Endonezya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Endonezya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ocak 2018 Salı

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 

Prof. Dr. Hasan KÖNİ
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü ÖĞretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI,

Giriş: 

   Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

   Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. 

   Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini 
önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. 

Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir 
uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu 
değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi, AVRASYA DOSYASI,

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü 
Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacak lardı. Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 
21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında 
Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi 
üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. 

Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan 
müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 
yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere 
inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’daolduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve 
uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin 
anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısında yız. Fuller raporunda: “... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. Fuller, Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 
Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankaları nın ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar 
gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış 
görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “barış için güç” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a 
karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa 
Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere 
girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer 
güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 
Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servis
lerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte 
“taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecektir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için 
Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan 
anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 
1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi 
bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 
Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucusevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 
Bunu belki asla öğrenemeyeceğiz. 
Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasınıetkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, 
yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır.

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 
Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail 
çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve 
Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların 
yanlış söylediklerine inanıyorum. Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.”demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasındazaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “Komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur.” demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 

ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliği nin uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 


DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
   Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les ‹slamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40.
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, ‹srael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46.
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995.
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin yaşadıgını belirtelim. 
    Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların flimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204.
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çal›flarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birliğini nasıl 
    çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık 
    Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı 
    "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The 
    Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
    by Peter Schweizer, ss. 9-10.
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7.
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administrat›on Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29.
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent İslam, Washington, 1994, ss. 2-3.
20 Martin Kramer, "Islam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of İslam" Hiddle East International, Aralık 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against ‹slam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216.



***

20 Şubat 2017 Pazartesi

ENERJİ İHTİYACININ KARŞILANMASINDA YENİ YÖNTEM OLARAK KAYA GAZININ İNCELENMESİ



ENERJİ İHTİYACININ KARŞILANMASINDA YENİ YÖNTEM OLARAK KAYA GAZININ İNCELENMESİ 


   DOĞU AKDENİZ’DE ENERJİ DENKLEMİ VE OLASI YAN ETKİLERİ 
Muzaffer ÇALIŞKAN*1 
*Bartın Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Tesisat Teknolojisi ve İklimlendirme alanı öğretmeni, 74100 / BARTIN, greeneyes1674@hotmail.com, 05333628443 

Özet 

İnsanoğlu sanayi devrimini gerçeklestirdikten sonra ki dönemlerde enerjiye daha çok ihtiyaç duymustur. Bu enerji ihtiyacını petrolün bulunması ile karsılamıs, daha sonra ki yıllarda bu kervana doğalgazı da ortak ederek sanayi çarklarını döndürmüstür. 20.Yüzyılda dünya nüfusu hızla arttığından, daha fazla enerji ihtiyacı doğmustur. Dnsanoğlu yeni kaynak arayıslarına girmis ve bulunan kaynaklar, özellikle 21. yy da insanlığın ihtiyacını karsılayacak seviyede değildir. Öte yandan fosil yakıt rezervlerinin de azalması sonucu içinde bulunduğumuz yüzyılın sonlarına doğru dünyada bir enerji krizine isaret edilmektedir. Bu çalısmada, dünya enerji ihtiyacı, kaya gazının elde edilmesi, Dünya da ve ülkemizde ki kaya gazı rezervlerini, çıkarma esnasında olusacak olumsuz yönleri, gazın stratejik önemi hakkında bilgeler vermeyi amaçladım. 
Anahtar Kelimeler: Kaya gazı, stratejik önem, enerji krizi, birincil enerji, konveksiyonel olmayan enerji 

1.Giriş 

18. yüzyılda sanayi devriminin baslamasıyla enerjinin tahtına oturan kömür, 19. yüzyılın sonlarında yerini petrole bırakmıştır. Sanayi devrimi sürecinde enerjinin ekonomik önemi anlaşılmış ve 20. yüzyılda bunun yanında stratejik önemi de ortaya çıkmıstır. 20. yüzyılın sonlarında ise kullanım kolaylığı ve çevre dostu olması nedeniyle doğal gaz Petrolün tahtına yerleşmiştir. Ancak doğal gaz, kullanıcı ülkeleri büyük bir bağımlılığa ittiğinden bütün dünyada sorunlar yasanır olmustur. Önemli bir ekonomik ve siyasal güç haline gelen doğal gaz nedeniyle tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de enerji temininde yeni kaynak arayıslarına baslanmıştır. Potansiyel bakımından yerli kaynakların basında yer alan kömürde 
2005 yılında Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü tarafından baslatılan çalısmalar ile önemli rezerv artısları sağlanmıştır. Bu çalışmalar devam ederken derinlerde bulunan ve isletme güçlükleri söz konusu olan kömür yatakları için “kömürlerin gazlaştırılması” projeleri tartısılır olmustur. 

2.Dünyanın Enerji İhtiyacı 

Uluslararası Enerji Ajansı (International Energy Agency -IEA) tarafından yayımlanan istatistiklere göre toplam birincil enerji kaynakları arasında doğalgazın payı 1973 yılındaki %16 seviyesinden, 2010 yılında %21’e yükselmis olup, 2035 yılında %23’e ulasması beklenmektedir. 1973-2035 arasında toplam birincil enerji tüketiminin yaklasık 2,8 kat artmıs olacağı hesaba katıldığında, birincil enerji kaynağı olarak doğalgaz kullanımındaki artısın boyutu daha iyi anlasılmaktadır. Rakamlarla ifade etmek gerekirse, 1973’te 977 milyon TEP 
olan doğalgaz tüketimi, 2010 yılında 2,7 milyar TEP’e yükselmis olup 2035’te de 4,1 milyar TEP’e ulasması beklenmektedir (Tablo 1). 2010-2035 arasında toplam enerji talebinin birincil enerji kaynaklarına göre dağılımının olası seyri incelendiğinde ise, yenilenebilir kaynaklarla birlikte doğalgazın hızlı bir artıs kaydedeceği; diğer önemli fosil yakıtlar olan kömür ve petrol kullanımındaki artısın ise görece daha sınırlı kalacağı tahmin edilmektedir. Bu paralelde, önümüzdeki 20 yıllık dönemde doğalgaz, yenilenebilir enerji kaynakları ve nükleer enerjinin içindeki toplam payını artırması; kömür ve petrolün payının ise düsmesi beklenmektedir. 


Tablo 1. Dünya Birincil Enerji Kaynağı Talebinin Dağılımı 

(*)2 TEP / Ton Esdeğer Petrol (TOE / Tonne of Oil Equivalent): 1 ton ham petrolün içerdiği enerji miktarı olup farklı türde enerji kaynaklarının mukayesesini kolaylastırması amacıyla enerji istatistiklerinde ve hesaplamalarda kullanılan bir birimdir. Kaynak: IEA – World Energy Outlook 2012 

3. (Shale gas) Seyl Gazı 

Doğal gaz olarak bildiğimiz ve tanıdığımız metan gazı kömür, petrol ve doğal gazın ana bilesenidir. Kömür, petrol, doğal gaz gibi kaynaklar konvansiyonel enerji kaynakları olarak anılmaktadırlar. Son yıllarda ülkemizde kömür ve bitümlü seyl (oil shale) gibi isimlerle anılan yerli enerji kaynağı fosil yakıt arayısları sırasında seyl gazı (shale gas) gündeme gelmistir. Konvansiyonel olmayan enerji kaynakları sınıflamasında yer alan ve ülkemizde kaya gazı olarak da anılan seyl gazı, adını içinde bulunduğu kayaç türünden almaktadır. Kaya 
gazı, seyl (shale) adı verilen, kil ile kuvars ve kalsit minerallerinden olusan tortul kayacın küçük gözeneklerinde bulunan gazdır. Konvansiyonel olmayan enerji kaynakları içinde seyl gazı (shale gas) ile birlikte sıkı kumtası ve kömür kökenli gaz (coalbed methane) da yer almaktadır. Bütün dünyada petrol ve doğal gazdan kaynaklanan sıkıntılar, petrol ve doğal gaz olusturmus kayaların bünyesindeki gazın üretilebilirliğini gündeme getirmistir. Ancak bütün seyller, seyl gazı (kaya gazı) içermez. Bu kayaların belirli oranda organik madde içermesi ve yeterli olgunluğa ulasmıs olması gerekir. Petrol ve doğal gaz, olustuğu ana kayayı terk ederek farklı kayaçlar içerisine yerlesir. Ancak bu göç sırasında olusan petrol veya doğal gazın bir bölümü ana kayada kalır. Sözü edilen seyl gazı (kaya gazı) olustuğu ana kayayıterk etmeyen ve olustuğu kayacın gözeneklerinde kalan petrolden elde edilen gazdır. 20. yüzyılın 
ortalarından bu yana bilinen kaya gazının alternatif bir enerji kaynağı olarak gündeme gelmesinin ana nedeni, konvansiyonel doğal gazın stratejik öneminden dolayı dünyada yarattığı krizler yanında günümüzde seyl gazı elde edilmesinin geçmise göre daha ekonomik düzeyde yapılabilir olmasıdır. Ana kaya doğal haliyle geçirgen olmadığından gaz üretimine elverisli değildir. Bu kayacın öncelikle hapsettiği gazı serbest bırakacak duruma getirilmesi gerekmektedir. 

3.1. Dünyada (Shale) Seyl Gazı 

Seyl gazı (shale gas) kaynaklarının varlığı uzun yıllar öncesinden bilinmesine rağmen endüstriyel olarak düsünülmesi konvansiyonel doğal gaz sahalarındaki üretim düsüsleri ile petrol ve doğal gaz fiyatlarındaki yükselise bağlı olarak gelismistir. Bunların yanında özellikle son yıllarda petrol ve doğal gazın stratejik öneminin artması da rol oynamıstır. İlk seyl gazı üretimi, Amerika Birlesik Devletleri, New York eyaletinde 1821 yılında gerçeklestirilmis ve 1970 yılında endüstriyel ölçekte üretim sağlanmıstır. Konvansiyonel kaynakların maliyetleri nin göreceli olarak uygun olması nedeniyle seyl gazı üretimine devam edilmemis, ancak 2000’li yıllardan sonra ekonomik olması ve enerji ihtiyacı nedeniyle seyl gazı üretimi gerçeklesmistir. 2010 yılı sonu itibaren dünyada açılan toplam 15.467 kuyunun sadece on binde besi Kuzey Amerika dısında kazılmıstır. Bu olgu, seyl gazı üretim teknolojisinin Amerika kıtası dısında ne kadar yeni bir teknoloji olduğunu göstermektedir. Bu faaliyetler sonucunda, 2010 yılında Amerika Birlesik Devletleri’nde doğal gaz fiyatları % 35 
oranında düsmüs ve ülke doğal gaz ihraç edebilecek konuma ulasmıstır. 2009 yılı itibariyle, Kuzey Amerika kıtasında yedi bölgede, 146 trilyon m3 yerinde, üretilebilir düzeyde ise 20 trilyon m3 seyl gazı (shale gas) ve sıkı kumtası rezervi tespit edilmistir. ABD’de en yoğun çalısılan Teksas eyaletindeki Barnet seyllerinde 2010 yılı üretimi 51 milyar m3 olarak gerçeklesmistir Amerika’da 1996 yılında 8,5 milyar m3 seyl gazı üretimi yapılırken, bu miktar 2006 yılında 31 milyar m3 olarak gerçeklesmistir. Diğer bir deyimle 2006 yılında 
Amerika’nın toplam doğal gaz üretiminin %5,9 u seyl gazından sağlanmıstır. Yapılan kestirimler 2020 yılında Amerika’nın toplam doğal gaz üretiminin yarısının seyl gazından sağlanacağını göstermektedir. Konvansiyonel olmayan kaynakların belirlenmesine, dik arama kuyularında elde edilen verilerin değerlendirilmesi ile baslanmaktadır. Uzun soluklu bir çalısma dönemi sonunda gaz potansiyeline sahip olduğu belirlenen seviyelerde yatay sondajlar yapılmaktadır. Bu seviyelerde yüksek basınçlı % 99 oranında kum ve su karısımı kullanılarak dikey çatlaklar olusturulmakta ve petrol ve doğal gazın kuyuya akısı sağlanmaktadır. Potansiyeli belirlenen alanlarda tek bir noktadan 20-30 adet yatay kuyu açmak mümkün olabilmektedir. Konvansiyonel olmayan kaynakların aranması, üretime geçmesi ve ekonomiye kazandırılması sürecinde büyük ölçüde istihdam da sağlanmaktadır. 

Örneğin ABD’de Teksas eyaletinde bu amaçla yapılan çalısmalarda yaklasık 12.000 kisiye is imkânı sağlanmıstır. 

Günümüzde Avrupa’da herhangi bir ülkede seyl gazı üretimi yoktur. 

Norveç sirketi Stat oil, Amerika’da Marcellus Formasyonunda seyl gazı üretimi amacıyla ortaklık kurmus ve burada kazanacağı deneyimi Avrupa’da seyl gazı üretiminde kullanacağını belirtmistir. Benzer yaklasım ile Gazprom da girisimlerde bulunmustur. Exxon Mobil, Almanya’nın Asağı Saksonya bölgesinde 750.000 hektar genisliğinde bir bölgede 2009 yılında seyl gazı üretimi amacıyla çalısmalara baslamıstır. Yine Exxon Mobil Macaristan’da seyl gazı üretimi amacıyla 2009 yılında 5 kuyu tamamlamıstır. Cocono Phillips firması 
Polonya’da seyl gazı üretimine yönelik önemli çalısmaların tamamlandığını ve üretime geçileceğini belirtmistir. Shell Oil de Dsveç’te seyl gazı çalısmalarının yapılacağını bildirmistir. Dünyada genis alanlarda seyl gazı potansiyelinin varlığı tahmin edilmektedir. Henüz ABD dısında seyl gazı arama ve üretim faaliyetlerine yeni, yeni baslandığından gerçek potansiyel eski çalısmalara dayanan tahminlerin ötesine geçememektedir. Ancak; Rusya, Çin, Avustralya, Endonezya, Afrika, Orta Doğu, Güney Amerika, Ukrayna, Polonya, Hindistan, Kazakistan, Azerbaycan ve Türkiye gibi ülkelerin önemli seyl gazı potansiyeline sahip olduğu düşünülmektedir. 


3.2.Türkiye’de Seyl Gazı 

Ülkemizde seyl gazı potansiyeline sahip alanların basında Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Trakya Bölgesi yer almaktadır (Resim 1). Her iki bölgede tahmin edilen yerinde seyl ve sıkı kumtaslarında yer alan gaz rezervi 13 trilyon m3 tür. Bu rezervin üretilebilir miktarının ise, ABD’deki kurtarım oranları dikkate alınarak bir hesaplama yapıldığında 1.8 trilyon m3 civarında olduğu tahmin edilmektedir 


HARİTA;
Resim -1 Türkiye’nin önemli seyl gazı potansiyel alanları. Kaynak (EIA: International Energy Agency ) 

Ülkemizde 2011 yılı doğal gaz tüketiminin 43.8 milyar m3 olduğu düsünülürse bu rezervin bugünkü tüketim miktarı ile ülkemizin 40 yıllık ihtiyacını karsılayacak düzeyde olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunların dısında Kuzeydoğu Anadolu Bölgesi, Toroslar ve Tuz Gölü civarı potansiyel alanlar olarak gösterilmektedir (TPJD)* 
*( TPJD: Türkiye petrol jeologları derneği) 

4. Kaya Gazının Elde Edilme Yöntemleri 
Kaya gazı çıkartmak için kullanılan yöntemler ve teknolojiler, sirketlerin uygun sekilde çalısmaları ve bu alanda deneyimin artmasıyla sürekli değismektedir. Ancak genel hatlarıyla bir kaya gazı çıkartma operasyonunun baslıca asamaları asağıda belirtilmistir. 


A-Jeolojik ve sismik arastırmalar: 
Sismik arastırma metotları kullanılarak yeraltı jeolojik olusumların üç boyutlu haritalarının çıkartılması. Uygun seyl gazı rezervlerinin derinlik ve kalınlık bilgilerinin derlenerek, azami verim elde edilebilmesi için gerekli kuyu sayılarının ve bunların lokasyonlarının belirlenmesi. 

B-Platform insası: 
Belirlenen lokasyonlarda kuyu açma donanımlarının kurulması. 

C-Dikey sondaj: 
Gaz ve petrol çıkartılacak kaya tabakasının derinliğine inene kadar dikey sondaj yapılması ve güvenlik amacıyla kuyuya çelik ve beton kaplamalar yapılması. 

D-Yatay sondaj: 
Seyl tabakası içinde, kaya formasyonuyla temas alanının artırılması amacıyla 2–3 kilometreye kadar yatay sondaj yapılması. 

E-Perforasyon: 
Yatay sondaj kuyusunun beton kaplamasında belirli aralıklarla küçük patlayıcılar kullanılarak delikler açılması. 

F-Çatlatma: 
Akıskanlığı özel formüllerle ayarlanmıs su/kum karısımının perfore edilen kuyudan kayanın içine basınçla pompalanması yöntemiyle kayada hidrokarbonların sızabileceği çatlaklar olusturulması. 

G-Atıkların yönetimi: 
Çatlatmak için kullanılan sıvının yeryüzüne dönen kısmının sonradan yeniden kullanılmak üzere biriktirilmesi veya arıtılarak kanalizasyona verilmesi. 

H-Üretim: 

Kuyu açma ekipmanlarının sökülerek yerine çıkan hidrokarbonların toplanması ve nakliyesi için gerekli donanımın kurulması 

Kaya gazı üretim maliyetleri sermaye, isletme, nakliye maliyetleri ile vergi ve imtiyaz paylarından olusmakta olup ülkeye, coğrafyaya ve operasyonun büyüklüğüne göre çesitlilik göstermektedir. Sermaye maliyetleri temelde arama ve gelistirme maliyetlerini içermekte ve büyük bölümü kuyuların insasına iliskin olmaktadır. İsletme maliyetleri üretim faaliyetinin kendisinden kaynaklanan değisken maliyetlerdir. Nakliye maliyetleri ise daha çok gazın satılacağı pazarlara uzaklıkla ilgilidir. 

Vergi ve imtiyaz payları ülke ve bölgelere göre değisiklik göstermektedir. Genelde altyapının daha zayıf ve coğrafi kosulların daha zorlu olduğu, dolayısıyla maliyetlerin yükseldiği ülkeler, daha serbest bir vergi ve imtiyaz rejimi uygulayarak yatırımcıları çekmeye çalısmaktadır. Seyl gazı kuyularından elde edilmesi beklenen toplam gazın yaklasık %25’i üretimin ilk yılı içinde, %50’si de ilk 4 yılda çıkartılmaktadır. Bu durum maliyet-getiri hesaplamalarında iskonto oranlarından çok kuyunun insa maliyeti ile elde edilecek toplam gaz 
miktarından sağlanacak getiriyi öne çıkarmaktadır. Üretim gerçeklestirilmesi düsünülen bölgeye özgü maliyet bilesenleri ve çıkartılabilecek gaz miktarı birlikte değerlendirildiğinde, operasyonun reel bir getiri sağlaması için piyasada doğalgazın fiyatının ne olması gerektiğine iliskin bir basa bas noktası belirtilmis tir. Seyl tabakasının derinliğine, yatay sondaj uzunluğuna ve diğer faktörlere göre değismekle birlikte, ABD’de bir kaya gazı kuyusunun maliyeti 4-10 milyon USD arasında değismektedir. Kuyu basına elde edilebilen doğalgaz miktarı ise 8 ila 300 milyon m3 arasında olabilmekle birlikte orta derinlikteki kuyularda ortalama 30 milyon m3 civarındadır. Yaklasık bir hesaplamayla 5 milyon USD’ ye mal olan ve 30 milyon m3 gaz elde edilebilecek bir kuyunun ekonomik olarak anlamlı olması için piyasada doğalgaz fiyatının 5 USD/M Btu’nun üzerinde olması gerekmektedir. 

5. Riskler ve çevresel faktörler 

Kaya gazı üretiminde yatırımcılar açısından temel riskleri rezerv hesaplamalarında yapılabilen hatalar ve buna bağlı olarak üretimin beklenen seviyelere ulasmaması olusturmaktadır. Hidrokarbon içeren seyl biçim lenimlerinin eldeki teknolojilerin kullanımıyla ne kadar süreyle ne kadar gaz elde edilebileceğine iliskin hesaplamalar, halen ciddi hata payları içerebilmektedir. Bu nedenle rezerv büyüklükleri yıllar içinde asağı veya yukarı yönde güncellenebilmektedir. Sismik ölçüm ve arastırma teknolojilerinin sürekli gelismesi, ayrıca üretim amaçlı kuyuların sayısının artmasıyla birlikte jeolojik verilerin doğruluğunun zaman içinde artması beklenmektedir. Açılan kuyulardan ne kadar süreyle gaz elde edilebileceğine iliskin varsayımlar da halen üretimini sürdüren çok sayıda kuyudan derlenen istatistik ve teknik verilerin artısıyla birlikte daha az hata payıyla yapılabilecektir. Öte yandan üretim gerçeklestiren firmalar da kullandıkları sondaj ve hidrolik çatlatma tekniklerini sürekli olarak gelistirmeye çalısmakta olup bu durum da kuyu basına verimliliğin artmasına ve maliyetlerin 
kontrol edilmesine katkıda bulunmaktadır. Çevresel tahribat ihtimali ile ilgili kaya gazı endüstrisine yöneltilen baslıca elestiriler ise su sekildedir: 

* Hidrolik çatlatmada kullanılan sıvı, yeraltı su kaynaklarını kirletebilecek tehlikeli kimyasal maddeler içermektedir. 
* Kuyuların çelik ve beton kaplamalarının düzgün yapılmaması, yeraltı suyuna gaz karısmasına neden olmaktadır. 
* Gazın yeryüzüne çıkartılması esnasında yasanabilecek doğalgaz kaçakları, karbondioksitten çok daha fazla sera gazı etkisi içeren metanın atmosfere salınmasına neden olmaktadır. 
* Hidrolik çatlatma sonrasında yüzeye dönen atık sular, tuz ve radyoaktif maddelerle kirlenmis durumda olup yer üstü su kaynakları ve doğal yasam için zararlı olabilecektir. 
* Kullanılan yüksek miktarda su, kıt su kaynaklarını da tüketmektedir. 

Hidrolik çatlatmada kullanılan sıvılarla ilgili elestiriler ise 2000’li yılların basında kaya gazı üreticilerinin kendi teknolojilerini ticari açıdan korumak amacıyla sıvı formülünü açıklamaktan kaçınması nedeniyle yoğunlasmıstır. Kamusal otoritelerin baskısı ve düzenlemeler sonucu bu durum ortadan kaldırılmıs olup üreticiler, kullanılan kimyasal maddeler konusunda daha seffaf davranmaya baslamıstır. Günümüzde hidrolik çatlatma için kullanılan sıvı yaklasık %94 su, %5 kum ve %1’e yakın oranlarda sürtünme azaltıcı, anti mikrobiyal ile artık birikmesini önleyici kimyasallar içermektedir. Kullanılan kimyasallar polikrilamid, bromin, metanol, naftalin, hidroklorik asit, etilen glikol, bütanol vb. maddeler 
olup bu kimyasallar seyreltilmis halde olduklarından içme sularına karısmaları halinde bile zararsız olacağı ifade edilmektedir. Öte yandan, hidrolik çatlatma sıvılarının doğrudan çatlaklar yoluyla yeraltı su kaynaklarına karısma ihtimali çok düsüktür. 

Zira yeraltı su tablaları yerin en fazla 300 metre derininde bulunmakta olup hidrolik çatlatma yapılan seyl olusumları yerin en az 2.500 metre altında gerçeklestirilmektedir. 
Yatay sondaj boyunca olusan çatlaklar yukarı doğru dikey olarak en fazla 200 metre uzanmakta olup en sığ derinlikteki hidrolik çatlatma operasyonlarında bile yeraltı su kaynakları ile çatlakların en üst noktası arasında 1-2 kilometre kalınlığında geçirimsiz kaya tabakaları bulunmaktadır. 

Çatlatma sıvılarının su kaynaklarına karısması ancak hatalı kazılan veya kaplaması düzgün yapılmayan kuyularda meydana gelen kazalar sonucu mümkündür. Aynı sekilde yeryüzüne çıkartılan gazın belli oranlarda atmosfere sızması da kuyuların ve ekipmanların iyi tasarlanmaması halinde veya yanlıs teknik uygulamalar sonucunda mümkündür. Doğası gereği üretici firmaların da çıkarına olmayan bu gibi tehlikelerin önüne geçmek için düzenleyici otoritelerin ve endüstrinin birlikte hareket etmesi ve tüm teknik yönergelere hassas iyetle uyulduğunun çok iyi denetlenmesi gerekmektedir. Her ne kadar hatalar ihtimal dâhilinde olsa da bugüne kadar birçok eyalette çok sayıda testin gerçek lestirildiği ABD’de yeraltı su kaynaklarının kaya gazı çıkartma faaliyetlerine bağlı olarak kirlendiğine iliskin bir bulgu ortaya konmamıstır. Benzer sekilde kuyulardan yeraltı sularına doğalgaz karısması da düzgün yapılan uygulamalarda çok düsük bir ihtimal olarak değerlendirilmektedir. Simdiye kadar yeraltı sularına gaz karıstığı iddiasıyla incelenen birçok olayda, sularda bulunan gazın, su kaynaklarının içinden geçtiği kömür yataklarına bağlı biyojenik gaz olduğu ve kaya gazı faaliyetleriyle ilgisi bulunmadığı ortaya çıkmıs olup yalnızca Pennsylvania’da hatalı bir kuyuda meydana gelen bir kazadan dolayı içme sularına doğalgaz karıstığı belirlenmistir. 

ABD’de yılda 15 binin üzerinde kuyu açıldığı ve aktif halde on binlerce kuyu bulunduğu hesaba katıldığında bu tip risklerin oldukça düsük olduğu değerlendirilmektedir. Hidrolik çatlatma amacıyla kuyulara pompalanan suyun yaklasık üçte biri yeryüzüne geri dönmektedir. Bu suyun sızmalara karsı güçlendirilmis havuzlarda toplanması gerekmektedir. Havuzlarda biriktirilen su, ya yeniden çatlatma sıvısı olarak kullanılmakta, ya da arıtılarak kanalizasyona verilmektedir. Hidrolik çatlatma suyuna iliskin arıtma faaliyeti baska herhangi bir endüstriyel faaliyet sonucu ortaya çıkan atık su arıtma süreçlerinden farklı olmayıp, sonucunda ortaya çıkan arıtılmıs atık suyun doğaya zararlı olmadığı ifade edilmektedir. Kaya gazı üretiminde kuyu basına 4 bin ila 18 bin m3 su kullanılmaktadır. Kaya gazı üretim faaliyetleri için büyük miktarlarda su kullanımının gerekli olduğu kuskusuz olmakla birlikte, kentsel kullanım dâhil olmak üzere diğer endüstrilerdeki su kullanımı ile kıyaslandığında, doğalgaz üretiminin tek basına su kaynaklarının asırı tüketilmesine neden olabilecek bir faaliyet ölçeği yaratmadığı 
ortaya çıkmaktadır. 

6. Sonuçların Tartısılması 

1-Enerji baslığı, tüm ülkeler açısından ekonomik ve siyasi boyutlarıyla hayati önemdedir. İster genis kaynaklara sahip olsun, ister enerjide dısa bağımlı olsun; basta fosil yakıtlar olmak üzere enerji üretimi ve ticaretinde zincirin neresinde yer aldıkları, ülkelerin ekonomilerini ve siyasetlerini doğrudan etkileyebilmekte dir. Bu nedenle enerji kaynaklarına düsük maliyetle, kesintisiz ve yeterli erisim olarak tanımlanabilecek enerji güvenliğinin sağlanması, her ülke için bir zorunluluk olarak değerlendirilmektedir. 

2-Küresel ısınmayla mücadele ve sürdürülebilirlik bağlamında yenilenebilir enerji kaynaklarının giderek daha fazla gündeme gelmesine rağmen halen küresel enerji talebinin büyük bölümü fosil yakıtlarla karsılanmaktadır. Gelecek yıllarda paylarının azalması beklenmekte birlikte, 2035 itibarıyla toplam enerji ihtiyacının %75’inin hidrokarbonlardan karsılanacağı tahmin edilmektedir. Petrol, kömür ve geleneksel doğalgaz kaynaklarının ülkelere dağılımı, bu kaynaklardan gerçeklestirilen üretim ve enerji kaynaklarının ticareti, aynı zamanda jeopolitik bir denklemi tanımlamaktadır. Bu çerçevede kaya gazıyla ilgili gelismeler, enerji kaynaklarının dağılımı, üretimi ve ticaretinde önemli değisikliklere neden 
olma potansiyeli dolayısıyla söz konusu jeopolitik denklemde de değisiklikleri gündeme getirebilecektir. 

3-Geçtiğimiz on yılda ABD’de yaygın bir sekilde üretilmeye baslanan kaya gazı, benzer jeolojik özelliklere ve kaya gazı rezervlerine sahip olan diğer bölgelerde de alternatif bir doğalgaz kaynağı olarak tartısılmaya baslanmıstır. Özellikle mevcut durumda enerjide net ithalatçı konumunda olan ülkeler açısından bu rezervlerin değerlendirilmesi önemli avantajlar sağlayabilecektir. Kaya gazı üretiminin küresel ölçekte artması, doğalgaz ticaretinin de farklılasmasına neden olabilecektir. 

4-Enerji ihtiyacının önemli bir bölümünü doğalgazdan karsılayan ve doğalgazın tamamına yakınını ithal eden Türkiye için de, sahip olduğu kaya gazı rezervleri nin değerlendirilmesi önem tasımaktadır. Mevcut en güncel incelemeye göre Türkiye’nin çıkarılabilir kaya gazı rezervleri yaklasık 424 milyar m3 olup, bu rakam ülkemizin yaklasık 10 yıllık doğalgaz ihtiyacına karsılık gelmektedir. Öte yandan yeni sismik çalısmalarla elde edilecek verilerle birlikte Türkiye’nin rezervlerinin de artabileceği ifade edilmektedir. Henüz baslangıç asamasında olmakla birlikte Türkiye’de kaya gazı üretimi için çalısmalar baslamıs durumdadır. TPAO ile anlasma yapan firmaların yanı sıra TPAO’nun da kendi sahalarında üretim için çalısma yürüttüğü belirtilmektedir. 

5-Gerek dünya doğalgaz piyasasında yasanması muhtemel değisim, gerekse Türkiye’deki potansiyelin hayata geçirilme süreci çerçevesinde kaya gazı üretimi ile ilgili gelismelerin önümüzdeki dönemde ülkemizin enerji gündeminin ilk sıralarında yer alması beklenmektedir. Yatırımların yaygınlasması ve artan miktarlarda üretime baslanabilmesi durumunda kaya gazı kaynaklarının, enerji güvenliğinin sağlanması açısından Türkiye’nin elini güçlendireceği değerlendirilmektedir. 

6-Gaz içeren seyl tabakalarında hidrolik çatlatma yöntemiyle olusturulan çatlaklardan sağlanan gaz miktarında her bir kuyudan 20-30 yıl üretim yapılabilecek teknolojiye 
ulasılmıstır. 

7-Seyl gazı üretiminde önemli birikime ve teknolojiye sahip olan Amerika’nın aynı zamanda büyük seyl gazı potansiyeline sahip olması dünyada enerji dengelerini etkilemistir. 

8-Amerika ve Kanada’nın seyl gazı üretimini artırması, konvansiyonel doğal gaz üretimi yaparak dünyada söz sahibi olan ülkelerin durumunu değistirecektir. 

9-Seyl gazı potansiyeli konusunda Amerika ve Kanada dısında yeterli bilgiler bulunmamaktadır ancak önümüzdeki bes yıl içinde tüm dünyada yeni rezervler 
belirleneceğinden küresel enerji denklemi değisecektir. 

10-Bugünkü potansiyelleri dikkate alındığında Polonya, Almanya, İsveç, Fransa, Çin ve Hindistan’da önemli rezervler beklenmektedir. 

11-Amerika’dan sonra Avrupa, Çin ve Hindistan’da da üretime geçilmesi ile doğal gaz arz kaynaklarında büyük artıs olacağı ve dolayısıyla doğal gaz fiyatlarının düseceği 
öngörülmektedir. 

12-Çin’in önemli seyl gazı potansiyeline sahip olması, ülkede doğal gaz kullanımının artması ile atmosfere salınan karbon emisyonlarının azalmasına neden olacaktır. 

13-Bu olgu dikkate alınarak Amerika ile Çin arasında bir mutabakat imzalanmıs ve Çin’e seyl gazı üretimi konusunda her türlü teknik desteğin verileceği taahhüdünde 
bulunulmustur. 

14-Günümüzde sahip oldukları zengin doğal gaz yatakları nedeniyle uluslar arası iliskilerde yasanan dayatmalar seçeneklerin artması ile azalacaktır. 


KAYNAKÇA ;

Tek yazarlı makaleler 
[1] Bahtiyar, D. (2013) “Is Shale Gas & Oil an Opportunity for Turkey and Investors”, Türkiye Uluslararası Seyl Gaz ve Petrol Konferansı, 20-21 Şubat 2013 
[2] Muzaffer, Ç. (2012) Yayımlanmamıs ders notları, Türkiye ve dünyada kaya gazının elde edilmesi ve diğer yakıtlarla ısıl değer olarak karsılastırılması 
[3] Muzaffer, Ç (2011 -2013) Uzak Asya, Orta doğunun yerini tutabilir mi? Enerji dengeleri konulu makale. 

İnternet siteleri 

[1] Enerji Enstitüsü, http://enerjienstitusu.com Arsiv dokümanı 
[1] International Energy Agency (2012),“Golden Rules for a Golden Age of Gas” 
[2] International Energy Agency (2012), “Key World Energy Statistics” 
[3] International Energy Agency (2012), “World Energy Outlook 2012” 


***