ENERJİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ENERJİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mayıs 2020 Cumartesi

COVİD-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL SORUNLAR VE ORTADOĞU MESELELERİ

COVİD-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL SORUNLAR VE ORTADOĞU MESELELERİ




COVID-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL POLİTİKA VE ORTADOĞU’NUN GÜNDEMİ

Mehmet BABACAN*
* Bursa Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora  Öğrencisi ve YÖK 100/2000 Proje Asistanı.
2 Nisan 2020

Yeni Nesil Küresel Salgın: Covid-19

   Dostoyevski, 1872 yılında yayımlamış olduğu “Ecinniler”  adlı romanında Stavrogin ve Kirilov adındaki karakterleri eserin bir yerinde şu şekilde konuşturur:

Stavrogin:-Kıyamet günü melek, bundan böyle zamanın olmayacağını ilan edecekmiş.

Kirilov:-Biliyorum. Bütün insanlar mutluluğa kavuştuklarında, zaman da ortadan kalkacak çünkü artık zaman gerekmeyecek. Çok doğru bir düşünce…
Stavrogin:-Peki, ama zamanı nereye saklayacaklar?

Kirilov:- Hiçbir yere. Zaman bir eşya mı? Hayır. Yalnızca bir düşünce…Zihinlerden silinip gidecek.

Sanırım zaman ve mekân kavramının giderek bulanıklaştığı, hatta tam da şu an neredeyse zamanın durduğu bununla eşanlı olarak hayatın da durduğu tuhaf bir periyottan geçiyoruz; ülke ve tüm insanlık olarak. 

Gözle görülmesi imkânsız bir tek hücreli canlının hayatlarımızı esir aldığı ve dondurduğu bu dönemde en azından uluslararası siyaset açısından küreselleşme, ulus-devlet, bölgeselleşme, güvenlik ve güvenlik tehditleri gibi temel bazı kavramların derinden sorgulanmasını gerektirir biçimde bir özeleştiri yapmak durumunda da kalıyoruz. II. Dünya Savaşı’nın bitiminde ABD’nin Japonya’da kullandığı atom bombaları, ya da  imzalanan birtakım anlaşmalar (AKKA, AKKUM, SALT ve START Anlaşmaları serisi vb. gibi) bağlamında 1990’lardan itibaren sınırlandırılmaya başlanan ve tüm dünyaya artık bir nebze de olsa küresel tehdit olmaktan çıkarıldığı mesajları verilen diğer nükleer, konvansiyonel silahlar ya da füze sistemleri değil küresel güvenliği tehdit eden. Klasik güvenlik anlayışının devlet merkezli bakış açısının ve realist güvenlik anlayışının o çok bildik  high politics-low politics  ayrımının aksine ve  fiziksel tehdit olarak ilk akla gelen, bütçesi milyon dolarlarla ifade edilen nükleer, konvansiyonel silahlar, devasa savaş gemileri, savaş uçakları ya da füze sistemleri bir yana, adına “Covid-19 (Coronavirus/Koronavirüs)” denen gözle görülmeyen bir tek hücreli canlı bütün ulus-devletlerin ve uluslararası toplumun can güvenliğine savaş açarak ancak aynı zamanda çok hızlı ve sinsice yayılarak hepimizi sosyal hayattan izole olmaya ve evlerimize kapanmaya zorladı. Bunun neticesinde yukarıda da belirttiğimiz gibi deyim yerindeyse “hayat ve zaman durdu.” 

Yazının başında yer verilen roman kahramanlarından biri tüm insanlar mutluluğa kavuştuklarında zamanın ortadan kalkacağını iddia etse de günümüz koşullarına bakarak, insanlığın karşı karşıya kaldığı ciddi tehlikler yüzünden bireylerin ferdi ve sosyal yaşamlarına giderek tedirginliğin ve endişenin sirayet ettiğini görmekteyiz. Aşı çalışmaları henüz istenilen seviyeye gelmemişken bu yazı kaleme alınırken tüm dünyada yaklaşık 719.167 koronavirüs vakasının ve 33.900 virüs kaynaklı ölümün gerçekleştiğini öğrenmekteyiz.  

Bütün dünyanın gündeminde birinci sırada yer alan ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından “pandemi (küresel salgın)” ilan edilen Covid-19 haricinde daha düne kadar konuştuğumuz uluslararası politikaya dair meselelerin bir anda nasıl unutulduğuna ve uluslararası toplumun gündeminden çıktığına/çıkarıldığına da hayretle şahit olmaktayız.

Gündemden Düşen Küresel Politika ve Sorunlar/Meseleler

Çok değil bundan birkaç ay öncesine kadar ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarını Ukrayna’daki durumu ve Rusya’nın’ saldırganlığını dahası hemen yanı başımızdaki Suriye İç Savaşını, Esed rejiminin saldırıları sonucu verdiğimiz şehitlerimizi ve Türkiye’nin İdlib’e düzenlediği Bahar Kalkanı harekâtı sonrası Rusya ile imzaladığı “Moskova Mutabakatı”nın maddelerini konuşurken küresel salgınla birlikte sağlıkla ilgili konular haftalardır diğer bir çok küresel siyasal ve ekonomik meseleyi de gündem dışına itti.  Aslında dünya politikasının yaşadığı dönüşüm çerçevesinde görülen ilk pandemi değil Koronavirüs ve büyük ihtimalle son da olmayacak. 1. Dünya Savaşının hemen ardından görülen İspanyol giribini, Kara vebayı ve o kadar uzaklara gitmeye gerek kalmadan henüz 11 yıl önce 2009’da ortaya çıkan H1N1 (Domuz gribi) virüsünü bundan önceki küresel salgınlara örnek olarak verebiliriz. Özellikle 2009’daki Domuz gribi salgınında 6 hafta içinde 30 ülkeye ve takip eden aylarda 190’dan fazla ülkeye yayılan virüs dünya genelinde 12.799 kişinin hayatını kaybetmesine yol açmıştı. Dolayısıyla Fareed Zakaria’nın  “Amerikan sonrası dünya (post-American World)” teziyle de örtüşür bir biçimde özellikle 2007 ve sonrasında ABD (mortgage) ve AB’yi (borç krizi) etkisi altına alan finans krizinin üstüne bir de küresel çevre sorunları (küresel ısınma, tsunami, yanardağ patlamaları) ve salgın hastalıkların (SARS, H1N1) eklemlenmesi haklı olarak dünya siyasetinde artık ekonomi, çevre, sağlık sorunlarının giderek daha önemli hale geldiği ve siyasal olarak da Batı-sonrası döneme doğru gidildiği yorumlarının doğmasına yol açmıştır.

Bununla birlikte 2011 yılında Güney Afrikayı da bünyesine katarak yoluna devam eden BRIC-S, G-20 ve ŞİÖ gibi oluşumlar dünya politikasının ağırlık merkezinin Atlantikten diğer bölgelere doğru kaydığını adeta doğrularken özellikle Obama döneminde takip edilen tek taraflı ve uluslararası örgütleri ön plana çıkaran “ilerleci pragmatist” dış politika ABD’nin hegemon güç rolünü oynamadaki isteksizliğine kanıt olarak gösterilmiş ve Bush dönemindeki Irak ve Afganistan işgalleriyle de meşru hegemon güç rolünün zaten aşındığına dair yorumların doğmasını sağlamıştır. Hâl böyleyken bir anda dünya gündemini değiştiren, Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyalarında görülen halk ayaklanmalarının yaygın ve genel bir bölgesel devrim hareketleri zinciri haline gelmesiyle ortaya çıkan “Arap Baharı” (bazı kaynaklar Arap uyanışı/Arab awakening, Arap devrimleri/Arab revolutions adlandırmalarını da tercih etmektedir), küresel ve bölgesel güçlerin dahil olduğu yeni güç denklemlerini ortaya çıkararak özellikle Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkeler üzerinden yürütülen vekâlet savaşlarıyla da karşılıklı restleşmeleri artırmıştır. 
Peki sadece Arap baharı ve onun en son ve en zor halkası olan Suriye İç Savaşı mıydı pandemiden önce konuştuğumuz küresel sorunlar? Elbette değildi. Amerika ve İran arasında Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesiyle başlayan ve her an savaşa dönüşme ihtimalinden bahsedilen gerginlik, bu kapsamda bombalanan Irak’taki Taci, Ayn el-Esad ve Erbil Amerikan üsleri, İsrail’in ABD desteğiyle “yüzyılın anlaşması” olarak nitelediği ve tüm dünyaya iyi niyetli (-imiş gibi) lanse ettiği sözde “barış planı”, İngiltere’nin Brexit kararı sonrası AB’nin durumu ve sorgulanan geleceği, Ukrayna’daki son durum, Çin ile olan ticaret savaşları bağlamında ABD’nin imzaladığı son anlaşma, yine İran’da düşen ve 176 kişinin ölümüyle sonuçlana uçak faciası, ABD’de gittikçe yaklaşan  başkanlık seçimleri ve adayların seçim propagandaları…Görüldüğü gibi liste uzayıp gitmekte. 

Tabii Covid-19 pandemisiyle birlikte küreselleşme tartışmalarının yeniden alev aldığını hatta David Harvey’in (1989)  zaman-mekân sıkışması kavramsallaştırmasının bir yansıması olarak sunulan ve aktörlerarası ilişkilerin yoğunluk derecesinin ve birbirlerini etkileme kapasitesinin had safhaya ulaştığı nokta olarak tasvir edilen küreselleşme sürecinin anılan pandemiyle birlikte geriye doğru işlemeye başladığını da söyleyebiliriz. Salgından korunmak adına vatandaşlarını sosyal/toplumsal hayattan izole eden ulus-devletler tüm yurtdışı uçuş trafiğini durudurarak  kendilerini de uluslararası toplumdan ve devletlerarası ticari, ekonomik, diplomatik vb. ilişkilerden tecrit etmeye başlamışlardır.  Küreselleşmenin katalizörü olarak görev yapan iletişim ve ulaşım teknolojileri yavaş yavaş terkedilerek küreselleşmenin dinamikleri yavaşlatılmakta, globalleşmenin en önemli aktörleri olan çok uluslu şirketler, insan ve buna bağlı olarak mal, sermaye ve hizmet hareketliliğinin yavaşlaması ve talebin azalmasıyla birlikte büyük bir ekonomik riskle karşı karşıya kalmaktadırlar. Batı dünyası yukarıda da bahsedilen 2008 finans krizinin şoklarını henüz üzerinden atamamışken talebin ve tüketimin azalması ekonomik büyümeyi yavaşlatacak, ekonomik büyüme olmazsa küresel kapitalist düzenin işleyişi riske girecek ve dolayısıyla küreselleşmeyi de derinden vuracaktır. 
Dünyanın Gözü, Kulağı, Eli-Ayağı ya da Kayanayan Kazanı Ortadoğu 

Aslında yukarıda da değindiğimiz gibi 2011’de başlayan halk hareketlerinin merkezi olan Ortadoğu Arap Baharı dalgasıyla birlikte uluslararası politikada senelerdir gündemde olan bir bölge. Sadece son on yılda mı? Ortadoğu sahip olduğu jeoekonomik, jeopolitik ve jeokültürel önem dolayısıyla küresel ve bölgesel güçlerin yüzyıllardır üzerinden gözünü kulağını ayırmadığı, özellikle sahip olduğu hidrokarbon kaynakları ve bunların nakil hatları, güzergâhları sebebiyle de enerji kaynaklarına ihtiyaç duyan tüm ülkelerin neredeyse eli ayağı olan ancak din, mezhep, etnisite gibi iç dinamiklerin yanında sürekli uluslararası müdahalelere de açık olması hasebiyle global politkanın deyim yerindeyse “kaynayan kazanı” olmuş bir bölgedir. Özellkle 1. Dünya Savaşından sonra Osmanlı Devleti’nin, 2. Dünya Savaşından sonra  da İngiltere’nin bölgeden çekilmesi ya da tasfiye edilmesiyle ABD’nin hegemon güç konumu nedeniyle bölgedeki baskın rolü, Rusya, Çin, İran, AB gibi diğer küresel ve bölgesel aktörlerle birlikte bazen gizliden bazen açıktan sürdürülen bir mücadeleyi sürekli kılmış, bölgeye barış getirmesi amacıyla tasarlanan  birçok plan ya da anlaşma (Sykes Picot, Büyük Ortadoğu Projesi/BOP gibi) düzenden çok düzensizliği yaratmıştır. 

Bütün dünyayı etkisi altına alan koronavirüs pandemisinin Ortadoğu’daki birçok ülkeyi ve insanı tehdit eden varlığı ise İran özelinde daha net anlaşılabilir. Nitekim İran virüsün ortaya çıkışından bu yana Çin dışında İtalya ile birlikte en yüksek ölüm oranlarının görüldüğü bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Pandemi öncesinde ABD ile yaşanan gerginlik kapsamında gündeme gelen İran’da hükümet üyelerinin de salgına yakalanması durumun ciddiyetini ve vehametini ortaya koyarken devlet başkanı Ruhani ve dinî lider Hamaney’in açıklamaları, gerçeklikten uzak olduğu gerekçesiyle ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo tarafından eleştirilmiştir. Pandemiyle ilgili vaka ve ölüm sayılarını hemen her dış politik konuda olduğu gibi Amerikan karşıtlığı üzerine kurgulayarak servis eden İranlı yöneticilerin açıklamaları tedbirlerin geç alındığı ve durumun ciddiye alınmadığı noktasında uluslararası toplum tarafından da tenkit edilmiştir. 
İran dahil bölge genelindeki bütün ülkeleri etkileyen asıl mesele petrol fiyatlarının hızla düşerek son 20 yılın en düşük seviyesine gerilemesi olmuştur. Bu durum başta Rusya ve Suudi Arabistan gibi büyük petrol ihracatçısı aktörleri uzun vadede zorlayacak gibi görünse de petrol gelirlerindeki düşüş esasen ekonomisi büyük ölçüde petrol gelirlerine bağlı olan İran ve Irak’ı etkileyecek gibi görünmektedir.  Petrole olan talebin azaldığı ve fiyatların düştüğü bir ortamda hâlihazırda Amerikan ambargosu nedeniyle zor bir süreçten geçen İran’ı finansal olarak daha da derinleşen bir krizle karşı karşıya bırakırken siyasal istikrarsızlık ve uzun bir süreden beri devam eden gösteriler nedeniyle iç karışıklılar yaşayan Irak’ta da benzer sonuçlar doğuracaktır. Petrol gelirlerinin düşmesi BAE, Umman ve Katar gibi körfez ülkelerini değişik önlemler almaya iterek geleneksel körfez monarşilerinin birbiri adınca ekonomik destek paketi açıklamalarına yol açmıştır. Yemen, Libya ve Suriye’de devam eden iç çatışmalar ve istikrarsız siyasî ortam zaten çok olumsuz bir tablo çizerken bombalamalar sonucu hastaneleri yıkılan ve sağlık sistemi neredeyse tamamen çöken pandeminin gölgesindeki Esed rejiminden ilk vaka ve virüs kaynaklı ölüm açıklaması gelmiştir. Şu an için çok aktörlü, çok katmanlı bir şekilde devam eden iç çatışmaların ve vekâlet savaşlarının hüküm sürdüğü anılan ülkelerde pandemi süreci ve sonrasıyla ilgili bir öngörü kestirmek zor görünüyor. Keza geçtiğimiz günlerde Suriye’deki iç savaş tam 10. yılını doldururken rejimle muhalifler arasındaki çatışmanın nerede duracağını, dahası benzer şekilde Libya’daki General Halife Hafter ile Ulusal Uzlaşı/Mutabakat Hükümeti arasındaki silahlı mücadelenin nasıl ve ne şekilde biteceğini kestirmek mümkün değil. Bütün ülkelerin deyim yerindeyse kendi “can derdine” düştüğü ve ulusal güvenliğinin “kaygısına” kapıldığı bir dönemde uluslararası bir koalisyonu harekete geçirmek, normal zamanda bile mümkün değilken hele şimdi tam anlamıyla “imkânsız” olarak tarif edilebilecek bir durumdur.

Pandemi nedeniyle bir süredir kesilen halk gösterilerinin Lübnan, Ürdün, Sudan, Cezayir, Fas ve Irak gibi bölgelerde yoğunlaşması “İkinci Arap baharı” olarak nitelendirilse de bu hareketlerinin arızî ya da daimî olup olmayacağını zaman gösterecek. Ancak daha ilkinin artçı şokları devam ederken ve Suriye devriminin doğurduğu devlet-dışı aktörler ve göçmen krizi bölgesel jeopolitiği büyük bir istikrarsızlığa uğratmışken ikinci bir dalganın Ortadoğu’da hangi aktörleri ve güç denklemlerini ortaya çıkaracağı ise pandemi sonrası şekillenecek yeni dünya düzeni ve/veya jeopolitiğinde belli olacaktır.
Muhammed Mursi’nin devrilmesinin ve ölümünün ardından otoritesini pekiştiren Sisi’nin Mısır’daki yönetimi ise pandeminin başından beri hiç iç açıcı bir görünüm sergilememektedir ve aldığı dış yardımlarla ayakta durmaya çalışan Sisi yönetimi yüksek işsizlik oranı, koronavirüs nedeniyle azalan turizm gelirleri ve sağlık sektöründeki alt yapı yetersizliği nedeniyle kötü bir sınav vermektedir. Ülkede genel bütçeden sağlık sektörüne ayrılan payın % 1,2 olduğu düşünüldüğünde sağlık sisteminin çökmesi ve yeni bir isyan dalgası ile halk harektenin başlaması ise ne yazık ki mümkün görünmektedir. 
İsrail-Filistin cephesinden ise ilk başta salgına karşı ortak mücadele edildiği ve bu kapsamda Mescid-i Aksa’nın ibadete kapatıldığı haberleri gelse de, Hamas sözcüsü Abdullatif el-Kanu’nun Doğu Kudüs’te dezenfekte çalışmasına katılan 12 Filistinlinin İsrail istihbarat güçlerince göz altına aldığını açıklamasıyla taraflar arasındaki gerginlik yeniden artmış, İsrail’in bu tutumu Hamas kanadından “ırkçı ve barbar” olarak nitelendirilmiştir.  Bölgedeki yaygın istikrarsız ortamın koronavirüsün ortaya çıkaracağı muhtemel toplumsal etkilerle birlikte daha yıkıcı sonuçlar doğurabileceği tahmin edilmekle birlikte uzun vadede Irak’taki siyasi düzenin yeniden sağlanması, petrol gelirlerindeki düşüşün özellikle İran ve Irak üzerindeki etkileri ile İsrail-Filistin arasındaki ABD güdümlü barış planı tasarılarının tutarlılığı, bununla birlikte Rusya öncülüğünde “şimdilik” Türkiye’nin gazabını savuşturan Esed rejiminin geleceği global ve bölgesel politikanın pandemi sonrası kendine gelmesiyle birlikte yeni küresel siyasetin seyrine ve yapısını bağlı olarak netlik kazanacaktır. 


Sonuç


Küresel ve bölgesel politikadan söz ederken uluslarası ilişkilerin temel paradigmalarına referans vermeden konuşmak neredeyse imkânsızdır. Devletlerarası ilişkileri ve küresel ölçekteki politikayı güç mücadelesi şeklinde yorumlayarak devlet-merkezli bir bakış açısını odağına yerleştiren gerçekçi/realist ekolün uluslararası konular/gündemler arasında bir sıralama yaparak askeri ve siyasal konuları öncelikli (high politics), diğer konuları (ekonomi, sağlık, çevre, eğitim vb.) ise ikincil (low politics) görmesi sanırım tüm dünyayı etkisine alan bu pandemi karşısında bildiklerimizi yeniden test etmemiz gerektiğini ifade ediyor. Tek hücreli bir virüsün dünyanın birçok ülkesinde aynı anda binlerce insanın canını alması birçok fizikî ya da kimyasal silahın kapasitesini aşan bir durumdur. Bu durumda sadece teori ya da paradigmaları değil, güvenlik olgusunu ve tehditleri de yeniden sıraya koymak ve üzerine düşünmek gerekiyor.
Global ölçekte insan hareketliliğinin yavaşladığı, küreselleşmeye ket vurulduğu böyle bir dönemde aslında önce bireysel sağlığımızın sonra sevdiklerimizin/ailemizin sağlığının ve en nihayetinde ulusumuzun sağlığının herşeyden daha önemli ve öncelikli olduğunu görerek ekonomik, ticari, toplumsal, kültürel, sanatsal, sportif, eğitsel diğer bütün konu ve durumları şimdilik yok saydık ve geçici olarak dondurduk. İşte uluslararası ilişkiler de aynen bu şekilde geçici olarak dondu şu an. Devletler de tıpkı bireyler gibi içlerine kapanarak kendini izole etti. Evlerimizde kapılarımızı kapattığımız gibi neredeyse bütün ulus-devletler de  sınırlarını kapadı ve adete küresel bir infirat/izolasyonizm ilan edilerek ekonomik, ticari, diplomatik, siyasal, askeri vb. bütün ilişkilerini geçici bir süreliğine askıya aldı. Hatta bu içe-kapanmacı duruma “yeni korumacılık” (new-protectanism) ya da “yeni ulusalcılık” (new-nationalism) diyenler de olmuştur.  Uluslararası politika tanımı yapılmamış bir iletişimsizlik ve adı konmamış bir ilişkisizlik dönemine girerken ülkesel ve ulusal olarak sosyal hayatımız durma noktasına gelmiş, birçok kişi bu süreçte evinden çalışmaya ve  işlerini konutundan yönetmeye başlamıştır. Çok basit bir ifadeyle diyebiliriz ki; “Bireysel ve sosyal hayatlarımız ile idraklerimizdeki zaman mefhumu dondu/durdu”. Temennimiz bireysel, ulusal ve uluslararası çapta bu temassızlık ve iletişimsizlik döneminin bir an evvel bitmesi ve herşeyin normal seyrine dönmesi. 
Bu duruma global politikanın ve uluslararası ilişkilerin de dahil olması aslında onun (uluslararası ilişkiler biliminin/disiplininin) hem sosyal bilimler içerisindeki bir bilim dalı hem de bir olgu/gerçeklik olarak insanın oluşturduğu beşeri ilişkiler ağının en kapsamlısı olduğunun bir göstergesi aslında. Ve bu aşamada pandeminin gölgesinde kalan çoğu yanı başımızdaki küresel ve bölgesel birçok sorun, kriz, çatışma ya da konunun çok çabuk hafızalarımızdan silindiğine de şahit olduk. Bundan sonra dünya siyasetinin alacağı şekil hakkında birçok spekülasyon yapılmakta, komplo teorileri ileri sürülmekte ve 2020 sonrası için birtakım tespit ve öngörüler yayınlanmaktadır. Ancak bununla birlikte global politikaya dair ya da korona-sonrası (post-corona era) yeni dünya düzeni hakkında konuşmak için daha çok erken olduğu kanısı da mevcuttur.  Ulusal ve toplumsal alanda olduğu gibi uluslararası alanda da herşeyin normale dönmesi yakın bölgemizdeki, Ortadoğu’daki, Balkanlar’daki yahut Kafkaslar’daki, bu sorunları ya da konuları elbette yeniden gündeme getirecektir. Ancak bundan sonra bölgeye ve küreye dair konuşacağımız ve tartışacağımız meseleleri daha geniş bir güvenlik perspektifinden, Covid-19’un tüm insanlığa verdiği derslerden yola çıkarak belki ahlâk, inanç, çevreye saygı gibi temalara ve teorilere daha çok ağırlık veren kapsayıcı bir bakış açısıyla ele alacağımızı ise kesinlike söyleyebiliriz. Çünkü hem bilim birikimsel bir şekilde ilerlemekte hem de gelecek geçmişten alınan derslerle şekillenmektedir.


DİPNOTLAR;

1  Dostoyovevski, Fyodor Mihayloviç. Ecinniler,  (Ankara, Dorlion Yayınları, 2018).

2 Guzzini, Stefano. Realism in International Relations and International Political Economy, (New York, Routledge, 1998).

3  https://www.worldometers.info/coronavirus/   Erişim: 30.03.2020 01:12
4  Kalaycıoğlu, Sema. “Kale Burcundan Dışarıya Bakarken” 26.03.2020 https://tasam.org/tr-TR/Icerik/53562/kale_burcundan_disariya_bakarken Erişim: 27.03.2020  19:10.

5  Zakaria, Fareed, The Post-American World, (New York, W.W. Norton & Company. 2008).

6  Harvey, David. The Condition of Post Postmodernity: An Enquiry into the Origins of Cultural Changes, (Oxford Basic Blackwell, 1989).

7  Balta, Evren. “Kara Veba dan Koronavirüse Küreselleşme” 10.02.2020  https://www.uikpanorama.com/blog/2020/02/10/kara-vebadan-koronaviruse-kuresellesme/ Erişim: 28.03.2020 22:55.
8  Danışoğlu, Bülent. “Koronavirüs ve Küreselleşme” 30.03.2020 https://bianet.org/bianet/saglik/220524-koronavirus-ve-kuresellesme Erişim: 30.03.2020 03:15.

9  Şahin, Mehmet (ed.) Ortadoğu: Aktörler, Unsurlar, Sistemler, (İstanbul, Kopernik Yayınları, 2019): 9
10  Altunışık, Meliha Benli. “Ortadoğu’da Derinleşen Kriz Koronavirüs, Düşen Petrol Fiyatları ve Yönetilemeyen Ülkeler” 25.03.2020 https://www.uikpanorama.com/blog/2020/03/25/ortadoguda-derinlesen-kriz-koronavirus-dusen-petrol-fiyatlari-ve-yonetilemeyen-ulkeler-meliha-benli-altunisik/  Erişim: 30.03.2020 04:25.
11  https://orsam.org.tr/tr/misirin-yeni-krizi-sisinin-koronavirus-sinavi/ Erişim: 30.03.2020 03:50.

12  https://www.ahaber.com.tr/dunya/2020/03/17/corona-virus-icin-dezenfekte-yapanlari-tutukladilar-israilden-buyuk-skandal  Erişim: 29.03.2020 23:44.

13  Bu bölüm yazılırken kısmen yararlanılan şu kaynaktan Ortadoğu bölgesi için dönemsel olarak daha geniş bilgi elde edilebilir:  https://orsam.org.tr/tr/ortadogu-gundemi-23-29-mart-2020/   

14   Vardan Atoyan said that; “Current situation challenging the world order. Nowadays we are witnessing some great dramatic geopolitical changes such as fragmentation, isolationism and protectonism and the rise of sovereign egos of nation  states. Will these trends continue? It’s hard to predict!” as an answer of a question named “ It’s the end of USA empire” on research gate. You can follow on it: https:// www.researchgate.net/post/It_s_the_end_of_USA-empire   (31.03.2020  14:36).

15  Mehmet Öğütçü, “Is It Too Early To Speculate On A Post-Corona New World Order?”  https://www.uikpanorama.com/blog/2020/03/30/is-it-too-early-to-speculatr-on-a-post-corona-new-world-order/  Erişim: 31.03.2020 11:45.


***

10 Aralık 2017 Pazar

ORSAM SU SÖYLEŞİLERİ 2012 / ORSAM WATER INTERVIEWS 2012 BÖLÜM 2


ORSAM SU SÖYLEŞİLERİ 2012 / ORSAM WATER INTERVIEWS 2012 BÖLÜM 2


JACOB GRANIT: “SU, ENERJİ ÜRETİMİNDE KISITLAYICI OLMAMALIDIR” 

02 Mart 2012 
* Bu röportaj Washington D.C.’de, 17 Ocak 2012 tarihinde ORSAM Su Araştırmaları Programı Uzmanı Dr. Tuğba Evrim Maden tarafından gerçekleştirilmiştir. 


17 Ocak 2012 tarihinde Washington’da Friedrich Ebert Stiftung tarafından düzenlenen “The Water-Energy-Security Nexus” (“Su- Enerji-Güvenlik Arasındaki Bağ”) başlıklı toplantının ardından ORSAM Su Araştırmaları Programı Uzmanı Tuğba Evrim Maden, Stockholm Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI) Proje Sorumlusu Jakob Granit ile görüştü. Röportaj sırasında Jakob Granit, dünya üzerindeki hidroelektrik enerji ve gelecek dönemde artacağı öngörülen su sıkıntısının enerji kaynakları üzerindeki etkisi konularında değerlendirmede bulundu. Jakob Granit, “Görüyoruz ki enerji üretiminde suyun rolüne ilişkin 
çok daha iyi bir anlayış geliştirmemiz gerek, böylelikle su da enerji üretiminde bir kısıtlayıcı olmayacaktır,” ifadesinde bulundu. 

ORSAM: Sayın Granit, kendinizi kısaca tanıtır mısınız? 

Jakob GRANIT: Sınıraşan su kaynaklarının yönetimi ve geliştirilmesine ilişkin siyasi ekonomiye özel ilgisi olan bir Coğrafya Uzmanıyım. Stockholm Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI) Bilgi Hizmetleri Birimi Başkanlığı görevini yürütüyorum. Söz konusu birimde, kamusal ve özel müşteriler için politika konusunda danışmanlık hizmetleri ve uygulamalı araştırmalardan sorumluyum. Dünya Bankası’nda Su Kaynakları Yönetimi Uzmanı olarak, Doğu, Orta ve Güney Afrika’daki müşterilere danışmanlık hizmetleri, kurumsal yapı tavsiyesi ve projelendirme desteği sağlayan çok sektörlü ve çok kültürlü Dünya Bankası Nil takımında Grup Takım Lideri olarak çalışmaktayım. Öncesinde ise İsveç Uluslararası Kalkınma İşbirliği Ajansı’nda (Sida) çalışmış ve Güney Afrika bölgesi için bir sınıraşan su kaynakları projesini yönetmiştim. 

ORSAM: İnsanlığın su ihtiyacı ile karşılaştırıldığında, elektrik ihtiyacı ne boyuttadır? 

Jakob GRANIT: Yapılan tahminlere göre, yaklaşık 1,6 milyar insan yemek pişirme, ışıklandırma ve ısınma için ihtiyaç duydukları modern elektriğe erişememekte. 
Bu müşterilere yönelik mevcut hizmet boşluğunu doldurmak ve toplumların ekonomik değişimi dolayısıyla büyümekte olan nüfusun gelecek taleplerini karşılamak için, küresel enerji tüketiminin 2035’e kadar yaklaşık yüzde 49 oranında artması öngörülmektedir. Enerji talebindeki bu artışın çoğu OECD üyesi olmayan ülkelerde görülecektir. 
Yakıt üretimi ile elektrik üretiminde kullanılmak üzere enerji üretmek için suya ihtiyaç vardır ve dağıtım ile arıtma sistemleri yoluyla suyu taşımak ve temizlemek için de enerjiye ihtiyaç duyulmaktadır. 

Bu söz konusu ilişki genellikle, “su ve enerji bağı” olarak adlandırılır. 

ORSAM: Dünyada enerji üretimi için kullanılan kaynaklar nelerdir? 

Jakob GRANIT: 2008 yılında dünya çapındaki toplam başlıca enerji talebinin %85’i fosil yakıtlarca karşılanmıştır. Bugün ise, başlıca enerji talebinin sadece yaklaşık yüzde 13’ü yenilenebilir enerji tarafından karşılanmaktadır ve bu bağlamda kastedilen enerjiler; hidroelektrik enerji, biyoenerji, rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi ve okyanus enerjisidir. 
Hidroelektrik enerji, özellikle gelişen ve gelişmekte olan ekonomilerde önemli bir potansiyel olmak üzere, küresel yenilenebilir elektrik enerjisi üretiminin yüzde 86’sını temsil etmektedir. Gelişmiş, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler bakımından enerji üretim kaynaklarını birbirleriyle karşılaştırarak değerlendirebilir misiniz? 

Enerji talebindeki bu artışın çoğu, OECD üyesi olmayan ülkelerde yaşanacaktır. Başta kömür kullanımı olmak üzere, başlıca enerji talebini karşılamak için fosil yakıtlara olan bağımlılık oldukça fazladır. 

ORSAM: “Modern elektriğe erişim” ne anlama gelmektedir? 

Jakob GRANIT: Modern elektrik, hanelerin ve sanayilerin, yemek pişirme, ışıklandırma, üretim vs. gibi ihtiyaçlarını karşılamak için güvenilir bir elektrik kaynağına erişmeleri anlamına gelmektedir. 

ORSAM: Enerji suyun pompalanması, taşınması ve arıtılması gibi çeşitli alanlarda kullanılırken, sudan da enerji üretilmektedir; bu karşılıklı ilişkiyi kısaca açıklayabilir misiniz? 

Jakob GRANIT: Bunun en büyük örneği, suyun akışıyla meydana gelen hidroelektrik enerji üretimidir. 

ORSAM: İki tür su sıkıntısından bahsettiniz; bunlardan biri miktar bakımından yaşanan sıkıntı, bir diğeri ise teknolojik ve ekonomik kısıtlılıktan kaynaklanan su sıkıntısı. Bunu açabilir misiniz? 

Jakob GRANIT: Su kıtlığı, verimli kullanımı için su kaynaklarının yönetimi ve geliştirilmesi amacıyla getirilen siyasi ve ekonomik sınırlamalardan kaynaklanabilir. Birçok ülkenin suya erişimi olmasına rağmen, kurumsal kapasiteleri veya bir piyasadaki yatırım ihtiyaçlarını finanse etme amaçlı kapasiteleri bulunmamaktadır. 
Bunun sebebi piyasanın işlememesi veya su yöneticileri ile tedarikçileri tarafından kısıtlayıcı bir katılım olmasından kaynaklanıyor olabilir. İyi işleyen su kanunları ile yönetmeliklerine ihtiyaç duyulmakta ve uyumun takip edilmesi ve izlenmesi gerekmektedir. 

Teknik bir bakış açısından bu durum, ülkelerin, işlenmemiş su kaynaklarını değerlendirmek için yeterli veri ve bilgiye sahip olmadıkları ve bir toplumda su kaynaklarının değer oluşturması için nasıl katkı sağlayacağının bilinmemesi anlamına gelebilir. 

ORSAM: Suyun enerji üretimindeki yeri nedir ve önümüzdeki yıllara yönelik eğilim ne yöndedir? 

Jakob GRANIT: IEO’nun 2007-2035 dönemi tahminlerine göre, elektrik dünyanın en hızlı büyüyen enerji tüketim formudur. Tüketimin 2035 yılına kadar %87’ye kadar çıkması öngörülmektedir. 
Elektrik, dünyanın toplam enerji talebinin artan bir bölümünü karşılamak için kullanılır ve ulaşım dışında tüm nihai kullanım sektörlerinde sıvı yakıtlardan, doğal gazdan ve kömürden daha hızlı bir büyüme göstermektedir. IEA tarafından yapılan temel değerlendirme senaryolarına göre kömür, küresel düzeyde en çok elektrik enerjisi üretimi için kullanılan yakıt olmaya devam edecektir. 
2007 yılında kömür yakmalı üretim, dünyanın elektrik kaynağının %42’sine tekabül etmekteydi, 2035 yılında ise bu payın az bir artış göstererek %43’e çıkması öngörülmektedir. 
Kömür yakıt üretiminin gelişimine ilişkin yapılan açıklamalardan biri, diğer kaynaklarla karşılaştırıldığında fiyat bakımından cazip olmasıdır. Bir ekonomide su için diğer tüm rekabet eden kullanımlar hesaba katıldığında suyun enerji üretiminde kısıtlayıcı olup olma yacağını görmek için, enerji üretim zincirinin 
her aşamasında suya olan ihtiyacın yerel, ulusal ve bölgesel düzeylerde daha iyi anlaşılması gerekir.

ORSAM: Ortadoğu, Afrika, Avrupa, ABD ve Güney Asya bakımından hidroelektrik enerji üretimini değerlendirdiğimizde durum nedir? 

Jakob GRANIT: ABD ve Avrupa’daki hidroelektrik büyük ölçüde gelişme göstermiştir ve mevcut durumda, belki önemli bir kesintili yenilenebilir enerji kaynağı yükü bulunan hibrid sistemlerde maksimum güç sağlayabilme konusunda fayda sağlamak için bazı enerji nakil şebekelerindeki pompalama stok projeleri dışında yeni hidroelektrik enerji projelerine olan yatırım oldukça kısıtlıdır. Afrika ve Güney Asya’da hidroelektrik enerjiyi geliştirmek için hâlâ büyük bir potansiyel vardır. 

Toplumsal ve çevresel değerlerin tehlikeye atılmamasını güvence altına almak için hidroelektrik enerjinin nasıl geliştirileceğine dair dersler alınmıştır ve bu kaynaklar daha da geliştikçe söz konusu derslerin uygulamaya geçirilmesi gerekir. Piyasa mekanizmalarını veya başka mekanizmaları kullanarak su kaynaklarının gelişiminden elde edilecek kazançların bir bölgeden diğerine aktarılması için bir yol olarak ülkeler arası enerji ticaretini teşvik için de fırsatlar söz konusudur. 

Ortadoğu’daki Hidroelektrik enerji kaynakları artık çok önemli bir yere sahip değildir. Ancak öncelikle sınıraşan havzalarda olmak üzere önemli potansiyele 
sahip bazı bölgeler hâlâ varlıklarını sürdürmektedirler; bu da, kıyıdaş ülkeler arasındaki işbirliğinin gerekli olacağı anlamına gelmektedir. 

ORSAM: İklim değişikliğinin kurak bölgeleri daha da fazla etkileyeceği, nemli bölgeleri ise daha nemli hâle getireceği öngörülmektedir. 

Bu bakımdan, mevcut hidroelektrik enerji projelerinin ve önümüzdeki projelerin akıbeti ne olacak? Özellikle de enerji güvenliklerini hidroelektrik enerjiye 
dayandıran ülkeler için... 

Jakob GRANIT: IPCC genel anlamda kurak bölgelerin daha da kuraklaşacağını ve nemli bölgelerin ise daha da nemli olacağını gözler önüne sermektedir. 
Enerji güvenliğini sağlamak adına ülkeler, farklı enerji üretim kaynakları ve farklı yakıt kaynaklarını çeşitlendirmek durumunda kalacaklardır. Sınırlar arası 
ve enerji ticaretini mümkün kılan işbirliği ise başka bir mekanizmadır, bu da farklı enerji kaynaklarının dengelenmesini mümkün kılar. 
Teknik bir bakış açısından bakıldığında; uzun zaman önce geliştirilmiş olan hidroelektrik enerji projesinin değiştirilmesi gerekiyor mu, baraj duvarı yükseltilmeli mi, suyun döküldüğü yerler yeniden tasarlanmalı mı vs. gibi konularda değerlendirme yapılması için yerel ve alt bölgesel ölçekte iklim değişikliğinin ayrıntılı bir analizinin gerçekleştirilmesi gerekir. 

ORSAM: Önümüzdeki yıllarda yaşanacak su sıkıntısı diğer enerji kaynaklarını nasıl etkileyecek? 

Jakob GRANIT: Görüyoruz ki enerji üretiminde suyun rolüne ilişkin çok daha iyi bir anlayış geliştirmemiz gerek, böylelikle su da enerji üretiminde bir kısıtlayıcı olmayacaktır. Örneğin soğutma gibi daha az su gerektiren yeni enerji üretim teknolojilerinin uygulanması gerekir. Daha az su tüketen enerji üretim teknolojilerinin kullanımını teşvik etmek, ayrı şebekeleri birbirlerine bağlamak, örneğin evden sanayiye bağımsız üreticilerin sürdürülebilir enerji üretimine katılımlarını sağlamak için akıllı şebeke teknolojisini mümkün kılmak 
gibi fırsatlar söz konusu.

ORSAM: Sayın Granit, değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz. 

***

YRD. DOÇ. DR. AYSUN UYAR: “ÇEVRE SORUNU YALNIZ DOĞA BİLİMLERİNİN DEĞİL SOSYAL BİLİMLERİN DE SORUNUDUR” 


27 Nisan 2012 
* Bu röportaj ORSAM Su Araştırmaları Programı Uzmanı Dr. Tuğba Evrim Maden tarafından 12-17 Mart 2012 tarihleri arasında Fransa’da düzenlenen Marsilya 6. Dünya Su Forumu’nda yapılmıştır.

ORSAM Su Araştırmaları Programı uzmanı Dr. Tuğba Evrim Maden, Marsilya’da düzenlenen 6. Dünya Su Forumu’nda Research Institute for Humanity and Nature (RIHN/ İnsanlık ve Doğa Araştırmaları Enstitüsü)’da çalışan Yrd. Doç. Dr. Aysun Uyar ile enstitünün çevre ve su ile ilgili çalışmaları üzerine röportaj yapmıştır. Bu röportajda, Dr.Aysun Uyar ile disiplinlerarası ve yurt içi ve yurtdışındaki üniversitelere bağlı araştırma merkezlerindeki uzmanlarla beraber çevre sorunları ve çözümüne ilişkin projelere kaynak sağlayıp, ev sahipliği yapan RIHN ve su çalışmaları üzerine konuşulmuştur. 


ORSAM: Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız? 

Aysun UYAR: ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunuyum. 2004 yılında aynı bölümde yüksek lisansımı bitirdikten sonra Japon Hükümeti eğitim bursu ile Japonya’da doktora araştırmalarıma başladım ve 2008 yılında Japonya’nın serbest ticaret anlaşmaları ve bölgeselleşme konusundaki doktoramı  tamamladım. 
Şu an hem RIHN’de yardımcı doçent olarak çalışıyorum, hem de Doshisha 
Üniversitesi ve Ryukoku Üniversitesi’nde “Uluslararası İlişkilere Giriş”, “Uluslararası Politika” ve “Japonya ve Asya” dersleri veriyorum. 

Bölgeselleşme, Doğu Asya bölgeselleşme mekanizmaları ve çevre entegrasyon 
modelleri üzerine araştırmalarımı sürdürmekteyim. RIHN ile tanışmam 2009 yılında İstanbul’da düzenlenen Dünya Su Forumu sayesinde oldu. Doktora çalışmam sırasında çevre konusunda yürütülen bölgesel ortaklık  mekanizmalarına ilgi duymaya başladım ve doktora sonrasında disiplinlerarası çevre çalışmaları ve uluslararası çevre politikaları temelinde araştırmalarımı sürdürmeye karar verdim. Doğa ve insanlık etkileşimine dayalı ortaya çıkan çevre sorunlarını anlamaya yönelik disiplinlerarası bir misyona sahip olan 
RIHN’in çalışmalarımı sürdürmek için ideal bir yer olduğu kanısındayım. Kendi araştırmalarımın yanı sıra, RIHN’de enstitünün yurt dışı bağlantılarını yürüten ve uluslararası ilişkilerini statejik olan yönlendiren Araştırma Geliştirme Bölümü’nde görev yapmaktayım. 

ORSAM: Enstitünüzü tanıtabilir misiniz? 

Aysun UYAR: 

RIHN, disiplinlerarası bir misyona sahip olup, entegre çevre araştırmalarının 
Japonya’da bir ana bilim dalı olarak yerleşmesi için, doğa ve insanlık etkileşimine dayalı ortaya çıkan çevre sorunlarını anlayıp, bunların çözümüne yönelik olan üniversiteler arası ortak projelere kaynak sağlamakta ve ev sahipliği yapmakta dır.

Eğitim Bakanlığı’na bağlıyız ve tamamen akademik olarak çalışmaktayız. 
Yurt içi ve yurtdışındaki üniversitelere bağlı araştırma merkezlerindeki uzmanlarla beraber öneriler üzerinden çevre konusunda sorunları ele alıp bunlara çözüm getiren projelere kaynak ve olanak sağlıyoruz. Nisan ayında 11. yılımıza başlıyoruz. Projelerin genelde 5 yıl sürdüğünü düşünürsek genç bir 
kurumuz denebilir. Projeleri 5 yıl yapmamızın nedeni çalıştığımız bölgeyle akademik ve resmi bağlantılarımızı tam anlamıyla kurabilmek ve bölgedeki dataların sürekli bir şekilde alınmasını sağlamaktır. Ayrıca projelerin oluşum 
süreci yaklaşık olarak 2 yıl sürmektedir. Toplamda bir proje için 7 yıl gerekmekte ve bu uzun süre nedeniyle her sene farklı ya da yeni konulara yönelmemiz mümkün olamamaktadır. 

Ancak enstitünün kuruluşu sırasında oluşturulan araştırma programları sayesinde, içerik açısından oldukça geniş bir konu ve alan yelpazesine sahibiz. 
Eğitim Bakanlığı ve bağlı olduğumuz Beşeri Bilimler Araştırma Enstitüsü’nün öngördüğü kuruluş hükümlerine göre, araştırmalarımızı tamamen bilimsel veriler ve akademik çalışmalara dayalı olarak yürütmekteyiz. Bu sebeple kar amaçlı, yeni teknolojileri tanıtımına yönelik ya da sivil toplum kuruluşları ile doğrudan 
bağlantılı yardım ve destek projelerine kaynaklık yapmıyoruz. Diğer bir özelliğimiz ise, projelerimizin mümkün olduğunca çevre sorunlarını algılayıp, çözüm üreten disiplinlerarası çalışmalar olmasıdır. Bizim başlangıç noktamız -ki bu Japonya’da bir ilktir- çevre sorunlarını sadece doğal bilimler açısından 
değil, doğal bilimler, sosyal bilimler ve beşeri bilimleri entegre edebilen bir yaklaşım ile anlayıp üzerine gitmektir. Mesela ben uluslararası ilişkiler ve bölgeselleşme üzerine çalışıyorum. 

Enstitüde aynı zamanda ekonomistler, arkeologlar, tarihçiler, hidrologlar, genetik uzmanları, toprak uzmanları ve daha birçok doğal, sosyal ve beşeri bilimci birlikte çalışmakta. Bir proje, Japonya’daki merkezi grup ve bölgedeki partnerlerle birlikte 80-100 kişinin katılımıyla gerçekleşmekte ve bu grubun 
içine danışmanlar ve partime çalışan arkadaşlarımız da vardır. 

ORSAM: Su alanında çalışmalarınız var mı? 

Aysun UYAR: Konu çevre olunca su doğal olarak en temel konulardan biri bizim için. Enstitümüzde her yıl, 5 yıllık uygulama planının çeşitli aşamalarında olan ortalama 12 civarında proje yürütülüyor ve bu projeler, araştırmacılar arasındaki disiplinlerarası iletişimi teşvik etmek amacıyla öngörülmüş 5 ana araştırma programına göre gruplandırılıyor. 

Bu programlardan temel çevre araştırmalarına yönelik olanlar sirkülasyon, kaynaklar, çeşitlilik olarak adlandırılıyor. Su hem doğal bir kaynak olması, hem doğal sirkülasyon ve çeşitlilikte oynadığı temel rol nedeniyle tüm bu 
programlara dahil olan projelerde çalışılmaktadır. 

Bunların dışında iki programımız daha var. O programlarda da suyu görebilir siniz. Bunlardan birisi “ecosophy” olarak adlandırılmakta ve insanların ve toplumların çevre bilinci ve değişimine dair algılarını, çevresel değişimlere 
nasıl ayak uydurduklarını inceleyen projelerden oluşmaktadır. Yani çevreyle ilgili 
nasıl bir anlayışımız var, bizim kültürümüzde, dilimizde ve dinimizde çevre sorunları ve doğa nasıl işlenmiş gibi konular, dolayısı ile suyun toplum içinde nasıl algılandığı ve nasıl kullanıldığına ilişkin konular da enstitümüzde 
tartışılmaktadır. Beşinci programımız ise “ecohistory” ve adından da anlaşılacağı üzere, çevre konularını tarihsel açıdan irdeleyen ve çevre değişiminin tarihsel olayların seyrini nasıl etkilediğini (ya da tam tersini) inceleyen projelerden oluşuyor. 10 yıllık süreç içinde 30 kadar uzun vadeli projeyi tamamladık ve bir  kısmını hala aktif olarak devam ettirmekteyiz. 
Bu projelerin yarısından fazlası suyla bağlantılı projelerdir. Dolayısı ile su bizim için en temel data ve araştırma alanlarından birini teşkil etmektedir. 

ORSAM: Türkiye’yle ilgili projeleriniz oldu mu? 

Aysun UYAR: Bizim çalışmalarımız genellikle Güneydoğu Asya, Orta Asya ve Batı Asya’da olmaktadır. Bunlara ek olarak Afrika’da iki projemiz gerçekleştirildi. Bizim projelerimizde direk su ana teması üzerine çalışmaktan ziyade su bağlatılı konulara değiniyoruz ve suyla bağlantılı bir çevre sorununu ele alıyoruz. 

Bu durumda suyu havza olarak, yardımcı tema olarak ya da araştırma içerisinde sonradan çıkan bir faktör olarak da görebilirsiniz. Türkiye’de yaptığımız ilk ve tek projeden bahsedeyim. 2001 yılında başlayıp 2006 yılında biten enstitümüzün ilk projelerinden biriydi. 
İklim değişikliğinin kurak alanlardaki tarımsal üretim değişimi ve çeşitliliği üzerine yürütülen bu projede Seyhan Havzası’nda iklim değişimiyle birlikte bundan 50-70 yıl sonra nasıl bir tarımsal değişim yaşanacağı ve muhtemel 
modeller üzerine çalışıldı. Projede tarımsal üretimi ve verimi doğrudan etkileyen sulama yöntemleri temel alındığından, projede su kaynaklı datalar oldukça yoğun bir şekilde kullanıldı. Proje yürütülürken yerel yönetimler, 
üniversiteler, TÜBİTAK ve DSİ ile ortak hareket edildi. 

ORSAM: Güncel olarak hangi projeleriniz var? 

Aysun UYAR: Enstitünün ilk 6 yıllık döneminde çevre sorunlarını irdeleyip bunlari analiz eden bilişsel bilime (cognitive science) dayalı çalışmalara öncelik verildi. 2010 akademik yılı itibari ile enstitünün ikinci 6 yıllık dönemine başladı ve bu dönemde daha çok sürdürülebilir toplum ve çevre oluşumuna 
yönelik tasarım bilim (design science) temelli proje ve çalışmalara öncelik verilmektedir. 
Her sene 2 ya da 3 yeni projemiz başlıyor. Bu sene başlayan projelerimiz çölleşme, Güneydoğu Asya kıyı bölgelerinde sürdürülebilirlik ve yeni müşterek çevre alanlarının oluşumuna yönelik çevre bilincinin geliştirilmesine dayalı 
çalışmaları içermektedir. 

ORSAM: Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. 

Aysun UYAR: Ben teşekkür ederim. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

25 Şubat 2017 Cumartesi

KIBRIS PETROL İÇİNDEMİ YÜZÜYOR


KIBRIS PETROL İÇİNDEMİ YÜZÜYOR, ?


LEFKOŞA - Züleyha Karaman
21.09.2011

Rumların, Türkiye ve KKTC'nin tüm uyarılarına rağmen, petrol ve doğalgaz sondajına başlaması, petrol gerginliğini iyice tırmandırdı.


Rumların, Türkiye ve KKTC'nin tüm uyarılarına rağmen, petrol ve doğalgaz sondajına başlaması, petrol gerginliğini iyice tırmandırdı.

***




AA muhabirinin derlemesine göre, Adanın etrafını çevrelediği belirtilen zengin petrol yatakları, son yıllarda, devam eden Kıbrıs müzakerelerini de gölgeledi ve adadaki tansiyonu yükseltti. Rumların, sondaja başlamasıyla Ada'da yeni bir süreç başlamış oldu.

Noble Energy şirketinin üst düzey bir yetkilisine göre, Kıbrıs Rum kesimin tek yanlı parsellediği ''12. ve 3. parsel''deki yataklar ''çok büyük'' ve ''Bu iki Kıbrıs parselinde bulunan yataklar Avrupa'nın önümüzdeki 100 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabilecek ölçüde.''

Kıbrıs Rum yönetimi 2003 yılında Mısır'la başladığı Doğu Akdeniz'de petrol ve doğalgaz arama anlaşmasına, 2007'de Lübnan, Suriye ve İsrail ile devam etti.
Hidrokarbon arama ruhsatı ihalelerine ilk olarak Şubat 2007'de başlayan Rum yönetimi, Doğu Akdeniz'i kendince parsellere ayırarak, uluslararası ihaleye çıktı.
Rum yönetimi, ''Afrodit'' adı verilen 12 parselde petrol ve doğalgaz arama ruhsatını, Amerikan menşeli Noble Energy şirketine verdi. Geçtiğimiz aylarda, petrol ve doğal gaz aranmasına, sözde ''bağımsızlık günü'' olan 1 Ekim'de başlanacağını duyuran Rum yönetimi, bu kararını öne alarak, sondaja 18 Eylül Pazar akşamı başladı. Rum radyosu, sondaja başlayan Noble Energy şirketinin platformunun üzerinde İsrail insansız casus uçaklarının uçuş yaptıklarını ve İsrail donanmasına ait gemilerin de platformun doğusunda görüldüklerini duyurdu.
Sondaj öncesi, İsrail'in ''Leviathan'' ismi verilen parselinde bulunan doğalgaz platformu 12. parsele taşındı.

Eski Rum bakan uyardı,

Rum yönetiminin 2003'de Mısır'la yaptığı anlaşmaya imza koyan, Kıbrıs Rum yönetimi eski dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis de, Rum yönetimine, sözde 
''Münhasır Ekonomik Bölgesi'' (MEB) içerisinde petrol ve doğalgaz arama çalışmalarıyla ilgili Türkiye'nin uyarılarını dikkate alması çağrısı yaparak, 
'' Türkiye Dediğini Yapar '' dedi.

Atalay'dan Rumlara Çağrı


14-17 Eylül'de KKTC'yi ziyaret eden Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay da Kıbrıs Rum tarafının Doğu Akdeniz'de doğalgaz ve petrol arama girişimlerinin ekonomik değil, siyasi bir manevra olduğunu belirterek, Kıbrıs Rum kesimini bu tür provokatif faaliyetlerden kaçınmaya çağırdı.



KIBRIS VE ENERJİ ,



Serdar ÖRNEK*1 
*Yrd. Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İliskiler Bölümü Öğretim Üyesi 
Baransel MIZRAK**2 
**Kocaeli Üniversitesi, Siyasi Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi 


Giris 

Hiç süphesiz Kıbrıs adasının bulunmus olduğu coğrafi konumun getirmis olduğu stratejik kazanımlar birçok devletin dikkatini çekmistir. Bölgede olduğu söylenen doğalgaz rezervleri Kıbrıs adasının ehemmiyetini bir kat daha artırmıs ve AB, ABD ve Rusya gibi taraflar bu gelismeyi yakından takip etmistir. 

1960 anlasmalarıyla Türk ve Rum toplumlarının iradesine dayanan Kıbrıs devletinin Rum tarafının kendilerini adanın tek hakimi olarak görmesi ve düzen aleyhine girisimlerde bulunmasıyla bozulmustur. 50 yılı askın çözümsüz kalan Kıbrıs Sorununda Kıbrıs Rum kesimi, 1960 Londra-Zurih Anlasmalarıyla ortaya konulan “Sui-Generis” yapıya aykırı olmasına rağmen adanın tümünü temsil ettiği iddiasıyla Avrupa Birliğine girmistir. Sonrasında “Annan Planı” ortaya konulmus yine ada da iki toplumun iradesine dayanan bir devlet Rum tarafının vetosu nedeniyle kurulamamıstır. 

Kıbrıs adası ve çevresinde doğalgaz ve petrol olduğu yönündeki iddialar halihazırda ekonomik krizle boğusan Rum tarafında büyük bir heyecana yol açmıstır. Bizde bu çalısmamızda Rum tarafının adada henüz kapsamlı bir çözüm olmamasına rağmen tek taraflı olarak Münhasır Ekonomik Bölgeler (MEB) ilan etmesi ve bu bölgelerde doğal kaynak arama çalısmalarına baslamasından söz edeceğiz. Tabi ki bu ilan sonrasında tarafların hukuki değerlendirmelerine değindikten sonra Kıbrıs Rum Yönetiminin tek taraflı olarak bölgesindeki ülkelerde yaptığı MEB ve Kıta Sahanlığı sınırlandırma anlasmalarından ve buna Türkiye’nin verdiği tepkilerden bahsedilecektir. 

Çalısmamızın sonuç bölümünde ise Rum kesiminin tek taraflı olarak yaptığı girisimlerin ve tehditlerin Türkiye ve KKTC lehine nasıl döndürülebileceği hususunda çözüm önerilerinde bulunulacaktır. 

1) Münhasır Ekonomik Bölge Nedir? 

Birlesmis Milletler Deniz Hukuku Sözlesmesinin verdiği tanıma göre Münhasır Ekonomik Bölge, karasuların ölçülmeye baslandığı esas hat itibariyle 200 deniz milinin ötesine uzanmayan ve kıyı devletine, deniz yatağı üzerindeki sularda, deniz yataklarında ve bunların toprak altındaki alanlarında birtakım hak ve yetkiler tanıyan deniz alanına denilmektedir. Yani MEB alanına sahip olan bir devlet sözlesmenin de belirttiği üzere deniz yatağı altında ve üstündeki sularda, deniz yataklarında ve toprak altında canlı ve cansız kaynakların arastırılması, isletilmesi, muhafazası ve yönetimi konularında, aynı sekilde sudan, akıntılardan ve rüzgarlardan enerji üretimi gibi bölgenin ekonomik anlamda isletilmesi ve arastırılmasına yönelik egemen haklara sahip olmaktadır3. Bu hakların yanında kıyı devleti yapay adaları da bu bölgede insa edebilmektedir. Ancak bu hak ve yetkilere rağmen bu bölge açık deniz gibi değerlendirilmekte diğer devlet gemileri bu alanda seyredebilmekte, uçak uçurabilmekte ve denizaltı kablo ve boru hatları döseyebilmektedir. Diğer devletlerin, kıyı devletinin yetkilerine herhangi bir zarar verilemeyeceği gibi, aynı sekilde kıyı devleti de diğer devletlerin kendi yetkilerini kullanabilmesinde aynı hassasiyeti göstermesi gerekmektedir. Aynı zamanda coğrafi açıdan elverissiz olan devletlerde, hakkaniyet çerçevesinde eğer doğal kaynaklarda yeterli hacim olursa bu kaynaklardan yararlanabilme hakkına sahiptir.4 

2) Kıbrıs Rum Yönetiminin Kıbrıs Adası Çevresindeki Faaliyetleri ve Türk Tarafının Tepkileri 

KKTC Genel Baskanı ve o dönemin Devlet Bakanı ve Basbakan Yardımcısı Serdar Denktas adanın etrafında dünyanın en zengin doğal kaynakları olduğu ve bu kaynakların AB ve ABD tarafından kontrol altına alınmak istediğini açıklamıstır. Bu Annan planı öncesinde açıklanmıs ve adada çözümü sağlayacak olan Annan Planına ilgili tarafların tam destek verdiğini ifade etmistir.5 Fakat Annan Planı da Rum tarafının vetosu nedeniyle kabul edilmemistir. Daha sonradan, 2003 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi adanın çevresinde petrol ve doğalgaz arama çalısmalarına baslamıstır. 2003 yılında Mısır ile MEB sınırlandırma anlasması imzalanmıs, 2007 yılında ise Lübnan ile MEB anlasmasına imza konulmustur. 
2010 yılında ise benzer bir anlasmayı İsrail ile Mavi Marmara baskınından sonra imzalamıstır. GKRY’nın Kıbrıs adasının etrafını tek taraflı olarak parsellere ayırmak suretiyle uluslararası ihaleye çıkardığı ve Afrodit olarak da isimlendirdiği 12. bölgede İsrail’e Delek Firması ve ABD’li Noble sirketi aracılığı ile doğal kaynak arama izni vermistir.6 

Mısır, Türkiye’nin tüm girisimlerine rağmen GKRY ile MEB sınırlandırmasını öngören anlasmayı 17 Subat 2003 yılında imzalamıstır. Mısır, ortay hat ele alınarak yapılan bu anlasma sonucunda bölgede önemli kayıplara uğradığı görülmüstür. Oysa Türkiye kıyıları esas alınarak yapılacak bir anlasma, Mısır’a 12.000 km2 daha fazla alan verecekti.7 Mısır’da Mübarek yönetiminin düsmesi sonrasında Mısır GKRY ile olan yaptığı bu anlasmayı hakkaniyete uygun olmadığı gerekçesiyle iptal etmistir. Prof. Dr. Ata Atun ise Rumlarla Mübarek döneminde yapılan anlasmanın iptal edilme sebebinin Mübarek tarafından Mısır hazinesinden çalınan paraların Rum bankalarında güvenli tutabilme karsılığında Rumlara adeta bu bölgeleri hibe ettiğini ve yeni yönetiminde uluslararası hukuka dayanarak bu yapılan anlasmayı iptal ettiğini söyleyecektir.8 

Lübnan ile de GKRY MEB anlasması imzalamayı basarmıs, bunun üzerine Türkiye Lübnan Büyükelçiliğine bir nota vererek mevcut anlasmanın Türkiye ve KKTC’nin mevcut hak ve menfaatlerini göz önüne almadığı ve GKRY yönetiminin adanın tümünü temsilen böyle bir girisimde bulunamayacağını belirtmis ve anlasmanın uygulanmamasını istemistir. 
Bunun üzerine Lübnan yapılan anlasmayı parlamentosunda bekleterek oylamayı ertelemistir. Bunda süphesiz Türkiye’nin notası etkili olmustur.9 

2004’te Rumlar tek taraflı olarak ilan ettiği MEB bölgesinde bölge devletleriyle MEB anlasmaları imzalamaya girismistir. Rumlar 2007 yılında da Kıbrıs’ın güneyinde sözde belirlenen MEB alanında 70 bin km2 alanda 13 adet petrol arama ruhsatı ilan etmistir. Rum kesimi belirlenen bu alanlardan 12 Parseli (Afrodit Bölgesi) ABD’li Noble sirketine, ikinci saha ihalesini Dtalya ve Fransa'ya, 2,3,9 nolu parselleri ENI'ye, 10 ve 11 nolu parselleri de Total'a vermistir. Aynı zamanda o dönemde Yunanistan, İsrail ve GKRY Enerji Bakanları anlasma imzalayarak üç ülkenin “enerji tedariği güvenliğini, sürdürülebilir kalkınmayı ve bölgesel isbirliğini” güçlendirmesini öngörmektedir. Avrupa Birliği ise bu gelismeleri destekler pozisyonda olmustur. Doğu Akdeniz gazı sayesinde Rumların borçlarını ödeyebileceği ve Rus tarafına olan Avrupa bağımlılığı azaltabileceği beklentisiyle Rum girisimlerini tesvik etmistir.10 

2010 yılında Dsrail ile GKRY arasında yapılan MEB sınırlandırma anlasması sonrasında Hristofyas üst düzey protokolle İsrail’de karsılanmıstır. Bu ziyarette GKRY üzerinden bölgede çıkarılacak olan enerjinin Avrupa’ya tasınması ve bunun içinde çalısma grubu kurulması kararları alınmıstır. 

2009 yılında ise Türk savas gemileri, Türkiye kıta sahanlığına girdiği için, Rumların ilan ettiği sözde MEB’te arastırma yapan Panama bandıralı Norveç gemisini engelleyerek faaliyette bulunmasını engellemistir. Bundan sonraki asamalarda da birçok sismik arastırma gemisi Türkiye tarafından engellemelere tabi tutulmus ve Türkiye bölgede bir ‘Fait Accopli’ ye müsaade etmeyeceğini bu tavırlarıyla göstermistir.11 

ABD sirketi Noble sondaja basladıktan 3 gün sonra KKTC, Türkiye’ye KKTC etrafında petrol ve doğalgaz arama ruhsatı vermis ve 2008 itibariyle iki boyutlu sismik arastırması yürüten Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), Ekim 2011 itibariyle üç boyutlu sismik arastırmalara baslamıstır. Bunun yanında Doğu Akdeniz’de sondaj çalısması da planlayan Türkiye Kasım 2011 yılında Royal Dutch Shell firmasıyla isbirliği anlasması imzalamıstır. Türkiye GKRY’nin tek taraflı ihalelerinden sonra da bölgede savas gemileri, savas uçakları ve denizaltılarında katılımıyla tatbikatlar düzenlemis ve bu tatbikatlar Limosol ve Larnaka’da izlenebilmistir. Tatbikatın yapıldığı alanlar ise Rum kesiminin karasularının hemen dısında kaldığı görülmüstür.12 Bu arada da Rumların Ticaret Bakanlığı Enerji Direktörü Solon Kassinis sondaj platformunun 1650 metrelik deniz tabanına ulasarak 80 metre de tabandan toprağı deldiğini açıklamıstır. Dönemin Basbakanı Recep Tayyip Erdoğan ise buna tepki göstererek: “Biz de su anda KKTC ile adımı atmıs vaziyetteyiz, çok kısa bir süre içerisinde, bu hafta içerisinde olması da mümkündür, münhasır ekonomik bölgemiz içerisinde bu çalısmaları baslatacağız” açıklamasında bulunmustur.13 GKRY bu arada da Mısır, Lübnan ve Dsrail ile yaptığı anlasmayı Libya ile de yapmaya gayret etmistir. 

3) Rumların Tutumu 

Rum kesimi, 1960 anlasmalarına aykırı olmasına rağmen Avrupa Birliğine girmeyi basarmıstır. Avrupa Birliği üyesi olarak Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerinde Avrupa Birliğinden destek alması daha da kolay olmustur. Rum tarafı her ne kadar bölgede çıkarılacak olan kaynakların Türk tarafının da faydalanacağını ve kendileriyle de paylasılacağını ifade etse de, takdir yetkisinin adadaki iki toplumlu yapıda değil kendilerinde olduğunu düsünmektedirler. Fakat bu tür bir çözüm önerisi Türk tarafınca reddedilmekte ve 1960 düzeninden hareketle adada kapsamlı bir çözüm olmadan Rum tarafının doğal kaynakları tek basına çıkaramayacağını ifade etmektedir. 

Rumların süphesiz bu kadar enerji kaynaklarının üzerinde durmasının sebebi yasadıkları ekonomi kriz gösterilebilir. Vasiliko Elektirik Santralinde meydana gelen patlama ve KKTC’den alınan elektrik Rumların gururunu incitmis ve doğal kaynakları arama çalısmaları onur meselesi haline gelmistir. 

GKRY’nin parsellediği MEB alanlarından 7.000 km2’lik bölümü Türkiye’nin alanına girmekte ve diğer alanlardan 48.000 km2 alanda da KKTC’nin de hakkı bulunmaktadır. Diğer yandan Yunan ve Rum Kesiminin girisimleri sonuç verirse 145.000 km2’lik alandan 71.000 km2’lik alan Yunanistan’a, 33.000 km2’lik alan GKRY’ye kalacak kendisine ise sadece 41.000 km2’lik bir alan kalacaktır.14 

4) Tarafların Hukuki Argümanları 

İlk olarak Rum kesiminin alanları sınırlandırmada kullandığı yöntem, 1982 Deniz Sözlesmesinde de öngörülen ‘Ortay Hat Çizgisi’dir. Ortay Hat Çizgisi devletler arasında esit mesafelerden (orta noktadan) sınırın geçmesini öngören bir uygulamadır. Dolayısıyla devletler arasındaki mesafe ne kadar büyükse alanda bir o kadarda büyük olmakta, küçük olması halinde ve devletlerarasında mesafenin yakın olduğu durumlarda ise deniz alanı orta noktadan bölünmektedir. Her ne kadar GKRY, Mısır ve Lübnan ile yaptığı anlasmalarda ‘Ortay Hat Çizigisi’ni esas alsa da, BM Deniz Hukuku sözlesmesinde Hakkaniyet İlkesinin de göz önüne alınması gerektiği belirtilmistir. Fakat GKRY’nin bu bağlamda hakkaniyetten anladığı sadece ‘Ortay Hat Çizgisi’dir. Bu uygulamanın yapılması halinde Türkiye’ye Kıbrıs adasının kuzeyinde çok az bir alan kalırken, GKRY’ ye ise çok büyük bir alan bırakmakta bu da hakkaniyet ilkesine aykırı olmaktadır. Örneğin, GKRY’nin tek taraflı olarak böldüğü 13 parselden sadece 12’ci parseli KKTC kadar alanı kapsamaktadır. Hakkaniyet ilkesinin ne kadar ihlal edildiği buradan da kolaylıkla anlasılabilir. 

Türk tarafının bu konudaki tezlerine bakılırsa, hakkaniyet ilkesi gereği devletlerin karsılıklı hak ve rızasına dayanarak anlasmalar yoluyla bölgelerin sınırlandırılmasıdır. 

Bu bağlamda tüm devletlerin çıkarlarının gözetilmesi çok önemli olmaktadır. Deniz alanlarının sınırlandırılmasına iliskin teamül ve yargı kararlarına bakıldığı takdirde açık bir sekilde görülecektir ki, coğrafi faktörlerin yanında söz konusu denizin özel konumu (açık deniz mi kapalı deniz mi?), doğal kaynaklarının zenginliği ve denizde hak ve menfaati olan devletin sosyo-ekonomik özellikleri de göz önüne alınması gereken önemli hususlar olarak karsımıza çıkmaktadır. Yani kısaca deniz sınırlandırılmasında hakkaniyet, esit uzaklık, orantısallık, coğrafyanın üstünlüğü, kapatmama ve özel ve beseri kosullar gibi prensipler kullanılmaktadır. Türkiye’de kıstasların bunlara göre alınması ve hukuka uygun bir sınırlandırma yapılmasını istemektedir.15 


5) Sonuç ve Öneriler 

İlk olarak Türkiye’nin bölgede bir MEB politikasının olması gerekmektedir. Yunanistan ve GKRY bu konuda gayet aktif olmalarına rağmen Türkiye bu konuda yeterince iyi bir pozisyon alamamaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle MEB anlasmaları yapması yararına olacaktır. AB Dönem Baskanlığı öncesine GKRY’nin hemen arama çalısmalarına baslaması Türkiye’yi agresif bir devlet pozisyonuna sokmak istemesindendir. Türkiye agresif devlet imajından kaçınmalı ve olabildiğince diğer devletlere diplomatik baskı kullanmak suretiyle hakkını arama yoluna gitmelidir. GKRY, AB üyeliğinde olduğu gibi “0 toplamlı oyun” pesinde olabilir. Böyle bir politika ile karsılasılması durumunda Türkiye’nin de benzer politikalarla cevap vermesi ve hukuken haklı olduğu yönünde güçlü bir lobi faaliyetinde bulunması gerekmektedir. Diğer yandan gerginlik seviyesinin kontrollü bir biçimde ilerlemesi de Türkiye’nin yararına olacaktır. Türkiye’nin artan askeri üstünlüğünün farkında olan Yunan ve Rum tarafı ekonomik krizinde vermis olduğu yükle Türk tarafına karsı fazla bir karsı girisimde bulunmaya yeltenemeyecektir. Hali hazırda Türk tarafının karsı olduğu böyle bir durumda GKRY ile anlasma yapan sirketlerde kendilerini rahat hissedemeyecektir. Kontrollü gerginlik politikası bahsedildiği üzere ekonomik kriz, petrol arama çalısmalarının yarattığı yük, siyasi belirsizlik ile de birlesirse Rum tarafı kolay hareket edemeyecektir. Akdeniz’deki doğal kaynaklar konusunda oldubittiye (Fait Accopli) müsaade eden Türkiye, Rumların AB üyeliğinde olduğu gibi çok zor duruma düsecek ve Akdeniz’deki varlığı tartısmalı hale gelecektir. Bu Türkiye’nin bölgedeki durumu için hayati derecede önemli bir meseledir. Bu arada Yunan ve Rumların belirlediği alanlarda balıkçılık açısından 

Akdeniz’de en verimli alanlara denk gelmektedir. Bu yüzden Türkiye’nin Rum ve Yunan tarafının girisimlerine müsaade etmemesi için birçok sebep bulunmaktadır.16 

Bu arada Rum kesiminin çıkardığı ve pazarlamak içinde Yunanistan üzerinden pazarlamayı düsündüğü boru hattı projesinin maliyeti yaklasık olarak 17 milyar dolar tutmaktadır. GKRY’nin çıkardığı gazı Mısır ve Ürdün’e pazarlaması da alternatifleri daraltmaktadır. Diğer alternatif ise Limosol yakınlarında gazı sıvılastıracak bir tesis kurmak fakat bu da yaklasık olarak 8-10 milyar dolar tutmaktadır. Tek hesaplı güzergah Türkiye gözükmektedir. Fakat eğer Yunan ve Rum kesimi daha masraflı yoldan geçirerek Türkiye’yi bypass etmek isterlerse de Türkiye’nin enerji koridoru olma iddiası zarar görebilir. Bu yüzden Kıbrıs’taki çözüm herkesin yararına görülmektedir. Bölgede Dngiltere ise bekle-gör politikası uygulamaktadır ancak ada çevresinde bulunacak olan kaynaklardan hak istemesi pek olasıdır. 

Diğer yandan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) arama çalısmalarında daha etkin olabilmesi için teknik kabiliyetinin de artırılması çok önemli bir husustur. 

Bölge ülkeleri ile olan iliskilerimizin iyi olması da bize bu doğrultuda önemli kazanımlar sağlayacaktır. Örneğin Dsrail ile iliskilerimizin bozulmasını fırsat bilen GKRY’nin İsrail ile iliskilerimizin düzelmesi karsısında pozisyonunun zayıflayacağını söyleyebiliriz. Diğer yandan Dsrail’in Leviathan bölgesinde çıkardığı doğal kaynağı Türkiye üzerinden uluslararası pazara ulastırması da bizim açımızdan önemli bir avantaj olacaktır. 

Rum radyosu, sondaja başlayan Noble Energy şirketinin platformunun üzerinde İsrail insansız casus uçaklarının uçuş yaptıklarını ve İsrail donanmasına ait gemilerin de platformun doğusunda görüldüklerini duyurdu.

Sondaj öncesi, İsrail'in '' Leviathan '' ismi verilen parselinde bulunan doğalgaz platformu 12. parsele taşındı.

Eski Rum bakan uyardı

Rum yönetiminin 2003'de Mısır'la yaptığı anlaşmaya imza koyan, Kıbrıs Rum yönetimi eski dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis de, Rum yönetimine, sözde ''Münhasır Ekonomik Bölgesi'' (MEB) içerisinde petrol ve doğalgaz arama çalışmalarıyla ilgili Türkiye'nin uyarılarını dikkate alması çağrısı 
yaparak, ''Türkiye dediğini yapar'' dedi.

Atalay'dan Rumlara çağrı,

14-17 Eylül'de KKTC'yi ziyaret eden Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay da Kıbrıs Rum tarafının Doğu Akdeniz'de doğalgaz ve petrol arama girişimlerinin ekonomik değil, siyasi bir manevra olduğunu belirterek, Kıbrıs Rum kesimini bu tür provokatif faaliyetlerden kaçınmaya çağırdı.
http://aa.com.tr/tr/dunya/kibris-petrol-icin-de-mi-yuzuyor/411704


DİPNOTLAR;

1 Yrd. Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İliskiler Bölümü Öğretim Üyesi 
2 Kocaeli Üniversitesi, Siyasi Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi 
3 BM Deniz Hukuku Sözlesmesi için Bknz, http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/denizhukuku.pdf (Erisim Tarihi: 01. 10. 2014) 
4 Cenap Çakmak, “Uluslararası Hukuk: Giris, Teori ve Uygulama”, Ekin Yayınları, 2014, s. 171 
5 “ Kıbrıs petrol içinde mi yüzüyor? ”, http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/09/21/kibris-petrol-icinde-mi-yuzuyor Sabah Gazatesi, 21.09.2011 
6 Hasan Selim Özertem, “Doğu Akdeniz’de Enerji Oyunları”, USAK Analist Dergisi, Sayı: 9, Yıl:1 Kasım 2011 
7 Sertaç H. Basaren, “Doğu Akdeniz Yetki Alanları Uyusmazlığı”, SAREM (Stratajik Arastırma ve Etüt Merkezi) Ocak 2010, s.149 
8 “Prof. Atun: Anlasmayı bozan Mısır haklı”, 
http://www.haber7.com/kibris/haber/1000555-prof-atun-anlasmayi-bozan-misir-hakli , Haber7.com, 11 Mart 2013 (Erisim tarihi: 01.10.2014) 
9 Basaren, “ Doğu Akdeniz Yetki Alanları Uyusmazlığı ”, s.153 
10 Dr. Göknur Akçadağ, “Doğu Akdenizde Enerji Jeopolitiği ve Bölge Ülkelerine Yansıyan Rekabeti”, turkishnyy.com, 15.09.2014 (Erisim Tarihi:01.10.2014) 
11 “Rum Radyosu:” Türk Gemisi Yine Petrol Arayan Gemiye Müdahale Etti ”, http://www.haberler.com/rumradyosu-
turk-savas-gemisi-yine-petrol-arayan-haberi/ 25 Kasım 2008 (Erisim tarihi:01.10.2014) 
12 Cenk Özgen,i Güvenliğine Yönelik Bir Girisim:Akdeniz Kalkanı Harekatı”, Akademik Ortadoğu, Cilt 8, Sayı 1, 2013, ss.109-110 
13 “Rumlar Akdenizde sondajı baslattı, ‘savas gemisi ve TPAO’ resti çektik”, Hürriyet Gazatesi, 20 Eylül 2011 
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/18773690.asp 
14 Dr. Sertaç H. Baseren, “ Doğu Akdenizde Gerilim”, Turkish Marine Research Foundation, 
http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=95:dou-akdeniz-serhat-h-
baeren&catid=40:muenhasr-ekonomik-boelge&Itemid=54&lang=en (Erisim tarihi: 01.10.2014) 
15 Dbrahim Kaya, “Doğu Akdenizdeki Gerginliğin Hukuki Boyutu”, USAK Analist 9 sayı 1 yıl, ss.56-57 

KAYNAKÇA ;

“Kıbrıs petrol içinde mi yüzüyor?”, 
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/09/21/kibris-petrol-icinde-mi-yuzuyor Sabah 
Gazatesi, 21.09.2011 “Prof. Atun: Anlasmayı bozan Mısır haklı”, 
http://www.haber7.com/kibris/haber/1000555-prof-atun-anlasmayi-bozan-misir-hakli , 
Haber7.com, 11 Mart 2013 (Erisim tarihi: 01.10.2014) 
“Rum Radyosu:”Türk Gemisi Yine Petrol Arayan Gemiye Müdahale Etti”, 
http://www.haberler.com/rum-radyosu-turk-savas-gemisi-yine-petrol-arayan-haberi/ Kasım 2008 (Erisim tarihi:01.10.2014) 
16 Mustafa Kutlay,” Türkiye-KKTC Kıta Sahanlığı Anlasması: Doğu Akdenizde Sertlesen Rekabet”, USAK Gündem, 
http://www.usakgundem.com/yazar/2243/t%C3%BCrkiye-kktc-k%C4%B1ta-sahanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1-anla%C5%9Fmas%C4%B1-do%C4%9Fu-akdeniz%E2%80%99de-
sertle%C5%9Fen-rekabet.html (Erisim tarihi:01.10.2014) 
“Rumlar Akdenizde sondajı baslattı, ‘savas gemisi ve TPAO’ resti çektik”, Hürriyet Gazatesi, 20 Eylül 2011 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/18773690.asp 
BM Deniz Hukuku Sözlesmesi için Bknz, http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/denizhukuku.pdf (Erisim Tarihi: 01. 10. 2014) 
Cenk Özgen,i Güvenliğine Yönelik Bir Girisim:Akdeniz Kalkanı Harekatı”, Akademik Ortadoğu, Cilt 8, Sayı 1, 2013 
Çakmak, Cenap “Uluslararası Hukuk: Giris, Teori ve Uygulama”, Ekin Yayınları, 2014 
Dr. Göknur Akçadağ, “Doğu Akdenizde Enerji Jeopolitiği ve Bölge Ülkelerine Yansıyan Rekabeti”, turkishnyy.com, 15.09.2014 
Dr. Sertaç H. Baseren, “ Doğu Akdenizde Gerilim”, Turkish Marine Research Foundation, http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=95:dou-
akdeniz-serhat-h-baeren&catid=40:muenhasr-ekonomik-boelge&Itemid=54&lang=en (Erisim tarihi: 01.10.2014) 
İbrahim Kaya, “Doğu Akdenizdeki Gerginliğin Hukuki Boyutu”, USAK Analist 9 sayı 1 yıl 
Mustafa Kutlay,” Türkiye-KKTC Kıta Sahanlığı Anlasması: Doğu Akdenizde Sertlesen Rekabet”, USAK Gündem, 
http://www.usakgundem.com/yazar/2243/t%C3%BCrkiye-kktc-k%C4%B1ta-sahanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1-anla%C5%9Fmas%C4%B1-do%C4%9Fu-
akdeniz%E2%80%99de-sertle%C5%9Fen-rekabet.html (Erisim tarihi:01.10.2014) 
Özertem, Hasan Selim “Doğu Akdeniz’de Enerji Oyunları”, USAK Analist Dergisi, Sayı: 9, Yıl:1 Kasım 2011 
Sertaç H. Basaren, “Doğu Akdeniz Yetki Alanları Uyusmazlığı”, SAREM (Stratajik Arastırma ve Etüt Merkezi) Ocak 2010 


***





http://aa.com.tr/tr/dunya/kibris-petrol-icin-de-mi-yuzuyor/411704


...


   KIBRIS VE ENERJİ

Serdar Örnek
Baransel Mızrak

Giriş

Hiç şüphesiz Kıbrıs adasının bulunmuş olduğu coğrafi konumun getirmiş olduğu  stratejik kazanımlar birçok devletin dikkatini çekmiştir. Bölgede olduğu söylenen doğalgaz rezervleri Kıbrıs adasının ehemmiyetini bir kat daha artırmış ve AB, ABD ve Rusya gibi taraflar bu gelişmeyi yakından takip etmiştir. 
1960 anlaşmalarıyla Türk ve Rum toplumlarının iradesine dayanan Kıbrıs devletinin Rum tarafının kendilerini adanın tek hakimi olarak görmesi ve düzen aleyhine girişimlerde bulunmasıyla bozulmuştur.  50 yılı aşkın çözümsüz kalan Kıbrıs Sorununda Kıbrıs Rum kesimi, 1960 Londra-Zurih Anlaşmalarıyla ortaya konulan “Sui-Generis” yapıya aykırı olmasına rağmen adanın tümünü temsil ettiği iddasıyla Avrupa Birliğine girmiştir. Sonrasında “Annan Planı” ortaya konulmuş yine ada da iki toplumun iradesine dayanan bir devlet Rum tarafının vetosu nedeniyle kurulamamıştır.

Kıbrıs adası ve çevresinde doğalgaz ve petrol olduğu yönündeki iddaalar halihazırda ekonomik krizle boğuşan Rum tarafında büyük bir heyecana yol açmıştır. Bizde bu çalışmamızda Rum tarafının ada’da henüz kapsamlı bir çözüm olmamasına rağmen tek taraflı olarak Münhasır Ekonomik Bölgeler (MEB) ilan etmesi ve bu bölgelerde doğal kaynak arama çalışmalarına başlamasından söz edeceğiz.  Tabi ki bu ilan sonrasında tarafların hukuki değerlendirmelerine değindikten sonra Kıbrıs Rum Yönetiminin  tek taraflı olarak bölgesindeki ülkelerde yaptığı MEB ve Kıta Sahanlığı sınırlandırma anlaşmalarından ve buna Türkiye’nin verdiği tepkilerden bahsedilecektir.

Çalışmamızın sonuç bölümünde ise Rum kesiminin tek taraflı olarak yaptığı girişimlerin ve tehditlerin Türkiye ve KKTC lehine nasıl döndürülebileceği hususunda çözüm önerilerinde bulunulacaktır. 






Münhasır Ekonomik Bölge Nedir?


Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinin verdiği tanıma göre Münhasır Ekonomik Bölge, karasuların ölçülmeye başlandığı esas hat itibariyle 200 deniz milinin ötesine uzanmayan ve kıyı devletine, deniz yatağı üzerindeki sularda, deniz yataklarında ve bunların toprak altındaki alanlarında birtakım hak ve yetkiler tanıyan deniz alanına denilmektedir. Yani MEB alanına sahip olan bir devlet sözleşmeninde belirttiği üzere deniz yatağı altında ve üstündeki sularda, deniz yataklarında ve toprak altında canlı ve cansız kaynakların araştırılması, işletilmesi, muhafazası ve yönetimi konularında, aynı şekilde sudan, akıntılardan ve rüzgarlardan enerji üretimi gibi bölgenin ekonomik anlamda işletilmesi ve araştırılmasına yönelik egemen haklara sahip olmaktadır. Bu hakların yanında kıyı devleti yapay adaları da bu bölgede inşa edebilmektedir. Ancak bu hak ve yetkilere rağmen bu bölge açık deniz gibi değerlendirilmekte diğer devlet gemileri bu alanda seyredebilmekte, uçak uçurabilmekte ve denizaltı kablo ve boru hatları döşeyebilmektedir. Diğer devletlerin, kıyı devletinin yetkilerine herhangi bir zarar verilemeyeceği gibi, aynı şekilde kıyı devletide diğer devletlerin kendi yetkilerini kullanabilmesinde aynı hassasiyeti göstermesi gerekmektedir. Aynı zamanda coğrafi açıdan elverişsiz olan devletlerde, hakkaniyet çerçevesinde eğer doğal kaynaklarda yeterli hacim olursa bu kaynaklardan yararlanabilme hakkına sahiptir.

Kıbrıs Rum Yönetiminin Kıbrıs Adası Çevresindeki Faaliyetleri ve Türk Tarafının Tepkileri

KKTC Genel Başkanı ve o dönemin Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş adanın etrafında dünyanın en zengin doğal kaynakları olduğu ve bu kaynakların AB ve ABD tarafından kontrol altına alınmak istediğini açıklamıştır. Bu Annan planı öncesinde açıklanmış ve adada çözümü sağlayacak olan Annan Planına ilgili tarafların tam destek verdiğini ifade etmiştir. Fakat Annan Planı da Rum tarafının vetosu nedeniyle kabul edilmemiştir. Daha sonradan,. 2003 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi adanın çevresinde petrol ve doğalgaz arama çalışmalarına başlamıştır. 2003 yılında Mısır ile MEB sınırlandırma anlaşması imzalanmış, 2007 yılında ise Lübnan ile MEB anlaşmasına imza konulmuştur. 2010 yılında ise benzer bir anlaşmayı İsrail ile Mavi Marmara baskınından sonra imzalamıştır. GKRY’nın Kıbrıs adasının etrafını tek taraflı olarak parsellere ayırmak suretiyle uluslararası ihaleye çıkardığı ve Afrodit olarakta isimlendirdiği 12. bölgede İsraile Delek Firması ve ABD’li Noble şirketi aracılığı ile doğal kaynak arama izni vermiştir. 

Mısır, Türkiye’nin tüm girişimlerine rağmen GKRY ile MEB sınırlandırmasını öngören anlaşmayı 17 Şubat 2003 yılında imzalamıştır. Mısır, ortay hat ele alınarak yapılan bu anlaşma sonucunda bölgede önemli kayıplara uğradığı görülmüştür. Oysa, Türkiye kıyıları esas alınarak yapılacak bir anlaşma, Mısır’a 12.000 km2 daha fazla alan verecekti.  Mısır’da Mübarek yönetiminin düşmesi sonrasında Mısır GKRY ile olan yaptığı bu anlaşmayı hakkaniyete uygun olmadığı gerekçesiyle iptal etmiştir. Prof.Dr. Ata Atun ise Rumlarla Mübarek döneminde yapılan anlaşmanın iptal edilme sebebinin Mübarek tarafından Mısır hazinesinden çalınan paraların Rum bankalarında güvenli tutabilme karşılığında Rumlara adeta bu bölgeleri hibe ettiğini ve yeni yönetiminde uluslararası hukuka dayanarak bu yapılan anlaşmayı iptal ettiğini söylecektir.

Lübnan ile de GKRY MEB anlaşması imzalamayı başarmış, bunun üzerine Türkiye Lübnan Büyükelçiliğine bir nota vererek mevcut anlaşmanın Türkiye ve KKTC’nin mevcut hak ve menfaatlerini göz önüne almadığı ve GKRY yönetiminin adanın tümünü temsilen böyle bir girişimde bulunamayacağını belirtmiş ve anlaşmanın uygulanmamasını istemiştir. Bunun üzerine Lübnan yapılan anlaşmayı parlementosunda bekleterek oylamayı ertelemiştir. Bunda şüphesiz Türkiye’nin notası etkili olmuştur.

2004’te Rumlar tek taraflı olarak ilan ettiği MEB bölgesinde bölge devletleriyle MEB anlaşmaları imzalamaya girişmiştir. Rumlar 2007 yılında da Kıbrısın güneyinde sözde belirlenen MEB alanında 70 bin km2 alanda 13 adet petrol arama ruhsatı ilan etmiştir. Rum kesimi belirlenen bu alanlardan 12 Parseli (Afrodit Bölgesi) ABD’li Noble şirketine, ikinci saha ihalesini İtalya ve Fransa'ya, 2,3,9 nolu parselleri ENI'ye, 10 ve 11 nolu parselleri de Total'a vermiştir. Aynı zamanda o dönemde Yunanistan, İsrail ve GKRY Enerji Bakanları anlaşma imzalayarak üç ülkenin “enerji tedariği güvenliğini, sürdürülebilir kalkınmayı ve bölgesel işbirliğini” güçlendirmesini öngörmektedir. Avrupa Birliği ise bu gelişmeleri destekler pozisyonda olmuştur. Doğu akdeniz gazı sayesinde Rumların borçlarını ödeyebileceği ve Rus tarafına olan Avrupa bağımlılığı azaltabileceği beklentisiyle Rum girişimlerini teşvik etmiştir. 
2010 yılında İsrail ile GKRY arasında yapılan MEB sınırlandırma anlaşması sonrasında Hristofyas üst düzey protokolle İsrailde karşılanmıştır. Bu ziyarette GKRY üzerinden bölgede çıkarılacak olan enerjinin Avrupaya taşınması ve bunun içinde çalışma grubu kurulması kararları alınmıştır.

2009 yılında ise Türk savaş gemileri, Türkiye kıta sahanlığına girdiği için, Rumların ilan ettiği sözde MEB’te araştırma yapan Panama bandıralı Norveç gemisini engelleyerek faaliyette bulunmasını engellemiştir. Bundan sonraki aşamalardada birçok sismik araştırma gemisi Türkiye tarafından engellemelere tabi tutulmuş ve Türkiye bölgede bir ‘Fait Accopli’ ye müsaade etmeyeceğini bu tavırlarıyla göstermiştir.

ABD şirketi Noble sondaja başladıktan 3 gün sonra  KKTC, Türkiye’ye KKTC etrafında petrol ve doğalgaz arama ruhsatı vermiş ve 2008 itibariyle iki boyutlu sismik araştırması yürüten Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), Ekim 2011 itibariyle üç boyutlu sismik araştırmalara başlamıştır. Bunun yanında Doğu Akdenizde sondaj çalışmasıda planlayan Türkiye Kasım 2011 yılında Royal Dutch Shell firmasıyla işbirliği anlaşması imzalamıştır. Türkiye GKRY’nin tek taraflı ihalelerinden sonra da bölgede savaş gemileri, savaş uçakları ve denizaltılarında katılımıyla tatbikatlar düzenlemiş ve bu tatbikatlar Limosol ve Larnaka’da izlenebilmiştir. Tatbikatın yapıldığı alanlar ise Rum kesiminin karasularının hemen dışında kaldığı görülmiştür. Bu arada da Rumların Ticaret Bakanlığı Enerji Direktörü Solon Kassinis sondaj platformunun 1650 metrelik deniz tabanına ulaşarak 80 metre de tabandan toprağı deldiğini açıklamıştır. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ise buna tepki göstererek: “Biz de şu anda KKTC ile adımı atmış veziyetteyiz, çok kısa bir süre içerisinde, bu hafta içerisinde olması da mümkündür, münhasır ekonomik bölgemiz içerisinde bu çalışmaları başlatacağız” açıklamasında bulunmuştur. GKRY bu arada da Mısır, Lübnan ve İsrail ile yaptığı anlaşmayı Libya ile de yapmaya gayret etmiştir.

Rumların Tutumu


Rum kesimi, 1960 anlaşmalarına aykırı olmasına rağmen Avrupa Birliğine girmeyi başarmıştır. Avrupa Birliği üyesi olarak Doğu Akdenizdeki faaaliyetlerinde Avrupa Birliğinden destek alması daha da kolay olmuştur. Rum tarafı her ne kadar bölgede çıkarılacak olan kaynakların Türk tarafınında faydalanacağını ve kendileriyle de paylaşılacağını ifade etse de, taktir yetkisinin adadaki iki toplumlu yapıda değil kendilerinde olduğunu düşünmektedirler. Fakat bu tür bir çözüm önerisi Türk tarafınca rededilmekte ve 1960 düzeninden haraketle adada kapsamlı bir çözüm olmadan Rum tarafının doğal kaynakları tek başına çıkaramayacağını ifade etmektedir. 

Rumların şüphesiz bu kadar enerji kaynaklarının üzerinde durmasının sebebi yaşadıkları ekonomi kriz gösterilebilir. Vasiliko Elektirik Santralinde meydana gelen patlama ve KKTC’den alınan elektirik Rumların gururunu incitmiş ve doğal kaynakları arama çalışmaları onur meselesi haline gelmiştir.

GKRY’nin parsellediği MEB alanlarından 7.000 km2 lik bölümü Türkiye’nin alanına girmekte ve diğer alanlardan 48.000 km2 alanda da KKTC’nin de hakkı bulunmaktadır. Diğer yandan Yunan ve Rum Kesiminin girişimleri sonuç verirse 145.000 km2 lik alandan 71.000 km2 lik alan Yunanistana, 33.000 km2 lik alan GKRY’ye kalacak kendisine ise sadece 41.000 km2 lik bir alan kalacaktır.

Tarafların Hukuki Argümanları 

İlk olarak Rum kesiminin alanları sınırlandırmada kullandığı yöntem, 1982 Deniz Sözleşmesindede öngörülen ‘Ortay Hat Çizgisi’ dir. Ortay Hat Çizgisi devletler arasında eşit mesafelerden (orta noktadan) sınırın geçmesini öngören bir uygulamadır. Dolayısıyla devletler arasındaki mesafe ne kadar büyükse alanda bir o kadarda büyük olmakta, küçük olması halinde ve devletlerarasında mesafenin yakın olduğu durumlarda ise deniz alanı orta noktadan bölünmektedir. Her ne kadar GKRY, Mısır ve Lübnan ile yaptığı anlaşmalarda ‘Ortay Hat Çizigisi’ni esas alsa da, BM Deniz Hukuku sözleşmesinde Hakkaniyet İlkesinin de göz önüne alınması gerektiği belirtilmiştir. Fakat GKRY’nin bu bağlamda hakkaniyetten anladığı sadece ‘Ortay Hat Çizgisi’dir. Bu uygulamanın yapılması halinde Türkiye’ye Kıbrıs adasının kuzeyinde çok az bir alan kalırken, GKRY’ ye ise çok büyük bir alan bırakmakta bu da hakkaniyet ilkesine aykırı olmaktadır. Örneğin, GKRY’nin tek taraflı olarak böldüğü 13 parselden sadece 12’ci parseli KKTC kadar alanı kapsamaktadır. Hakkaniyet ilkesinin ne kadar ihlal edildiği buradanda kolaylıkla anlaşılabilir. 

Türk tarafının bu konudaki tezlerine bakılırsa, hakkaniyet ilkesi gereği devletlerin karşılıklı hak ve rızasına dayanarak anlaşmalar yoluyla bölgelerin sınırlandırılmasıdır. Bu bağlamda tüm devletlerin çıkarlarının gözetilmesi çok önemli olmaktadır. Deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin teamül ve yargı kararlarına bakıldığı taktirde açık bir şekilde görülecektir ki, coğrafi faktörlerin yanında söz konusu denizin özel konumu (açık deniz mi kapalı deniz mi?), doğal kaynaklarının zenginliği ve denizde hak ve menfaati olan devletin sosyo-ekonomik özellikleride göz önüne alınması gereken önemli hususlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani kısaca deniz sınırlandırılmasında hakkaniyet, eşit uzaklık, orantısallık, coğrafyanın üstünlüğü, kapatmama ve özel ve beşeri koşullar gibi prensipler kullanılmaktadır. Türkiye’de kıstasların bunlara göre alınması ve hukuka uygun bir sınırlandırma yapılmasını istemektedir.

Sonuç ve Öneriler

İlk olarak Türkiye’nin bölgede bir MEB politikasının olması gerekmektedir. Yunanistan ve GKRY bu konuda gayet aktif olmalarına rağmen Türkiye bu konuda yeterince iyi bir pozisyon alamamaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle MEB anlaşmaları yapması yararına olacaktır. AB Dönem Başkanlığı öncesine GKRY’nin hemen arama çalışmalarına başlaması Türkiye’yi agresif bir devlet pozisyonuna sokmak istemesindendir. Türkiye agresif devlet imajından kaçınmalı ve olabildiğince diğer devletlere diplomatik baskı kullanmak suretiyle hakkını arama yoluna gitmelidir. GKRY, AB üyeliğinde olduğu gibi “0 toplamlı oyun” peşinde olabilir. Böyle bir politika ile karşılaşılması durumunda Türkiye’nin de benzer politikalarla cevap vermesi ve hukuken haklı olduğu yönünde güçlü bir lobi faaliyetinde bulunması gerekmektedir. Diğer yandan gerginlik seviyesinin kontrollü bir biçimde ilerlemesi de Türkiye’nin yararına olacaktır. Türkiye’nin artan askeri üstünlüğünün farkında olan Yunan ve Rum tarafı ekonomik krizinde vermiş olduğu yükle Türk tarafına karşı fazla bir karşı girişimde bulunmaya yeltenemeyecektir. Hali hazırda Türk tarafının karşı olduğu böyle bir durumda GKRY ile anlaşma yapan şirketlerde kendilerini rahat hissedemeyecektir. Kontrollü gerginlik politikası bahsedildiği üzere ekonomik kriz, petrol arama çalışmalarının yarattığı yük, siyasi belirsizlik ile de birleşirse Rum tarafı kolay haraket edemeyecektir. Akdenizdeki doğal kaynaklar konusunda oldu bitti’ye (Fait Accopli) müsaade eden Türkiye, Rumların AB üyeliğinde olduğu gibi çok zor duruma düşecek ve Akdenizdeki varlığı  tartışmalı hale gelecektir. Bu Türkiye’nin bölgedeki durumu için hayati derecede önemli bir meseledir. Bu arada Yunan ve Rumların belirlediği alanlarda balıkçılık açısından Akdenizde en verimli alanlara  denk gelmektedir. Bu yüzden Türkiye’nin Rum ve Yunan tarafının girişimlerine müsaade etmemesi için birçok sebep bulunmaktadır.

Bu arada Rum kesiminin çıkardığı ve pazarlamak içinde Yunanistan üzerinden pazarlamayı düşündüğü boru hattı projesinin maliyeti yaklaşık olarak 17 milyar dolar tutmaktadır. GKRY’nin çıkardığı gazı Mısır ve Ürdüne pazarlamasıda alternatifleri daraltmaktadır. Diğer alternatif ise Limosol yakınlarında gazı sıvılaştıracak bir tesis kurmak fakat bu da yaklaşık olarak 8-10 milyar dolar tutmaktadır. Tek hesaplı güzergah Türkiye gözükmektedir. Fakat eğer Yunan ve Rum kesimi daha masraflı yoldan geçirerek Türkiye’yi bypass etmek isterlerse de Türkiye’nin enerji koridoru olma iddaası zarar görebilir. Bu yüzden Kıbrıs’taki çözüm herkesin yararına görümektedir. Bölgede ingiltere ise bekle-gör politikası uygulamaktadır ancak ada çevresinde bulunacak olan kaynaklardan hak istemesi pek olasıdır. 

Diğer yandan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) arama çalışmalarında daha etkin olabilmesi için teknik kabiliyetininde artırılması çok önemli bir husustur. 

Bölge ülkeleri ile olan ilişkilerimizin iyi olmasıda bize bu doğrultuda önemli kazanımlar sağlayacaktır. Örneğin İsrail ile ilişkilerimizin bozulmasını fırsat bilen GKRY’nin İsrail ile ilişkilerimizin düzelmesi karşısında pozisonunun zayıflayacağını söyleyebiliriz. Diğer yandan İsrail’in Leviathan bölgesinde çıkardığı doğal kaynağı Türkiye üzerinden uluslararası pazara ulaştırmasıda bizim açımızdan önemli bir avantaj olacaktır. 


KAYNAKÇA;

Kitaplar

Çakmak, Cenap “Uluslararası Hukuk: Giriş, Teori ve Uygulama”, Ekin Yayınları, 2014

Dergi ve Makaleler

Özertem,  Hasan Selim “Doğu Akdeniz’de Enerji Oyunları”, USAK Analist Dergisi, Sayı: 9, Yıl:1 Kasım 2011
Sertaç H. Başaren, “Doğu Akdeniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı”, SAREM (Stratajik Araştırma ve Etüt Merkezi) Ocak 2010
Dr. Göknur Akçadağ, “Doğu Akdenizde Enerji Jeopolitiği ve Bölge Ülkelerine Yansıyan Rekabeti”, turkishnyy.com, 15.09.2014
Cenk Özgen,i Güvenliğine Yönelik Bir Girişim:Akdeniz Kalkanı Harekatı”, Akademik Ortadoğu, Cilt 8, Sayı 1, 2013
İbrahim Kaya, “Doğu Akdenizdeki Gerginliğin Hukuki Boyutu”, USAK Analist 9 sayı 1 yıl
  
İnternet Kaynakları;

BM Deniz Hukuku Sözleşmesi için Bknz, 
http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/denizhukuku.pdf (Erişim Tarihi: 01. 10. 2014)
“Kıbrıs petrol içinde mi yüzüyor?”, 
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/09/21/kibris-petrol-icinde-mi-yuzuyor Sabah Gazatesi, 21.09.2011
“Prof. Atun: Anlaşmayı bozan Mısır haklı”, 
http://www.haber7.com/kibris/haber/1000555-prof-atun-anlasmayi-bozan-misir-hakli , Haber7.com, 11 Mart 2013 (Erişim tarihi: 01.10.2014)
“Rum Radyosu:”Türk Gemisi Yine Petrol Arayan Gemiye Müdahale Etti”, 
http://www.haberler.com/rum-radyosu-turk-savas-gemisi-yine-petrol-arayan-haberi/ 25 Kasım 2008 (Erişim tarihi:01.10.2014)
“Rumlar Akdenizde sondajı başlattı, ‘ Savaş Gemisi ve TPAO’ resti çektik”, Hürriyet Gazatesi, 20 Eylül 2011 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/18773690.asp
Dr. Sertaç H. Başeren, “ Doğu Akdenizde Gerilim”,  Turkish Marine Research Foundation, 
http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=95:dou-akdeniz-serhat-h-baeren&catid=40:muenhasr-ekonomik-boelge&Itemid=54&lang=en (Erişim tarihi: 01.10.2014)
Mustafa Kutlay,” Türkiye-KKTC Kıta Sahanlığı Anlaşması: Doğu Akdenizde Sertleşen Rekabet”, USAK Gündem, 
http://www.usakgundem.com/yazar/2243/t%C3%BCrkiye-kktc-k%C4%B1ta-sahanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1-anla%C5%9Fmas%C4%B1-do%C4%9Fu-akdeniz%E2%80%99de-sertle%C5%9Fen-rekabet.html (Erişim tarihi:01.10.2014)


https://www.academia.edu/12136482/K%C4%B1br%C4%B1s_ve_Enerji


***