Yeni Akit. 22 Aralık 2008. Talip Doğan Karlıbel: Alman faşistlerle Türk Ergenekonla birlikte çalışıyor
53. Necip Hablemitoğlu. 2003. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları
54. Mehmet Eymür. Akdeniz Haberler. Suikastte Askeri İhale İzi... 2003. http://www.akdenizhaberler.com/Haberler-Suikastte-Askeri-Ihale-Izi-67682.html
55. H.Hüseyin Kemal. Yeni Asya. Ergenekon’un finans kaynakları ‘uluslar arası komisyonlar’ mı? 25.07.2011.
56. Zaman. Bilinmeyen Aziz Yıldırım. Askeri İhaleler Ondan Soruluyor. 01 Eylül 2011.
57. Necip Hablemitoğlu. Türkiye’deki Alman Vakıfları Raporu. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2003.
58. Talip Doğan Karlıbel. Alman Gizli Servislerinin Türkiye Operasyonları. 2007.
59. Swetlana W.Pogorelskaja, Çeviren: İrem Güney. Alman Dış Politikasının Aktörleri ve Araçları Olarak Partilere Yakın Vakıflar. 1999.
60. Tamer Bacınoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.
61. Hulki Cevizoğlu. Ceviz Kabuğu. Alman Vakıflarının Yasal Statüsü Yok. 2000.
62. İlkhaber. “Konrad bilmecesi çözüldü” 08.10.2001.
63. Akşam. “Vakıflara jet beraat kararı” 05 Mart 2003.
64. Zafer Güler. Alman Derin Devleti, Truva , s. 79
65. Gabriel Kolko.The Age Of War Lynne Reinner Publishers s. 81
66. S. Yılmaz . 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat. Alfa Yayınları, s. 539
67. 20 minutes.“En-Europe-des-legislation-differentes” 31.01.2007.
68. İbrahim Çevik. “Kürt Sorunu” mu Yoksa Örtülü Operasyon mu? Diplomasi ve İstihbarat Eliyle Kürt Toplum Mühendisliği. TURKSAM’da Etnik Çatışmalar Masası.
69. Deutsche Welle Türkçe, Sibel Yeşilmen / Jülide Danışman, 4 Ekim 2011 Alman Vakıflarından Erdoğan’ın İddialarına Yanıt. http://www.borsarti.com/alman-vakiflarindan-erdoganin-iddialarina-yanit.html#ixzz1aJBtVxmZ
70. Recep Tayyip Erdoğan: 'Alman vakıflar konusunda Kılıçdaroğlu'na yardım ederim' 3.Ekim 2011.
71. Utku Çakırözer, Cumhuriyet, 6 Ekim 2011. Alman Vakıfları Konusunda Başbakanı fena aldatmışlar
72. Cumali Uyan. Librenews. Türkiye ile Almanya arasında bir karşılaştırma, 21.06.2009.http://www.librenews.eu/?style=other§ion=writers&wid=6&aid=1636)
73. Cumali Uyan, Librenews. Neden Almanya’da Askeri Darbe olmuyor? 29.07.2010. http://www.librenews.eu/?style=other§ion=writers&wid=6&aid=2248
74. Cumali Uyan, Librenews. Alman Vakıfları hakkında Başbakan büyük bir pot kırdı, 05.10.2011, http://www.librenews.eu/?style=other§ion=writers&wid=6&aid=2710 )
75. Yeni Akit. Erdoğan'ın Bahsettiği Alman Vakıf. 03 Ekim 2011.
76. Fehmi Koru. Habertürk Tv. Haber 7. Fehmi Koru'dan Deniz Feneri dersi.14 Ekim 2011. http://www.haber7.com/haber/20111014/Fehmi-Korudan-Deniz-Feneri-dersi.php
77. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. 'Alman Ergenekonu' ve PKK'ya para transferi... 4.10.2011
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=29227&y=IbrahimKaragul
78. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Alman Ergenekonu: Bu nasıl bir oyun! 25 Temmuz 2008.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder