Prof. Dr. Hasan KÖNİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Hasan KÖNİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ağustos 2018 Cuma

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 2


ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 2


Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a 
el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar 
es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin 
başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslü-manlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte   “taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecektir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için 
Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. 
Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 

Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 

1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. 
İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 
Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra 
Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin 
Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucu 
sevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 
5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens 
Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 Prens aynı zamanda 

40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde 
Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi 
Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? Bunu belki asla 
öğrenemeyeceğiz. Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık 
değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın  petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini  bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası  alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine  karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da  Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara  uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail 
çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini 
kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve 
Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum. Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız. ”demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir 
değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması 
şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan 
Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde 
yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların 
Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları 
karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. 

Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en 
büyük tehdidi olmuştur.”demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 
ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti 
sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de 
ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda 
herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 
1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliğinin 
uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 

AVRASYA DOSYASI.,
HASAN KÖNİ / ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI  


DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, International Information Programs, 
   Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, 
   Albin Michel, 1975 
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les ‹slamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, ‹srael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açIsından Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linın yaşadığını belirtelim. 
    Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların Şimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çal›flarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birli¤ini nasıl çökerttiĞini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar 
    Mısır’dan alınan Sovyet silahlar›n›n kalitesizliğine karşılık  Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter 
    taarruzlarına karşı  "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The  Reagan Administration’s 
    Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994  by Peter Schweizer, ss. 9-10. 
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49.
17 Gene Bird, "Administrat›on Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29.
18 Başan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent İslam, Washington, 1994, ss. 2-3. 
20 Martin Kramer, " İslam Versus Democracy " Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of İslam" Hiddle East İnternational, Aral›k 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against İslam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 


http://www.21yyte.org/tr/asam-arsivi/705-avrasya-dosyasi-arsivi.html


***

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 1




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 1 


Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 

* Ankara Üniversitesi. S.B.F.Uluslararas› ‹liflkiler Bölümü Ö¤retim Üyesi. 

Giriş: 

Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra 
başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap 
çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. Ancak, Sovyetler 
Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin 
askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini 
önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere 
D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları 
ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu 
bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan 
ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra 
Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, 
aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken 
Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da 
Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein 
olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini 
Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile 
ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt 
destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler 
tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör 
eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu 
takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar 
ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. 
Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve 
Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu 
değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına 
çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın 
Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl 
durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt 
Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington 
arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin 
Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü 
Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma 
beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında 
Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir 
sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacaklardı. 
Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 
21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden 
sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu 
anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak 
İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan 
Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin 
yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde 
Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 
Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin 
ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği 
Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin 
baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri 
döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali 
yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu 
cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i 
desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında 
Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan 
sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan 
ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 
savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman 
Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi 
üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a 
karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, 
Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini 
oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 
Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. 

Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki 
aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmak tadırlar. 

Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun 
stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da 
çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, 
taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde 
yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı 
rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için 
kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum 
oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi 
keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu 
Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye 
ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farked-
erek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan 
müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. 

Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew 
Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin 
yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer 
tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme 
karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve 
Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir 
İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe 
önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik 
çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç 
olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi 
Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını 
kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. 

Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da 
olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a 
göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir 
kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. Fuller raporunda: “... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. Fuller, Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati 
çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 
Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire 
Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım 
ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 
Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren 
Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “barış için güç” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 
1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 
Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 
Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

2 Ocak 2018 Salı

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 

Prof. Dr. Hasan KÖNİ
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü ÖĞretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI,

Giriş: 

   Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

   Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. 

   Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini 
önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. 

Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir 
uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu 
değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi, AVRASYA DOSYASI,

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü 
Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacak lardı. Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 
21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında 
Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi 
üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. 

Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan 
müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 
yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere 
inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’daolduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve 
uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin 
anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısında yız. Fuller raporunda: “... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. Fuller, Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 
Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankaları nın ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar 
gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış 
görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “barış için güç” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a 
karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa 
Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere 
girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer 
güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 
Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servis
lerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte 
“taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecektir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için 
Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan 
anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 
1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi 
bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 
Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucusevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 
Bunu belki asla öğrenemeyeceğiz. 
Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasınıetkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, 
yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır.

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 
Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail 
çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve 
Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların 
yanlış söylediklerine inanıyorum. Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.”demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasındazaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “Komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur.” demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 

ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliği nin uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 


DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
   Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les ‹slamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40.
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, ‹srael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46.
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995.
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin yaşadıgını belirtelim. 
    Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların flimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204.
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çal›flarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birliğini nasıl 
    çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık 
    Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı 
    "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The 
    Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
    by Peter Schweizer, ss. 9-10.
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7.
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administrat›on Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29.
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent İslam, Washington, 1994, ss. 2-3.
20 Martin Kramer, "Islam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of İslam" Hiddle East International, Aralık 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against ‹slam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216.



***

1 Ağustos 2016 Pazartesi

ULUSLAR ARASI EKONOMİK DÜZENİN TEMELLERİ VE GÜNÜMÜZ İLE BENZERLİKLERİ



ULUSLAR ARASI EKONOMİK DÜZENİN TEMELLERİ VE GÜNÜMÜZ İLE BENZERLİKLERİ 



Prof. Dr. Hasan KÖNİ 
Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi 





















Özet: 

Uluslararası ilişkilerin ekonomi politiği devlet öncesi yapılanmalardan, modern devlet yapılanmalarına kadar her dönemde önem arz etmiştir. Orta Çağ’da 
yaşanan savaşların yerini, ekonomik temelli çatışmalar almıştır. Her ne kadar tarihten günümüze değişse de güvenlik ve ekonomi uluslararası politikanın temel kavramları arasında yer almaktadır. 19. Yüzyılda ortaya çıkan ekonomik bölge ve imparatorluklar, I. Dünya Savaşından sonra şekil değiştirmiştir. İngiltere I. Dünya Savaşından sonra stratejik hâkimiyetini kaybetmiştir. İngiltere’nin güç kaybından sonra ABD dünyanın yeni hâkimi olarak ortaya çıkmıştır. II. Dünya Savaşından sonra askeri siyasi yapıların yerini ticaret devletleri almıştır. Bu yeni ortamda ABD hegemonyası iyice hissedilirken Avrupa’nın yeniden yapılandırılması söz konusu olmuştur. Yeni dönem Dünya Bankası, IMF gibi kurumların dünyayı düzenlediği liberal bir dönem olarak başlamıştır. Ancak ABD, SSCB karşısında sadece liberal ekonomi ile varlık gösteremeyeceğini anlamıştır. Bundan dolayı ABD merkantilist dönemin askeri önlemlerle ekonomik çıkar koruma davranışını sergilemiştir. Bu durum CIA ve NATO’nun yapılandırılmasını beraberinde getirmiştir. 1970’lerde petrol arzı ile ortaya çıkan ekonomik bunalım uluslararası ekonomik-politik sistemin 
yeniden yapılandırılması gerektirmiştir. Bütün bu olaylar uluslararası ilişkilerde mühendisliğin mümkün olmadığını göstermiştir. 

Anahtar Kelimeler: Ekonomi Politik, Uluslararası İlişkiler, Dış İlişkiler Konseyi, ABD Merkez Bankası, Avrupa Birliği, Marshall Planı, OPEC 


Giriş 

Merkantilist ekonomi ve daha sonra gelişen liberal ekonominin köklerinde ekonomik güvenlik kaygısının yattığı anlaşılmaktadır. Ekonomi tarihinde bir alandan mal alan veya bu alana mal satan, dukalık, krallık, sonraları devletlerin ticari faaliyet gösterdikleri alanlara hâkim olmak için askeri güç gönderdikleri görülmektedir. 
Amaç kaynakları korumak ve kaynak elde edilen alanları himaye altına almak olmuştur. Bir yazar, bu gelişmeleri askeri-siyasi sistemle sonradan gelişen 
ticaret devleti arasındaki gelişmeyi tanımlayarak açıklamaktadır. Bu yazara göre, ulus devletlerden ve imparatorluklardan oluşan uluslararası sistemde toprak ürünlerinin ve insan gücünün önemli olduğu dönemde ülkeler yaşamsal güvenliklerini sağlamak için fetihlere girişmişler kıtalar keşfetmişler ve insanları köle olarak kullanarak ürün fazlası elde etmişlerdir. Güvenlik geniş ordulardan, topraktan elde edilen ranttan gelmektedir.1 Genişlemenin sonuna gelindiğinde özellikle Avrupa merkezli güçler hegemonya için uzun süren savaşlara girmişlerdir. Denizlere açılanlar Hollanda yüzyılını, keşifler yapanlar İspanya yüzyılını yaratmışlar onları daha üstün güçlere sahip olan İngilizler izlemiş, 19. yüzyıl İngiliz yüzyılı ve nihayet 20. yüzyıl Amerikan yüzyılı olmuştur. Büyük güçler kendilerine yeni alanlar açmak için savaşmışlardır. I. Dünya Savaşı Rusya’nın, Osmanlı İmparatorluğunun, Avusturya-Macaristan’ın, Alman imparatorluğunun çökmesine neden olmuştur. Ancak, I.Dünya Savaşı büyük güçlerin sömürge topraklarının elden çıkmasına sebep olmuştur.2 

Bir süre daha orduları güçlü olan devletler yıpranmalarına karşın uluslararası alanda ekonomik gelirleri toplayan devletler olmuşlardır. 
II. Dünya Savaşı hegemonik güçlerin ekonomilerini derinden sarsmıştır. Savaşı kazananlar Almanya ve Japonya’yı ekonomik ve askeri açıdan aşağı tutmaya çalışmışlardır. 

Bu dönem daha önce var olan liberal ekonominin uluslararası alanda başatlık kazanabileceği bir dönem olarak algılanmıştır. Artık ticaret devleti tanımı 
uluslararası ilişkilerde yer alma, ileri çıkma dönemine girmiştir. Bu yaklaşımın köklerinde endüstri devrimi yatmaktadır. Endüstri devrimi ile birlikte güç ile toprak arasındaki bağ kırılmıştır. Yeni topraklar elde etmeden ve savaşa girmeden ekonomik güç kazanmak ve ekonomik güvenliği sağlamak mümkün olmuştur. 
Toplumu endüstri için hareketlendirerek yeni güç kaynakları yaratılabilmektedir. Endüstrileşme sonucu elde edilen ürünün uluslararası alanda barışçı bir biçimde 
dağılmasını sağlamak artık devletlerin yeni uğraşı olmuştur. Artan talep endüstrinin genişlemesine ve çalışmasına yol açacaktır, gelirler mali gücü arttıracaktır. Askeri-Siyasal yapının yerini artık ticaret devletleri almalıdır.3 II. Dünya Savaşının temel etkisi, ülkelerin toprakları daraldığı ve yeni ülkeler bağımsızlıklarını kazandıkları için daha geniş bir karşılıklı bağımlılığın-ilk başlarda gelişmiş ülkeler arasında- doğmasına neden olmuştur. Ortaya çıkan ve çıkmaya devam edecek gibi gözüken devletler yüzünden dünyada devletlerin yalnızca kendi başlarına ekonomik güvenliklerini sağlamaları yeterli olmayacaktır. Gelişmek ve yaşayabilmek için diğer devletlere gereksinme duyacaklardır. Ticaret sistemi ilişkilerin korunması ve uluslararası ticaret için gereklidir. II. Dünya Savaşı sırasında ortaya konan Amerikan liberal ekonomik düşüncesi bu yönde olmuştur. 

I-Amerikan Hegemonyası ve Avrupa Birliği 

Ekonomik olarak çöken Avrupa’ya savaş üretimiyle yükselen Amerika II. Dünya Savaşından sonra yeni hegemon güç olarak ortaya çıkmıştır. Yeni hegemonun 
artık uluslararası ticareti ve ekonomiyi kendi çıkarına göre toparlaması gerekmektedir. Bu nedenle ulusal ve uluslararası alt yapının yeniden inşası gereklidir. 
Hegemon’un karşısında Sovyetler Birliği vardır. İki kutuplu dünyada yeni müttefiklere, yeni alanlara gereksinme vardır. Bu nedenle Almanya ve Japonya affedilerek Batılı ülkeler kampına katılacaklardır. 19. yüzyılın başat aktörü olan İngiliz İmparatorluğu ve Amerika nasılsa aynı çıkarları temsil eden merkez bankaları ve özel bankaların hissedarları tarafından denetim altında tutulmaktadır. Pasifikte ekonomik olarak savaşa girmek zorunda kalan Japonya daha harekete geçmeden önce Rockefeller, Carnegie ve Ford’un kurdurup parasal olarak desteklediği Amerikan Dış İlişkiler Konseyi sekreteri Carroll Quigley, daha 1941 yılında Amerika’nın savaşa gireceğini belirtmiştir. Amerikan finansını yöneten elitlerin Amerikan dış politikasında etkin olmaları 1913 yılında Amerika’da Federal Rezerv’in yani Amerikan türü bir Merkez Bankasının kurulmasından sonra olmuştur.4 

Amerika’nın uluslararası ekonomik ajandasını gerçekleştirmek üzere Dış İlişkiler Konseyi 1919’da kurulmuş ve günümüze kadar devam eden ünlü “Dış Politika”(Foreign Affairs) dergisini yayınlamaya başlamıştır. 

Dış İlişkiler Konseyinin uluslararasıcı görüşleri özellikle 1940’lardan sonra, asker akademi, siyaset, medya ve iş çevrelerinin elitleri tarafından paylaşılmıştır. 1930’lara kadar endüstriyel bir ulus olma çabası içinde olan ve Avrupa işlerine karışmadan yalnızcılık politikasını tercih eden Amerika halkı görüşleri uluslararası bankacılık ve işletme çıkarlarıyla 1940’lar sonrası örtüşmeye başlamıştır. 

Savaş başlayınca Rockefeller grubu “Savaş ve Barış Araştırmalarını” (War and Peace Studies) başlatmıştır. Bu araştırmacılar Amerikan Dışişleri ile birlikte çalışma yapmışlardır. Rockefeller düşüncesinin temsilcisi İngiliz ekonomist olan John Maynard Keynes olmuştur. Adam Smith’in liberal ekonomik görüşlerine Keynes’in katkısı liberalizmin çöküşü demek olan pazardaki “görülmez el” yerine devletin ekonomide daha önemli bir rol oynaması olmuştur. Keynes’le birlikte siyasal ekonomi yapısı belirginlik kazanmıştır. Marksist görüşe göre kapitalist toplumda devlet sermaye sınıfının çıkarlarını korumak için mali ve ekonomik kriz devlet tarafından önlenmekte ve işçilere yeni iş sahaları açılmaktadır. Bu durumda uluslararası ekonomik düzen serbest piyasalardan oluşacak ancak devlet içerde iş alanını ve enflasyonu denetlemek için müdahale edecektir. Keynes’in ekonomik teorisi Bretton Woods’taki gelişmelerin temelini oluşturmuştur. Dışarıda devlet katkılı liberalizm içerde devlet müdahalesi. Bu sistem 1970’lere kadar işlemeye muktedir olacaktır. 

1-Avrupa Ekonomik Topluğunun ortaya çıkışı 

1945 yılında savaş bittiğinde Amerika’nın ekonomik durumu şöyle özetlenmektedir: silah üretiminin ve satışların durması, kiralama ve ödünç verme yasasının durması bu durumda dış satım yarı yarıya azalmıştır. İki milyon askerin geri dönüşü ve dönenlere iş bulma zorunluluğu, savaş sırasında çıkarılan ve tüketime narh getiren yasanın kaldırılmasıyla tüketim mallarında fiyatların artışı. Gelirlerin gerilemesi sonucu ortaya çıkan grevler sonunda 1947 yılında çıkan Taft-Harley Yasasıyla grev hakkına kısıtlamalar getirilmesi. 

Öte yandan savaşın durmasıyla birlikte tüketim malı alacak olan ülkelerin yani Amerika’nın uluslararası piyasalardaki rakiplerinin tamamen çökmüş olmaları karşısında Amerika yeni piyasaları canlandırma kararı almıştır. Burada önemli olan kararı kimlerin aldığıdır. 

Uluslararası piyasaları canlandırma fikri öncelikle Rockefeller, Carnegie ve Ford gruplarının önerisi olmuştur. Rockefeller grubunun (Bilderberg) sekreterliğini 
yapan Joseph Ratinger tarafından1946 yılında İngiliz Kraliyet Enstitüsünde yaptığı bir konuşmasında Avrupa’nın federal bir birlik yaratmaya gereksinimi olduğunu ve Avrupa devletlerinin egemenliklerinin bir kısmını bu kuruluşa devretmeleri gerektiğini belirtmiştir. Bir kısım Avrupa devletleri Almanya’nın yeniden dirilmesinden korkarken bu sözleri ancak bir Amerikalı söyleyebilecek tir.5 Zaten, Avrupa kömür ve çelik birliği planı Robert Schuman’ın eline Amerikalı sponsorlar tarafından teslim edildiği gibi Avrupa Ekonomik Topluluğu kurucularından Jean Monnet’de Dış İlişkiler Konseyi ile yakından çalışmış bir kimsedir. Belçikalı asiller ve hükümet üyeleri zaten Amerikalı banker ve devlet adamlarının gölgeleri olmuşlardır. Avrupa Ekonomik topluluğunun kuruluşunda önemli bir rol oynayan diğer bir kişi adı daha sonra tanınmış ekonomistler arasında geçen Charles Kindleberger’dir. Kindleberger İngiltere’de ticari ataşe olarak bulunduğu sırada Amerika adına Avrupa Birliğinin kurulması için yoğun çaba göstermiştir. Kindleberger’in siyasal ekonomiye en büyük katkısı uluslararası ekonominin dengesinin sağlanması için bir devletin lider rolünü oynaması gerektiğini ileri sürmesi olmuştur.6 

Avrupa Ekonomik Topluğunun kuruluşunun önemli konuşmalarından biri İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill tarafından 1946 yılında Zürih Üniversitesinde yapılmış, Churchill Avrupa’da filizlenen ulusalcı hislerin uyanmasına karşı birleşmiş bir Avrupa fikrini ortaya atmıştır. 

Bir yandan Avrupa Birliği için çalışmalar yapılırken öte yandan uluslararası ekonomiyi düzenleyecek örgütlerin kurulmasına girişilmiştir. Likidite sıkıntısının 
bankaları ne hale getirdiği iyi bilindiği için önce Uluslararası Para Fonu kurulmuştur (IMF). IMF’yi Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası) izlemiştir. Dünya Ticaretini yaymak ve kolaylaştırmak için Gümrük ve Tarifeler Birliği (GATT) ve bu günkü adıyla Dünya ticaret örgütü ortaya çıkmıştır. 1945 yılında yapılan Birleşmiş Milletler kurucu görüşmelerinde Amerikan Başkanı Roosevelt serbest ticareti düzenleyecek bir örgütün kurulmasının gerekliliğini dile getirmiştir. 
Havana’da 1947 yılında yapılan toplantılarda Uluslararası bir ticaret örgütü kurulamayınca yirmi üç ülke aralarında anlaşma yaparak örgüt dışı bir yapı 
oluşturmuşlardır. Bu devletlerin yaptıkları anlaşmalara göre değişik sorumlulukları ve hakları var olmuştur.7 1996’da Dünya Ticaret örgütü adını alan bu yapı bugün bir uluslar arası örgüt niteliğindedir ve uluslar arası ticaretin hukukunu oluşturan kuralları meydana çıkarmış, devletlerle özel hukuk kişileri arasındaki uyuşmazlıklar için tahkim mahkemelerini yaratmıştır. Artık uluslararası serbest ticaretin hukuku vardır kurallarına uymayan küçük ülkeler sert bir biçimde cezalandırılmaktadır. 

Sovyetler Birliği ile çekişmeye giren yeni hegemon yalnızca ticaret devleti moduyla yaşanmayacağını ve merkantilist dönemin bir hatırası olarak uluslararası ekonominin korunması için asker desteği gereğini, Latin Amerika’ya yayılırken, doğru bir biçimde öğrenmiştir. Yeni Başkan Harry Truman 1947 yılında Ulusal 

Güvenlik Yasası ile Savunma Bakanlığının yapısını yeniden şekillendirmiş, OrtakKurmay Başkanları grubunu kurmuş eski OSS bu sefer Merkezi Haber Alma Örgütü (CİA) olarak yeniden yapılandırılmış, Ulusal Güvenlik Konseyi kurulmuş ve Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Dış İşleri Bakanının dışında Başkanın ayrıca danışmanlığını yapmaya başlamıştır. CİA’nin üst kademe yöneticileri Wall Street’teki finans merkezinin avukatlarından seçilmiş ve hepsinin Dış Politika Konseyi üyesi olmasına dikkat edilmiştir. CİA Başkanları ilk yirmi sene New York’taki mali ve hukuki çevrelerden atanmışlardır. İmparatorluk için ulusal güvenlik devletinin yapılanması böylece tamamlanmıştır.8 Dış İlişkiler Konseyi araştırmacıları General George Marshall’a Amerikan ekonomisini Avrupa’yla birlikte kalkındıracak olan Marshall planını sunmuşlar ve NATO’nun kuruluşunu belirlemişlerdir. 

Rockefeller, bugün New York’ta bulunan Birleşmiş Milletler Binasının arazisini satın alarak kendi devletine hediye etmiştir. Marshall planı Amerika ve Avrupa’da büyük gürültü koparmıştır. Plan bir yandan mal, hizmet ve mali yardımların Amerika’dan alınmasını öngörürken öte yandan yardımı alacak olan ülkelerin mutlaka parlamenter demokrasiye geçmelerini öngörmüştür. Böylece Amerika yoğun bir biçimde yardım alan devletlerin içişlerine karışmış olmaktadır. Amerikan senatörlerinden bir kısım daha önce Türkiye ve Yunanistan’a yardım etmek için ilan edilmiş bulunan Truman doktrinin ortadan kalkıp kalkmadığını sormuşlardır. Ruslar zaten demokratik olduklarını ileri sürerek bu planı Amerikalıların tahmin ettiği gibi reddetmişler, bu şekilde Amerika’yı büyük bir yükten kurtarırken, on altı devlet bu planı memnuniyetle kabul etmiştir. Planın iç siyasete karışan yüzü Fransa ve İtalya’daki sol hükümetlerin gelişip yerleşmelerini önlemek için planlanmıştır.9 
Bir yazara göre Marshall planı iki kutuplu dünyada karşı kutba karşı önceleri kan yerine parayla karşı çıkmasıdır. Bu parayla yaratılan Batı Alman kalkınma mucizesi Oder-Neisse çizgisinin öte yanında kalan komünist gürültüleri bastırmıştır.10 Avrupa bütünleşmesini sağlayan yapılanmalardan biri Amerikan yardımlarının Avrupa içi ticareti canlandırması olmuştur. Amerikalıların ikinci adımı Avrupa’da ticaret hadleri konusundaki mali ve para politikalarını düzenlemek olmuştur. Planı Paris’te Rockefellerin villasına yerleşmiş olan Ford’un araba üretimi yüksek yöneticisi Paul Hoffman olmuştur. Marsahll plana göre Amerika 1948–1951 içinde Avrupa’ya 12,5 milyar dolar para aktarmıştır. 

Amerika’nın Batı Avrupalıların temel endüstrilerine yaptığı yardım ve yatırımlarla zenginleşen Avrupa’da Almanya’nın genişleme korkusu ortadan kalkmış ve 
ticaret devletinin genişlemeden başarılı olabileceği ispat edilmiştir. Korkusu geçen 

Fransa ile ekonomileri düzelen diğer Avrupa devletleri artık Amerika’nın öngördüğü federal yapının öncüsü olarak artık bir pazar kurabileceklerdir. Bu hususta Avrupa Federalist hareketini 1950–60 yılları arasında Amerikan istihbarat topluluğu yoğun bir biçimde desteklemiştir.11 Amerika’nın desteklediği ikinci husus İngiltere’nin Avrupa Topluluğunun bir parçası olmasıdır. Ancak bu husus De Gaulle iktidardan düşünceye kadar başarılı olamamıştır. 

2-Otuz Muhteşem Yıl 

Bazı yazarlar 1943–1973 yılları arasını otuz muhteşem yıl olarak değerlendirmişlerdir.12 II. Dünya Savaşının sonunda 1970’lere kadar uluslar arası ticaret devletlerin genişlemesinde önemli bir rol oynamıştır. Öncelikle uluslararası dış ticaret olağanüstü büyümüştür. Büyüme dünya GSMH’nın iki misli kadardır.13 Endüstriyel ülkelerde bu güçlü büyüme, talebin artması ve yaşam seviyesinin yükselmesine bağlı gözükmektedir. Yatırımların artması, yüksek üretim gücüne sahip olan işletmelerin yoğunlaşması, yeni üretim tekniklerinin ortaya çıkması ve gelişmiş bir verimlilik büyümenin motorları olmuştur. Yeniliklerin kısa zamanda uygulanmaya konulması klasik endüstrilerin yanında otomobil endüstrisinin hızlı yükselişi, sentetik iplikler, plastik mallar, elektronik aletler ve elektronik tüketim malları (televizyon hi-fi bağlantıları) satışlarının gelişmesi üçüncü endüstri devrimi olarak kabul görmüştür. Bu gelişme içinde askeri endüstri masraflarından kendilerini arındırmış olan Japonya ve Almanya dış satımları ile uluslar arası pazarda en başarılı ülkeler haline gelmişler 1950–70 yılları arasındaki büyümeleri 10% civarındaolmuştur. Bu büyüme OCDE (Avrupa İşbirliği ve Ekonomik Kalkınma Örgütü) 
ülkelerinin büyümesinin iki misli olmuştur. 

Mutlu günlerin, tüketim toplumunun kaygıları 1960’lardan itibaren başlamıştır. Olaya siyasal açıdan bakarsak 1945’lerden sonra Asya’daki bağımsızlık hareketleri bu alanda sömürgeleri bulunan Fransa, İngiltere ve Hollanda’nın sömürgelerini kaybetmelerine yol açmıştır. Artık hammaddeleri paralarıyla satın 
almak zorunda kalmışlardır. Bu dönemde Çin’in devrimi tamamlayarak bir güç olarak ortaya çıkışı ve sosyalist bloğun Asya’da gelişme göstermesi Batının gelişme yılarına ilk darbeleri vurmaya başlamıştır. 1960 yılında ilk defa dünya piyasalarında altının fiyatı resmi fiyatının beş dolar üstüne çıkmıştır. IMF’in büyük ülkeleri; ABD, Kanada, Federal Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda ve Belçika ülkelerinin merkez bankaları 1961 yılında bir dolar havuzu yaratarak paralarının bu madene resmi kurdan çevrilmesini sağlamaya çalışmışlardır. İkinci buhran 1967 yılında İngiltere’nin mali ve ekonomik sorunlar nedeniyle sterlin’de 14,3 civarında bir devalüasyona gitmesiyle 1967 yılında ortaya çıkmıştır. Domino teorisine göre Asya ülkelerinden birinin komünist rejime dönüşmesinin bütün ülkelerin Asya’da düşmesine neden olacağı inancını getirdiği için Vietnamlıların ulusal kurtuluş mücadelesini karşısında yenilen Fransa’nın yerini dolduran Amerika Çin ve Sovyetlerin desteğini alan Vietnam karşısında zor duruma düşmüştür. 

Latin Amerika’daki askeri müdahalelerinde başarılı olan Amerika deniz aşırı savaşlarda başarılı olmayacağını ve destek olarak kullanması gereken ülkelere ve ön hatlarda kendisi için savaşacak olan müttefiklere sahip olması gerektiğini anlayacaktır. Gene 2000’li yılların sonlarına doğru Irak ve Afganistan savaş harcamaları sonrasında görüldüğü gibi Amerika’nın askeri müdahalesi sonucu 1958–1971 yılları arasında bütçe açığı birikerek 60 milyar dolara ulaşmıştır. Bu arada Çin’den başlayarak Amerika’ya ve Amerika’dan Avrupa’ya sıçrayan ayaklanmaları ve öğrenci hareketleri unutulmamalıdır. 

Sosyal ayaklanmalar, bütçe açıkları döviz olarak elde dolar tutan ülkelerde endişeye yol açmış ve bu ülkelerin merkez bankaları ve özel bankalar Bretton 
Woods sistemi el verdiği için dolarlarını altına çevirmeye başlamışlardır. Amerikan Federal Rezerv’de (Fort Knox) bulunan kıymetli maden stoku 23 milyarlık bir değerden 1968 yılında 10 milyara düşmüştür. 1968 yılında Amerikan Başkanı Lydon Johnson kısmen doların altına çevrilmesini kısmen durdurmuştur. Bu gelişmeyle birlikte iki ayrı altın pazarı ortaya çıkmıştır. Bir tarafta merkez bankalarının kurlarına uygun olarak onsu 35 dolar olan bir piyasa öte taraftan özel alımların dolarla yapıldığı serbest Pazar piyasası.1971’de Amerika’nın ödemeler dengesinin bozulması karşısında Amerikan Başkanı Richard Nixon 15 Ağustos 1971 yılında doların altına çevrilmesine son vermiştir. Amerikan parası artık piyasalara göre dalgalanmaya bırakılmıştır. Bu tarihi karar 1944’de Bretton Woods’ta ortaya konan sistemin temellerinden birini geçersiz kılmıştır. Amerika düzenli bir kredi verici olarak kaldığı sürece dünya düzenli bir para sisteminden faydalanmıştır. Batının bu zor durumunda yeni kurtarıcı gene Bilderberg çevrelerinin önemli ismi Henry Kissenger olmuştur. Kissinger, Amerikan başkanına sürekli olarak yalan zafer raporları gönderen generalleri bir kenara iterek Vietnam Savaşı çözmek için Çin’le pazarlığa girişmiş ve Başkan Nixon daha önce tanımadıkları kıt’a Çin’ini ziyaret eden ilk Amerikan Başkanı olmuştur. Kissinger’in Amerika’nın klasik diplomasinden ay-rılarak öne çıkardığı yumuşama (detente) politikası Amerika’yı gevşetip rahatlatacaktır.
14 Bu rahatlamadan sonra Amerika uluslararası para sistemine yeni bir verme çabalarına tekrar girişecektir. 1972–1975 yılları arasında yapılan zirve toplantıları bir daha paraların altına dönüşüne yol açıcı bir sonuca ulaşmayacaktır. 1976 yılında Jamayka’nın Kingston şehrinde yapılan zirvede altının para ile ilgisi sona erecek ve IMF elinde bulunan 4650 ton altını piyasaya geri verecektir. IMF için altının yerini alacak bir para ölçüsü sistemi yaratılacaktır. 

Sonuç: 

Uluslararası sistem mühendisliğinin mümkün olamadığı günümüzde olduğu kadar geçmiş olaylarla da ispat edilmiş bir olgudur. Kissinger’in yumuşama politikası ile sosyalist bloku sakinleştiren ve ekonomik yayılma işlemlerine devam eden Amerika hiç ummadığı bir uluslar arası olayla karşılaşarak ekonomik alanda yeni uğraşlara girmek zorunda kalmıştır. 

Yom Kippour savaşı adı verilen 1973 Arap–İsrail savaşından sonra Petrol Üreten Üyeler Örgütü(OPEC), İsrail’e yakınlık gösteren Hollanda, Amerika ve Japonya’ya petrol ambargosu uygulama kararı almıştır. 16 Ekim 1973’de Kuveyt’te petrol fiyatları 70% artmıştır. OPEC üyeleri ikinci toplantılarını 22 Aralıkta İran’ın Tahran kentinde yaparak petrol fiyatını 130% arttırma kararı almışlardır. Referans olarak kabul edilen Suudi Arabistan petrolünün fiyatı Ekim 1973 yılında varil başına 3 dolardan 22 Aralık 1973’de 11.65 dolara çıkmıştır. OPEC ülkeleri fiyatları 1978 yılına kadar üç defa daha arttıracaklardır. Petrol şoku Batı ekonomilerini yavaşlatıp, az gelişmiş ülkelerde sosyal patlamalara neden olurken İran’da Şah rejiminin çökmesiyle 1979 yılında ikinci bir petrol şoku yaşanmıştır.15 OPEC ülkelerinin değişik başkentlerde yaptığı toplantılar sonucu 1980 yılında petrolün varili 36 dolar olmuştur. 

Dünya 1983 yılına kadar ekonomik buhran içine girmiş ve ancak 1980 ortalarında bu krizden çıkma olanağına kavuşulmuştur. 1970–1980 yıları arasında yaşanan krizler Amerika ve Batı Avrupa’yı vurduğundan çok fazla Latin Amerika, Ortadoğu ve Asya’yı vurmuş, bu bölgeler ülkelerinin çoğunda askeri darbelerin yolunu açmıştır.16 

Batının ikinci yükselişi 1991’de Sovyetler Birliğinin resmen çökmesi sonucu olmuştur. Bu dönemdeki Amerikan düşüncesi Francis Fukuyama’nın “Tarihin 
Sonu” adlı kitabında yansımasını bulmuştur. Komünizm çöktüğüne göre artık sınıf çatışmaları ve bloklar arası savaşlar olmayacaktır tezi, bir müddet uluslararası alanda kabul görmüştür. Gorbaçev, Amerikan askeri çevrelerini ve askeri–endüstriyel yapısını korkutan en sözleri sarf etmiştir”. Batıyı ekonomik olarak kurtaran üç gelişme olmuştur. Bunlardan birincisi aslında dünya toplumunun Amerikanlaşması demek olan küreselleşme; ikincisi, askeri endüstriyel yapıyı tekrar harekete geçirecek, ancak konvansiyonel savaş yerine çatışmaları ülke içine yöneltecek olan Samuel Huntigton’un 1993’de “kültür savaşları” tezinin ortaya atılması olmuştur. 
Huntington’a göre medeniyette kırılma hattı Batıyla İslam arasındaydı bu iki medeniyet arasındaki ilişki daima çatışma olmuştu ve çatışma olacaktı.17 Kültür savaşlarının başlangıcı olarak Irak-İran çatışmasını ve o dönemde Batının Irak’ın arkasında durmasını, İran’ı Irak’a dövdürdükten sonra Körfez savaşıyla birlikte 
Amerika’nın Irak’ı işgali olarak ileri sürebiliriz. 

Birçok yazarın belirttiği gibi bu günkü Ortadoğu’da gözlediğimiz demokratikleşme hareketlerini Batılılar 1980 sonlarından itibaren desteklemeye başlamışlardır. Bir yazara göre 1991 Körfez krizi ve Doğu Avrupa’da demokrasinin doğuşu ve gelişmesi ve Amerika’nın başat oluşu ile üçüncü dünya ülkelerinde siyasal değişim kaçınılmaz olacaktır.18 Liberal demokratik değerlerin başat olduğu ve Pazar kapitalizminin hukuksal kuralarını beraberinde taşıyarak yayıldığı bir dönemde, aynı yazarın değişiyle tiranlara ve diktatörlere artık rahat yüzü yoktu ve Batı demokratikleşmeyi, hükümetleriyle, uluslar arası şirketleriyle, uluslararası yardım kuruluşları ile ve kalkınma uzmanları ile destekliyordu.19 Üçüncü önemli gelişme ise Çin’in 1990’ların ortasından başlayarak Amerika’nın rakibi olarak ortaya çıkmasıdır. Gittikçe artan enerji fiyatlarıÇin ve Amerikan ekonomik rekabetinde önemli bir oynayacaktır. Öte yandan enerji alanlarına sahip olan ve üretkenliği artan Asya ekonomilerinin tahmin edilenin dışında bir hızla geliştikleri görülecektir. Amerika bir yanda konvansiyonel silah üretebilmesi için yeni bir rakip bulmanın mutluğunu yaşarken üretimiyle başa çıkmaya çalıştığı Çin ekonomisinin getirdiği rekabetin hüzünlerini yaşamaya başlamıştır.20 Batılı ülkelerin Avrupalı olan kısmı bu gelişmeyi olgunluklar karşılayıp, İngiltere Başbakanın söylediği gibi Çin ve Rusya ile işbirliği çabasına girme gerekliliği gösterirken, uluslar arası alanda başat rol oynamaya alışmış olan, özellikle Amerikan sağı, hızla silahlanmaya milyarlar ayırmaktadır.21 

Günümüzde Amerika’yı sarsan olayların başında Samuel Huntington’un öngördüğü İslam ülkeleriyle savaş gelmektedir. Bir yan enerji kaynaklara ulaşma çabaları, öte yandan güçlü İsrail lobisinin isteklerini yerine getirme zorunluluğu karşısında İslam ülkeleri ile çatışırken 11 Eylül 2001’de Amerika kendi içinde bir saldırıya uğramış peşinden isteksiz müttefiklerini sürükleyerek Irak ve Afganistan’a müdahale etmiş ve yalnızca Irak’ta sosyal giderler dahil olmak üzere üç trilyon dolar harcamak durumunda kalmıştır.22 Bu masraflara Amerika’nın Afganistan’da yaptığı masraflar ve dünya üzerindeki bine yakın üsse harcanan paralar dahil değildir. 

Amerika’nın Ortadoğu ülkelerine, Latin Amerika ve Afrika’ya sattığı silahların parası bu masrafları karşılayamamış ve 2008 yılında Wall Street’e başlayan 
çöküş bütün dünyayı etkilemiştir. Hegemon yöneticinin çökmesiyle birlikte kısa bir süre içinde Avrupa Birliğinin zayıf ekonomileri çökmeye başlamışlardır. Fransız stratejistler yaptıkları bir araştırmada yeni jeopolitik ve ekonomik dengelerin Batılı ülkelerin savunma ve ekonomik güvenlik politikaları üzerinde önemli etkileri olduğunu belirterek yakın gelecekte Avrupasız bir dünya doğru gidilip gidilmediğini sorgulamaktadırlar.23 

Günümüzde Avrupalıların aldığı devlet çapındaki mali önlemlerin, kemer kısmaların dünyadaki yapısal değişimler nedeniyle, kendileri açısından 
başarılı olup olmayacağı şimdiden bilinememektedir. Ortadoğu’yu nasıl bir son beklediği gene bilinemeyenler arasındadır. Amerika ve Çin ekonomilerinin 
birbirlerini tamamlamalarından medet umarak ileride herhangi bir savaşın çıkmayacağını iddia edenler görüşlerinin doğru veya yanlış çıkacağının anlaşılması için zamana gereksinme vardır. 

Kaynakça;

1- Richard Rosecrance, The Rise of Trading State: Commerce and Conquest in the Modern World, Basic Boks,New York, 1986, ss.111-135. 
2- Batılı ülkelerin sordukları en önemli soru, özellikle sömürge imparatorlukları nın çöküşünden sonra, nasıl olup da bunca zahmet ve çabayla kurulan bu imparatorlukların yirmi beş yıl gibi kısa bir sürede çökmeleri olmuştur. Acaba Batılılar tarafından sömürgecilere öğretilen kurtuluşçu liberal düşüncelerin rolü ne kadardır? 

Değişik konjonktürlere rağmen Ortadoğu’da, Asya’da ve nihayet Afrika’da yanı sonuçlara ulaşılmıştır. Olivier Grenouilleau, Une Histoire Forcement Mondiale”, in Histoire, LaFin Des empires Coloniaux: De Jefferson a Mandela. 
3- Rosecrance.,a.g.e.,s.139. 
4- Amerikan Federal Rezerv’i 1907 yılında Amerika’da meydana gelen finansal panikten sonra halkın ve bankaların denetleyici bir sisteme olan ihtiyaçlarından sonra fikir olarak gelişmiş ve !.Dünya Savaşına para toplamak için çıkarılan gelir vergisi yasasıyla birlikte 193 yılında kurulmuştur. Bankalar bu dönemde geniş krediler vererek halkı borçlandırmış ve elde ettikleri faizlerden büyük paralar elde etmişlerdir. Bu büyük paraların sahipleri Rockefeller, kayınpederi J.P.Morgan, Avrupa’da daha önce Rothchild’i temsil eden Warburg’lar Rockefeller’e ait olan Georgia’daki Jeykyll adasında toplanarak Merkez bankası 
gücünde olan, Devletten gücünü alan özel bankalardan ve onların büyük stokçuları tarafından yönetilen ve özel denetimde olan bir bankadır. Bankalar kartelinden oluşan Federal Rezerv faiz hadlerini ve pazarları düzenlemektedir. Bkz.:Wikipedia, Federal Reserve maddesi. 
5- Amerika’nın birden bire Almanya’ya ilgi göstermesi ve İngiltere,Fransa’nın işgal ettiği bölgelerle birlikte Batı Almanya’yı canlandırmasının nedeni Amerikan istihbaratı ile Hıristiyanlığın temsilcisi papa arasında yapılan gizli bir görüşmede Papa’nın Rusya’nın Almanya’yı bir Sovyet Cumhuriyeti olarak ilhak etmek istediğini bildirmesidir. Bkz.:Trevor Barnhes,”The Secret Cold War:The CİA and American Foreign Policy in Europe,1946-1956 “, Part I, The Historical Journal, No.24, ss.401-402. 
6- Kindleberger’e göre ekonomik depresyonların uzun geniş ve derin sürmelerinin nedeni uluslar arası liderliğin olmamasıdır. 
Kindleberger’in bu düşüncesine Amerikan halkının kendisini istisnai bir halk olarak gören düşüncesi eklenirse Amerikalıların ekonomi siyasetlerinin temellerini anlamak mümkün olacaktır.Kindleberger için bkz.:Jonathan Kirsher et all.,”Crossing Disciplines and Charting New Paths:The İnfluence of Charles Kindleberger on İnternational Relations”,Mershon 
İnternational Studies Review,Cilt 41,No.2,Kasım 1997,s334. 
7- Michel Rainelli, l’Organisation Mondiale Du, Reperes, No.193, Edit. Decouvertes, Paris, 2004, s.18-19. 
8 Daniel Yergin, Shattered Peace: The Origins of the Cold War and the National Security State, Boston, Houghton Mifflin,
1978.;Robert B.Zevin “An interpretation of American İmperialism”, Journal of Economic History, 1972 Mart, Cilt 32,ss316-360. Günümüzde Obama’dan seçimi almaya çalışan Cumhuriyetçilerin gurusu sayılan muhafazakar yazar Robert Kagan;. hiçbir güç Amerikalıların etkilediği gibi dünyası etkileyememiştir çünkü hiçbir ulus Amerikalılar paylaştığı onlara özel kaliteler karmaşasını paylaşmamıştır veya paylaşamamıştır…bu önemli kaliteler coğrafi konumu, kapitalist ekonomik sistemi, hükümetinin demokratik yapısı, büyük askeri gücüdür” demektedir. bkz.: Robert Kagan, The World America Made, Alfred A. Knopf, New York, 2012, s.9. 
9- Thomas Graham Patterson, The Economic Cold War:American Business and Economic Foreign Policy, California Berkley Pres, 1968. 
10- Diane B.Kunz, “Marsahll Plan Commerative Section: The Marshall Plan Reconsidered: A Complex Motives”, Foreign Affairs, Haziran 1997. 
11- Bu konudaki belge OSS’in başı General William Donovan’ın 26 Temmuzda Avrupa’daki memurlarına yazdığı memorandumdur. Bkz.: Ambrose Evans-Pritchard, “Euro-Federalist Financed by US Spy Chiefs”, The Teleraph, Haziran 19, 2001: www.telegraph.co.uk/news/worldnews/europe/1356047/Euro-federalist-financed-by-us-spy-chiefs-html. 
12- Jean Fourastie, Les Trente Glorieuse. Pluriel, Le Livre de Poche, Paris, 1980. 
13- Michelle Rainelli, Le Commerce İnternational, Reperes, La Decouverte, Paris, 2003, s.13. 
14- Stefano, Guzzini, Realism in İnternational Relations and İnternational Political Economy, Routledge, New York, 1998, ss. 98-99. 
15- Bir yazara göre 1979 İran devrimi Amerika’nın Ortadoğu politikası için önemli bir başarısızlık olmuştur. Carter doktrini 
bu döneme damgasını vuran bir siyasal boyut getirmiştir. Bu doktrine göre İran Körfezi bölgesine dışardan müdahale eden 
bir güç Amerika’nın yaşamsal çıkarlarını tehdit edeceği için dünyanın herhangi bir bölgesinde nükleer bir cevapla karşı 
karşıya kalması mümkündür. bkz.: Gabriel Kolko, The Age Of War. The United States Confronts the World, Lynne Rienner 
Publ., Boulder, Colorado, 2006, ss.48-49. 
16- 1973 Savaşı sonrasındaki petrol şokunu anlatan bir yazar “… Arapların ambargosu sonucu az gelişmiş ülkelerde gelirleri düşen, beslenemeyen Asya ve Afrika’da ölen insan sayısı milyonları aşmıştır.” demektedir. bkz.: Paul Johson, Modern Times; The World From the Twenties to the Nineties, Harber Collins, New York,1991, s.669. Aynı yazar Keynes ekonomisinde  “stagflasyon”(enflasyonla gelen durgunluk) öngörülmediği için ambargonun ekonomik sonuçlarının ilk başta anlaşılamadığı ancak, endüstriyel ülkelerin 1974-75 yılları arasında 10-12 fiyat artışıyla birlikte sıfır veya eksi büyüme yaşadıklarını aktarmaktadır. 
Bu dönemde 1980’ne kadar Amerika ve Batı Avrupa’da işsiz sayısı 25 milyon kadar olmuş. Bkz.: Paul Johnson, ibid., 
17- Samuel Huntington,””Clash of Civilizations”,Yaz 1993,ss.22-49.Huntington daha sonra bu makalesini bir kitaba çevirmiştir. 
18- Beverley Milton-Edwards, Contemporary Politics in the Middle East, Polity Press, Madlen MA, 2000, s.148. 
19- Beverly Milton –Edwards., age., s.148. 
20- Bir yazar Asya’nın yükselişi konusunda şunu söylüyor: “Eğer bir ülkenin üretkenliği ve ekonomisi diğerlerinden hıphızlı 
büyüyor ise, demek ki, güç dengeleri ondan yana kayacak…Bana göre,yeni yüzyılımızın en önemli siyasi olgusunu Asya’nın, 
özellikle de Çin’in yükselişinin yanı sıra, Batı’nın özellikle de en büyük iki birleşeni olan Avrupa ve ABD’nin göreceli güç 
kaybını-tartışmak için tek yoldur… “Paul Kennedy,” Asya’nın Yükselişi İniş Çıkışlarla Dolu; Güç, Doğuya Kayıyor.” Turquie 
Diplomatique, 15 Eylül-15 Ekim 2010, Sayı 20, s.42. 
21- Rachel Maddow, “How America’s Security-İndustrial Complex Went İnsane”, Alternet.org, 3 Nisan 2012. 
22- Ospeh stiglitz ve Linda J. Bilmes, The Three Trillion Dolar War; The True Cost of the Iraq Conflict,, W.W. Norton & 
Company, New York, 2008. 
23- Philippe Esper,Christian Boissieu,Pierre Delvolve,Christophe Jaffrelot,Un Monde Sans Europe,Fayard,Paris,2011,s.40 


****