Hindistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hindistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2020 Cuma

ÜÇÜNCÜ NÜKLEER ÇAĞ

 ÜÇÜNCÜ NÜKLEER ÇAĞ





Üçüncü nükleer çağ..
Prof.Dr.Sait Yılmaz
28 Kasım 2018


Giriş

ABD yönetimi 1987’de imzalanan Orta Menzilli Nükleer Güçler Anlaşması’ndan (INF ) çekilmeyi ve anlaşmanın yeniden gözden geçirilmesini istiyor . ABD başkanı Donald Trump, kararının gerekçesini ‘Rusya ve Çin sürekli silahlanırken biz buna müsaade edemeyiz’ şeklinde açıkladı. ABD, INF anlaşmasından çekilme kararını henüz resmen hayata geçirmedi. Amerikalılar, Rusların hem START hem de INF Anlaşmalarını ihlal ettiklerini iddia ediyorlar. 2010 yılında imzalanan ve 2021 yılında yenilenecek Yeni START (Stratejik Silahlar) Anlaşması’na göre, her iki tarafın elinde ancak 1.500 (konuşlu) stratejik savaş başlığı olabilir. 

Amerikalılara göre, Ruslar 1.550 adet sınırına rağmen her çeşit nükleer envanterlerini geliştiriyorlar. 

Gene Amerikalılar, olası bir savaşta Rus tehdidinin nükleer seyir (cruise) füzeler ile destekleneceğini ve ‘ilk kullanan’ olma stratejisi izleyeceklerini iddia ediyorlar. 

Bu iddialar, Amerikalıların nükleer silahlarını modernize etme, artırma yanında füze, denizaltı ve savaş uçakları gibi nükleer silah atma platformlarını geliştirme gerekçesi olarak sunuluyor. Nükleer silahların azaltılması konusunda yakın zamanda tekrar bir işbirliği veya silahlanmadan vazgeçme olasılığı gözükmüyor ama nükleer kabiliyetleri artırma çalışmaları hızla devam ediyor. Putin ise Nükleer Armageddon’dan (Kıyamet Savaşı) bahsediyor. 

Gelinen durum Soğuk Savaş döneminden daha kötü. Neler oluyor ve olabilir? 

Anlatalım. 

Üçüncü nükleer çağ..

Nükleer silahlanma gayretlerini üç ayrı döneme ayırabiliriz. 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanması ile başlayan ilk dönemde nükleer silahlar, Doğu ile Batı arasındaki muhtemel bir çatışmanın korkutucu unsurları idi. Önceleri Amerikalılar, nükleer silahları savaşta daha fazla insanı yok etmek için ‘topçunun takviyesi’ rolünde gördüler. Bu dönemin önemli bir virajı 1962 yılında yaşanan Küba Krizi oldu ve nükleer savaşın kazananının olmayacağı düşüncesi yani nükleer silahtan kullanmaktan uzak durulması gereği kafalara iyice yerleşti. Artık nükleer silahlar ‘caydırıcılık’ vasıtası idi. Tarafların elindeki nükleer silahlar ‘karşılıklı caydırıcılık’ içinde siyasi kararların yumuşamasına da etki etti. 

Örneğin, 

Sovyetlerin Berlin Duvarı’nı inşası veya Çekoslovakya’yı işgali gibi çatışmalar geri plandaki nükleer silah endişesi ile daha fazla tırmanmadan bir noktada durdu. Nükleer caydırıcılık sadece nükleer savaşı değil, konvansiyonel savaşı da önledi. Soğuk Savaş süresince taraflar vekilli savaşlara ve silahlanma yarışına ağırlık verdiler.

TÜRK UÇAK GEMİSİ TAMAM SIRADA NÜKLEER SİLAH MI VAR

İkinci nükleer çağ, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile başladı ve Soğuk Savaş’ın son döneminde imzalanan anlaşmaların gereği ve genel iyimserlik havası içinde taraflarca nükleer silah envanterleri önemli ölçüde azaltıldı. Ancak, Rusya tarafında nükleer silahlar, eski Sovyet gücüne ulaşmanın ve dünya gücü kalmanın bir garantisi olarak görülmeye devam etti. Rusya’nın elde kalan ortaklıkları da onun nükleer gücünden cesaret alıyordu. 1998 yılında Hindistan ve Pakistan tarafından yapılan nükleer testler bu çağın yeni zorluklarının habercisi oldu. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NPT ) Anlaşması’na aykırı olmasına rağmen ABD ve Rusya’yı hedef almayan bu iki yeni nükleer güç çok fazla tepki almadı. Bununla beraber, Hint nükleer silahları 1950 sonrası gelişen düşmanlık nedeni ile Çin için tehdit ya da caydırıcılık teşkil ediyor. Böylece caydırıcılık iki taraflı olmaktan çıkıp, çok taraflı hale geldi. 11 Eylül 2001 saldırıları ise devlet dışı aktörlerin nükleer silah kullanma olasılığını da gündeme taşıdı. Bu dönemde, nükleer silahların artık stratejik seviyede bir caydırıcılık unsuru olmaktan öteye terörizm vasıtası olma ihtimali istihbarat teşkilatlarını alarma geçirdi.

Üçüncü nükleer çağın başlangıç noktası, 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi oldu. Rusya, gördüğü tepkiler üzerine Avrupa güvenlik sisteminin bir parçası olmaktan ve NATO üyeliğinden ayrıldı. Daha da önemlisi 1989’dan tam 25 yıl sonra tekrar NATO için bir tehdit kabul edilmeye başlandı ve ittifakın çarkları son dört yıldır Rus tehlikesine yönelik olarak dönüyor. 1990 sonrasında konvansiyonel kabiliyetlerinin ABD’nin çok gerisinde olduğunun farkında olan Ruslar, ikinci çağda nükleer kabiliyetlerine dayalı bir savunma anlayışını korumuşlardı. Şimdi ise konvansiyonel gücü sınırlı olan Rusya’nın nükleer gücü komşuları için ciddi bir endişe konusudur. Çünkü Ruslar, nükleer kabiliyetlerini konvansiyonel savaşta kullanmanın hesaplarını yapıyorlar. Sovyet etki dönemine dönmek isteyen Ruslar, İsveç ve Polonya üzerinde uçurdukları nükleer kabiliyetli bombardıman uçakları ile mesaj veriyorlar. Batı ise önceki iki çağdan alınan derslerden üçüncü çağa yönelik bir nükleer strateji geliştirmeye çalışıyor; hem konvansiyonel bir savaşın hem de devlet dışı bir aktörün tehdidini önleyecek bir strateji . Diğer yandan Kuzey Kore ve İran’ın nükleer programları, Üçüncü Çağ’da nükleer silahların rolü konusunda yeni tartışmalar başlattı. 



Harita: INF Anlaşmasına Göre Rus Orta Menzil Nükleer Silah Etki Sahası
 
Nükleer stratejik ortamdaki değişimler..

Bugünün stratejik ortamı 30 yıl öncesinden çok farklı. Soğuk Savaş sonrası nükleer silahlar konusundaki trendleri şu şekilde sıralayabiliriz ;
- ABD ve Rusya, nükleer savaş başlık sayısını azaltmaktaydı. Her ikisi de, 1991 yılından beri stoklarını %75 azalttı.
- Ruslar 1990’ların sonundan itibaren nükleer silah atma sistemlerini modernize etmeye başlarken, ABD ise kendi sistemleri için araştırma ve geliştirme faaliyetlerine ciddi fonlar ayırmaya başladı. ABD bir nükleer atma sistemini son olarak 1994’de kurarken, Ruslar en son yeni bir sistemi 2016’da kurdular.
- ABD’ye göre kendi nükleer modernizasyon programı Yeni START Anlaşması’na uygun olarak 1.550 kurulu savaş başlığı sınırları içinde yürümektedir. Gene Amerikalılara göre Ruslar, bu sınırı 2011’de aştılar. 
- ABD, Avrupa’daki ‘stratejik olmayan’ nükleer silah sayısını 1970’lerdeki yaklaşık 7.000’den bugün 180’e düşürdü. Sovyetler Birliği döneminde bu miktar yaklaşık 20.000 civarında idi. Bugün ise Ruslarda 2.000-4.000 civarında bulunduğu iddia ediliyor. Dolayısı ile ABD, Rusları azaltma yönündeki kendi trendini izlememekle suçluyor.

- Amerikalılar, Rusların her yıl daha akıllı ve etkili nükleer savaş başlıkları üretirken, kendilerinin yeni kabiliyetler inşa etmediğini iddia ediyorlar. Hatta 1980’lerden beri yeni bir nükleer başlık, 1990’ların başından beri ise hiçbir yeni başlık üretmediklerini söylüyorlar. Rusların, kilotondan daha düşük ve taktik nükleer silah üreterek, Batının Avrupa’daki olası müdahalelerini önlemeye niyetinde oldukları düşünülüyor.

Bu iddialara dayanarak ABD, Rus nükleer kabiliyetlerine bir reaksiyon olarak yeni bir strateji ihtiyacı arayışındadır. Sadece Rusya’ya karşı değil Çin’e yönelik olarak da nükleer gücünün modernize edilmesi ve caydırıcı seviyeye ulaştırılması hedefleniyor.
Gelinen stratejik ortamda Batılı güçleri kendine tehdit olarak gören, ekonomisi ve askeri gücü yetersiz Rusya, İran ve Kuzey Kore gibi ülkeler, güç konumunu nükleer silahlarla takviye etmeye çalışıyor. Yani anlayış; konvansiyonel gücün zayıf ve ABD gibi bir ülke ile başın belada ise nükleer güç edineceksin. Öte yandan Ruslar ilave olarak, nükleer silahları konvansiyonel güçlerinin yanında onları tamamlamak için yani konvansiyonel savaş içinde kullanmak istiyor. Silahsızlanma anlaşmalarının gereği olan şeffaflık yani bilgi paylaşımını reddediyor. Kırım’ın işgalinin ardından Moskova, Kasım 2014’de, nükleer emniyet ile ilgili yıllık Rusya-ABD Zirvelerine katılmayacağını açıkladı. Bir ay sonra ise Rus nükleer atıkları ile ilgili Nunn-Lugar Kanunu diye bilinen ikili işbirliği programından çekildiğini beyan etti. Amerikalılara göre Ruslar, INF aleyhine Avrupa’ya yeni sistemler kuruyorlar ve bu nedenle Doğu Avrupa’daki Amerikan nükleer silahları önemini koruyor. Buna Asya Pasifik’te güce susayan Çin’in arayışları da eklenince, ABD’ye göre nükleer silahlardan arınmış bir dünya hayali artık masada bir konu değildir. 

ABD, gerçekte ne yapmak istiyor?

INF, 1991’deki uzun menzilli stratejik nükleer silahlara ilişkin START anlaşmasına paralel olarak, menzili 500-5.000 km. arasında olan yerde konuşlu kısa ve orta menzilli balistik ve seyir (cruise) füzelerinin elimine edilmesini öngörüyordu. Bazılarına göre Trump’ın INF’den çekilme niyeti sadece Rusları yeni bir anlaşma için zorlamaya yöneliktir . Ancak, INF’nin reddi ABD için Rusya’ya karşı artık kuvvetli bir baskı vasıtası olacak çünkü Doğu Avrupa’nın özellikle Ukrayna’nın Rus sınırlarına yakınlığı kısa ve orta menzil için en çok Rusları tehdit ediyor. ABD, 2010’lu yılların başından itibaren Rusları sık sık INF Anlaşması’nı ihlalle suçlamaya başlamıştı. INF’nin ABD’ye diğer bir yararı da Çin, Kuzey Kore ve İran’a yönelik sınırlamaların da ortadan kalkması olacak. Özetle nükleer çılgınlığın önü tamamen açılıyor. Amerikalılara göre INF Anlaşması’nın diğer bir imzacısı olan Çin anlaşmayı halen %95 oranında ihlal etmiş durumdadır . Öte yandan ABD’nin Çin ile Güney Çin Denizi’nde beklenen savaşında kullanacağı ASB  (Hava-Deniz Muharebe) Konsepti) ile Çin’in A2/AD  önleme konsepti INF düzenlemeleri içinde uygulanamaz. Ancak, ABD’nin unuttuğu bir şey var; INF’den çekilmek Rusların da bu tür silahları sınırsızca hem Avrupa’ya hem de ABD kıtasına karşı kullanılması imkânı sağlayacak. Halen hem ABD hem de Rusya, parasının çoğunu stratejik bombardıman, karada konuşlu kıtalararası balistik füzeler, denizaltıdan atılan balistik füzeler ile hipersonik uçan aletler ve uydusavar sistemler gibi yeni projelere harcıyorlar . ABD ve Rusya arasında bir nükleer anlaşma olmadan diğer ülkeleri de durdurmak mümkün olmayacaktır. Özetle sınırsız bir yeni nükleer silahlanma yarışı içine sürükleniyoruz. 

Bugün NPT’ye dâhil olmayan Hindistan, Pakistan ile NPT dâhilindeki Çin daha fazla nükleer silah yapmaya devam ederken, ABD ve Rusya ise elindekileri modernize etmeye odaklanmış durumdalar . INF’nin kalkması Washington’a Rusya’ya karşı daha yakın ve saldırgan vasıtalar sağlayacak. ABD, Doğu Asya’da gemileri ve denizaltıları dışında da Çin’i nükleer füzelerle kuşatabilecek. Trump, INF’den çekilerek ABD’nin nükleer envanterini geliştirmenin önünü açacak. ABD yönetiminin nükleer silahlanmaya kamu desteği sağlamak için medyada propaganda teması “daha güvenli ülke” . Ama bu Rusların da işine gelecek. Putin, askeri gücünü ancak nükleer gücü ile ayakta tutabileceğinin ve bu şekilde Rus çıkarlarını ve gündemini sürdürebileceğinin, bunun da kendi varlığını meşru kılmanın en önemli sahnesi olduğunun farkında. Nitekim Putin, şimdi bir konferanstan diğerine gidip korku senaryoları anlatıyor. 

Nükleer yol, Rusları tekrar süper güç konumuna getirecek. Bu işten en çok uzun zamandır yeni silah satışına ve projelerine susamış savunma sanayi ve silah şirketleri karlı çıkacak. Eğitime ve sağlığa harcanacak paralar şimdi sınırsızca onlara gidecek. Nükleer savaşın kazananın olmayacağı yönünde Soğuk Savaş döneminde öğrenilen dersler unutulmuş durumda. Trump, silahların kontrolü ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi konusunda ise diğer konularda olduğu gibi kendini işin ustası ve ülke çıkarlarını koruduğu varsayımı ile hareket ediyor. 

Sonuç..

Eğer nükleer silahlanmayı durduramazsak, bu sefer Soğuk Savaş’taki gibi şanslı olmayabiliriz. ABD yeni nükleer stratejisinin gerekçelerine inandırmak için hikâyeler düzerken, NATO içinde yeni strateji tartışmalarını başlatarak, her zaman olduğu gibi başta İran olmak üzere kendi tehdidini diğerlerine satmak istiyor. Nitekim Temmuz 2016’daki NATO’nun Varşova Zirvesi’nin ana gündem konularından birisi ‘yeni nükleer strateji’ oldu. Avrupa’nın öte yakasındaki Rusların nükleer kabiliyetli savaş uçakları, denizaltıları komşu ülkelere yönelik tehdidin ana kaynağıdır. Caydırıcılık ve karşı koymak için ABD’den çok bizlerin yeni stratejilere ihtiyaç var. Bizim gibi ülkelere düşen, hava savunma sistemleri yani denizden ya da havadan atılacak bu savaş başlıklarını ve atma vasıtalarını vuracak kabiliyetleri edinmektir. Nükleer savunma, füze savunması ile birlikte ele alınmalıdır. İsrail gibi ABD savunma garantisine sahip olmadığımıza ve Rusya’nın ise en yakın potansiyel tehdit olduğunu göz önüne alırsak, kendi milli hava savunma sistemimizi geliştirmek için oldukça yolumuz olduğunu ve ABD tarafından NATO içinde 70 yıldır uyutulmaya devam ettiğimizi söyleyebiliriz. En iyi savunma, ‘taarruz’ olduğuna göre belki de kendi nükleer silahımızı yapmamızın zamanı gelmedi mi? Türkiye’nin nükleer stratejisi kendi askeri hedeflerine uygun, daha çok taktik seviyede olmalıdır; bunun için de bazı fikirlerimiz var..

DİPNOTLAR;

1  INF: Intermediate-Range Nuclear Forces Treaty.
2  Marwan Salamah, Do Treaties Eliminate Nuclear Wars? South Front, (October 26, 2018).
3  NPT: Non Proliferation Treaty.
4  Karl-Heinz Kamp, Welcome to the Third Nuclear Age, Federal Academy for Security Policy, (May 2, 2016).
5  Matthew Costlow, Washington’s Imaginary Nuclear Arms Race, National Institute for Public Policy, (May 13, 2016).
6  Martin Pengelly, Trump promise to leave nuclear deal could be bargaining move, Corker says, The Guardian, (October 22, 2018). 
7  John Lee, Trump was right to pull out of arms treaty, but not because of Russia, CNN, (October 22, 2018).
8  ASB: Air Sea Battle.
9  A2/AD: Anti Access / Anti Denial.
10  Uri Friedman, Trump Hates International Treaties. His Latest Target: A Nuclear-Weapons Deal With Russia, Atlantic, (October 24, 2018).
11  Heather Hurlburt, Russia Violated an Arms Treaty. Trump Ditched It, Making the Nuclear Threat Even Worse, Foreign Polcy, The Intellgencer, (October 26, 2018).
12  Sarah Rainsford, INF treaty: Putin shrugs off Trump’s nuclear arms move, BBC, (October 26, 2018).

***

23 Aralık 2020 Çarşamba

MISIR’DA DARBE: İÇERİYE VE DIŞ DÜNYAYA ETKİLERİ

MISIR’DA DARBE: İÇERİYE VE DIŞ DÜNYAYA ETKİLERİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.07.2013 


Mısır, Osmanlı İmparatorluğuna bağlı kendine özgü yönetimi olan bir bölgeydi. Ondan önceki dönemde ilk çağlardan itibaren insanlık tarihi bakımından çok önemli gelişmelerin olduğu bir mekandı. 

Asya’da İndus (Hindistan), Mezopotamya’da Dicle-Fırat neyse Kuzey Afrika için Nil odur. Bu üç bölge asker devletlerin yaşam buldukları bölge olmuşlardır. İndus ve Dicle/Fırat’ta yaşam bulan asker devletler bir şekilde ortadan kalktıysa da Mısır, eski çağlardan bazı kesintiler olsa bile asker devlet özelliklerini taşımaya devam etmektedir. İkinci Dünya savaşından sonra sömürge ülkelerde gelişen bağımsızlık hareketlerinden ilk etkilenen ülke Mısır olmuştur. Başlangıçta İngiltere’ye bağlı bir krallık olan Mısır’da soğuk savaşın getirdiği bloklaşmalardan ve özellikle İsrail’in kurulmasından sonra Mısır’da Nasır önderliğinde yapılan askeri darbe ile Sovyet yanlısı bir çizgi izlenmiştir. Türkiye’de bazı ulusalcılar “Mısır darbesinden bir Nasır çıkacak”  diye düşünenler fena halde yanıldıklarını kısa bir süre sonra anlayacaklar. Darbeyi ilk selamlayanın Suudi Arabistan olduğu dikkate alındığında bunun gizli selamlayıcıları arasında ABD ve İsrail’i gördükleri zaman yanıldıklarını açıkça görecekler.

Soğuk savaşın kendine özgü niteliğinin bir sonucu olarak Mısır’da yaşam alanı bulan Müslüman Kardeşler temel olarak bağımsız bir çizgiye sahip olsa da Sovyet karşıtı kampta yer almıştır. Müslüman Kardeşlerin Anti-Sovyet çizgide oluşu onu direkt olarak Batı Emperyalistlerinin yanında yer aldığı şeklinde yorumlanmamalı dır. Ancak batı bu çelişkiden yararlanmıştır. Müslüman Kardeşler örgütünü başta Mısır olmak üzere diğer Arap Ülkelerinde desteklemekten geri durmamıştır. Müslüman kardeşler, İslam’a getirdikleri yeni yorumla Dünya’daki Müslümanlar üzerinde etkili olmuşlardır. Bu dönemin etkin ideologları Müslüman Kardeşlerin içinden çıkmıştır. Nasır’ın liderliğindeki Mısır’ın İsrail karşısında yaşadığı bozgundan sonra iktidarı ele geçiren Enver Sedat’ın ilk işi İsrail’in işgal ettiği Mısır topraklarındaki işgale son verme karşılığında İsrail ve ABD ile iyi ilişkiler geliştirilmiş tir. Arapların kırmızı çizgisi olan İsrail’i kabul etmeme politikası böylece Arap Dünyasının en önemli gücü Mısır tarafından görmezlikten gelinişi, İsrail’le ilişkilerin başlaması İsrail’in tanınması anlamına geldiği için Müslüman Kardeşlerini, Anti-Sovyetik bir çizgiye gelmiş olmasına rağmen Enver Sedat’a karşı koydu. Nasır’la başlayan Müslüman kardeşler karşıtlığı böylece Enver Sedat ondan sonrasında Hüsnü Mübarek’le devam etti.

25 Ocak 2011’de Mübarek karşıtlığında bir araya gelen göstericilerin hedefinde Mübarek vardı. O dönemde herkes Mısır Ordusunun göstericilerin aleyhine Mübarek’in yanında duracağını tahmin ediyordu. Ancak öyle olmadı. Ordu göstericilerin üzerine gitmedi. Mübarek’i devirmeyi tercih etti. Aslında bu da bir anlamda darbeydi. İster seçimle gelsin ister diktatör olsun mevcut yönetim asker tarafından devrilip asker yönetime el koyuyorsa bu da darbedir. Hatta darbeciyi, darbe ile devirip yönetimi ele geçiren de darbecidir. Bu anlamda bakıldığında Mısır’da iki buçuk yıl önce yapılan da bir darbeydi. Mursi’ye karşı yapılan darbe o günkü darbenin devam eden halidir. Çünkü Mübarek devrildikten sonra Askeri Yüksek Konsey oluşturuldu. Bu konsey bir şekilde Yasam/Yürütme/Yargı erklerini ele aldı. Parlamento seçimleri onların gözetiminde yapıldı bir yıl önce yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bazı adayların girmesini veto etti. Mursi, askeri Yüksek Konsey tarafından adaylığı onaylanan biriydi. Müslüman kardeşler örgütünün etkin liderlerinin önü kapatıldı. Bu kapatılma diğer adaylarda da kendisini gösterdi. Askeri Konsey daha çok Mübarek döneminin İstihbarat şefi Ahmet Şefik’in seçilmesini istiyordu. 

Tıpkı 12 Eylülden sonra Türkiye’de normalleşmeye geçiş sürecinde olduğu gibi o dönemin darbecileri Sunalp’in seçilmesini istiyorlardı. Ancak Özal seçildi. Mursi’nin seçilmesi Özal’ın seçilmesine benziyordu. Ancak 12 Eylül’ün oluşturduğu anayasa Özal’ı her yönden sınırlıyordu. Özal sistemi zorladıkça, statükoyu oynatacak hamleler yaptıkça nasıl ki tasfiye edildiyse Mursi de öyle tasfiye edildi. Mursi’nin tasfiye edilmesi, Müslüman kardeşler örgütünün tasfiye edilmesi anlamına gelmez. Tersine Müslüman kardeşler, Mursi’nin darbe ile devrilmesinden bazı dersler çıkarıp yeni döneme daha hazırlıklı hale gelebilirler. Nasıl ki, Türkiye’de Ordunun ve diğer vesayet güçleri Siyasi İslam’ı geriletmek için çabaları bir süre sonrasında yetersiz hale geldiyse aynı durum Mısır’da da yaşanabilir. Uzun süre yasadışı yaşamak zorunda kalan örgütün birden bire legal hale gelişinde yaşanan sancılar ve yetersizlikler de bu örgütün askeri darbe karşısında duruş göstermesinde sınırlama getirmiştir. Karşı bloğun politikleşmesi, toplumsallık yakalaması da dikkate alındığında ülkenin iç savaşa girme riski de Müslüman Kardeşlerin direnç gösterme eğilimini azaltmıştır. Müslüman kardeşlerin daha çok şehirlerde, orta sınıf içinde etkili oluşu da dikkate alındığında oluşabilecek bir iç savaşın en çok orta sınıfı vuracağı da dikkate alındığında Müslüman kardeşlerin neden büyük bir direnç göstermediğini anlamak gerekiyor. Mursi’nin kendi taraftarlarına şiddete başvurmadan karşı çıkışa çağrısı iç savaşın çıkışından duydukları kaygıyla ilgilidir. Ancak ne olursa olsun Mısır’da iç savaş riski her zamandan daha fazladır. Ordunun darbeden sonra ilk iş olarak Müslüman Kardeşler örgütünü yasadışı ilan edip tutuklama yoluna gitmesi ileriki aşamalarda seçim olması durumunda bu siyasal hareketin seçimlere fiilen girişinin engellenmesi anlamına geleceğinden dolayı iç savaş fitilinin bizzat ordu tarafından ateşlenmesi anlamına geliyor.

Siyasal iktidara bağlı bir ordu tarafları anlaşmaya varmaları için uyarı yapıyorsa o ordunun orada gerçek iktidar olduğu anlamına geliyor. Kendisinde o gücü göremeyen hiçbir güç başka birilerine ültimatom veremez. Ordunun darbeden iki gün önce ültimatom vermiş olması aslında fiilen yaşanan darbenin olduğu anlamına geliyordu. Mursi de bunu anlamıştı ancak iş işten geçmişti. 

Direnç gösterseydi o anda direnç göstermesi gerekiyordu.

Olaya bütünsel olarak bakacak olursak İlk Tahrir'de ordu Mübarek’i, ikinci Tahrirde Mursi’yi devirdi. 

Ordunun Mursi’yi devirmesi uzun süre iktidarı elinde bulunduracağı anlamına geliyor. Çünkü bu kez çok önemli bir gücü etkisizleştirmekle kalmadı arkasında önemli bir toplumsal destek de buldu. Bundan sonraki süreçte seçimlere gidilse bile seçilecek iktidarın orduyla ilişkileri iyi olacak bir iktidar gibi görünüyor. Ordu, şimdilik elde ettiği üstünlüğü kullanarak Müslüman Kardeşleri yeniden yasadışı ilan etme yoluna da gidebilir. Bazı liderlerinin tutuklanması bazıları için de yakalama kararlarının çıkmış olması bu örgütü yasadışı ilan etmeye başladığı anlamına geliyor. Bu yasa dışılığı sürekli hale getirebilmek için ordu daha fazla başta kalabilir. Mısır’da darbe yapabilecek başka bir ordu olmadığına göre ordunun gidişi de kolay olmaz. Böylece, sınırlı olarak başlayan demokrasi bundan sonra sınırlı demokrasi bile olamayacak durumda. Zaten, Mursi’nin seçilme sürecinde seçime girmesi askeri konseyce uygun görülen bir adaydı. Müslüman Kardeşlerin önemli liderlerinin önü kapatılmıştı.Bu da sınırlı demokrasi için kötü bir final ve kötü bir gidişattır.  

Darbenin Suriye’de Esad’a, Türkiye’de Erdoğan’ı nasıl etkileyeceği tartışmaları başlamıştır. Esad’a karşı Müslüman Kardeşler muhalefeti gözlüğünden bakıldığında Mısır darbesinin Esad için iyi geldiği görülebilir. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor ki, Uluslar arası güçler, Mısır’daki darbecileri Esad aleyhine dönüştürme gücüne her zaman sahiptir. Suriye’de Müslüman kardeşler veya başkaca radikal İslamcıların iktidara gelmesi yerine yeni tip muhalefet oluşturma çabası da dikkate alındığında Mısır darbesinin ileriki aşamalarda Esad’ın aleyhine dönüşebilme potansiyeline sahiptir.

Türkiye açısından bakıldığında ise Suriye’den sonra ikinci dış politika başarısızlığıdır. Türkiye’nin kendisini bir nevi Yeni-Osmanlı sayarak bölgeyi kontrol istemi ikinci kez hüsranla sonuçlanmıştır. Dışişleri Bakanı ve başbakanın dış politika danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinliği” “Stratejik Sığlığa” dönmüş durumdadır. AKP basın yayın organlarını yanına alarak bunu gizleme yoluna gitse bile iç politikaya etkisi de er geç kendisini gösterecektir.
19 Temmuz’da birinci yılını dolduracak Rojava devrimi ise Türkiye’nin bölgede etkinliğinin azalmasıyla birlikte daha da etkili olma şansını yakalamıştır. Daha önce Suriye’deki muhalefet güçlerini destekleyen Türkiye bu etkinliğini kullanarak Suriye muhalefetinin görüşlerini de etkileyerek Kürtlerin kazanımlarını ve Suriye muhalefeti tarafından tanınması engelleniyordu. 
Bu aşamadan sonra ne  Suriye muhalefetinin Türkiye’ye güveni kalmıştır ne de Suriye muhalefeti eski gücüne sahiptir. 

Bu da Suriye’de Kürtlerin haklarında daha duyarlı olacak bir muhalefetin etkili olacağı anlamına geliyor. 
 

***

5 Nisan 2020 Pazar

Avrupa Güvenliği NATO ve Türkiye

Avrupa Güvenliği NATO ve Türkiye.



 

Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK,
EDİTÖRDEN.,
Stratejik Araştırmalar Dergisi 34 cilt1 (sayı3), 
2009,


Beykent Üniversitesi Stratejik Arastırmalar Merkezi (BÜSAM) tarafından yılda iki kez yayınlanmakta olan Stratejik Arastırmalar Dergisi 3. Sayısı ile sizlere ulaşmaktadır.
BÜSAM olarak gördügümüz ilgi ve bize ulasan övgülerden memnunuz. Dergimiz siz akademisyenlerin katkıları ile simdiden akademik yayın hayatımızda öneli bir yer edinmistir. Simdi bu sayıdaki makaleleri gözden geçirelim.

Haydar Çakmak, Türkiye’nin uluslararası barıs ve Avrupa güvenligine yapacagı en önemli katkının jeopolitigine ve kültürüne uygun olarak, Güney-Kuzey arasında beklenen “medeniyetler arası çatısma” oldugunu söylemektedir. Türkiye’nin Avrupa Güvenliginin dısında kalması hem Avrupalılar için hem de Türkiye için olumsuz sonuçları olabilir. Sermin Tekinalp, yeni bir kültür projesinin destekçileri, bilinen çok kültürlülük tezine elestirel bir bakıs açısı getirerek her iki tarafın (yerli elitler ve digerleri) kültürlerinin uyumlastırılmasını amaçladıklarını söylemektedir. Ümit Özdag ise devlet yönetiminin, operasyonların, savasların sadece dogasını degil sonucunu da belirleyen istihbaratın sadece bir sosyal bilim olmakla kalmayıp aynı zamanda bir sanat oldugunu söylemektedir.

Armagan Kuloglu Türkiye’ye müteveccih dıs ve iç tehditler bulundugunu
söylemektedir. Bu tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildigi gibi, Türkiye’nin
etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulundugu bölgelerden, küresel güç
unsurlarından, ilgi sahasındaki gelismelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplastırmaya yönelik hareketten kaynaklanmaktadır. Sait Yılmaz, Rusya’nın geçmiste oldugu gibi Batı ve Dogu arasındaki çeliskisini Putin-Medvedev ikilisinin ‘bagımsız büyük güç’ olma hevesi ile asmak istedigini söylemektedir. Soyalp Tamçelik, Kıbrıs’ta taraflar arasında yasayabilir bir anayasayı hazırlamak, uygulamak ve buna dayalı barısı tesis etmek için nelerin gerektigini ortaya koymaya çalısmaktadır.
Senem Atvur, Kongo’daki etnik temelli çatısmaların geri planında özellikle zengin
maden kaynakları üzerindeki çıkar mücadelelerinin etkili oldugunu söylemekte dir. Oguz Ketenci ise Avrupa Birligine üyeligini istemeyen Fransa ve Almanya’ya karsı Nabucco projesinde ABD‘in destegini almayı basaran Türkiye’nin bu projedeki rolü ve öneminin Avrupa Birligi’ne giris için yeterli olup olmayacagını sorgulamaktadır. Rıdvan Karluk ise Avrupa Birligi de Orta Asya ile iliskilerini gelistirmek için yeni stratejiler gelistirme zorunlulugunu hissettigini ifade etmektedir. Avrupa Birligi’nin bu bölgeye ilgisi enerji ve istikrar olmak üzere iki ana baslıktadır.

Yeni Sayı için makaleleriniz bekliyoruz.

Yrd.Doç.Dr.Sait Yılmaz
Genel Yayın Yönetmeni



***

AVRUPA GÜVENLİĞİ, NATO VE TÜRKİYE 


Haydar Çakmak*
* Prof.Dr. Gazi Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, 
  hcakmak@gazi.edu.tr 


ÖZET.,

Soğuk Savaş dönemi Avrupa Güvenliğini tehdit eden Sovyetlerle birlikte birçok unsur ortadan kalkmış ancak yeni dönemde kendi tehditleri ve 
tehlikeleriyle gelmiştir. Yeni tehdit ve tehlikeler Türkiye’nin Avrupa güvenliğindeki yerini belirlemiş olacaktır.

Avrupa Birliği, Avrupa ve çevresinde tespit ettiği on altı potansiyel çatışma sorununun on üç tanesi Türkiye’nin çevresinde yer almaktadır. 
Türkiye Avrupa güvenliğinde NATO aracılığı ile bir rol oynamaktadır. Türkiye’nin uluslararası barış ve Avrupa güvenliğine yapacağı en önemli 
katkı jeopolitiğine ve kültürüne uygun olarak, Güney-Kuzey arasında beklenen “medeniyetler arası çatışma”dır. 
Türkiye’nin Avrupa Güvenliğinin dışında kalması hem Avrupalılar için hem de Türkiye için olumsuz sonuçları olabilir.

Türkler, Avrupalıların gündeminde 11.y.y’dan beri vardır ve (1071 Malazgirt zaferi) 18.y.y’ın ikinci yarısına kadar Avrupa Güvenliği’ni tehdit etmişlerdir.
Büyümeleri sürekli Avrupalıların aleyhine olmuştur. Ancak 18.y.y.’ın ikinci yarısından 1923’e kadar Avrupalılar Türklerin güvenliğini tehdit etmiş ve
Türklerin aleyhine büyümüşlerdir. İki taraf arasındaki güvenlik işbirliği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlamıştır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na
katılmayarak tarafsız kalmıştır. Ancak, SSCB savaşın galiplerinden biri olarak Türkiye’den toprak talebi ve Boğazlar Statüsü’nde kendi çıkarına 
değişiklikler istemiştir. Bir nevi tarafsız kalmanın bedeli istenmiştir.

   Türkiye Ulusal güvenliğine yönelik bu ciddi tehdidi beri taraf etmek için
Avrupa güvenlik sistemine 1949’da kurulan, batının güvenliğinden sorumlu
NATO’ya girmek için önemli çabalar göstermiştir. Türkiye çabalarının
sunucunda 1952’de NATO’ya girmiş ve Avrupa kolektif güvenliğinde yer
almıştır. Bu yolla hem kendi güvenliğini sağlamış hem de Batı Avrupa’nın
güvenliğine önemli katkılarda bulunmuştur. Türkiye, batı dünyasının en büyük
tehdit olarak gördüğü Sovyetler Birliği’ne hem denizden hem de karadan
komşu olması nedeniyle batının bir ön karakolu görevini yapmıştır. 1950-1990
Soğuk Savaş döneminde, iki blok arasında ciddi krizler (Kore, Küba, Vietnam,
Kamboçya vb.) olmuş ancak genel bir savaş veya ciddi çatışmalar olmamıştır.
Soğuk Savaş sonrasında en büyük düşman veya en büyük tehdit Sovyetler
Birliği ortadan kalkınca Avrupalılar güvenlik ve savunma politikalarını gözden
geçirmek zorunda kalmışlardır.

54 yıl dünya barışına ve Avrupa güvenliğine büyük katı sağlayan NATO’nun
varlığı veya artık gerekli olup olmadığı Soğuk Savaş sonrası tartışılmaya
başlanmıştır. Zira Doğu bloğunun güvenlik örgütlenmesi olan Varşova Paktı
Soğuk Savaş’tan sonra kapanmıştır. Ayrıca, Avrupa güvenliğine önemli katkı
sağlayan ABD’nin de Avrupa’daki varlığı tartışılmaktadır. Bir başka deyişle
ABD’den daha bağımsız bir Avrupa istemektedirler. Bütün Avrupalıları
bünyesinde barındıran AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) yeni
dönemde canlandırılmak istenmiş, ancak AGİT’in NATO gibi iyi donanımlı
olmadığı için Avrupa’da ortaya çıkan krizlerde herhangi bir rol oynaması
mümkün olmamıştır.

Avrupa’nın güvenliğini tehdit eden unsurlarda değişiklik olduğu için
politikalarında da değişikliğe gitmişlerdir. Avrupa bugün en büyük tehdit
olarak uluslararası terörizm, insan kaçakçılığı ve batıya yönelik illegal göçler,
kitle imha silahlarının tehlikeli rejimlerin eline geçmesi, uyuşturucu madde ve
silah kaçakçılığı yoksulluk, gelir dengesizliği, yolsuzluk, çevre kirliliği,
başarısız devletler gibi sorunları ulusal ve uluslararası güvenliğe tehdit olarak
görmektedirler. Türkiye yeni dönemde yeni tehditlere karşı müttefikleriyle
eskiden olduğu gibi yine ortak güvenliklerinde işbirliği yapılmasını
istemektedir. NATO’yu yok ederek değil de yeniden yapılandırarak yeni
stratejiler ve politikalar yeni duruma uygun donanım gibi değişiklikler
önermektedir. Türkiye Soğuk Savaş döneminde Doğu-Batı ekseninde cephe
ülkesiydi. Soğuk Savaş sonrasında ise Güney-Kuzey ekseninde cephe ülkesi
durumuna gelmiştir. Yeni dönemde Avrupa Güvenliği’ne yeni stratejik boyutu
ile katkı sağlayacaktır.

Doğu Bloğu’nun yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni durumda Avrupa’nın
güvenliğini bozacak faktörler nelerdir, ABD’nin Avrupa güvenliğindeki rolü
ne olacak, Avrupalılar kendi güvenliğini kendileri mi sağlayacaklar, küresel bir
rol üstlenmeye niyetleri var mı gibi benzer soruların yanıtları net olarak ortaya
çıkmadığı müddetçe Türkiye’nin Avrupa güvenliğindeki rolü de net olarak
belirlenemez. Ayrıca Soğuk Savaş sonrası bölgesel güç olarak nitelendirilen
Rusya Federasyonu ve Çin’in uluslararası güvenlikteki rolleri ne olacak?
Özellikle de Rusya’nın bir Avrupa ülkesi olarak yeni güvenlik politikası ve
Avrupa’ya karşı nasıl bir davranış ve politika içinde olacaktır? Çok karmaşık
ve çok sayıda bilinmeyeni bulunan Avrupa güvenliği konusunda Türkiye’nin
de net bir tavrı olamaz.

Rusya NATO’nun eski Sovyet ülkelerini üye olarak almasının dostça bir
davranış olmadığı ve Avrupa güvenliğini olumsuz etkileyeceğini
söylemektedir. Dolayısıyla Rusya Federasyonu Avrupa güvenliğine veya
güvensizliğinde yerini alacaktır. Ancak bugün itibariyle Rusya Avrupa
güvenliğinin neresinde net olarak belli değildir. Şurası bir gerçek ki Ruslar
Avrupalı bir ülke olduklarını ve Avrupa’daki istikrarsızlığın ve güvensizliğin
kendi güvenliğini de tehdit edeceği ve çıkarlarına aykırı olacağını birçok kez
açıklamışlardır. Soğuk Savaş dönemi Avrupa Güvenliğini tehdit eden
Sovyetlerle birlikte birçok unsur ortadan kalkmış ancak yeni dönemde kendi
tehditleri ve tehlikeleriyle gelmiştir. Yeni tehdit ve tehlikeler Türkiye’nin
Avrupa güvenliğindeki yerini belirlemiş olacaktır. Avrupalılar Soğuk Savaş
dönemindeki savaşı kazanmak anlayışından Soğuk Savaş sonrası barışı
koruma politikasına gelmişlerdir. Avrupa’dan kısa ve orta vadede büyük çaplı
bir çatışma veya savaş beklenmemektedir. Ancak yukarıda not ettiğimiz gibi
yeni dönemin getirdiği yeni sorunlar genelde uluslararası özelde de Avrupa
güvenliğini ve barışını tehdit etmektedir. Yugoslavya’nın parçalanması ile
ortaya çıkan etnik ve sınır kavgaları Avrupa’yı hem endişelendirmiş hem de
olumsuz olarak etkilemiştir.

Avrupa Birliği Avrupa ve çevresinde tespit ettiği on altı potansiyel çatışma
sorununun on üç tanesi Türkiye’nin çevresinde yer almaktadır (Özdağ, 2001:
428-432). Bu bölgeler bilindiği gibi Balkan, Kafkas ve Ortadoğu’dur. Türkiye
aynı zamanda Kafkas, Ortadoğu ve Balkan ülkesidir. Bunlara Türkiye’nin bir
Akdeniz ülkesi, bir Karadeniz ülkesi kimliğinde katmak zorundayız.
Türkiye’nin bu kadar geniş ve sorunlu bölgede bulunması dezavantaj gibi
görünse de aslında bu sorun sadece Türkiye için değildir. Zira Türkiye bölgede
istikrar ve barış adası gibidir. Türkiye bölgedeki krizlerin hiç birinde doğrudan
ilgili değildir. Ayrıca Türkiye bölge ülkelerinde istikrar bozucu dostça
olmayan bir politika ve davranış içinde olmamıştır. Bu bölgelerdeki
istikrarsızlık Türkiye’den bağımsız olarak Avrupa güvenliğini veya Avrupalı
ülkeleri etkilemektedir. Bir başka deyişle Avrupalı ülkelerin bu bölgelerde
çıkarları olması nedeniyle bölgedeki sorunlar, çatışmalar veya istikrar bozucu
politikalar sadece Türkiye’yi değil Avrupalıları da yakından
ilgilendirmektedir. Bu çatışmaların Türkiye ile doğrudan bir ilgisi yoktur.

Çatışma veya sorunlu bölgelerde Türkiye gibi dost ve müttefik bir ülkenin
olması Avrupa’nın da çıkarınadır.

Türkiye Avrupa güvenliğinde NATO aracılığı ile bir rol oynamaktadır. NATO
Nisan 1999’da Washington zirvesinde kabul ettiği yeni stratejisinde alan dışı
bir başka ifade ile NATO üyesi ülkelerin topraklarının dışında görev alması ve
operasyon yapması kabul edilmiştir. NATO alan dışına çıkmayı iki kurumsal
kararı ile sağlamıştır. Birincisi üye sayısını artırarak 16 üyeden 26 üyeye
ulaşarak ikincisi ise doğu Avrupa Orta Asya ve Kafkaslarda Barış için ortaklık
(BİO) çerçevesinde Rusya Federasyonu da dahil olmak üzere ilgilendiği
coğrafyayı genişletmiştir (Karaosmanoğlu, 2004: 20). Bu iki alan dışı
müdahale şekline Afganistan ve Kosova’da olduğu gibi üye ülkelerin onayı ve
Birleşmiş Milletlerin izniyle alan dışındaki uluslararası krizlere müdahale etme
durumunu da ilave etmek gerekir.

NATO’nun Avrupa güvenliğindeki rolü tartışılmaya açılmıştır. Dolaylı olarak
da üye ülkelerin Avrupa güvenliğindeki rolleri de tartışılmaya açılmıştır.
ABD’nin, Kanada’nın Avrupa güvenliğindeki rolünün eskisi gibi olmayacağı,
olmaması gerektiği tartışılmaktadır. Özellikle de Almanya ve Fransa gibi
Avrupa’nın en güçlü ülkeleri başta gelmektedir. Gerçekten de hiçbir şey
olmamış gibi davranmak da mümkün değildir. Eski düşman Doğu bloğu
ülkeleri sadece düşmanlıktan çıkmadılar üstelik NATO’nun üyesi olarak da
Avrupa güvenliğinin bir parçası oldular. Zaten bu nedenle de NATO tehdide
dayalı savunmadan vazgeçerek güvene dayalı savunmaya geçmiştir. Temmuz
1990’da NATO’nun Londra zirvesinde doğu bloğunun eski ülkelerinin artık
düşman olmadıkları resmen ilan edilmiştir.

Ocak 1994 Brüksel zirvesinde ise Barış için ortaklık (BİO) projesinin
başlaması karara bağlanmış AGİT’in üyeleri ile Avrupa Güvenliği için işbirliği
yapılması benimsenmiştir. NATO bir yandan güvenliğin politik yanıyla
uğraşırken bir yandan da yapısal değişiklik yaparak yeni döneme ayak
uydurmaya çalışmaktadır. Örneğin 1992’de NATO’da 65 karargah varken
1999’da 20’ye inmiş, 2003’de ise 11 karargaha inmiştir. Daha da ineceği
muhakkaktır. ABD soğuk savaş döneminde Avrupalı müttefiklerine
güvenlikleri için daha fazla para ayırmalarını ve daha fazla görev
üstlenmelerini isterken soğuk savaş sonrası ABD yine Avrupalılardan katkı
bekliyor ama eskisi gibi kendi işin başında bulunmaya devam etmek istiyor.
Bu durumun en önemli sakıncası Avrupa güvenliğini sağlayan en önemli
kurum olan NATO’nun tartışılmaya başlanması ve üye ülkeler arasında görüş
ayrılıklarının ortaya çıkmasıdır. Dolayısıyla savunma zaafa uğramaktadır.
Soğuk Savaş dönemi dayanışma ve işbirliği de zayıflamaktadır. Bunun en
anlamlı örneği Kosova sorununda NATO çerçevesinde Türk uçakları harekâta
katılmak için İtalya’nın Avianno üssüne gitmek için Yunanistan hükümeti
Türk uçaklarına hava sahasını kullanma izni vermemiştir. Bilindiği gibi Türk
uçakları Bulgar hava sahasını kullanmak zorunda kalmıştır. Bulgarlar da
yasalarına aykırı olduğunu söyleyip yasayı değiştirmek için bir aylık süre
istemiş ve bir ay sonra yasa değişmiş ve Türk savaş uçakları Bulgar hava
sahasını kullanabilmiştir. Yunanistan soğuk savaş döneminde Türk uçaklarına
hava sahasını kapatma gibi bir davranışta bulunamazdı. Aslında Türkiye’ye
karşı yapılan bu davranış her ne kadar Türk-Yunan ilişkilerinin tarihi sorunlar
ve günümüzdeki uyuşmazlıklar nedeniyle iki ülke arasındaki sorunlarla ifade
edilebilinirse de kolektif güvelik anlayışının temelinde kolektif güven vardır ve
bu kolektif güvenin parçası olan ülkeler birbirlerine güvenmekte samimi
olmalıdırlar.

Avrupalılar Batı Avrupa Birliği (BAB) bünyesinde oluşturdukları Avrupa
güvenlik yapılanmasında gerektiğinde NATO’nun olanaklarını kullanmak için
NATO üyesi ülkelerden izin istemişlerdir. Türkiye ve ABD başta olmak üzere
birçok NATO üyesi ülke Avrupalıların bu isteğine olumsuz yanıt vermişlerdir.
Zira Türkiye karar mekanizmasında bulunmadığı BAB’ın aldığı bir karar
aleyhine de olsa uymak zorunda olacağı için NATO’nun olanaklarını otomatik
olarak kullanmasına karşı çıkmış ve veto hakkını kullanacağını bildirmiştir.

BAB’a tam üye olmanın koşuluda AB’e tam üye olmak olduğu için Türkiye
BAB’e üye olamamıştır. Ancak Avrupalılar özelliklede Almanya ve Fransa
Avrupa güvenliğinin Avrupa Birliği içinde yürütülmesini isteyince Avrupa
güveliği için organize olan BAB’ın önemi kaybolmuştur. Zaten AB’nin 7-9
Aralık 2000 tarihinde Fransa’nın Nice kentinde yapılan doruk toplantısında
BAB’ın görevlerinin AB’e devrine karar vermişlerdir. Böylece BAB içi
boşaltılmış bir tabela örgütü haline gelmiştir ( Çakmak, 2003: 237).
BAB’ın bu şekilde fonksiyonunu kaybetmesi Türkiye’yi olduğu gibi ABD’yi
de mutlu etmiştir. Avrupa güvenliği ile ilgili inisiyatif Avrupa Birliğine geçmiş
oldu. Avrupa’da böylece kendi güvenlik ve savunma politikasına sahip
olmuştur. Bu gelişmelerden sonra Türkiye ve ABD gerektiği takdirde
Avrupalıların NATO’nun olanaklarını kullanmaları konusunda tavırlarını
yumuşatmışlardır. 2 Aralık 2001’de Ankara’da AB’ni temsilen İngilizler ile
NATO’nun imkânlarının kullanılması için Türk vetosunu kaldırma
müzakereleri bir sonuç vermiştir. Varılan anlaşmada Türkiye’nin çevresinde
olacak müdahalelerde Türkiye’de karar mekanizması içinde bulunacak ve
Türk-Yunan uyuşmazlığında AB güçlerinin görev almaması koşulu ile Türkiye
NATO’nun imkânlarını Avrupalıların kullanmasını veto etmeyecek. Ankara
Mutabakatı adı verilen bu Anlaşmaya Yunanistan Türkiye’ye taviz verildi
diyerek itiraz etmiştir. Avrupa Birliği Dış politika ve Güvenlik Yüksek
Temsilcisi Javier Solana’nın özel gayreti ile taraflar arasında bir anlaşmaya 19
Mayıs 2003 Brüksel zirvesinde varılmıştır.

2000’li yıllardan itibaren yeni tehditler ve sorunlar ışığında Türkiye’nin
Avrupa güvenliğine katkısı ne olur? Avrupalılar Soğuk Savaş sonrası özellikle
Avrupa kıtasında genel bir savaş beklememektedir. Avrupa güvenliğini tehdit
eden unsurlar arasında başta terörizm, göçler, yoksulluk ve gelir dağılımı
bozukluğunun yol açacağı sorunlar, Atmosferin kirlenmesi ve uluslar arası
çevre sorunları, kitle imha silahları, uyuşturucu maddeler kaçakçılığı ve yaygın
kullanımı, başarısız Devletler, etnik ve sınır kavgaları ve medeniyetler arası
çatışma. Türkiye bu sorunların neresinde ve Avrupa güvenliğine nasıl bir katkı
sağlar. Yukarıda not ettiğimiz istikrar bozucu ve güvenliği tehdit edici
unsurların veya yol açtıkları sorunların çözümünde büyük ordulara gereksinim
yoktur. Bu sorunların çözümünde jeopolitiğinde rolü sınırlıdır. Dolayısıyla
Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemindeki büyük bir orduya sahip olma ve
Sovyetlere sınır komşusu olma özelliği bugünkü tehdit için jeopolitik önemi
aynı oranda geçerli değildir. Ancak bu tür bir mantıksal yaklaşım sadece
Türkiye için değil bütün ülkeler için geçerlidir.

Günümüzdeki sorunlar daha yeni ve daha değişik çözümler ve olanaklar
gerektirmektedir. Soğuk Savaş sonrasına özgü sorunların oluşturduğu güvenlik
tehditlerine karşı diğer batılı ülkelerin ne kadar rolü olursa Türkiye’nin de o
kadar rolü olur. Bazı Avrupalı ülkeler gibi (İngiltere, Fransa ) Türkiye’nin
İmparatorluk ardılı bir ülke olması nedeniyle Türk imparatorluğu Osmanlının
eski topraklarında bulunan ülkeler sorunla karşılaştıklarında Türkiye’yi
yanlarında görmek istemektedirler. Özellikle de Balkanlarda Boşnaklar ve
Arnavutlar. Yugoslavya’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan Bosna-Hersek
Savaşında ve Kosova krizinde Türkiye çok önemli roller oynamıştır. Bu
oynadığı rol batılı bir ülke olmaktan ziyade Osmanlı İmparatorluğunun yerine
kurulan bir ülke olmasıdır. Bir başka deyişle Türkiye olmasıdır. Balkanlarda
çıkan sorunlarda Türkiye diğer Avrupalı müttefikleriyle aynı politikayı
paylaşamama riski vardır. Zira Türkiye tarihsel ve kültürel nedenlerle Boşnak
ve Arnavutların çıkarlarını savunmak zorundadır; Yunanistan, Rusya ve
Fransa’nın Sırpları, Almanya ve Avusturya’nın Slovenya ve Hırvatları
destekledikleri gibi.

Avrupa’da sınır ve etnik sorunlar mevcuttur. Bu sorunların büyük çaplı genel
bir krize dönüşmesi kısa ve orta vadede gözükmemektedir. Avrupa Birliğine
üye olan eski Doğu bloğu ülkeleri etnik ve sınır sorunlarını çözmeden Avrupa
Birliğine üye olmaktadırlar. İçlerindeki azınlıklara hukuki ve insani haklarını
vererek sorunun çözüldüğü inancı vardır. Sorun şimdilik çözülmüş görünmekte
ancak etnik sorunun kültürel haklarını elde etmelerinden sonraki aşaması kendi
kaderini kendisinin tayin etmesi aşamasıdır bu aşama Avrupa’yı tekrar büyük
çatışmaların veya krizlerin kıtası haline getirebilir. Doğu Avrupa’nın eski
üyeleri şimdi AB’nin üyeleridir. Bu ülkelerin tamamının birbirleriyle toprak ve
etnik sorunu vardır. Polonya’nın Almanya ile, Macaristan’ın Romanya ile
Yunanistan’ın Arnavutluk ve Makedonya ile, Arnavutluk ve Makedonya AB
üyesi değiller ama olacaklar. Dolayısıyla AB etnik ve sınır sorunlarını içine
almaktadır. Bu sorunları Doğu Bloğu kendi içinde dondurmuştur. Ama artık
durum farklıdır bu sorunların Avrupa güvenliğini tehdit etme riski vardır.
Türkiye’nin Batı güvenliğine ve uluslararası güvenliğe yapacağı en önemli
katkı batılıların haksız bir şekilde İslami terör diye nitelendirdikleri
uluslararası terör ile medeniyetler çatışması riskidir. Türkiye yirmi yılı aşkındır
PKK terörü ile mücadele etmektedir. Bu mücadele Türk silahlı kuvvetlerini ve
Türk polisini terörizme karşı özel yetenek ve tecrübe kazanmasına neden
olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk polisi NATO üyesi ülkeler içinde
ABD’den sonra yetenek ve tecrübe konusunda ikinci sırada yer almaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk polis teşkilatı yetenek ve tecrübe bakımından
Avrupa da birinci sıradadır. Türkiye askeri yeteneğinin dışında bir İslam ülkesi
olması nedeniyle İslam dünyası ile batılılar arsında köprü olabilir.
Türkiye’nin uluslararası barış ve Avrupa güvenliğine yapacağı en önemli katkı
jeopolitiğine ve kültürüne uygun olarak, Güney-Kuzey arasında beklenen
“medeniyetler arası çatışma”dır. Eğer medeniyetler arası bir çatışma olacaksa,
bu çatışmayı önlemek için dünyada en pozitif katkıyı yapacak ülke
Türkiye’dir. Medeniyetler çatışması dedikleri aslında Müslüman halklarla
Hıristiyan halklar arasında meydana gelecek bir çatışmayı kastetmektedirler.
Batılıların bu beklentilerinin nedeni aşağı yukarı her batılı ülkenin geçmişte
veya günümüzde sömürdükleri bir Müslüman ülke olduğu için Müslüman
halkların bir gün mutlaka bunun rövanşını alacakları düşüncesine sahip
olmalarıdır. Aksi takdirde kültürler nasıl savaşacak veya haçlı seferleri
zihniyeti nasıl geri gelecek hangi Müslüman ülke batıya Hıristiyansınız diye
savaş ilan edecek. Yahut hangi Hıristiyan ülke bir Müslüman ülkeye siz
Müslümansınız diye savaş ilan edecek. Türkiye doğu ile batı arasında sadece
coğrafi olarak değil, kültür ve politik iletişimi olarak, ülkesiyle, kültürüyle ve
rejimi ile her iki dünyanın da buluşma noktası olabilecek çeşitliliğe ve
farklılığa sahiptir. Türkiye’nin batıya benzemeyen tarafları doğuya, doğuya
benzemeyen tarafları da batıya benzemektedir. Bu farklılıkta Türkiye’nin
zenginliğini ve iki dünya arasında dostluğu kurma, barışı sağlama rolü
oynayabilir. Başka bir ifade ile medeniyetler arası bir platform oluşturulabilir.
2004 yılında çok tartışılan bir konuda Amerikalıların ortaya attığı “Büyük
Ortadoğu Projesi”dir. Bu projenin amacı Ortadoğu’ya demokrasi, insan
hakları, kadın hakları, hukuk devleti gibi evrensel değerleri getirmektir. Ancak
bu projenin gerçekleşme şansı çok zayıftır. Zira çoğu ABD ve Avrupalı
ülkelerin yakın dostu olan Ortadoğu’daki rejimler ve onların başlarındaki
kişilerin ve iktidarların düşmesi gerekir ki demokrasi ve insan hakları gelsin.
Bu değişiklikte savaşsız olmayacağına göre çok zordur. Bunun iki örneği
Afganistan ve Irak’tır. Afganistan yedi yıldır, Irak’ta beş yıldır hala
direnmektedir. Zaten Avrupalılar Amerikalıların bu projesine gerçekleştirme
şansı çok zayıf olduğu için pek sıcak bakmamaktadırlar. Ancak önemli bir
değişiklik olurda gerçekleştirme şansı ortaya çıkarsa Türkiye’nin de böyle bir
değişiklikte rolü mutlaka olacaktır. Ama içinde bulunduğumuz 2008’de bu
düşünce sanki terk edilmiş gibidir.

Avrupa’nın güvenliği, Batı’nın güvenliği çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Türkiye’de bu bağlamda geçmişte batı güvenliğine önemli katkılar sağlamıştır.
Bugün Avrupalılar Güvenliklerini AB’nin üyesi ülkeleri ile yapmak
istemektedirler. Eğer Türkiye AB üyesi olursa diğer üyeler gibi Avrupa
güvenliğindeki yerini alacaktır. Eğer Türkiye AB üyesi olmazsa ABD ile
NATO çerçevesi içinde veya bir başka çerçevede kolektif bir güvenlik içinde
kendi güvenliği için bulunmaya devam edecektir. Türkiye’nin Avrupa
Güvenliğinin dışında kalması hem Avrupalılar için hem de Türkiye için
olumsuz sonuçları olabilir. Uluslararası barış ve güvenlik önemli bir katkısını kaybeder.

SONUÇ

Avrupa Güvenliğinin temel unsuru olan insan, bir başka deyişle nüfus sorunu
Avrupalı sorumlu yetkililerin uykularını kaçırmaktadır. Avrupa’nın nüfusu ile
ilgili en son çalışmayı Avrupa konseyi yapmıştır. Bu çalışmaya göre 1995’de
728 milyon olan AB nüfusu % 22 eksiği ile 2050 yılında 564 milyona inme
ihtimali vardır. 2000 yılında Avrupa nüfusunun % 14.7’i 65 yaş üstüdür. 2050
yılında bu rakamın % 25-33 arası olacağı tahmin ediliyor. Bu son rakam
Avrupa’nın çalışan nüfus ve ülke savunmasında kullanacağı insan sıkıntısının
AB’nin ekonomik ve ülke güvenliğini sağlamada ne kadar risk alacağının
kanıtıdır. AB bugünkü nüfus Pozisyonunu korumak için 2050 yılına kadar her
yıl 1.8 milyon göçmen alması gerekir. Eğer kötü tahmin gerçekleşirse AB’nin
2050’ye kadar yaklaşık, 75 milyon göçmene ihtiyacı olacaktır.1 Dolayısıyla
AB’nin Avrupa’nın güvenliği ile ilgili sadece topa tüfeğe değil diğer
unsurlarında önemle ele alınıp çözüm üretilmesi gerekir.
Yukarıda not ettiğimiz uluslararası güvenliği tehdit eden unsurların büyük bir
bölümü Avrupa güvenliğini ya doğrudan tehdit ediyor ya da olumsuz etkiliyor.
Avrupa Birliğinin sorumluluğu gereği mutlaka küresel tehditlere karşıda önlem
alması gerekir.

AB, Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan ABD-AB uyuşmazlığını kesinlikle bir
sonuca bağlaması gerekir. İki müttefikin ciddi fikir ayrılığı daha da
derinleşmeden çözüme kavuşması gerekir. Aksi takdirde Avrupa ve Uluslar
arası Güvenliğin ciddi sorunlarla karşılaşma riski vardır. Avrupalı ülkeler daha
rahat ve daha özgür davranmak için ABD’nin Avrupa’yı terk etmesi
gerektiğine inanmaktadır. Kısa bir gelecek için bu düşünce doğru olabilir.

Ancak 50 yıl sonrası için bu düşüncenin doğruluğunun tartışılması gerekir.

Dolayısıyla Avrupalıların daha fazla düşünmesinde yarar vardır. NATO’nun
Varşova Paktı gibi dağılması gerektiğine inanan ülkeler ve bir takım politik
gruplar var. NATO’nun görevini tamamladığı ve işlevsiz kaldığı dolayısıyla
Varşova Paktı gibi dağılması gerektiği söylenmektedir. Gerek Avrupa’da
gerekse dünyada kolektif güvenliği organize edecek bir yapılanmaya ihtiyaç
vardır. NATO’da kendisini kanıtlamış bir güvenlik örgütü olarak bu görevi
yürütmektedir. Öyleyse yeni bir örgütlenmeye gerek yoktur.

AB kendi güveliğini kendisi sağlayacaksa önce kendi arasındaki güvenlikle
ilgili fikir ayrılıklarını çözmesi gerekir. Zira İngiltere ve kendisine yakın
ülkeler Fransa ve Almanya gibi düşünmemektedir. Dış politika ve güvenlikle
ilgili kararlar bilindiği gibi AB’de oybirliği ile alınmaktadır. Güvenlikle ilgili
bir kararın çıkması için bütün üyelerin desteklemesi gerekir. AB üyesi ülkeler
soğuk savaş sonrasının rahatlığı içinde güvenlik ve savunmasını politik
bütünleşme, doğu Avrupalı ülkelerin batıya entegrasyonu ve sosyal adalet
konularının arkasına atmıştır. Savunma ve güvenliğe eskisi kadar kaynak ve
zaman ayırmamaktadır lar. Bu tutumda AB’ni ekonomik dev politik ve askerî
cüce konumuna sokma riski vardır.

ABD, Rusya Federasyonu, Çin ve Hindistan’ın küresel güç olma yolundaki
çabaları AB’nin ikinci plana itilmesine neden olabilir. Hindistan 2003 yılında
3,5 milyar Çin ise 2,5 milyar dolar ile silah ithalatında birinci ve ikinci
olmuşlardır. Rusya Federasyonu ise yine 2003’de 7 milyar dolar ile silah
ihracında birinci olmuştur. Günümüzde bu rakamlar çok farklı değildir. AB
küresel bir güç olmak istiyorsa büyük düşünüp büyük hareket etmek
zorundadır, ortaçağ zihniyeti ile AB’ni bir Hıristiyan birliğine dönüştürmenin
Avrupa’ya ve dünyaya hiçbir katkısı olmaz. Çin, Hindistan, Japonya, Kore vb.
ülkelerde Konfüçyüs felsefesine dayalı Budist bir birliktelik oluşturulursa
dünyayı orta çağ zihniyeti ile dinler kampına bölmenin dünya barışı için son
derece tehlikeli olur. Ayrıca kendisini dünyanın diğer bölgelerinden ayıran
Batı medeniyeti Batı özgürlüğü ve Çağdaşlık gibi kendilerini ayrıcalıklı yapan
değerlerden söz etmeleri mümkün değildir. Türkiye AB için büyük bir şanstır.
Avrupa’nın değerlerini (Demokrasi, Pazar Ekonomisi, İnsan Hakları vb.) kabul
eden ve yaşam tarzı olarak seçmiş Müslüman bir ülke olarak AB’ni küresel bir
güç yapacak ve dünya barışına hizmet edecek bir fırsattır. Türkiye gibi bir ülke
olmasıydı batılıların böyle bir ülke yaratması gerekirdi.

KAYNAKÇA

BAĞCI HÜSEYİN, Türkiye ve AGSK, Beklentiler, Endişeler 21.y.y.’ın Eşiğinde Türk Dış Politikası, Derleyen İdris Bal, Alfa Yayınları, 2001 İstanbul.
ÇAKMAK HAYDAR, Avrupa Güvenliği, Akçağ Yayınları 2003 Ankara
ÇAKMAK HAYDAR, AB- Türkiye İlişkileri, Platin Yayınları. 2005. Ankara Decaux Emmanuel, La conference sur la securite et la cooperation en Europe,
puf. 1992 Paris.
DEDEOĞLU BERİL, Uluslararası Güvenlik ve Strateji Derin Yayınları 2003 İstanbul.
DEFORGES. P.M. Les Institutions Europeens Armand 1995 Paris.
HOWORTH .J. Euroean Integration And Defanse : The Ultimate Chalenge? Chaillot Paper, İnstute For Security Studies, November – 2000 Paris.
KARAOSMANOĞLU. L.ALİ, Avrupa Güvenlik ve savunma kimliği, Avrupa Birliği ve NATO ilişkilerinin geleceği. Harp Akademileri Basımevi 2001.
İstanbul.
KARAOSMANOĞLU A.L. Prof. Dr. NATO stratejisindeki değişim ve gelişmeler. ASAM 2004 Ankara.
ÖZDAĞ ÜMİT Doç. Dr. Türkiye AB ilişkileri sempozyumu 16-17 Mart 2001. Ankara Ticaret Odası ve Türk Ocakları 2001 Ankara.
LEE STEPHEN J. Avrupa Tarihinden Kesitler 1789-1980 Dost Kitapevi 2002 Ankara.
ROBERT JACQUES , L’Esprist de Defanse. Economica, 1987. Paris.
ROTHSCHİLD EMMA, What İs Security. Deadolus, Summer. 1995. USA.
Y.İNANÇ REFET. Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye Seçkin Yayınları 2002 Ankara.
ZORGBİBE CHARLES, Histoire de la construction europeenne puf. 1993 Paris.
ZORGBİBE CHARLES, Les Organısations internationales. Puf 1994 Paris. Le Soir – Belçika Hürriyet Gazetesi



***

1 Eylül 2019 Pazar

Kolektif Emperyalizm Nedir., BÖLÜM 2

Kolektif Emperyalizm Nedir., BÖLÜM 2



Ultra-Emperyalizm kuramı (kendi ulusal sermayelerinin baskısı altında hareket eden) “ulus-devletler” arası bir ittifakı gerektirmekteydi. Oysa kolektif emperyalizmin işleyişinde çeşitli devletler içerisinde aynı anda temsil edilen 
uluslararasılaşmış sermayenin talepleri belirleyici olmaktadır. Tek tek devletlerin ittifakı bu uluslararasılaşmış temsilin yani farklı gruplar tarafından farklı ortamlarda üretilen ve kolayca devlet iktidarına dönüşebilen çok sayıdaki talebin 
ürünüdür.

Kolektif emperyalizm tezimiz yeni ölçeğinde işlev gören emperyalist bloklar mantığına dayanmamaktadır. 
Ancak kolektif emperyalizmin faili, Batı bloğunun iç içe geçen sermaye gruplarının her durumda olmasa da pek çok durumda ve önemli konularda- içinde temsil edildikleri ulus devletlerin iktidarını uyumlu kullanma ve benzer politikalara tahvil etme yeteneğine sahip bir oluşumdur. Bu durumda emperyalist politikaların kıtasal düzeyde tatbiki önündeki engeller ulus devleti inkar etmeden- aşılmış olacaktır. Sermaye birikimi (üretici güçler) değilse de düzenleme kıtasal düzeyde uyumlu hale gelecektir. Buradan “…Bu sonuncu emperyalistler arası rekabetin, Lenin’in çözümlemesindeki klasik emperyalizme 
kıyasla yeni olan yanı ilk olarak uluslararası emperyalist ekonomide sadece üç dünya gücünün karşı karşıya olduğu gerçeğidir…
” (Mandel, 2008:443) savına varıp varmamak somut sorunlara somut çözümler arayan düşünürlerin insafına kalmıştır.

Kolektif emperyalizm kolektif sömürgeleşme sürecinden ayrı düşünülemez. Çizilen tabloya birleşerek kolektif emperyalizmi oluşturan çok sayıdaki münferit kapitalist talebin, Sovyet Sisteminin çöküşü nedeniyle (az)gelişmekte olan ülkeler üzerinde artan/yoğunlaşan etkisini de eklemek gerekmektedir. Bir başka deyişle (az)gelişmekte olan ülkelerin Batı Kapitalizminden kaynaklanan taleplere direnebilme/direnme kapasitelerindeki önemli azalma bugünün dünyasını anlamak için temel unsurlardan birisidir.

***

27 Şubat 2016 günü, Prof. Dr. Ali Murat Özdemir Sunduğu “ Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği ” başlıklı konuşma ile dinleyenleri yeni ve farklı bilgilerle tanıştırdı.

Prof. Dr. Ali Murat Özdemir, konferansına, “ Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği '' başlıklı ve kitap olarak da yayınlanan uzun bir çalışma programının bir parçasından” konuşma yapacağını, klasik sol çevrelerin ulaşmadığı belki de ulaşması gerekmeyen bir yöntemle “kendi kapasitemizde bir hikâye” yazdıklarını söyleyerek başladı. “Karşımızda kompleks bir sorun var ve biz bunu anlamak ve açıklamaktan vazgeçmeyeceğiz. Öyle bir konuma sıkıştırıldık ki emperyalizmden söz eden milliyetçilikten söz eder anlayışı egemen durumda. Bu yıllarda ve günümüzde en hüzün verici şey emperyalizmden söz etmemek olmuştur.” 
dedi.

Prof. Dr. Ali Murat Özdemir, Özetle şunları söyledi:

“Bahsettiğimiz emperyalizm, Lenin’in kendi dönemini açıklarken çok iyi izah ettiği klasik tanımdan farklı. Çünkü İkinci Dünya Savaşından sonra durum değişti.

Kapitalizm kendine yeni bir rota çizdi. Bir devletin birden fazla sermaye grubuna ve birden fazla devletin yardımına ihtiyaç duyduğu döneme girdik. Marshall yardımı vs. gibi. Emperyalist merkez olarak ABD’nin öne çıkması söz konusu oldu. Bu anlamda sermayenin uluslararasılaşması dediğimiz şeyi görüyoruz. Aynı dönemde BM’nin Milletler Cemiyetinden çok daha farklı bir şey olduğunu görüyoruz. BM’nin Batılı gelişmiş devletlerin lehine yeni bir uluslararası hukukun inşasına başladığını görüyoruz. Daha önceki dönemde görülmeyen şeyler ortaya çıktı. NATO gibi. Rusya ile Çini devre dışı bırakacak bir yapı. Kendi aralarındaki çelişkinin üzerine gitmeyip görmezden gelen kolektif bir emperyalizm bu 1990’a kadar böyle gitti; SSCB çökene kadar.

Bu uluslararası emperyalizmdir. Bunu kolektif yapan şey sermaye gruplarının aynı anda değişik ülkelerde faaliyet gösterebilmeleridir aynı zamanda.
Bu Durum Barışçıl bir Süreç değildir. 

Kanlı Taylorizm.. 

Üretken sermaye masum değildir. Asya kaplanları Laos ve Kamboçya’dan gelenleri canavarca sömürüyorlar. 
Kemik ticareti diye bir şey var örneğin. Bir ölüden etleri dökülmeden alınan kemik platin yerine takılabiliyor… 
Böbrek kardeşliği gibi… Uzak Asya’da Cenin restoranları var. Düşük yapmış kadınların ceninlerinden yemek yapılan restoranlar.

Üretken yatırımda ya satamazsanız korkusu var. O zaman geleceğe gidemiyorsanız geçmişe gidersiniz. 
Üretim yapamayacaksanız ilerde geçmişte üretilene bakarsınız.

Sovyet özelleştirmeleri, yağmaları dönemi bitti. Bu bitiş müthiş bir birikimle bitiş oldu. Daha önce alım satıma konu olmayan şeyler gündeme geldi örneğin. Sular, havalar, kamu malları… Kolektif mülkiyetin özel mülkiyete tahvili için 
çalışmalar yapmanız lazım baskısı üçüncü ülkelerde birinci sorun oldu. Güç ilişkilerini radikal biçimde değiştirmeniz lazım dendi; kolay değildir. Bu ülke yöneticileri emperyalizmle ilişkilerinde her şeyi verecek durumda değillerdir. 
Kıyamet burada kopuyor zaten. İşbirliğini emperyalizmin isteği gibi mükemmelen yapmaya haiz değiller. 

Kızılca kıyamet kopuyor. Verecek ama veremiyor. Niçin veremiyor?

(…) 90’larda bilgisayar sistemlerinin gelişmesi var. 90 öncesi dünyayla 90 sonrası ayrı. İki binlerin dünyası da farklı. 
400 milyon insan yer değiştirmiş Çin’de. 20 milyon dolu yeni kent kurulmuş. Çin 1990’lardan sonra bütün büyük Marksistlerin hayalinde yokken emperyalist sistemi ekonomik yapısına bağlanarak dünyayı değiştirdi etkiledi.

İki binlerden sonra bizim hayatımızı doğrudan etkileyen ikinci bir etken Petro-dolar havuzlarının kendisini ifşa etmesi oldu. 

3 trilyon Dolar dolayında Suudi Arabistan’ın elindeki kamu havuzu zenginliği.

Şimdi batı Suudilere petrol bölgelerini kadastrodan geçir, sermaye grupları banka kurun, zenginliklerin bulunduğu kamusal alanlarda teknik yapılar oluşturun… Körfez, batının bu artan basıncını kendi dışına ihraç ederek kurtulmaya çalışıyor.

Bu çelişki Türkiye’yi yakından etkiliyor. Türkiye’ye de değişik Körfez talepleri var. Türkiye temsiliyle batı temsilinin Körfez temsilinde kabak gibi ayrıldığını görüyoruz.

2011’den sonra bizim ülkemize Körfez’den gelen para Batı’nın istediği sermaye değil.

Türk dış politikasının giderek Körfez’den etkilenmeye başlaması Türk dış politikasının körfez menfaatinde ağırlıklı olarak kullanılmasını da getirdi. Bu başkanlık sistemi ister. Körfez tarzı iş görme biçimini, “emirlik tipi” bir başkanlık sistemi ister. 
Başkanlık sistemi parlamenter sistemin dışında başkan mecliste kendini üretmekten azade kalarak mutlu bir hayat sürer.

Türkiye’nin kendi kuruluş felsefesine bu kadar kudurmuş biçimde saldırı irrasyoneldir. Ama eğer başka bir ülkedeki yönetici sınıfın uzantısına dönerseniz bu rasyonel olur.

Türkiye’yle batının arasında emperyalistlerin Kürt politikası da var. Körfez de var. Körfez etkisi olmasıydı Türkiye Türkmenlerini korurdu, Esat’ı desteklerdi.

Uluslararası ilişkileri özne devletler açısından okuyoruz. Sermaye grupları da belirleyici olabiliyor. Körfezde ne bir yönetici sınıf var ne siyasi ne ekonomik ama Türkiye’yi yönetiyor.

Körfez etkisinde politikada Türk yürütücüleri ülkenin sürekli olağanüstü hal içinde yönetmekten kaçınmayacak, rahatsız olmayacaktır. Böyle de oluyor.

Kolektif emperyalist temsil akıl Türkiye’de parlamenter sistemi içerir. Onlar da başkanlık isteyebilir ama Körfezin istediğinden farklı başkanlık olur.

Türk dış politikası Ortadoğu’da belirtilen yeni güç ilişkileri sistemine daha kolay adapte olacaktır.

Türkiye’de sermayenin değersizleşme riski var. Sermayenin yeniden üretimini olanaksız kılacak şeyleri de yanında getiriyor.

Milliyetçi Kürt talepleri öne çıkaranlar için bu durum kısa vadede olanak sunacaktır. Ama inşa edilmeye çalışılan bu alanda öznelerin kim olacağı, özlemlerin mekânının nasıl belirleneceği Arap- Fars ve Türk husumetinin boyutları uzun vadede rahatsız edici olacaktır.

Batı merkezli sermayeyle körfez sermayesi arasında bir çelişki mevcut ve bunun Türkiye’ye etkisi var. Türkiye’deki politik etkilenmeyi tetikliyor.”

Prof. Dr. Ali Murat Özdemir‘in bu değerlendirmelerine dinleyicilerden, “Ama gerçekte Körfez sermayesi bir hiçtir. 

Menşei bile kaynaklandıkları ülkenin gücüne bağımlıdır. Türkiye’deki kötülükler Körfez sermayesinden çok büyük neo liberal atakla ilişkilidir. (…)İran Suriye’de olup bitenlerin onların haritasından kaynaklanabilir. Körfez sermayesinin de Erdoğan’ın da bütün olup bitenlerde rolü olmuştur ama kırık dökük çekilecektir en sonu. Azrail ise orada duruyor.” biçiminde eleştiri geldi.

Prof. Dr. Ali Murat Özdemir bu eleştirileri şöyle yanıtladı: “Çubuğu fazla büktük. Çünkü Körfez sermayesinin etkisi hiç konuşulmuyor. Bunu öne çıkarmak istedim. Körfez sermayesinin batı sermayesiyle çelişik kırılgan ilişkisi doğrudur. 
Ancak Körfez zannettiğimizin aksine bütünüyle batının sofrası değil. Onların sınırlı otonom var oluşları bile bizim ülkemizde varoluşunu dikkate alacak etkiler üretiyor. Gözden kaçırılmaması gerekir; etkili.

Neoliberal ataka gelince, neoliberal atak üzerine yazmakla geçti ömrümüz. Kolektif emperyalizm neoliberale indirgenemez. 
Çünkü ülkemizde bir şeyler oluyor ve bunu da klasik bakışla göremiyoruz.

Emperyalizmi özgün kılan yenildiği zaman yumruk yemiyor. Emperyalistlerle emperyalist olmayanlar arasındaki kavga eşitsiz bir kavga aslında.”

Dinleyiciler, emperyalistler arası çelişkinin önemine vurgu yaparak “süper emperyalizm” benzeri teorilerin tuzağına düşülmemesi gerektiği yoksa Lenin’in söylediği gibi sosyalizmin kurulmasının imkânsızlığının söz konusu olacağı yönünde uyarılar yaptılar. Bu arada dinleyiciler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen emperyalistler arası çatışmalardan örnekler verdiler ve AB’nin kuruluşunun altında Batı sermayesi içindeki çatışmaların da olduğuna vurgu yaptılar. 
Bu arada Rusya ile Çin’in günümüzdeki konumlarının bu tezle ilişkisi üzerine de sorular yönelttiler.

Dinleyicilerin soruları ve açıklamaları üzerine de konuşan Ali Murat Özdemir “Türk Dış Politikası’nın Ekonomi Politiği” (İmge Yayınları) adıyla arkadaşlarıyla birlikte çıkardıkları kitaptan alıntılar da yaparak konuşmasını sonlandırdı.


Ali Murat Özdemir

***

Kolektif Emperyalizm Nedir., BÖLÜM 1

Kolektif Emperyalizm Nedir., BÖLÜM 1



Kolektif Emperyalizm Nedir
Ali Murat Özdemir
Tarih:12 Şubat, 2016



“ Emperyalizm Nedir? ”, “ İlgileneni var mıdır? ” gibi sıkıcı sorulara yanıt aramaksızın -ansızın ve apansızın- yazının tepesinde zikredilen soruyla başlayacağım. 
Bu soruyla başlayınca “ Kolektif Emperyalizm ” ve “ Türk Dış Politikası’nın Ekonomi Politiği ” adlı kitaplarda bahsi geçen tanımı kesip yapıştırma imkânım doğacak, bu bir. İkincisi, kavramı duyunca internete girip derli toplu bir yazı arayan az sayıdaki kimseye bir kolaylık sunabileceğim.

Yakın zamanlarda kullanılmaya başlanan Kolektif Emperyalizm teriminin mucidi Beytepe Ekonomi Politik Çevresi çatısında metin üreten bir grup yazar değildir muhakkak. Ancak bu terim adı geçen yazar grubu tarafından (Marksist Ekonomi Politiğin çerçevesinde kalarak ama) Kolektif Emperyalizm terimini kullananların o terime yüklediği anlamdan farklı ve özgün bir şekilde kullanılmaktadır. Farkın temelinde Panitch ve Gindin’in yazılarında geçtiği haliyle devletin uluslar arası Oluşması kavramının Althusserci bir devlet kuramına referansla somutlaştırılması diyebileceğimiz bir teorik tutum bulunmaktadır.

Eril ve zehirli dilimle bir ortaçağ ata sözünü kendi derdime uyarlamama izin verilsin: Fikirler babalarına değil kendi zamanlarına benzerler (atasözünün aslında “fikir” değil “çocuk” kelimesi bulunmaktaydı). Kolektif Emperyalizm terimi için olan da budur. İş bu yazıyla değerli okuyucuya yukarıda adı geçen kitaplar içerisinde bulunabilecek bir metin sunuyorum, kullandığımız haliyle kavramı tanıtmak maksadıyla.

Kolektif Emperyalizm, emperyalizmin güncel formudur. Emperyalizmin güncel biçimi klasik emperyalizmde olduğu gibi sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için gerekli temsil mekanizmaları aracılığıyla devlet iktidarının (bunun getirdiği düzenleme ve şiddet kipliklerinin) kullanımını kapsamaktadır. Ancak aktüel emperyalist etkinlik -önceki dönemin aksine bir ulus devlet içerisindeki temsil imkanlarının kullanılması suretiyle, diğer ulusal alanlarda temsil bulan öteki ulusal sermaye öbeklerinin faaliyetinin dışlanmasına dayanmaz. Burada esas olan dinamikler İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirmeye başlamıştır. Kolektif emperyalizm, bir devletin aynı oyun kurallarıyla hareket etmesi kaydıyla menşeine bakılmaksızın birden ziyade sermaye öbeğine ve bu öbeklerin de birden ziyade yerellikte gerçekleştirilecek değerlenme edimine bağımlı 
bulunmasının neticesi iktidar aygıtlarında ki biçimsel ve içeriksel dönüşümlerin etkisi olarak kavramsallaştırılabilir. 

Ancak yeni ve muğlak yapısı içerisinde siyasi alanın muhatap olduğu talepler ve ürettikleri iktidar, kimliklerin libidinal akışına değil, sermayenin artırılmış temsiline dayanmaktadır. Sermayenin küresel ölçekli yeniden üretimi bir imparatorluk devleti değil koordinasyon içerisindeki (ulus devlet demek zor olsa bile) yerel devletlerin etkinliğiyle gerçekleştirilmektedir. 

Tekrar edelim: Yerel devlet faaliyeti keyfiyete kültürel mülahazaya, kimlik politikalarına ve sair unsura değil, sermayenin küresel ölçekli yeniden üretimine dayalıdır.

Kolektif Emperyalizm faili büsbütün meçhul bir etkinlik değildir.

Küresel ölçekli yeniden üretimin çoklu ama koordineli siyasal merkezleri “hegemon devlet”, “Uluslararası Para Fonu”, “Dünya Bankası”, “Dünya Ticaret Örgütü”, “münferit büyük kapitalist devletler”, “sermaye kuruluşları tarafından fonlanan büyük ‘sivil toplum’ örgütleri” ve “yerel iktidarlar” kapsamında değerlendirilebilir. Ancak bu merkezler hiyerarşiden muaf olmadıkları gibi söz konusu sermayenin bütün yer küreyi eşit şekilde dönüştürdüğü küresel ölçekli genişletilmiş yeniden üretimin bir mekanı olmadığı- söylenemez. Verilen listedeki “yerel iktidarlar” çoğu kez emperyalist faaliyetin tek yönlü olmayan- nesnesini oluşturur. Bu bağlamda Rusya, Çin, Brezilya, Hindistan, Körfez Bölgesi gibi büyük iktisadi alanlar içerisindeki kapitalist sınıf ittifak ve faaliyeti, emperyalist etkinliğin asli bileşenin değil nesnesinin üretimine endekslenmiştir. 

Ancak bu saptamayı yapmakla ortada uyumlu bir küresel kapitalizm olduğu iddiasını sunmuş bulunmuyoruz. Aksine mevcut hiyerarşinin kapitalizmin oyun kuralları üzerinde farklı öneri ve teşkilatlanmalar arasında mevcut gerilimler içerisinden çatışmalı olarak belirdiğini ve her daim sorgulamaya açık olduğunu saptıyoruz. ABD ve Avrupa’ya ait mekânlarda yoğunlaşan emperyalist etkinlik, devlet biçiminin uluslararasılaşması ve çoklu değerlenme süreçleri (genişletilmiş yeniden üretim, özelleştirme, metalaşma) merkezinde kendi karşıtlarıyla yüzleşmektedir.

Kolektif Emperyalizmin işleyişinde hegemon devletin özgün bir rolü vardır.

Karşılıklı bağımlılık süreçlerinin küresel koordinasyonu –kapitalizmin küresel siyasi, ideolojik ve iktisadi ilişkiler ağının ürettiği etkinin neticesi olarak- genellikle hegemon devletin iktidarının kullanımıyla gerçekleştirilir; bu iktidar salt devletlerarası ilişkilerde değil uluslararası kurum ve kuruluşlarda hegemon devletin oynadığı ağırlıklı rolde de kendisini ifade eder. Bu bağlamda hegemon devlet diğer ülkelerdeki yapısal dönüşümleri imkân dâhiline sokan ilişki ağlarının 
merkezine yerleşip, koordinasyonun siyasi odağı haline gelirken, aynı dönüşümü kendisi de deneyimler.

Ancak kolektif emperyalist etkinlik her durumda – mutlaka - hegemon devlet faaliyetiyle örtüşmek durumunda değildir. 

Koordinasyon bazen Batı bloku içerisinde bulunan münferit merkezi devletlerin inisiyatif almasını da gerektirebilir.

Hegemon devletin ayrıcalıklı rolünden imparatorluk fikri çıkmaz. Aksine kolektif emperyalizm denildiğinde, küresel bir imparatorluk fikrinin ve bununla birlikte ulus devletlerin sönümlenerek ulus-üstü bir yapının doğmakta olduğu savlarının 
kavramsal zıddından bahsedildiğini -yeniden- belirtelim. Kavram ulus devletlerin –şimdilik eti-kemiği belirsiz ancak bolca ilkeli- üst bir siyasi yapılanma içerisinde erimesine değil, sermayenin aynı anda birden çok devlet içerisinde temsiline 
(dolayısıyla birden çok devletin muhafazasına) dayalıdır.

Egemenlik ve bağımsızlık ölçütleri yeniden şekillenmiş ve Sovyet öncesi tertipleri değişmiş olan devletler (yerel devletler) bugün hala küresel güç ilişkilerinin yoğunlaştığı, sermaye ilişkisinin temel uğrak olarak kullandığı ülkesel düzlemin 
tanımlayıcısı dırlar. Ülkeselliği önce üretmek (bir başka deyişle, kapitalist iş bölümünün gerçekleştiği uzamanın çok parçalı ve düzlemli yapısını homojenleştirmek), daha sonra da –emekçiler aşamazken- aşmak, kapitalist üretim ilişkilerinin zorladığı bir edimler seti olarak düşünülmelidir.

Marx’a göre sermaye, çeşitli biçimleri altında ne kadar yurtsuzlaştırılmış ve ulus-suz görünebilse de, kendini ancak ulus aşırılaştırmak suretiyle yeniden üretebilir. Bir başka deyişle, kolektif emperyalizm sermayenin ulus-aşırılaşmak 
(girdiği topraklardaki sınıf fraksiyonlarının bir parçası olarak ilgili siyasal alan içerisinde öncelikli olarak temsil edilmek) suretiyle yeniden üretimi sürecinin bir parçası olduğundan, aşılan şeyi korumak durumundadır.

Ülkesel egemenliğe içkin olan dışarısı ve içerisi diyalektiği, kapitalist sömürüye ve bunun yeniden üretimi için gerekli olan kapitalist devlete sıkı sıkıya bağlı olduğu için, içerisinde sınıf iktidarının yer alabileceği yerel-devlet-dışı (ulus devlet iktidarının dolayımı-katılımı-onayı olmaksızın işleyen) kapitalist bir alan hayal etmek, -iktidarın alternatif uzamsal ve kurumsal örgütlenmeleri için ulus devletten başka bir yer bulunamadıkça- mümkün görünmemektedir. Sınıf ilişkisinde ulusal devlet içerisinde temsilin kaçınılmazlığı veridir: “… çeşitli kurumlar; iktidar açısından, ‘iktidar organları’, önceden varolan ve onları etkinliğini tamamlamak amacı ile oluşturan bir sınıf iktidarının uygulama aletleri olmayıp iktidar merkezleridirler” (Poulantzas, 1992:116).

Kolektif Emperyalizm Komşu kavramlara indirgenemez.

Kolektif emperyalizm terimi ile ulaşılmaya çalışılan teorik maksadı güden akraba terimler mevcuttur. Bunların en başında neo-liberalizm kavramı bulunmaktadır. Ancak emperyalist etkinliğin aktüel neticelerini kavramsallaştırmak için istihdam 
edilen neo-liberalizm terimi kolektif emperyalizm teriminin eş anlamlısı değildir. Neo-liberalizm en geniş anlamıyla piyasaların üretimin koordinasyonunda yegane unsur olarak belirdiği ve piyasa menfaatinin toplumsal menfaatin önüne 
geçtiği bir hale, duruma gönderme yapar. Terimin aynı anda benzer sınıf etkileri üreten bir seri politikanın ortak adı olduğu da su götürmez. Ancak ikinci anlamıyla ele alındığında dahi neo-liberalizm terimi emperyalist etkinliğin 
(klasik emperyalizm çağına göre bir hayli muğlaklaşmış olsa bile) failine, tikel sermayelerin devlet iktidarını kullanabilme kapasitesine, piyasa dışı şiddet türlerinin amaç yönelimli tatbikine gönderme yaptığı söylenemez. 

Oysaki emperyalizm dediğimiz şey devlet iktidarının istihdamı ile elde edilen sonuçları da içerir. Daha da ötesine gidebilir, devlet biçiminin içerdiği şiddet dahi emperyalizmin kapsamına sokulabilir.

Kolektif emperyalizm düşüncesi aynı anda devletin ve sermayenin uluslararasılaşması hususuyla ilgilenir.Kolektif emperyalizm etkisini üreten mekanizma varlığını

a) Amerikan hegemonyasına denk gelen süreçte Amerika merkezli üretim ve tüketim normlarının ve bunlarla birlikte önce Amerika merkezli sermayenin ve sonra Japon ve Avrupa merkezli teşebbüslerin uluslararasılaşmasında

b) Sosyalist uluslararası işbölümü yaratma teşebbüsünün elem verici yenilgisinde

c) Münferit sermaye gruplarının farklı devletler içerisinde doğrudan yatırım yapabilmeleri ve bu devletler içerisinde temsil edilebilmeleri için gerekli hukuki-ideolojik-siyasi-iktisadi imkânlara ulaşmalarında, dolayısıyla devlet biçimdeki dönüşümlerde etkin ilişkilere borçludur.

Bu nedenle Günümüz emperyalizmini anlamlandırmak ve açıklamak maksadıyla yürütülen soruşturmaların aynı anda iki kulvarda/yolda birden ilerlemeleri gerekmektedir.

Bunlardan ilki sermaye birikiminin dinamikleri üzerine yapılan/yürütülen araştırmaların kulvardır. 
Bu ilk yol/kulvar, kendi dönemlerinde (Yirminci Yüzyılın ilk yirmi senesi) geçerli olan dinamikleri kurama aktarabilme başarısını gösteren ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmelerle yüzleşebilecek potansiyellerden mahrum kalmış olan klasik emperyalizm kuramlarının da koştuğu kulvardır.

İkinci kulvar devlet kuramının/teorisinin ilerlediği parkura aittir. Günümüz emperyalizminin anlaşılmasında bu ikinci kulvarın sunduğu katkının önemi esaslıdır. Bir başka deyişle, emperyalist etkinliğin bir ya da birden ziyade devletin (çoğu kez koalisyonlar biçiminde örgütlenen) iktidarına dönüşen sınıf talepleriyle bağlantısını kurabilmek için devlet kuramının sunduğu imkânların değerlendirilmesi gerekmektedir.

Kolektif Emperyalizmi anlamlandırabilmek için iki hususun incelenmesi zorunludur.

Bunlardan ilki merkez ülkeler nezdinde temsil imkânı bulan münferit kapitalist çıkarların merkez kapitalist ülkelerin devlet iktidarına tahvil ediliş sürecidir.

Kolektif Emperyalizmi anlamlandırabilmek için gerekli ikinci husus ise (az)gelişmekte olan ülkelerin kolektif varlıklarının metalaşması için devlet biçiminde gerekli olan dönüşümlerin tahlilidir.

Kolektif Emperyalizmle ultra emperyalizm kast edilmemektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***