Brezilya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Brezilya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Aralık 2019 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN LATİN AMERİKA POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 1

TÜRKİYE’NİN LATİN AMERİKA  POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 1 




Ayşe Aslıhan Çelenk*

* Yrd. Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Kayseri.



ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok analiz ağırlıklı olacaktır.

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman


Giriş

Siyasal ilişkilerin boyutu ve ideolojik değerlendirmelere bağlı olarak, tarih boyunca bir bölge olarak Latin Amerika, farklı coğrafi alanlara işaret etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyi, Amerika kıtasının güneyi, İspanyolca ve Portekizce konuşulan eski Avrupa kolonileri gibi bu farklı tanımlamaların yerini bugün ise, Birleşmiş Milletler’in sınıflandırması almıştır. Arjantin, Bolivya, 
Şili, Kosta Rica, Brezilya, Kolombiya, Küba, Dominik Cumhuriyeti,   Ekvador, El Salvador, Guatemala, Honduras, Meksika, Nikaragua,   Panama, Paraguay, Peru, Porto Riko, Uruguay ve Venezüella ile Bahamalar, Barbados, Dominik Cumhuriyeti gibi küçük ülkeleri kapsayan bu sınıflandırma bölgeyi Latin Amerika ve Karayipler olarak tanımlamakta ve Latinceden türeyen dillerin konuşulduğu ülkeleri gruplandırmaktadır.1

570 milyonun üzerindeki nüfusu ve büyük ticaret potansiyeli ile Latin Amerika ve Karayipler; Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Çin ve Rusya başta olmak üzere, dünyanın birçok ülkesi ve bölgesi için önemli bir konuma sahiptir. Tarih boyunca, Avrupa devletleri arasındaki kolonileşme mücadeleleri, Soğuk Savaş ve rejimlere dair önemli iç mücadelelere sahne olan bölge, 2009 yılı itibarı ile, kendi içinde gerçekleştirdiği ekonomik bütünleşme sonucunda, önemli bir ticari ve siyasi blok haline gelmiştir. Ekvador, Venezülla, Kolombiya ve Bolivya’dan oluşan AND Birliği ile Brezilya, Arjantin, Uruguay, Paraguay, Bolivya, Şili ve Venezüella’dan oluşan Güney Ortak Pazarı MERCOSUR, bölgeyi dünyada ABD ve AB’nin ticari işbirliği önceliği tanıdığı bir ekonomik blok haline getirmiştir. 

Ekonomik, kültürel ve siyasal potansiyeli ile Latin Amerika ve Karayipler dünya siyasetinde ve ekonomisinde karar alma mekanizmalarında yer almak isteyen ülkeler için oldukça büyük bir öneme sahiptir. Son dönemde Çin ve İran’ın bölge ülkeleri ile artan ticari ve diplomatik ilişkileri bu durumun bir göstergesidir.

Bu potansiyelin yanı sıra, bölge ülkeleri, küresel güvenlik açısından tehdit oluşturabilecek önemli sorunları da bünyelerinde taşımaktadır. 
Siyasal istikrarsızlık, yoksulluk, yolsuzluk, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı gibi güvenliğe ve barışa büyük tehdit oluşturan sorunlar bölgenin geleceğini etkilemektedir. 

Ekonomik potansiyeli ve küresel güvenlik açısından taşıdığı önem sebebiyle, Latin Amerika ve Karayipler son dönemde Türk dış politikası açısından da önem kazanmaya başlamıştır. Kendi coğrafyası dışında da faaliyet göstererek etkin bir uluslararası güç olmayı amaçlayan Türkiye, Latin Amerika ile son dönemde daha yakın ilişkiler kurma yoluna gitmiştir. 
Var olan ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesi ve siyasal ilişkilerin güçlendirilmesi yoluyla uzun vadede bölgenin Türkiye için stratejik bir ortak olması ve ekonomik ve siyasal kazançlar sağlanması hedeflenmektedir. 

Latin Amerika ile ilk ilişkiler 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı Devleti topraklarından Latin Amerika’ya göç eden Araplar vasıtası ile başlamıştır.2 

Bu dönemde başlayan diplomatik ilişkiler daha çok kültürel işbirliği ve dostluk antlaşmaları boyutunda kalmıştır. 1927 yılında Brezilya ile imzalanan Dostluk Antlaşması ve 1929’da Arjantin ile imzalanan Kültürel İşbirliği Antlaşması 3 gibi diplomasi girişimleri, yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika öncelikleri içerisinde bölgeyi ön sıralara taşımaya yeterli olmamıştır. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında son derece sınırlı olan ilişkiler Soğuk Savaş döneminde oldukça azalmıştır. Soğuk Savaş sırasında Batı Bloğu içinde 
yer alan Türkiye için, o dönemde siyasal istikrarsızlığın simgesi olan Latin Amerika diplomatik ilişkiler açısından öncelikli bir bölge olmaktan uzak olmuştur. Bu durumun başlıca sebeplerinden bir tanesi Türkiye’nin kendi güvenlik endişelerini gidermeye yönelik ve bulunduğu bölge üzerine yoğunlaşan tek boyutlu bir dış politika izlemesidir. 

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte değişen dünya dengeleri Türkiye’yi de dış politikada yeni arayışlara itmiş ve ülkenin dış politika önceliklerini ve stratejilerini yeniden değerlendirmesine yol açmıştır. 

Bu dönemde ortaya çıkan dış politikayı çok boyutlu hale getirme ve çeşitlendir me anlayışı Türkiye’nin kendi coğrafyası dışındaki ekonomik, siyasal ve sosyal ilişkilerini geliştirmeye yönelik yeni adımlara öncülük etmiştir. Bu bağlamda; Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Çin ve Rusya gibi dünya güçleri için tarihi, ekonomik ve siyasi açıdan büyük önem taşıyan Latin Amerika, Türkiye 
açısından da önem kazanmaya başlamıştır.

Bu çalışma; coğrafi uzaklık ve temas azlığı gibi sebeplerle bugüne dek Türk Dış Politikası’nın öncelikli alanlarından biri olmayan Latin Amerika’nın özellikle son 10 yıllık dönemde Türkiye açısından önem kazanmasının sebeplerini ve bu bağlamda 2009 yılında Türkiye-Latin Amerika ilişkilerinde yaşanan gelişmeleri incelemektedir. Çalışmanın sonuç bölümünde ise; ilişkilerin genel bir değerlendirmesi yapılmakta ve Türkiye-Latin Amerika ilişkilerinin geliştirilmesi 
ve çeşitlendirilmesine dair çıkarımlara yer verilmektedir.

Türkiye-Latin Amerika İlişkilerinin Canlılık Kazanması: 1990-2009

Latin Amerika’nın Türk Dış Politikası içerisinde önem kazanmaya başlamasının ve bölge ülkeleri ile ilişkilerin canlılık kazanmasının sebeplerini ekonomik ve siyasi sebepler olarak sınıflandırmak mümkündür. 
Bölgenin doğal kaynaklar açısından zenginliği, büyüme potansiyeli, tüketici pazarının büyüme eğilimi, bölgedeki artan politik ve ekonomik bütünleşme adımları, kişi başına milli gelirde gözlenen artış ve Avrupa Birliği ile ABD’nin bölge ile yoğunlaşan ekonomik ilişkileri 4; Türkiye’nin bölge ile kültürel ilişkilere ve dostluk temellerine dayanan politikasına ekonomik boyutu da eklemiştir. Latin Amerika’da yaşanan demokratikleşme süreci ve siyasal istikrarın 
sağlanması yönünde atılan olumlu adımlar, bölge ülkelerinin AB ve ABD ile geliştirdiği siyasal işbirliği ve uluslararası örgütlerde artmaya başlayan rolleri 5 de bölgenin Türkiye açısından siyasal bir ortak olarak önem kazanmasına yol açmıştır. 

Bu yeni anlayışın bir sonucu olarak, Türkiye, 1990’larda bölge ülkeleri 
ile ekonomik ve ticari işbirliği, turizm işbirliği, sağlık, bilim ve teknik alanlarında işbirliği, tarım, kültür ve sanat alanlarında işbirliği gibi bir dizi antlaşmaya imza atmıştır.6 Bu antlaşmaların yanı sıra, 1995 yılında, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Brezilya, Şili ve Arjantin’e gerçekleştirdiği ziyaret, cumhuriyet tarihinde Latin Amerika’ya devlet başkanı düzeyinde gerçekleştirilen ilk ziyaret olarak, 7 bölgenin Türkiye açısından artan önemini göstermiştir. 
Demirel’in ziyaretinden sonra ivme kazanan Türkiye-Latin Amerika ilişkileri 1998 yılında Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan “Latin Amerika ve Karayipler Eylem Planı” 8 ile pekiştirilmeye çalışılmıştır. İşadamları, bölgede görev yapan diplomatlar ve bölge siyaseti konusundaki uzmanların katılımı ile hazırlanan bu eylem planı ile Türkiye’nin bölgede etkin bir ekonomik ve siyasal ortak olması 
amaçlanmıştır. Ancak 1990’ların sonunda Türkiye-AB ilişkilerinde yaşanan gerilimler ve iç politikadaki dengelerde yaşanan değişimler Latin Amerika politikasını yeniden ülkenin dış politika gündeminde arka sıralara itmiştir. İç politikada ve AB ile olan ilişkilerde istikrarın sağlanması ile birlikte, Türkiye yeniden dış politikasını çeşitlendirme stratejisine dönmüş ve Latin Amerika politikasının geliştirilmesi için de özellikle 2006 yılından itibaren daha somut adımlar atılmaya başlanmıştır. 

1998 yılında hazırlanan planın güncellenmesi ile oluşturulan “Eylem Planı 2006”9 çerçevesinde, 2006 yılı Türkiye’de Latin Amerika ve Karayipler yılı ilan edilmiş ve bu çerçevede bölge ile ilişkileri geliştirmeye ve yeni bağlantılar kurmaya yönelik çeşitli sosyal, kültürel etkinlikler ve geniş katılımlı ve ekonomik ve siyasi işbirliği konulu birçok toplantı düzenlenmiştir. İş adamları, diplomatlar, akademisyenler 
ve siyasilerin katılımıyla gerçekleşen bu toplantılar bir takım sonuçlar vermiş ve özellikle 2008 yılından itibaren bölge ile ilişkilerde gözle görülür somut adımlar atılmıştır. 2008 yılında, dünyanın dördüncü büyük ekonomik örgütü olan Güney Amerika Ortak Pazarı (MERCOSUR) ile imzalanan Serbest Ticaret Alanı kurulmasına yönelik antlaşma 10 bölgenin Türk ekonomisine olan katkısını artırmak açısından büyük bir adım olarak görülebilir. Buna ek olarak; Türkiye 
Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Kolombiya, Ekvador ve Venezüella ile işbirliği yapmak amacıyla Bogota’da yerleşik bir büro açmış 11 ve Brezilya ve Meksika ile ikili iş konseyleri oluşturulmuştur.12 
Ayrıca, Arjantin, Küba, Şili, Venezüella ve Brezilya’da büyükelçilik düzeyinde temsil edilen Türkiye, bölgedeki diplomatik temsilciliklerinin sayısını da 2009 yılından itibaren artırma kararı almıştır.13

Bölgedeki siyasal ilişkilerin geliştirilmesi konusunda 2000’li yıllarda Türkiye, bölgesel örgütlerdeki gözlemci statüsünden yararlanmıştır. Türkiye, Amerikan Devletleri Örgütü ve Karayip Devletleri Birliği’nin toplantılarına gözlemci ülke olarak düzenli bir şekilde katılmaktadır.14 İlişkilerin siyasi boyutunun geliştirilmesi amacıyla, Türkiye; Brezilya, Venezüella, Şili, Meksika, Küba, Kosta Rika, Uruguay, Jamaika, Kolombiya ve Panama gibi bölge ülkeleri ile parlamentolar arası dostluk grupları oluşturmuştur.15

Latin Amerika’da önemli bir konuma sahip olan Brezilya, Meksika ve Arjantin’e Türkiye’nin 2000’li yıllardaki Latin Amerika açılımında özel bir önem verildiğini söylemek mümkündür. 19 Ocak 2006 tarihinde Türkiye ile Brezilya arasında imzalanan Yüksek Düzeyli İşbirliği Komisyonu Kurulmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası, 16 Türkiye’nin bu ülke ile olan, özellikle ticari, ilişkilerine ivme 
kazandırma çabasının bir göstergesidir. Türkiye ile Meksika arasındaki 
diplomatik ilişkilerin kurulmasının 80. yıldönümü çerçevesinde 2008 yılında Türkiye’den Meksika’ya Dışişleri Bakanlığı düzeyinde gerçekleştirilen ziyaretle birlikte iki ülke arasındaki işbirliği hız kazanmış ve bu ziyaret sonrasında Türkiye-Meksika İş Konseyi kurulmuştur.17 

Brezilya ve Meksika ile ekonomik işbirliği ekseninde gelişen ilişkilerin aksine, Arjantin ile olan ilişkilerde 2000’li yıllarda siyasal boyut da tartışma konusu olmuştur. Türkiye-Arjantin ilişkilerinin siyasal boyutunun tartışma konusu olması Arjantin’in 2006 yılında sözde Ermeni soykırımı iddialarını kabul ederek 24 Nisan tarihini ulusal tatil günü ilan etmesi ile başlamıştır. Bu karardan bir yıl sonra 
Arjantin, 2007 yılında 24 Nisan gününü “Ermeni soykırımı anısına halklar arası hoşgörü ve saygı için eylem günü” ilan etmiştir.18 Bu durum, Türkiye’nin Arjantin ile olan ilişkilerini gözden geçirmesine yol açmıştır. 2000’li yıllarda ayrıca, üç Latin Amerika ülkesi daha Ermeni soykırımı iddialarını kabul eden yasalar çıkarmıştır. Bu iddiaları kabul eden Uruguay, Venezuella ve Şili ile olan ikili ilişkiler de söz konusu yasalardan etkilenmiştir.

Bu üç ülkeye ek olarak, Küba da Türkiye’nin Latin Amerika’daki potansiyel stratejik ortaklarından biri olarak önemsenen bir ülkedir. Küba ile Türkiye arasında tarih boyunca geliştirilmiş iyi ilişkiler ve iki ülke halklarının sahip olduğu olumlu imaj da son dönemde Türkiye-Küba ilişkilerinin ivme kazanmasını kolaylaştırmaktadır. 

2009 Yılında Türkiye-Latin Amerika İlişkilerinde Yaşanan Gelişmeler

Özellikle 2006 yılından itibaren hukuksal ve siyasal temelleri atılan Türkiye-Latin Amerika ilişkilerinin 2009 yılında özellikle devlet ve hükümet başkanları düzeyinde gerçekleştirilen karşılıklı ziyaretler, kültürel faaliyetler, eğitim faaliyetleri ve ekonomik ve siyasal işbirliği adımları ile yoğunlaştığını savunmak mümkündür. Başka bir deyişle, son dönemde, Türk dış politikasında yaşanan değişimin ve izlenmeye başlanan aktif ve çok boyutlu politikanın yansımalarını 
Türkiye’nin Latin Amerika ülkelerine ve bölgenin geneline karşı yürüttüğü  politikalarda gözlemlemek imkânı vardır. 

MERCOSUR Ülkeleri ile İlişkiler,

Kısa adı MERCOSUR olan Güney Amerika Ortak Pazarı, Latin Amerika’da ekonomik entegrasyon sürecinin başarılı bir örneğini teşkil etmektedir. 1991 yılında Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay tarafından kurulan MERCOSUR, dünyada Avrupa Birliği ve NAFTA’nın yanında önemli bir ekonomik Pazar oluşturmaktadır ve Türkiye’nin Latin Amerika açılımı açısından önemli bir fırsat 
kapısıdır. Türkiye’nin bölgeye açılmak için en önemli kapılardan biri olarak gördüğü Brezilya ile 2009 yılında imzalanan antlaşmalar ve atılan somut adımlar Türkiye için Latin Amerika’nın artan önemini göstermesi açısından oldukça önemlidir. 20–23 Mayıs 2009 tarihleri arasında Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva’nın ülkesinin Kalkınma, Dışişleri ve Sanayi ve Ticaret Bakanları ile birlikte Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyaret 19 iki ülke ilişkileri açısından bir milat oluşturmaktadır. Başkan Lula da Silva’nın gerçekleştirdiği 
bu ziyaret iki ülke arasında devlet başkanı düzeyinde gerçekleşen ilk ziyaret olması açısından önem taşımaktadır. Böyle bir ziyaretin ilk kez 2009 yılında gerçekleşmesi, uzun yıllardır sürmekte olan ilişkileri derinleştirme çabasının son dönemde sonuç verdiğine ve Türkiye’nin de Latin Amerika ülkeleri tarafından önemli bir ortak olarak görülmeye başlandığına işaret etmektedir. Bu ziyaretin sonucunda; İstanbul-Sao Paolo arasında direkt karşılıklı uçak seferlerinin 
başlaması, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ile Brezilya Devlet Petrolleri Şirketi PETROBRAS arasında Karadeniz’de petrol aranması konusunda 800 milyon dolarlık işbirliği ve Güney Amerika Ortak Pazarı MERCOSUR ile Türkiye arasında serbest ticaret antlaşması imzalanması gibi konular ele alınmış ve bu konularda antlaşmalar imzalanmıştır.20 Bu antlaşmalarla, işbirliğinin geliştirilmesi planlanan alanların başında; organik tarım, alternatif enerji kaynakları, inşaat, tekstil ve otomotiv-yedek parça sektörleri gelmektedir.21

Özellikle küresel mali kriz sonrasında yeni pazar arayışına giren 
Türkiye için, MERCOSUR antlaşması büyük önem taşımaktadır. 

Bu sebeple, 2009 yılının Temmuz ayında Devlet Bakanı Zafer Çağlayan başkanlığındaki bir heyet; MERCOSUR ile imzalanacak serbest ticaret antlaşmasının ayrıntılarını görüşmek üzere Brezilya ve Şili’ye bir ziyaret düzenlemiştir.22 Ancak, bu konuda yapılan görüşmelerden istenilen verim alınamamış 23 ve antlaşma sonuçlandırılamamıştır. 

Buna karşın, iki ülke ile diğer konularda yapılan görüşmelerin olumlu sonuçlar verdiğini söylemek mümkündür. Şili’de altı bakan ve devlet başkanı ile görüşmeler yürüten heyet bu ülkeyle bir serbest ticaret antlaşmasına imza atmış ve heyette bulunan on beş firma temsilcisi 53 milyon dolarlık iş bağlantısı gerçekleştirmiştir.24 
Brezilya’daki temaslarda ise, MERCOSUR konusuna ek olarak; PETROBRAS-TPAO işbirliği ve Karadeniz’de yürütülen petrol arama çalışmaları görüşülmüştür. Ayrıca, ekonomik işbirliğinin geliştirilmesi amacıyla iki ülke arasında bir çalışma grubu oluşturulmuş ve özellikle, savunma ve havacılık konularında işbirliği olanakları ele alınmıştır.25 

2009 yılında geliştirilen ilişkiler sonucunda ayrıca, Mayıs ayında Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva’nın Türkiye ziyareti sırasında, Brezilya’da 2014 yılında düzenlenecek olan Dünya Futbol Şampiyonası ile 2016 yılındaki Olimpiyat Oyunları için yapılacak alt yapı ve üst yapı çalışmalarında Türk müteahhitlerinin de yer alabilmeleri için bir takım antlaşmalar yapılmıştır.

30 Mayıs 2009 tarihinde TPAO ile PETROBRAS arasında İstanbul’da imzalanan anlaşma ile PETROBRAS’ın Karadeniz’de petrol arama çalışmaları başlatması ve TPAO ile kule paylaşımı yoluna gitmesinin önü açılmıştır. Kule Paylaşım Anlaşması ile, PETROBRAS tarafından denizde petrol arama amacıyla inşa edilecek platformun Türkiye Petrolleri tarafından Karadeniz’deki başka alanlarda 
kullanılmasının yolu açılmış olacaktır. Ayrıca, iki ülke anlaşmanın kapsamının ileride genişletilebileceğini de kabul etmiştir.26 
Bu anlaşmanın Türkiye açısından en büyük kazanımı, TPAO için derin deniz 
ortamında bizzat operatörlük yaparak petrol arama tecrübesi kazandıracak 
olmasıdır. Denizde yapılacak sondaj çalışmalarının 150 milyon doları bulması beklenen maliyeti Brezilya şirketi PETROBRAS tarafından karşılanacak ve petrolün yanı sıra, Karadeniz’de doğalgaz arama çalışmaları da iki ülke arasında ki ortaklık çerçevesinde sürdürülecektir.27

Türkiye açısından önemli bir pazar olanağı oluşturan MERCOSUR ile serbest ticaret anlaşması yapılmasının temelleri 30 Haziran 2008 tarihinde MERCOSUR üyesi ülkeler olan, Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay ile Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanan Serbest Ticaret Alanı Oluşturulması Anlaşması ile atılmıştır. Bu anlaşmaya göre; taraf ülkeler arasında bir müzakere komitesi oluşturulacak, taraflar arasında ticaret politikaları, sağlık ve teknik standartlar 
ile özel gümrük rejimleri gibi konularda bilgi değişimi yapılacaktır. 28 

Bunun yanı sıra, taraflar arasında seminerler, fuarlar, heyet faaliyetleri ve sergiler gibi ticaret artırıcı faaliyetlerin düzenlenmesi ve eğitim programları da bu anlaşma ile karara bağlanmıştır. Üç yıl süre ile geçerli olacak bu hazırlayıcı anlaşmanın, taraflar aksini dilemediği sürece otomatik olarak uzatılması öngörülmüştür.29 Serbest Ticaret Alanı’na geçiş için somut bir süre öngörülme mesi ve sürecin belirsizliği, MERCOSUR ile yapılan bu antlaşmanın henüz istenilen amacı getirmemiş olmasını açıklayabilecek bir sebep olarak ortaya çıkmaktadır. 

Türkiye ile MERCOSUR ülkeleri arasında gerçekleşen ticaretin son 3 yıllık rakamlarına bakıldığında, Türkiye’nin ticaret açığı verdiği ve bölge ülkeleri ile yapılacak bir Serbest Ticaret Alanı anlaşmasının Türkiye açısından önemli bir başarı olacağı görülebilir. İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi’nin rakamlarına göre son üç yılda Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ticareti şu şekilde gerçekleşmiştir:




Tablo 1. Türkiye’nin MERCOSUR ülkelerine yaptığı ihracat 
(1000 dolar)30
Tablo 2. Türkiye’nin MERCOSUR ülkelerinden yaptığı ithalat 
(1000 dolar)31

Türkiye’nin 2009 yılında bu ülkelere ihraç ettiği başlıca mallar; Otomobil ve parçaları, makine, demir ve çelik levha, dış lastik, tütün, gübre, fındık, çamaşır makinesi, buzdolabı, traktör, metal işleme makineleri olurken; ithal ettiği başlıca ürünler ise, demir cevheri, kahve, pamuk, yağlı tohum ve meyveler, hayvansal yağlar, soya fasulyesi ve yağı, petrol yağları, mısır, yün ve pirinç olmuştur.32 

Yukarıdaki rakamlara bakıldığında, Türkiye’nin MERCOSUR ülkeleri ile 2009 yılında ticaret hacmini artırdığı görülmektedir. Ticaret hacminin en yüksek olduğu ve artış eğilimi gösterdiği ülke Brezilya olurken, Arjantin ile yürütülen ticari ilişkilerde önemli bir düşüş olduğu göze çarpmaktadır. Türkiye tüm MERCOSUR ülkeleri ile olan ticari ilişkilerinde dış ticaret açığı vermektedir. 

Bu durumun en önemli sebeplerinden birisi, bölge ülkeleri tarafından üçüncü ülkelerle yürütülen ticari ilişkilerde uygulanan yüksek vergiler ve kota    uygulamaları  dır. Dolayısıyla, Serbest Ticaret Alanı anlaşmasının ivedilikle hayata geçirilmesi, Türkiye’nin dış ticaret açığının giderilmesi açısından önemli ve faydalı bir adım olacaktır.

2009 yılında Türkiye Latin Amerika’daki açılımına Arjantin ile derinleştirilen ilişkiler ile devam etmiştir. Özellikle Arjantin ile bu yıl içerisinde geliştirilen ilişkiler Türkiye’nin bölgedeki geleceği açısından önem taşımaktadır. Arjantin ile geliştirilecek olumlu ekonomik ve diplomatik ilişkiler; Türkiye’nin bölgedeki diğer ülkelere ulaşması konusunda önemli bir adımdır. 2010 yılından itibaren Arjantin, MERCOSUR’un üçüncü ülkelerle olan ilişkilerinin müzakerecisi konumuna geçmiştir 33 ve bu durum MERCOSUR ile Serbest Ticaret Antlaşması yapma amacı taşıyan Türkiye açısından da göz önünde bulundurulması gereken bir gelişmedir. Bu sebeple, 2009 yılı içinde Türkiye ile Arjantin arasındaki ilişkileri geliştirmek amacıyla kurulmuş olan Karma Ekonomik Komisyon’un çalışmaları yoğunlaşmıştır.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

1 Eylül 2019 Pazar

Kolektif Emperyalizm Nedir., BÖLÜM 2

Kolektif Emperyalizm Nedir., BÖLÜM 2



Ultra-Emperyalizm kuramı (kendi ulusal sermayelerinin baskısı altında hareket eden) “ulus-devletler” arası bir ittifakı gerektirmekteydi. Oysa kolektif emperyalizmin işleyişinde çeşitli devletler içerisinde aynı anda temsil edilen 
uluslararasılaşmış sermayenin talepleri belirleyici olmaktadır. Tek tek devletlerin ittifakı bu uluslararasılaşmış temsilin yani farklı gruplar tarafından farklı ortamlarda üretilen ve kolayca devlet iktidarına dönüşebilen çok sayıdaki talebin 
ürünüdür.

Kolektif emperyalizm tezimiz yeni ölçeğinde işlev gören emperyalist bloklar mantığına dayanmamaktadır. 
Ancak kolektif emperyalizmin faili, Batı bloğunun iç içe geçen sermaye gruplarının her durumda olmasa da pek çok durumda ve önemli konularda- içinde temsil edildikleri ulus devletlerin iktidarını uyumlu kullanma ve benzer politikalara tahvil etme yeteneğine sahip bir oluşumdur. Bu durumda emperyalist politikaların kıtasal düzeyde tatbiki önündeki engeller ulus devleti inkar etmeden- aşılmış olacaktır. Sermaye birikimi (üretici güçler) değilse de düzenleme kıtasal düzeyde uyumlu hale gelecektir. Buradan “…Bu sonuncu emperyalistler arası rekabetin, Lenin’in çözümlemesindeki klasik emperyalizme 
kıyasla yeni olan yanı ilk olarak uluslararası emperyalist ekonomide sadece üç dünya gücünün karşı karşıya olduğu gerçeğidir…
” (Mandel, 2008:443) savına varıp varmamak somut sorunlara somut çözümler arayan düşünürlerin insafına kalmıştır.

Kolektif emperyalizm kolektif sömürgeleşme sürecinden ayrı düşünülemez. Çizilen tabloya birleşerek kolektif emperyalizmi oluşturan çok sayıdaki münferit kapitalist talebin, Sovyet Sisteminin çöküşü nedeniyle (az)gelişmekte olan ülkeler üzerinde artan/yoğunlaşan etkisini de eklemek gerekmektedir. Bir başka deyişle (az)gelişmekte olan ülkelerin Batı Kapitalizminden kaynaklanan taleplere direnebilme/direnme kapasitelerindeki önemli azalma bugünün dünyasını anlamak için temel unsurlardan birisidir.

***

27 Şubat 2016 günü, Prof. Dr. Ali Murat Özdemir Sunduğu “ Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği ” başlıklı konuşma ile dinleyenleri yeni ve farklı bilgilerle tanıştırdı.

Prof. Dr. Ali Murat Özdemir, konferansına, “ Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği '' başlıklı ve kitap olarak da yayınlanan uzun bir çalışma programının bir parçasından” konuşma yapacağını, klasik sol çevrelerin ulaşmadığı belki de ulaşması gerekmeyen bir yöntemle “kendi kapasitemizde bir hikâye” yazdıklarını söyleyerek başladı. “Karşımızda kompleks bir sorun var ve biz bunu anlamak ve açıklamaktan vazgeçmeyeceğiz. Öyle bir konuma sıkıştırıldık ki emperyalizmden söz eden milliyetçilikten söz eder anlayışı egemen durumda. Bu yıllarda ve günümüzde en hüzün verici şey emperyalizmden söz etmemek olmuştur.” 
dedi.

Prof. Dr. Ali Murat Özdemir, Özetle şunları söyledi:

“Bahsettiğimiz emperyalizm, Lenin’in kendi dönemini açıklarken çok iyi izah ettiği klasik tanımdan farklı. Çünkü İkinci Dünya Savaşından sonra durum değişti.

Kapitalizm kendine yeni bir rota çizdi. Bir devletin birden fazla sermaye grubuna ve birden fazla devletin yardımına ihtiyaç duyduğu döneme girdik. Marshall yardımı vs. gibi. Emperyalist merkez olarak ABD’nin öne çıkması söz konusu oldu. Bu anlamda sermayenin uluslararasılaşması dediğimiz şeyi görüyoruz. Aynı dönemde BM’nin Milletler Cemiyetinden çok daha farklı bir şey olduğunu görüyoruz. BM’nin Batılı gelişmiş devletlerin lehine yeni bir uluslararası hukukun inşasına başladığını görüyoruz. Daha önceki dönemde görülmeyen şeyler ortaya çıktı. NATO gibi. Rusya ile Çini devre dışı bırakacak bir yapı. Kendi aralarındaki çelişkinin üzerine gitmeyip görmezden gelen kolektif bir emperyalizm bu 1990’a kadar böyle gitti; SSCB çökene kadar.

Bu uluslararası emperyalizmdir. Bunu kolektif yapan şey sermaye gruplarının aynı anda değişik ülkelerde faaliyet gösterebilmeleridir aynı zamanda.
Bu Durum Barışçıl bir Süreç değildir. 

Kanlı Taylorizm.. 

Üretken sermaye masum değildir. Asya kaplanları Laos ve Kamboçya’dan gelenleri canavarca sömürüyorlar. 
Kemik ticareti diye bir şey var örneğin. Bir ölüden etleri dökülmeden alınan kemik platin yerine takılabiliyor… 
Böbrek kardeşliği gibi… Uzak Asya’da Cenin restoranları var. Düşük yapmış kadınların ceninlerinden yemek yapılan restoranlar.

Üretken yatırımda ya satamazsanız korkusu var. O zaman geleceğe gidemiyorsanız geçmişe gidersiniz. 
Üretim yapamayacaksanız ilerde geçmişte üretilene bakarsınız.

Sovyet özelleştirmeleri, yağmaları dönemi bitti. Bu bitiş müthiş bir birikimle bitiş oldu. Daha önce alım satıma konu olmayan şeyler gündeme geldi örneğin. Sular, havalar, kamu malları… Kolektif mülkiyetin özel mülkiyete tahvili için 
çalışmalar yapmanız lazım baskısı üçüncü ülkelerde birinci sorun oldu. Güç ilişkilerini radikal biçimde değiştirmeniz lazım dendi; kolay değildir. Bu ülke yöneticileri emperyalizmle ilişkilerinde her şeyi verecek durumda değillerdir. 
Kıyamet burada kopuyor zaten. İşbirliğini emperyalizmin isteği gibi mükemmelen yapmaya haiz değiller. 

Kızılca kıyamet kopuyor. Verecek ama veremiyor. Niçin veremiyor?

(…) 90’larda bilgisayar sistemlerinin gelişmesi var. 90 öncesi dünyayla 90 sonrası ayrı. İki binlerin dünyası da farklı. 
400 milyon insan yer değiştirmiş Çin’de. 20 milyon dolu yeni kent kurulmuş. Çin 1990’lardan sonra bütün büyük Marksistlerin hayalinde yokken emperyalist sistemi ekonomik yapısına bağlanarak dünyayı değiştirdi etkiledi.

İki binlerden sonra bizim hayatımızı doğrudan etkileyen ikinci bir etken Petro-dolar havuzlarının kendisini ifşa etmesi oldu. 

3 trilyon Dolar dolayında Suudi Arabistan’ın elindeki kamu havuzu zenginliği.

Şimdi batı Suudilere petrol bölgelerini kadastrodan geçir, sermaye grupları banka kurun, zenginliklerin bulunduğu kamusal alanlarda teknik yapılar oluşturun… Körfez, batının bu artan basıncını kendi dışına ihraç ederek kurtulmaya çalışıyor.

Bu çelişki Türkiye’yi yakından etkiliyor. Türkiye’ye de değişik Körfez talepleri var. Türkiye temsiliyle batı temsilinin Körfez temsilinde kabak gibi ayrıldığını görüyoruz.

2011’den sonra bizim ülkemize Körfez’den gelen para Batı’nın istediği sermaye değil.

Türk dış politikasının giderek Körfez’den etkilenmeye başlaması Türk dış politikasının körfez menfaatinde ağırlıklı olarak kullanılmasını da getirdi. Bu başkanlık sistemi ister. Körfez tarzı iş görme biçimini, “emirlik tipi” bir başkanlık sistemi ister. 
Başkanlık sistemi parlamenter sistemin dışında başkan mecliste kendini üretmekten azade kalarak mutlu bir hayat sürer.

Türkiye’nin kendi kuruluş felsefesine bu kadar kudurmuş biçimde saldırı irrasyoneldir. Ama eğer başka bir ülkedeki yönetici sınıfın uzantısına dönerseniz bu rasyonel olur.

Türkiye’yle batının arasında emperyalistlerin Kürt politikası da var. Körfez de var. Körfez etkisi olmasıydı Türkiye Türkmenlerini korurdu, Esat’ı desteklerdi.

Uluslararası ilişkileri özne devletler açısından okuyoruz. Sermaye grupları da belirleyici olabiliyor. Körfezde ne bir yönetici sınıf var ne siyasi ne ekonomik ama Türkiye’yi yönetiyor.

Körfez etkisinde politikada Türk yürütücüleri ülkenin sürekli olağanüstü hal içinde yönetmekten kaçınmayacak, rahatsız olmayacaktır. Böyle de oluyor.

Kolektif emperyalist temsil akıl Türkiye’de parlamenter sistemi içerir. Onlar da başkanlık isteyebilir ama Körfezin istediğinden farklı başkanlık olur.

Türk dış politikası Ortadoğu’da belirtilen yeni güç ilişkileri sistemine daha kolay adapte olacaktır.

Türkiye’de sermayenin değersizleşme riski var. Sermayenin yeniden üretimini olanaksız kılacak şeyleri de yanında getiriyor.

Milliyetçi Kürt talepleri öne çıkaranlar için bu durum kısa vadede olanak sunacaktır. Ama inşa edilmeye çalışılan bu alanda öznelerin kim olacağı, özlemlerin mekânının nasıl belirleneceği Arap- Fars ve Türk husumetinin boyutları uzun vadede rahatsız edici olacaktır.

Batı merkezli sermayeyle körfez sermayesi arasında bir çelişki mevcut ve bunun Türkiye’ye etkisi var. Türkiye’deki politik etkilenmeyi tetikliyor.”

Prof. Dr. Ali Murat Özdemir‘in bu değerlendirmelerine dinleyicilerden, “Ama gerçekte Körfez sermayesi bir hiçtir. 

Menşei bile kaynaklandıkları ülkenin gücüne bağımlıdır. Türkiye’deki kötülükler Körfez sermayesinden çok büyük neo liberal atakla ilişkilidir. (…)İran Suriye’de olup bitenlerin onların haritasından kaynaklanabilir. Körfez sermayesinin de Erdoğan’ın da bütün olup bitenlerde rolü olmuştur ama kırık dökük çekilecektir en sonu. Azrail ise orada duruyor.” biçiminde eleştiri geldi.

Prof. Dr. Ali Murat Özdemir bu eleştirileri şöyle yanıtladı: “Çubuğu fazla büktük. Çünkü Körfez sermayesinin etkisi hiç konuşulmuyor. Bunu öne çıkarmak istedim. Körfez sermayesinin batı sermayesiyle çelişik kırılgan ilişkisi doğrudur. 
Ancak Körfez zannettiğimizin aksine bütünüyle batının sofrası değil. Onların sınırlı otonom var oluşları bile bizim ülkemizde varoluşunu dikkate alacak etkiler üretiyor. Gözden kaçırılmaması gerekir; etkili.

Neoliberal ataka gelince, neoliberal atak üzerine yazmakla geçti ömrümüz. Kolektif emperyalizm neoliberale indirgenemez. 
Çünkü ülkemizde bir şeyler oluyor ve bunu da klasik bakışla göremiyoruz.

Emperyalizmi özgün kılan yenildiği zaman yumruk yemiyor. Emperyalistlerle emperyalist olmayanlar arasındaki kavga eşitsiz bir kavga aslında.”

Dinleyiciler, emperyalistler arası çelişkinin önemine vurgu yaparak “süper emperyalizm” benzeri teorilerin tuzağına düşülmemesi gerektiği yoksa Lenin’in söylediği gibi sosyalizmin kurulmasının imkânsızlığının söz konusu olacağı yönünde uyarılar yaptılar. Bu arada dinleyiciler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen emperyalistler arası çatışmalardan örnekler verdiler ve AB’nin kuruluşunun altında Batı sermayesi içindeki çatışmaların da olduğuna vurgu yaptılar. 
Bu arada Rusya ile Çin’in günümüzdeki konumlarının bu tezle ilişkisi üzerine de sorular yönelttiler.

Dinleyicilerin soruları ve açıklamaları üzerine de konuşan Ali Murat Özdemir “Türk Dış Politikası’nın Ekonomi Politiği” (İmge Yayınları) adıyla arkadaşlarıyla birlikte çıkardıkları kitaptan alıntılar da yaparak konuşmasını sonlandırdı.


Ali Murat Özdemir

***

Kolektif Emperyalizm Nedir., BÖLÜM 1

Kolektif Emperyalizm Nedir., BÖLÜM 1



Kolektif Emperyalizm Nedir
Ali Murat Özdemir
Tarih:12 Şubat, 2016



“ Emperyalizm Nedir? ”, “ İlgileneni var mıdır? ” gibi sıkıcı sorulara yanıt aramaksızın -ansızın ve apansızın- yazının tepesinde zikredilen soruyla başlayacağım. 
Bu soruyla başlayınca “ Kolektif Emperyalizm ” ve “ Türk Dış Politikası’nın Ekonomi Politiği ” adlı kitaplarda bahsi geçen tanımı kesip yapıştırma imkânım doğacak, bu bir. İkincisi, kavramı duyunca internete girip derli toplu bir yazı arayan az sayıdaki kimseye bir kolaylık sunabileceğim.

Yakın zamanlarda kullanılmaya başlanan Kolektif Emperyalizm teriminin mucidi Beytepe Ekonomi Politik Çevresi çatısında metin üreten bir grup yazar değildir muhakkak. Ancak bu terim adı geçen yazar grubu tarafından (Marksist Ekonomi Politiğin çerçevesinde kalarak ama) Kolektif Emperyalizm terimini kullananların o terime yüklediği anlamdan farklı ve özgün bir şekilde kullanılmaktadır. Farkın temelinde Panitch ve Gindin’in yazılarında geçtiği haliyle devletin uluslar arası Oluşması kavramının Althusserci bir devlet kuramına referansla somutlaştırılması diyebileceğimiz bir teorik tutum bulunmaktadır.

Eril ve zehirli dilimle bir ortaçağ ata sözünü kendi derdime uyarlamama izin verilsin: Fikirler babalarına değil kendi zamanlarına benzerler (atasözünün aslında “fikir” değil “çocuk” kelimesi bulunmaktaydı). Kolektif Emperyalizm terimi için olan da budur. İş bu yazıyla değerli okuyucuya yukarıda adı geçen kitaplar içerisinde bulunabilecek bir metin sunuyorum, kullandığımız haliyle kavramı tanıtmak maksadıyla.

Kolektif Emperyalizm, emperyalizmin güncel formudur. Emperyalizmin güncel biçimi klasik emperyalizmde olduğu gibi sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için gerekli temsil mekanizmaları aracılığıyla devlet iktidarının (bunun getirdiği düzenleme ve şiddet kipliklerinin) kullanımını kapsamaktadır. Ancak aktüel emperyalist etkinlik -önceki dönemin aksine bir ulus devlet içerisindeki temsil imkanlarının kullanılması suretiyle, diğer ulusal alanlarda temsil bulan öteki ulusal sermaye öbeklerinin faaliyetinin dışlanmasına dayanmaz. Burada esas olan dinamikler İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirmeye başlamıştır. Kolektif emperyalizm, bir devletin aynı oyun kurallarıyla hareket etmesi kaydıyla menşeine bakılmaksızın birden ziyade sermaye öbeğine ve bu öbeklerin de birden ziyade yerellikte gerçekleştirilecek değerlenme edimine bağımlı 
bulunmasının neticesi iktidar aygıtlarında ki biçimsel ve içeriksel dönüşümlerin etkisi olarak kavramsallaştırılabilir. 

Ancak yeni ve muğlak yapısı içerisinde siyasi alanın muhatap olduğu talepler ve ürettikleri iktidar, kimliklerin libidinal akışına değil, sermayenin artırılmış temsiline dayanmaktadır. Sermayenin küresel ölçekli yeniden üretimi bir imparatorluk devleti değil koordinasyon içerisindeki (ulus devlet demek zor olsa bile) yerel devletlerin etkinliğiyle gerçekleştirilmektedir. 

Tekrar edelim: Yerel devlet faaliyeti keyfiyete kültürel mülahazaya, kimlik politikalarına ve sair unsura değil, sermayenin küresel ölçekli yeniden üretimine dayalıdır.

Kolektif Emperyalizm faili büsbütün meçhul bir etkinlik değildir.

Küresel ölçekli yeniden üretimin çoklu ama koordineli siyasal merkezleri “hegemon devlet”, “Uluslararası Para Fonu”, “Dünya Bankası”, “Dünya Ticaret Örgütü”, “münferit büyük kapitalist devletler”, “sermaye kuruluşları tarafından fonlanan büyük ‘sivil toplum’ örgütleri” ve “yerel iktidarlar” kapsamında değerlendirilebilir. Ancak bu merkezler hiyerarşiden muaf olmadıkları gibi söz konusu sermayenin bütün yer küreyi eşit şekilde dönüştürdüğü küresel ölçekli genişletilmiş yeniden üretimin bir mekanı olmadığı- söylenemez. Verilen listedeki “yerel iktidarlar” çoğu kez emperyalist faaliyetin tek yönlü olmayan- nesnesini oluşturur. Bu bağlamda Rusya, Çin, Brezilya, Hindistan, Körfez Bölgesi gibi büyük iktisadi alanlar içerisindeki kapitalist sınıf ittifak ve faaliyeti, emperyalist etkinliğin asli bileşenin değil nesnesinin üretimine endekslenmiştir. 

Ancak bu saptamayı yapmakla ortada uyumlu bir küresel kapitalizm olduğu iddiasını sunmuş bulunmuyoruz. Aksine mevcut hiyerarşinin kapitalizmin oyun kuralları üzerinde farklı öneri ve teşkilatlanmalar arasında mevcut gerilimler içerisinden çatışmalı olarak belirdiğini ve her daim sorgulamaya açık olduğunu saptıyoruz. ABD ve Avrupa’ya ait mekânlarda yoğunlaşan emperyalist etkinlik, devlet biçiminin uluslararasılaşması ve çoklu değerlenme süreçleri (genişletilmiş yeniden üretim, özelleştirme, metalaşma) merkezinde kendi karşıtlarıyla yüzleşmektedir.

Kolektif Emperyalizmin işleyişinde hegemon devletin özgün bir rolü vardır.

Karşılıklı bağımlılık süreçlerinin küresel koordinasyonu –kapitalizmin küresel siyasi, ideolojik ve iktisadi ilişkiler ağının ürettiği etkinin neticesi olarak- genellikle hegemon devletin iktidarının kullanımıyla gerçekleştirilir; bu iktidar salt devletlerarası ilişkilerde değil uluslararası kurum ve kuruluşlarda hegemon devletin oynadığı ağırlıklı rolde de kendisini ifade eder. Bu bağlamda hegemon devlet diğer ülkelerdeki yapısal dönüşümleri imkân dâhiline sokan ilişki ağlarının 
merkezine yerleşip, koordinasyonun siyasi odağı haline gelirken, aynı dönüşümü kendisi de deneyimler.

Ancak kolektif emperyalist etkinlik her durumda – mutlaka - hegemon devlet faaliyetiyle örtüşmek durumunda değildir. 

Koordinasyon bazen Batı bloku içerisinde bulunan münferit merkezi devletlerin inisiyatif almasını da gerektirebilir.

Hegemon devletin ayrıcalıklı rolünden imparatorluk fikri çıkmaz. Aksine kolektif emperyalizm denildiğinde, küresel bir imparatorluk fikrinin ve bununla birlikte ulus devletlerin sönümlenerek ulus-üstü bir yapının doğmakta olduğu savlarının 
kavramsal zıddından bahsedildiğini -yeniden- belirtelim. Kavram ulus devletlerin –şimdilik eti-kemiği belirsiz ancak bolca ilkeli- üst bir siyasi yapılanma içerisinde erimesine değil, sermayenin aynı anda birden çok devlet içerisinde temsiline 
(dolayısıyla birden çok devletin muhafazasına) dayalıdır.

Egemenlik ve bağımsızlık ölçütleri yeniden şekillenmiş ve Sovyet öncesi tertipleri değişmiş olan devletler (yerel devletler) bugün hala küresel güç ilişkilerinin yoğunlaştığı, sermaye ilişkisinin temel uğrak olarak kullandığı ülkesel düzlemin 
tanımlayıcısı dırlar. Ülkeselliği önce üretmek (bir başka deyişle, kapitalist iş bölümünün gerçekleştiği uzamanın çok parçalı ve düzlemli yapısını homojenleştirmek), daha sonra da –emekçiler aşamazken- aşmak, kapitalist üretim ilişkilerinin zorladığı bir edimler seti olarak düşünülmelidir.

Marx’a göre sermaye, çeşitli biçimleri altında ne kadar yurtsuzlaştırılmış ve ulus-suz görünebilse de, kendini ancak ulus aşırılaştırmak suretiyle yeniden üretebilir. Bir başka deyişle, kolektif emperyalizm sermayenin ulus-aşırılaşmak 
(girdiği topraklardaki sınıf fraksiyonlarının bir parçası olarak ilgili siyasal alan içerisinde öncelikli olarak temsil edilmek) suretiyle yeniden üretimi sürecinin bir parçası olduğundan, aşılan şeyi korumak durumundadır.

Ülkesel egemenliğe içkin olan dışarısı ve içerisi diyalektiği, kapitalist sömürüye ve bunun yeniden üretimi için gerekli olan kapitalist devlete sıkı sıkıya bağlı olduğu için, içerisinde sınıf iktidarının yer alabileceği yerel-devlet-dışı (ulus devlet iktidarının dolayımı-katılımı-onayı olmaksızın işleyen) kapitalist bir alan hayal etmek, -iktidarın alternatif uzamsal ve kurumsal örgütlenmeleri için ulus devletten başka bir yer bulunamadıkça- mümkün görünmemektedir. Sınıf ilişkisinde ulusal devlet içerisinde temsilin kaçınılmazlığı veridir: “… çeşitli kurumlar; iktidar açısından, ‘iktidar organları’, önceden varolan ve onları etkinliğini tamamlamak amacı ile oluşturan bir sınıf iktidarının uygulama aletleri olmayıp iktidar merkezleridirler” (Poulantzas, 1992:116).

Kolektif Emperyalizm Komşu kavramlara indirgenemez.

Kolektif emperyalizm terimi ile ulaşılmaya çalışılan teorik maksadı güden akraba terimler mevcuttur. Bunların en başında neo-liberalizm kavramı bulunmaktadır. Ancak emperyalist etkinliğin aktüel neticelerini kavramsallaştırmak için istihdam 
edilen neo-liberalizm terimi kolektif emperyalizm teriminin eş anlamlısı değildir. Neo-liberalizm en geniş anlamıyla piyasaların üretimin koordinasyonunda yegane unsur olarak belirdiği ve piyasa menfaatinin toplumsal menfaatin önüne 
geçtiği bir hale, duruma gönderme yapar. Terimin aynı anda benzer sınıf etkileri üreten bir seri politikanın ortak adı olduğu da su götürmez. Ancak ikinci anlamıyla ele alındığında dahi neo-liberalizm terimi emperyalist etkinliğin 
(klasik emperyalizm çağına göre bir hayli muğlaklaşmış olsa bile) failine, tikel sermayelerin devlet iktidarını kullanabilme kapasitesine, piyasa dışı şiddet türlerinin amaç yönelimli tatbikine gönderme yaptığı söylenemez. 

Oysaki emperyalizm dediğimiz şey devlet iktidarının istihdamı ile elde edilen sonuçları da içerir. Daha da ötesine gidebilir, devlet biçiminin içerdiği şiddet dahi emperyalizmin kapsamına sokulabilir.

Kolektif emperyalizm düşüncesi aynı anda devletin ve sermayenin uluslararasılaşması hususuyla ilgilenir.Kolektif emperyalizm etkisini üreten mekanizma varlığını

a) Amerikan hegemonyasına denk gelen süreçte Amerika merkezli üretim ve tüketim normlarının ve bunlarla birlikte önce Amerika merkezli sermayenin ve sonra Japon ve Avrupa merkezli teşebbüslerin uluslararasılaşmasında

b) Sosyalist uluslararası işbölümü yaratma teşebbüsünün elem verici yenilgisinde

c) Münferit sermaye gruplarının farklı devletler içerisinde doğrudan yatırım yapabilmeleri ve bu devletler içerisinde temsil edilebilmeleri için gerekli hukuki-ideolojik-siyasi-iktisadi imkânlara ulaşmalarında, dolayısıyla devlet biçimdeki dönüşümlerde etkin ilişkilere borçludur.

Bu nedenle Günümüz emperyalizmini anlamlandırmak ve açıklamak maksadıyla yürütülen soruşturmaların aynı anda iki kulvarda/yolda birden ilerlemeleri gerekmektedir.

Bunlardan ilki sermaye birikiminin dinamikleri üzerine yapılan/yürütülen araştırmaların kulvardır. 
Bu ilk yol/kulvar, kendi dönemlerinde (Yirminci Yüzyılın ilk yirmi senesi) geçerli olan dinamikleri kurama aktarabilme başarısını gösteren ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmelerle yüzleşebilecek potansiyellerden mahrum kalmış olan klasik emperyalizm kuramlarının da koştuğu kulvardır.

İkinci kulvar devlet kuramının/teorisinin ilerlediği parkura aittir. Günümüz emperyalizminin anlaşılmasında bu ikinci kulvarın sunduğu katkının önemi esaslıdır. Bir başka deyişle, emperyalist etkinliğin bir ya da birden ziyade devletin (çoğu kez koalisyonlar biçiminde örgütlenen) iktidarına dönüşen sınıf talepleriyle bağlantısını kurabilmek için devlet kuramının sunduğu imkânların değerlendirilmesi gerekmektedir.

Kolektif Emperyalizmi anlamlandırabilmek için iki hususun incelenmesi zorunludur.

Bunlardan ilki merkez ülkeler nezdinde temsil imkânı bulan münferit kapitalist çıkarların merkez kapitalist ülkelerin devlet iktidarına tahvil ediliş sürecidir.

Kolektif Emperyalizmi anlamlandırabilmek için gerekli ikinci husus ise (az)gelişmekte olan ülkelerin kolektif varlıklarının metalaşması için devlet biçiminde gerekli olan dönüşümlerin tahlilidir.

Kolektif Emperyalizmle ultra emperyalizm kast edilmemektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

7 Aralık 2018 Cuma

ON YILIN MUHASEBESİ BAŞARILARI VE HAYAL KIRIKLIKLARIYLA G20 BÖLÜM 2


ON YILIN MUHASEBESİ BAŞARILARI VE HAYAL KIRIKLIKLARIYLA G20  BÖLÜM 2



Uluslararası derecelendirme kuruluşlarının oligopolcü yapısı, notlama kriterlerinin şeffaf olmaması, çıkar çatışmasına açık yapıları ve kimi zaman ekonomik temellerden uzak bir şekilde verdikleri siyasi içerikli not kararları ciddi eleştirilere neden olmaya devam etmektedir. Türkiye, Çin, Brezilya ve Rusya başta olmak üzere birçok gelişmekte olan ülke kredi derecelendirmelerinde negatif
ayrımcılığa maruz kaldığını düşünmektedir.11 

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları piyasaları yanlış yönlendiren hatalı notlama kararlarından dolayı cezalar ödemek zorunda kalmıştır. Bu cezalar olumlu bir adım olmasına rağmen bu kurumların kazandığı paraların yanında meblağ olarak düşük kalmaktadır. Getiri ile ceza arasındaki makasın bu denli açık olması bu kurumların notlama alışkanlıklarını değiştirmeye yönelik ciddi bir baskı oluşmamasına yol açmaktadır. G20 ülkelerinden bu piyasaya yeni oyuncuların girmesi gerektiğine dair net bir görüş bildirilse de piyasanın yapısını değiştirecek girişim veya girişimler henüz ortaya çıkmamıştır. 

G20’nin küresel dengesizliklere neden olan sorunlara çözüm üretmekte yetersiz kaldığı bir başka alan borç meselesidir. Aşırı borçlanma krizlerin en temel tetikleyicilerinden biridir. Belli dönemlerde hane halkı veya şirketlerin, belli dönemlerde de kamunun aşırı borçlanması ekonomileri iç ve dış şoklara karşı korumasız bırakmaktadır. Küresel Finans Krizi’nden sonra dünya genelinde borçluluk seviyesini düşürmeye yönelik politikaların ortaya konması gerekirken krizin etkilerinden çıkmaya yönelik maliye politikasından ziyade para politikası enstrümanlarına aşırı ağırlık verilmesi neticesinde tarihi dip seviyelere inen faiz oranları hane halkı ve şirketlerin daha fazla borçlanmasının önünü açmıştır. Küresel borç stoku 2008 sonrasında yüzde 50 oranında artarak 247 trilyon dolara yükselmiştir.12 Borçluluk seviyesindeki bu hızlı artış yeni krizlere davetiye çıkaran tehlikeli bir gelişmedir. 

Gelir ve servet eşitsizliği küresel ekonomiyi tehdit etmeyi sürdürmektedir. G20 bazı toplantılarda bu sorunun altını çizse de çözüme yönelik elle tutulur bir adım atıldığını söylemek mümkün değildir. Kriz sonrası özellikle gelişmiş ülkelerde atılan parasal genişleme hamleleri yüksek potansiyele sahip yatırımların finanse edilmesi ve dar gelirli vatandaşların refah seviyesinin korunmasından ziyade uluslararası finans kurumlarının kurtarılması, büyük şirketlerin hisse geri alımları yapmaları ve kısa vadede getirisi yüksek verimsiz yatırımları finanse etmek için kullanılmıştır. Para politikalarının dengesiz bir şekilde belirlenmesi varlık fiyatlarında aşırı değerlenme kanalıyla gelir ve varlık eşitsizliğinin kriz sonrasında artmasına neden olmuştur.13 

G20 ülkelerinin gelir ve varlık eşitsizliğine yönelik atabileceği adımların başında vergi cennetleri ile mücadele edip vergi adaletini sağlamak gelmektedir. 
Krizin meydana getirdiği ekonomik ve sosyal çöküntü sonrasında en çok tartışılan konulardan birisi de dünya zenginlerinin daha az vergi ödemek 
için varlıklarının azımsanmayacak tutarlarını offshore hesaplar diye tabir edilen vergi cennetlerinde tutmalarıdır. Birçok insanın işsiz kaldığı, kemer sıkma politikaları kapsamında orta ve dar gelirli insanları ilgilendiren vergilerin artırıldığı ve kamu harcamalarının azaltıldığı bir ortamda zengin kesimlerin trilyonlarca dolarlık varlıklarını vergi ödememek için kaçırmaları bütün dünyada tepkiyle karşılanmaktadır. Vergi cennetlerinde yatan paranın miktarı ile ilgili kesin ve güncel verilere ulaşmak mümkün değildir. Ancak Gabriel Zucman tarafından derlenen verilere göre küresel finansal servetin yaklaşık yüzde 8’inin (2013 rakamlarına göre 5 trilyon 800 milyar avro) vergi cennetlerinde tutulduğu tahmin edilmektedir.14 

Vergisi ödenmeyen bu finansal varlıklar ülkeler için ciddi bir vergi kaybıdır. Bu vergi kayıpları devlet kapasitesini aşağı çekerek altyapıdan sosyal harcamalara kadar ekonomik gelişmeyi ilgilendiren birçok alana yeteri kadar kaynak artırılamaması na neden olmaktadır. 

G20 ülkeleri vergi cennetlerinin önünü kesmek için ikili anlaşmalara imza atmıştır. Ancak ülkeler arasında tam koordinasyon sağlanmadan bu sorunun çözülmesi mümkün değildir. Anlaşmaya tabi olmayan üçüncü ülkeler vergi kaçırmak isteyen varlıklı insanlar için alternatif güzergahlar olmaya devam etmektedir.15 Yüksek kar ve getirilerinden kamuya daha fazla pay vermek istemeyen küresel elitler bu anlaşmaların oluşmaması için ekonomik 
ve siyasi güçlerini sonuna kadar kullanacaktır. 

TÜRKIYE DÖNEM BAŞKANLIĞINDA G20 

Türkiye 2015’te G20’nin dönem başkanlığı rolünü üstlenmiştir. G20 Liderler Zirvesi 15-16 Kasım tarihlerinde Antalya’da gerçekleşmiştir. Türkiye dönem başkanlığındaki G20’nin ana temaları “kapsayıcılık”, “uygulama” ve “yatırım” olmuştur. “Kapsayıcılık” konusu iki boyutta ele alınmıştır. 

İlk olarak refahın daha adil bir şekilde dağılması için iş gücünün pastadan aldığı payın artırılmasına ve işsizlikle mücadelede önemli fonksiyonları olan KOBİ’lerin güçlendirilmesine yönelik politikalar ele alınmıştır. Kapsayıcılığın ikinci boyutu olan uluslararası alanda ise düşük gelirli gelişmekte olan ülkelerin daha hızlı ve istikrarlı büyüme yolunda karşılaştıkları problemlerin çözümü için bir farkındalık oluşturulmaya çalışılmıştır. Böylece hem ülkelerin kendi içinde hem de ülkeler arasında refahın daha adil bir şekilde paylaştırılarak ekonominin kapsayıcı bir yapıya kavuşturulması gerektiğine vurgu yapılmıştır. 

“Yatırım” konusunda ise dünya genelinde istinasız bütün ülkelerin ciddi ihtiyaç duyduğu altyapı yatırımlarının ekonomik büyüme ve gelişme açısından önemi ve bu yatırımları kamu maliyesi üzerinde çok fazla baskı oluşturmadan özel sektörü de işe dahil eden finansman yöntemleri üzerinde durulmuştur. Altyapı yatırımlarının finansmanı konusunda bir taraftan Dünya Bankası kaynakları yetersiz kalırken diğer taraftan özel bankalar uzun vadeli ve riskli projeler oldukları için bu yatırımları finanse etmede gönülsüz davranmaktadır. Dünya genelinde ciddi bir altyapı açığı bulunan günümüzde yatırımlar için alternatif finansman yöntemlerini tartışmak halen çok ciddi bir gereksinimdir. 

Dönem başkanlığında Türkiye’nin vurguladığı üçüncü öncelik “uygulama” konusu olmuştur. 

Bugüne kadar G20 zirvelerinde birçok alanda belirli politikaların tasarlanması ve hayata geçirilmesi sözü verilmiştir. Bu konuda da liderlerin uzlaşma sağladığı yaklaşık 1.000 politika taahhüdü söz konusu olmuştur. Finansal regülasyonlar, vergilendirme, uluslararası finansal mimarinin etkin yönetişimi gibi G20’nin çalışma alanlarını kapsayan birçok konuda eylemlere vurgu yapılmıştır. Türkiye G20’nin politika taahhütlerinin uygulamaya sokulamamasının platformun itibarını zedelediğinin altını çizerek politikaların uygulanmasının takip edilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Türkiye küresel ekonominin önemli yapısal sorunlarına ve politika taahhütlerinin sözde kalmamasına yaptığı vurgu ile 2011 sonrası dönemin ilgi çeken dönem başkanlıklarından birine imza atmıştır. Küresel ekonomik istikrara ve kapsayıcı büyümeye yönelik politikaların bir türlü 
uygulamaya sokulamaması G20’nin etkinliğini ve itibarını zedeleyerek bu uluslararası platforma yönelik ilginin azalmasına neden olmaktadır. 

ARJANTIN DÖNEM BAŞKANLIĞINDA G20’NIN 2018 AJANDASI 

G20 toplantılarında son yıllarda ekonomik meselelerden ziyade küresel siyaset ve jeopolitik risklere dair konu başlıklarının daha fazla tartışılması zirvenin etkinliğini azaltmaktadır. Öte yandan ABD’nin krizin etkilerini aşmaya başlaması küresel ekonomik yönetişimde ihtiyaç duyulan reformlara karşı iştahını azaltmıştır. Her ülkenin kendi başının çaresine bakması bir anlamda kendi gemisini kurtarmaya çalışması küresel yönetişim meselesini de sahipsiz bırakmaktadır. 

Böylesi bir ortamda G20 Liderler Zirvesi’nin ilk kez Güney Amerika’da düzenlen mesine öncülük eden Arjantin hem kıtanın sesi olma hem de gelişmekte olan ülkelerin kalkınma meselesini gündeme getirme fırsatı bulmuştur. Arjantin zirvenin ana temasını “adil ve sürdürülebilir bir kalkınma için fikir birliği sağlamak” olarak belirlemiştir. Bu tema kapsamında Arjantin, dönem başkanlığında “iş hayatının geleceği”, “kalkınma için altyapı” ve “sürdürülebilir gıda geleceği” şeklinde özetlenebilecek üç önceliğe odaklanacağını vurgulamış tır.16 Arjantin kendi öncelik alanlarının yanı sıra önceki dönem başkanlıklarının ortaya koyduğu bazı alanlarda da çalışmalar sürdürecek. 
Bu alanlar kadınların güçlendirilmesi, yolsuzlukla mücadele, finansal yönetişimin sağlamlaştırılması, güçlü ve sürdürülebilir bir finansal sisteme doğru çalışmaların devamı, ticaret ve yatırımda iş birliği, küresel vergi sisteminde adaletin artırılması, iklim değişikliğiyle mücadele, daha esnek ve temiz enerji 
sistemlerine geçiş şeklindedir.17 

Diğer taraftan G20 Liderler Zirvesi öncesi ülkelerin ticaret, hazine ve maliye bakanları bir araya gelerek küresel meseleler ile ilgili çeşitli toplantılar gerçekleştirmiştir. Temmuz’da düzenlenen Maliye Bakanları ve Merkez Başkanları Toplantısı’nın çıktısı mahiyetindeki bildirgede küresel büyümenin daha dengesiz bir hale geldiği belirtilerek finansal kırılganlıklar, yükselen ticaret, jeopolitik gerilimler ve eşitsizlikler ile yavaş büyüme gibi kısa ve orta vadeli risklerin yukarı yönlü olduğu vurgulanmıştır.18 13 maddelik sonuç bildirgesinde herhangi bir şekilde korumacılıkla mücadele ya da ticaret savaşlarına yönelik bir vurgu yer almamıştır. Bu konuda bir ifadenin bildirgede bulunmaması ABD’nin Hamburg zirvesinde korumacı politikalar karşısında gösterdiği tavrı hatırlatmıştır. 

Bir diğer hayal kırıklığı da Eylül 2018’de gerçekleşen G20 Ticaret ve Yatırım Bakanları Toplantısı sonrası yayınlanan ancak pek ilgi uyandırmayan sonuç bildirgesi olmuştur. Her sene liderler zirvesi öncesi G20 ülkelerinin ticaret bakanları küresel ticaret ve yatırımı masaya yatırmakta ve küresel ticaretin geleceği konusunda bildirge imzalamaktadır.19 G20 ülkelerinin ticaret ve yatırım ile ilgili mutabakat sağladığı anlaşma metninin içeriği küresel ekonominin gidişatı hakkında ipucu vermektedir. Bu yılki bildirge ilk olarak gıda ve tarımsal küresel 
değer zincirinin geliştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Burada özellikle sürdürülebilir gıda geleceği için tarımsal küresel değer zincirinin rolü ön plana çıkarılmıştır. 

İkinci konu olarak gelişmiş ülkelerin sanayiyi yeniden odağa aldığı ve günümüzde artan etkisi ile yeni sanayi devriminin zorlukları ve getirdiği 
dönüşüme vurgu yapılmıştır. Burada dijital teknolojinin tüm sanayi sektöründe sağlayacağı verimlilik artışı ile birlikte fiziki ve dijital dünya ile mal ve hizmetler sektörleri arasındaki sınırların azaltılacağı meselesine değinilmiştir. Bildirgenin üçüncü vurgusu ise uluslararası ticaretteki gelişmelere yönelik diyaloğun artırılmasıdır. 

Burada özellikle G20 platformunun bir diyalog ortamı sağlaması, ticaret ve yatırımlara yönelik yeni perspektifler sunması, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) sisteminin mevcut ve gelecekte karşılaşacağı sorunlar değerlendirilmiştir. Önceki toplantıya benzer şekilde uluslararası ticaretin genişlemesine tehdit oluşturan korumacı politikalara doğrudan yer verilmemiştir. 

Kriz sonrası küresel ekonomik ve ticari büyüme hızlarında istenilen ivmenin tam olarak yakalanamadığı bir atmosferde (Grafik 1) ticaret savaşlarının yükselmesi küresel ekonomiye dair endişeleri artırmaktadır. Böyle bir ortamda G20 Ticaret ve Yatırım Bakanları Toplantısı’nda ticaret savaşlarının yıkıcı etkisine yeterince vurgu yapılmaması düşündürücüdür. 

Küresel Finans Krizi sonrası dünyada artan orandaki korumacı politikalar içerisinde G20 ülkelerinin önemli payı bulunmaktadır (Grafik 2). 

G20 ülke liderleri kriz sonrasında dış ticarette uygulanan korumacı politikalara başvurmamak hatta mevcut uygulamalarını azaltmak konusunda 
taahhütlerde bulunmuştur. Ancak G20 ülkelerinin krizden bugüne (Kasım 2008’den Kasım 2018’e kadar) başvurduğu 10 bin civarındaki korumacı 
önlem bu ülkeler tarafından verilen sözlerin tutulmadığının en açık göstergesidir. Buna göre ABD başvurduğu 1.661 korumacı önlemle 
ilk sırada yer alırken onu 1.249 önlem ile Almanya izlemektedir. 

Ticaret savaşları meselesinin G20 Liderler Zirvesi’nde daha fazla gündeme getirileceği tahmin edilmektedir. Nitekim G20 zirvesi yaklaştıkça 
gözler ABD-Çin üzerine odaklanmaktadır. 18 Kasım 2018’deki Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) Zirvesi’nde iki ülke arasındaki anlaşmazlıklar 
tansiyonu yükseltmiş ve APEC tarihinde ilk kez sonuç bildirgesi yayınlanmamıştır. Trump’ın katılmadığı zirvede yardımcısı Mike Pence, Kuşak 
ve Yol Girişimi projesine işaret ederek Çin’i diğer ülkeleri borç batağına sürüklemekle suçlamıştır. 


GRAFİK 1. DÜNYA EKONOMİSİ VE TİCARETİNDE BÜYÜME ORANLARI (2008-2017, YÜZDE) 
Kaynak: DB, DTÖ. 

Dünya Ekonomik Büyümesi..,    Dünya Ticaret Büyümesi

Çin Başkanı Xi Jinping ile ABD Başkanı Donald Trump’ın ikili görüşmesi bu açıdan dikkatle takip edilecektir. İran yaptırımları bu G20 toplantısında liderler arasında en hararetli şekilde tartışılacak bir diğer konu başlığıdır. 

SONUÇ VE ÖNERiLER 

G20, Küresel Finans Krizi’ne yol açan nedenlerin bir kez daha oluşmasını engellemek ve krizle daha etkin mücadele etmek için 2008’den itibaren 
liderler düzeyinde toplanmaya başlamıştır. 

İlk toplantılarda sorunlara yönelik yapılan samimi itiraflar ve ortaya konan cesur politika taahhütleri G20 ile ilgili umutların yükselmesine neden olmuştur. Krizin kendini en ağır hissettirdiği ilk yıllarda küresel ekonominin daha istikrarlı bir zemine oturması için çeşitli politikalar hayata geçirilmiştir. 
Ancak krizin etkisinin soğumaya başlaması ve uluslararası siyasi meselelere dair ülkeler arasındaki görüş farklılıklarının daha belirgin hale gelmesiyle G20’nin etkinliğinde hissedilir bir gerileme yaşanmıştır.20 

Bir taraftan küresel ekonomiden aldığı payın azalması diğer taraftan kendisini tam anlamıyla dengeleyebilecek bir gücün olmaması ABD’nin – etkinliğini daha uzun yıllar korumak adına– sert ve şımarık tavırlar almasına sebebiyet vermektedir. 

Ekonomik, siyasi ve askeri ölçeklerde veya ideolojik olarak bir rakibinin bulunmaması ABD’nin küresel ekonomik ve güvenliğe dair yaptığı harcamalarda 
ve reform yapma iştahında azalmaya yol açmaktadır. Diğer taraftan Çin son 35 yılda ekonomik büyüme anlamında çok önemli bir mesafe kat edip küresel ekonomiden aldığı payı hızla artırsa da dış politika birikimi ve askeri kapasite olarak ABD’yi dengeleyebilecek bir ülke konumuna henüz gelmemiştir. Çinli yetkililer de bunun için erken olduğunu ve bu aşamada böyle bir iddialarının bulunmadığını belirtmektedir. AB ise kendi içinde çözmeye çalıştığı Yunanistan krizi, İspanya ve İtalya gibi Güney Avrupa ülkelerindeki siyasi çalkantılar, mülteci meselesi ve Brexit süreci gibi gelişmeler sonrasında bir hayli güç ve itibar kaybetmiştir. 

Türkiye, Rusya, Brezilya ve Güney Afrika gibi bölgesel güçlerin uluslararası meselelerde etkinliklerinin artmasının da bir yansıması olarak karşılaştığı yaptırım ve spekülatif ataklar bu ülke ekonomilerinin yüksek faiz ve kur gibi sorunlar yaşamasına neden olmuştur. 


GRAFİK 2. G20 ÜLKELERİNİN ALDIĞI KORUMACI ÖNLEMLER (KASIM 2008-KASIM 2018) 
Kaynak: “Independent Monitoring of Policies that Affect World Commerce”, Global Trade Alert, www.globaltradealert.org, (Erişim tarihi: 27 Kasım 2018). 

Bütün bu gelişmeler G20 ülkelerinin ortak çıkarlar doğrultusunda koordineli bir şekilde hareket ederek küresel ekonomide istikrarı sağlamalarını zorlaştırmakta dır. Sonuç olarak şu aşamada G20 ile ilgili büyük beklentiler taşımak gerçekçi değildir. ABD ve Çin arasındaki dengelenme süreci belli bir aşamaya gelmeden, AB ülkeleri önemli yapısal sorunlarına çözüm bulup entegrasyonun geleceğini tam anlamıyla belirlemeden ve Batılı ülkeler bölgesel güçlerin önceliklerine saygı duymaya başlamadan G20 gibi çok uluslu bir platformun başarıya ulaşması zordur. Küresel ekonomiye dair politikalarda koordinasyon ve kapsayıcılığı sağlamaya yönelik çıkmazın bilincinde olmakla birlikte G20’nin küresel ekonomik istikrara yönelik orta ve uzun vadede şu adımları atması beklenmektedir: 

• Küresel ekonominin daha istikrarlı ve adil bir yapıya kavuşabilmesi için ülkelerin politikaların oluşturulması ve uygulanmasında koordineli hareket etmesi önemli bir gereksinimdir. Küresel Finans Krizi sonrasındaki ilk birkaç toplantıda koordinasyonun sağlanmasına dair bir umut yeşerse de daha sonra aynı eğilim devam ettirilememiştir. Ticaret savaşları, iklim değişikliği 
anlaşması ve İran yaptırımları gibi meseleler ülkeler arasındaki politika koordinasyonunun daha da gerilemesine neden olmuştur. G20’nin yaptırım gücüne sahip bir karar merci değil tavsiyelerde bulunan bir platform olması koordinasyonun sağlanmasını zorlaştırmaktadır. G20’nin zamanla çeşitli konularda denetim ve yaptırım gücüne sahip bir kurumsal yapıya 
dönüştürülmesi planlanabilir. 

• G20 ülkelerinin finans sektörüne yönelik reformları daha fazla ciddiye alması gerekmektedir. Finans sektörünün aşırı büyümesi ekonomilere zarar vermekte dir. Finans sektörünün büyüklüğünü ve ekonomideki ağırlığını optimal seviyelere çekmek için denetleme ve düzenlemelerde küresel çapta koordineli bir şekilde hareket edilmesi şarttır. 

• Krizler en temelde aşırı borçluluğun neden olduğu risklerin taşınamaz duruma gelmesi ile birlikte ortaya çıkmaktadır. Bazı dönemlerde hane halkları ve şirketlerin aşırı borçlanmaları krizlere zemin hazırlarken bazen de kamu sektöründe borçların şişmesi krizlere davetiye çıkarmaktadır. Ekonomilerin kırılganlık seviyesini artıran yüksek borçluluk sorununu çözmek için 
aşırı tüketimi dizginlemek gerekmektedir. İnsanları sürekli tüketime yönlendiren anlayışın değişmesi aşırı tüketim ve üretimin yol açtığı çevresel felaketlerin önüne geçmek için de önem arz etmektedir. 

• Tartışmalı konuların başında yer alan kredi derecelendirme piyasası ile ilgili sadece ülkelere kredi notu verecek bir uluslararası derecelendirme kuruluşu kurulması yerinde bir adımdır. Bütün G20 ülkeleri bu kuruluşa üye olur ve adil bir oy dağılımı ile bu kuruluşun kurulmasına katkı sağlar. IMF ve Dünya Bankası’ndan farklı olarak bu kuruluşun yönetiminde gelişmekte olan ülkelerin hak ettikleri payı kuruluş aşamasında almaları güven kurulması açısından yerinde bir adım olabilir. 

Hatta bu kuruluşun başına gelişmekte olan ülke vatandaşlarından ehil bir insanın atanması düşünülebilir. Daha şeffaf bir metodoloji ile adil notlandırma yapmaya odaklanacak bu yeni uluslararası derecelendirme kuruluşu bu piyasadaki oligopolistik yapıyı kırmak için makul bir çözümdür. 

<   G20 Liderler Zirvesi’nin ilk kez Güney Amerika’da düzenlenmesine öncülük eden Arjantin hem kıtanın sesi olma hem de gelişmekte olan ülkelerin kalkınma meselesini gündeme getirme fırsatı bulmuştur.  >

• IMF ve Dünya Bankası’nın küresel ekonominin ihtiyaçlarına cevap verecek oranda kaynaklarının çoğaltılması ve yönetimde oy hakkının daha adil bir şekilde paylaştırılması bu kurumların etkinliği ve itibarını artırmak için elzemdir. Bu reformların devreye girmemesi neticesinde ortaya çıkan Asya Altyapı Yatırım 
Bankası ve Yeni Kalkınma Bankası gibi alternatif girişimler bölgesel kalkınma için önemli katkılar vermeye aday olsalar da Batılı gelişmiş ülkelerin alternatif 
kuruluşların gelişmesini engellemeye yönelik takınacakları tavır amacın tam olarak gerçekleşememesine yol açabilir. 

Bir taraftan Batılı gelişmiş ülkelerin IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların Batı merkezli yapılarının değişmesine izin vermemesi bir taraftan da yeni 
alternatiflerin önünü kesmeye çalışması küresel ekonomide istikrarın sağlanmasına ve bölgeler arasındaki gelir uçurumunun kapanmasına yönelik 
umutları azaltmaktadır. G20’nin bu açmaza son vermeye yönelik baskı oluşturabilecek en önemli platform olduğu unutulmamalıdır. 

• Dördüncü Sanayi Devrimi olarak adlandırılan yeni teknolojik dönüşümün nesnelerin interneti, yapay zeka, akıllı robot, siber fiziksel sistemler, büyük veri ve 3D yazıcı gibi birçok yeniliği üretime entegre ederek ekonomide ciddi bir kırılma yaşatacağı düşünülmektedir. 

Teknolojinin önceki sanayi devrimlerinden farklı olarak daha hızlı ve yaygın bir şekilde sektörlere yayılması beklenmektedir. 
Bu dönüşümün kazananları gibi kaybedenleri de olacaktır. Bu süreç sadece vasıfsız işlerde değil zihinsel yeteneklerle rutin işleri gerçekleştiren vasıflı iş kolları için de istihdam kaybı anlamına gelebilir. Dünya genelinde bu süreçten zarar göreceklerin kayıplarını telafi edici politikaların hayata geçirilmesi küresel ekonomi ve siyasetin istikrarı açısından çok büyük önem arz etmektedir. Dünya maalesef 1970’lerle birlikte yükselişe geçen Üçüncü Sanayi Devrimi ve küreselleşme dalgalarında reel gelir olarak gerileme yaşayan kitlelerin kayıplarını telafi edici mekanizmalar geliştirememişti. Bu politika başarısızlığının 
Küresel Finans Krizi’nin oluşmasında, aşırı sağ siyasetin yükselişe geçmesinde ve ticaret savaşlarının bir politik malzeme olarak kullanılmasında çeşitli yönden etkileri bulunmaktadır. G20 ülkelerinin Dördüncü Sanayi Devrimi’ni daha iyi yönetmeleri için kapsayıcı politikalar ortaya koymaları gerekmektedir. 

Üretkenliğe ve genel refah artışına dönüşmeyen, sadece yeni görünmek için ortaya çıkarılmaya çalışılan teknolojilerin önüne geçilmeli, bazı teknolojiler olağan seyrin dışına çıkarak gerçekten faydalı olabileceği zaman diliminin çok daha öncesinde yaygınlaştırılmaya çalışılmamalı ve bu süreçten iş kaybı ve 
gelir açısından zarar görebilecek kesimlerin kayıplarını telafi edici sosyal politikalar hayata geçirilmelidir. Aksi takdirde daha da derinleşecek işsizlik ve gelir eşitsizliği gibi problemlerin önümüzdeki on yıllarda derin sosyal, siyasi ve ekonomik travmalara yol açması hiç de uzak değildir. 

• Gelişmekte olan ülkelerin kendi sanayilerini korumak için yeteri kadar hareket alanı sağlamaması, sermayenin haklarını emeğe göre aşırı koruması ve gelişmiş ülkelerin cezai yaptırımları suistimal etmeye açık olması gibi nedenlerden dolayı uluslararası ticaret anlaşmaları günümüzde en çok tartışılan konu başlıklarından biri haline gelmiştir. Uluslararası ticaretin pozitif yönlerini daha fazla açığa çıkaracak, daha adil çok taraflı anlaşmaların nasıl dizayn edilebileceği ile ilgili G20’nin bir girişim başlatması gerekmektedir. Aksi takdirde derinleşme eğiliminde olan ticaret savaşları küresel ekonomik büyümeyi potansiyelinin altına çekebilir. 

• Vergi cennetlerine yönelik geniş katılımlı uluslararası anlaşmalar ortaya konmadığı müddetçe G20 ülkelerinde refah devleti sisteminin ihtiyaç duyduğu yeterli vergi gelirlerine ulaşılabilmesi mümkün değildir. Dijital teknolojiler etkin kullanıldığı takdirde vergi kaçırma olaylarının ortaya çıkartılması kolaylaşacak ve şirketlerin daha şeffaf olmaları için baskı artacaktır. 

Gabriel Zucman’ın önerdiği gibi dijital teknolojiler sayesinde dünyadaki bütün varlıkların envanterleri çıkarılarak küresel bir finansal kadastro oluşturulabilir. 
Bu sayede hangi insanın ve şirketin nerede ve ne kadar parasının olduğu ortaya çıkartılarak vergi kaçakçılığının önü belli bir ölçüde alınabilir. 

• Son yıllarda artan iç savaşlar ve iklim değişikliğinin bir yansıması olarak daha sık görünen kıtlıkların yol açtığı mülteci dalgalarının göğüslenmesi, mültecilere insani yaşam koşulları sunulması ve ortaya çıkan ekonomik maliyetin sadece belli başlı ülkelere yüklenmemesi için finansal kaynaklara ihtiyaç bulunmaktadır. G20 ülkeleri bir inisiyatif başlatarak yoğun mülteci akınlarına maruz kalan şehirlerin sadece mültecilerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kullanabilecekleri tahvil gibi finansal enstrümanları çıkarmaları ve çeşitli mekanizmalarla bu enstrümanlara küresel ölçekte yatırım yapılması teşvik edilebilir.

Lehman Brothers’ın iflas edip dünyanın Küresel Finans Krizi gerçeğiyle yüzleşmeye başlamasının ardından on yıl geçmiştir. Krizin ardından politika 
yapımı açısından ön plana çıkan aktörlerin başında G20 gelmektedir. G20, Küresel Finans Krizi’nin etkilerini azaltması ve yeni krizleri önleyecek reformlara 
öncülük etmesi beklenen bir platformdur. Ancak son birkaç yıldır liderler zirvelerinde küresel siyasete dair konuların giderek daha fazla ağırlık kazanması 
ülkeler arasındaki fikir ve çıkar farklılıklarını daha da derinleştirerek G20’nin etkinliğinin azalmasına neden olmaktadır. Son yıllardaki küresel yönetişim 
meselesinde uzlaşının sağlanamadığı zirveler daha sönük geçmekte ve sonuç bildirgeleri iyimserlikten uzak kalmaktadır. Yerleşik ve yükselen güçler 
arasındaki küresel reform önceliklerinde görülen ayrışmalar daha belirgin hale gelmiştir. Küresel finansal mimarinin yeniden şekillenmesine pozitif katkılar 
sağlasa da kurumsal bir sekreterya ve yaptırım gücüne sahip olmayan G20 vaat ettiği birçok politikayı hayata geçirememiştir. Bu da küresel ekonominin 
gidişatında iyimser beklentilerin yerini hayal kırıklıklarına bırakmasına sebep olmaktadır.

Bu yıl G20 dönem başkanlığını devralan Arjantin, Liderler Zirvesi’nin ilk kez Güney Amerika’da düzenlenmesine öncülük etmektedir. Buenos Aires’te yapılan 
zirvenin ana teması “adil ve sürdürülebilir bir kalkınma için fikir birliği sağlamak” olarak belirlenmiştir. G20 dönem başkanı Arjantin bu tema kapsamında 
“çalışma hayatının geleceği”, “kalkınma için altyapı” ve “sürdürülebilir gıda geleceği” şeklinde özetlenebilecek üç öncelik saptamıştır. Her ne kadar Arjantin 
hem kıtanın sesi olma hem de gelişmekte olan ülkelerin kalkınma meselesini gündeme getirme fırsatı taşısa da bu zirvenin odağında ABD’nin geleneksel 
müttefiklerini karşısına alma pahasına izlediği korumacı politikalar, ABD-Çin arasında karşılıklı misillemelerle sürdürülen ticaret savaşı ve İran yaptırımları 
bulunmaktadır. Bu analiz Arjantin dönem başkanlığında gerçekleşen G20’nin 2018 ajandasını, Küresel Finans Krizi’nin üzerinden geçen on yıl sonrasında 
zirvenin küresel ölçekli yapısal sorunları çözmede ve küresel ekonomiye destek olmada ne derece başarılı olduğunu ve G20 ile ilgili yaşanan hayal 

kırıklıklarını ele almaktadır. 

DİPNOTLAR;

1. Küresel Finans Krizi’nin etkilerinin en derinden hissedildiği 2009 ve 2010 yıllarında liderler zirvesi yılda iki kez düzenlenmiştir. 
2. Nurullah Gür ve Mevlüt Tatlıyer, “15 Temmuz’a Giden SürecinEkonomi Politiği”, 15 Temmuz Geçmiş-Gelecek, ed. Abdurrahman
    Babacan, (Pınar Yayınları, İstanbul: 2018), ss. 209-230.
3. “Debate: Stiglitz vs. Summers on Secular Stagnation”, Project Syndicate, 4 Eylül 2018.
4. Küresel ekonomi için risk teşkil eden faktörler için bkz. Nouriel Roubini ve Brunello Rosa, “The Makings of a 2020 Recession and
    Financial Crisis”, Project Syndicate, 13 Eylül 2018; Nurullah Gür, “Are the Fault Lines in the Global Economy Starting to Crack Again?”,
    The New Turkey, 12 Ekim 2018.
5. Nurullah Gür, “G20 and the Global Financial Governance”, SETA Analysis, Sayı: 14, (Mart 2015); Türkçe çevirisi için bkz. Nurullah 
    Gür, “G20 ve Küresel Finans Yönetişimi”, SETA Analiz, Sayı: 129, (Haziran 2015). 
6. Dennis Kelleher, “‘Too Big to Fail’ Is Alive and Kicking”, American Banker, 1 Ağustos 2018. 
7. Matt Egan, “Too-Big-to-Fail Banks Keep Getting Bigger”, CNN Business, 21 Kasım 2017. 
8. Çin’deki gölge bankacılık sorunu için bkz. Fatih Oktay, Çin: Yeni Büyük Güç ve Değişen Dünya Dengeleri, (İş Bankası Yayınları, İstanbul: 2017), ss. 230-245. 
9. Edwin M. Truman, “IMF Quota and Governance Reform Once Again”, Peterson Institute for International Economics, (Mart 2018). 
10. Truman, “IMF Quota and Governance Reform Once Again”. 
11. Nurullah Gür, “Telaşlı Not İndirim Kararı”, Sabah Perspektif, 5 Mayıs 2018. 
12. Natasha Turak, “Global Debt Hits a New Record at $247 Trillion”, CNBC, 11 Temmuz 2018. 
13. Dietrich Domanski, Michela Scatigna ve Anna Zabai , “Wealth Inequality and Monetary Policy”, BIS Quarterly Review, (Mart 2016).
14. Gabriel Zucman, The Hidden Wealth of Nations: The Scourge of Tax Havens, (University of Chicago Press, Chicago: 2015). 
15. Niels Johannesen ve Gabriel Zucman. “The End of Bank Secrecy? An Evaluation of the G20 Tax Haven Crackdown”, American 
     Economic Journal: Economic Policy, Cilt: 6, Sayı: 1 (2014), ss. 65-91. 
16. “G20 in Argentina Priorities”, G20 Argentina 2018, g20.argentina. gob.ar/en/g20-argentina/priorities, (Erişim tarihi: 15 Kasım 2018).
17. “Overview of Argentina’s G20 Presidency 2018, Building Consensus for Fair and Sustainable Development”, G20,
     g20.org/sites/default/files/docs/Marco-Conceptual-english.pdf, (Erişim tarihi: 14 Kasım 2018).
18. “Communiqué-G20 Finance Ministers and Central Bank Governors Meeting”, G20 Arjantin, 21-22 Temmuz 2018,
     g20.org/sites/default/files/media/communique-_fmcbg_july.pdf, (Erişim tarihi: 14 Kasım 2018).
19. “G20 Trade and Investment Ministerial Meeting”, G20 Arjantin, 14 Eylül 2018,
     g20.org/sites/default/files/trade_and_investment_-_ministerial_statement.pdf, (Erişim tarihi: 15 Kasım 2018).
20. Daha detaylı bir tartışma için bkz. Ian Bremmer, G Sıfır: Küresel Liderler ve İttifaklar Çağının Sonu, (Final Kültür Sanat Yayınları, İstanbul: 2014).


ANKARA • İSTANBUL • WASHINGTON D.C. • KAHİRE • BERLİN 
www.setav.org


***