JAPONYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
JAPONYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2021 Pazartesi

Salgınla Sıkılan Kemerler ve İstikrar Paketi İhtiyacı

Salgınla Sıkılan Kemerler ve İstikrar Paketi İhtiyacı


Devlet, Ekonomi, ideolojik, TASAM, ulusal eğitim, Amerika, piyasa, Hukuk, Japonya, Federal, Japon, bankacılık, para, kamu, inşaat,
Prof. Dr. Sema KALAYCIOĞLU, Salgınla Sıkılan Kemerler, İstikrar Paketi,




Prof. Dr. Sema KALAYCIOĞLU  23 Eki 2020
Salgınla Sıkılan Kemerler ve İstikrar Paketi İhtiyacı
Makale

Salgın öncesinde dünyanın durgunluk tehlikesi ile karşı karşıya bulunan ülkelerinde, bireyleri ve kurumları, harcamaya teşvik edecek gevşek para politikaları zaten başlamıştı. Miktar kolaylaştırma (Quantitative easing) denilen ve tahvil alımına dayanan aktif para politikası, Japon Merkez Bankasının icadı olarak tarihe geçti. ...

Salgın öncesinde dünyanın durgunluk tehlikesi ile karşı karşıya bulunan ülkelerinde, bireyleri ve kurumları, harcamaya teşvik edecek gevşek para politikaları zaten başlamıştı. Miktar kolaylaştırma (Quantitative easing) denilen ve tahvil alımına dayanan aktif para politikası, Japon Merkez Bankasının icadı olarak tarihe geçti. Ama bu “İlk borç veren“ (Lender of the First Resort) politikası olarak ABD Federal Rezerv’e (FED), AB (ECB) ve Kanada Merkez Bankalarının öncelikli, İngiltere ve İsveç Merkez Bankalarının selektif tercihi olarak 2019 öncesindeki yaklaşık on bir yıla damgasını vurdu. Nitekim bir örnek olarak FED’in 2008’den itibaren ilan ettiği fonlama faizlerine bakacak olursak o yıl yüzde 0,22 den başlayıp, yüzde 0,18’e kadar inen, 2009 ile 2015 arasında yüzde 0,12 oranında durağan seyreden oranlarda kaldığını görürüz.

FED, 2015 yılından sonra istihdam ve enflasyon rakamları nispeten makul düzeylere yükselme eğilimi gösterince, 2016’dan itibaren fonlama faizlerini tedricen yükseltmeye başladı. Tahvil satın alma yolu ile piyasaya sürülen bol para, borsa endekslerini yükselttikçe hisse, yenileme ve sabit yatırıma kayarak, ABD ekonomisinin durgunluk ile bağını koparmaya ve işsizliği yüzde5’in altına düşürmeye başladı. ABD ekonomisinde FED faiz tercihleri 2017 yılından itibaren yükseltme yönünde bir görüntü arz etti ve 2017 yılında yüzde 0,91’den 2018 başında yüzde 1,41’e, yıl sonunda yüzde 2,20’e, 2019 başında yüzde 2,41’e kadar yükseldi. 2019 FED’in yine yavaş yavaş faiz oranları ile piyasaya fiske fiske destek vermeye gerek duyduğu bir dönem oldu. Oranların 2019 yılı boyunca düşürülerek, yılın sonunda yine yüzde 1,58 gibi bir değere geri dönüşü, dünyanın bir numaralı ekonomisinde salgın öncesinde bile piyasa takviye edilmedikçe durgunluğa geri savrula bileceği endişesiyle, parasal genişletmenin sürdürüleceğinin ilanı oldu.



Dünya Şahtı Şahbaz Oldu

Anlaşılacağı üzere dünya salgına böyle bunalımlı bir durumda yakalandı. Şimdi 2020 sonuna hızla yaklaşılırken ABD ve AB’de faiz oranları nominal ve reel olarak artık negatif faiz alanında. Bunlar ABD de yüzde 0,7, AB de -yüzde 0,6, Kanada’da yüzde 0,6 düzeyinde. Çin’de ise yüzde 3. İşsizlik oranlarına bakacak olursak ABD’de yüzde 7,9, Kanada’da yüzde9, AB ortalaması olarak ise yüzde 8,1 düzeyinde. Geleneksel olarak işten çıkarmanın pek olmadığı Japonya’da yüzde 3, Çin’de ise yüzde 3,8. Resmî rakamlara hemen hiçbir yerde güven yok. Ama işsizlik mutlaka hemen her yerde ilan edilenden daha yükseklerde seyrediyor.

Bu arada tabii durgunluk pençesindeki ülkelere karşılık Türkiye gibi çift haneli enflasyonun patladığı ve para politikasının gevşemesine izin verilmemesi gereken ülkeler de var. Bunlar şu sıralar, hem işsizlik, hem yüksek ve yükselen enflasyon, hem takati aşan kamusal ve bireysel borçlanma, hem de devlet ve aile bütçesi açıkları ile mücadele etmek zorunda. İşte zaten dar politika koridoru bu noktada tıkanıyor. Bu tür ülkelerde yine devlet bir şekilde piyasayı nakde boğmak mükellefiyetinde olmakla birlikte, birkaç hata yapılıyor. Özellikle Merkez Bankaları para (faiz) ve kredi politikalarını siyasî araç olarak kullanmaktan vazgeçememe sığlığına düşünce, asıl görevleri olan fiyat ve makro ekonomik istikrarı gözetme hedeflerinden sapıyorlar. Hele faizin “ideolojik“ bir saplantı olarak muamele gördüğü ülkelerde, birden fazla faiz (ve birden fazla döviz kuru) ortaya çıkınca, para politikasının basitliği, anlaşılabilirliği ve en önemlisi keyfi olmaması özelliği aşınıyor. Para politikası dışındaki teşvik paketlerinin de keyfi, yandaş tercih eder ve “dostlar iş başında görsün“ mantığı ile ve “bakın işte devran dönüyor“ izlenimi veren inşaat sektörüne yönlendirilmesi ise sistem güvenini aşındırıyor. Açılan kredi musluklarına karşılık, bunların geri ödenememe riskinin doğması, bankacılık sisteminin disiplini için önemli bir tehdit.

Değer yitiren ulusal para yerine yabancı para ile değer saklama alışkanlığının geri gelmesiyle gün be gün yaşanan kur patlamaları “rekabetçi kur“ diye takdim edilse bile kimse buna kanmıyor. Çünkü genel küresel durgunluk, pandemik salgın, bölgesel savaşlar ve yaptırımlar nedeni ile kapanan piyasalar olduğu için ihracatı arttıramıyor. Pahalılaşan ithalat ise enflasyona katman katman ekleniyor. Eş anlı olarak gelen güven aşınması, ahlâkî bozulma ve bedavacılık da işin cabası. Ancak, bir yerlerde insanlar hâlâ “biz bedava ekmek istemiyoruz. Bize ekmeğimizi kazanacak iş ve onurla yaşayabileceğimiz kazanç kapısı bulun“ veya “bizim istediğimiz, iç hukuk-dış hukuk yollarını tüketmek değil. Hakkımız olan parayı istiyoruz“ diye haykırıyorsa, bu seslere kulak vermek kamu otoritesinin önemli ve tarihi bir görevi olarak düşünülmeli.

Acı Reçeteler ve Salgınla Değişen Tüketici Davranışı Dolayısı ile salgın ile gelen dalga dalga etkiye kamu politikalarının verdiği tepki en iyi ihtimal ile 2021 sonrasında Türkiye gibi birçok ülkeyi, daha kalın kemerlerle uygulanması gerekecek olan sıkı istikrar politikalarının insafına bırakıyor. Acı reçeteler, 2021-23 yılları arasında tüm ülkeler için geçerli olacak. Ama kamu politikalarını salgın öncesinden başlayarak keyfi uygulamalara, kamu harcamalarını boyunu aşan bölgesel güç olma heveslerine kurban eden ülkeler daha büyük sıkıntılar yaşayacak. Bu bağlamda eğer bir sıkıntı kaçınılmaz olarak yaşanacaksa bunun adil dağıtılması, zam yapılmayacaksa, meclis üyeleri ve muhterem zevat dâhil kimseye zam yapılmaması, kamu kurum bütçelerinde israfın önlenmesi insanlara iyi gelecek. Unutmayalım birçok ülkenin artık “yeni ekonomi politikası paketi“ine veya paketlerine değil, istikrar programı paketlerine ihtiyacı var ve 2021 sonrasında daha fazla ihtiyacı olacak.

Bütün bunlara karşı tek ve destekleyici ümit varsa, az da olsa değişen tüketici davranışlarında olabilir ki, salgın kendi başına yeni tüketim kalıpları yaratarak yaşantımıza bireysel düzeyde sıkılan yeni yeni alışkanlıklar yarattı. Giyim kuşam, ayakkabı, eğlence, taşımacılık, ulaştırma ve tatil harcamalarındaki israf boyutunu toplum, salgınla fark etti. Bu alışkanların törpülenmesi ile bu tüketim kalemleriyle ilgili sektörlerin keyfi fiyat ve etiket davranışlarını gözden geçirmeleri destek taleplerinden önce gelmeli.

Eğitim ve sağlık harcamalarında ciddi bir değerlendirme yapılması ve özellikle ikincisi ile ilgili sigorta harcamalarının durumun ne olacağı gözden geçirilmeli. Batıda bile derin kriz dönemlerinde aileler bir arada yaşamaya başlıyor. 
Gençler anne ve babaları ile oturmaya başlıyor. Bu davranış değişimi kira masrafları ile ilgili bir bireysel kemer sıkma tercihi olarak tebarüz ederken, inşaat sektörüne aşırı destek verme eğilimini de caydırması gerek. Yoksa yaptıkları binalar ellerinde kalan müteahhitler bu defa aldıkları krediyi geri ödememeye başlarsa, bu bankaları ya konut zengini ama nakit fakiri yapar veya zaten çoğu hepten iflas eder.

Öyle veya böyle salgın sonrası dünyanın birçok ülkesi, ekonomik daralmanın yaratacağı ekonomik salgınla, bir kısmı da durgunluk, işsizlik ve bu ikisi ile bir arada tırmanmaya devam edecek enflasyonla boğuşacak. 

Depresyon ve Slumpflasyon (Durgunluk ve Enflasyon) 2021- 2023 arasında gündemde olacak. 

***

5 Nisan 2020 Pazar

Avrupa Güvenliği NATO ve Türkiye

Avrupa Güvenliği NATO ve Türkiye.



 

Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK,
EDİTÖRDEN.,
Stratejik Araştırmalar Dergisi 34 cilt1 (sayı3), 
2009,


Beykent Üniversitesi Stratejik Arastırmalar Merkezi (BÜSAM) tarafından yılda iki kez yayınlanmakta olan Stratejik Arastırmalar Dergisi 3. Sayısı ile sizlere ulaşmaktadır.
BÜSAM olarak gördügümüz ilgi ve bize ulasan övgülerden memnunuz. Dergimiz siz akademisyenlerin katkıları ile simdiden akademik yayın hayatımızda öneli bir yer edinmistir. Simdi bu sayıdaki makaleleri gözden geçirelim.

Haydar Çakmak, Türkiye’nin uluslararası barıs ve Avrupa güvenligine yapacagı en önemli katkının jeopolitigine ve kültürüne uygun olarak, Güney-Kuzey arasında beklenen “medeniyetler arası çatısma” oldugunu söylemektedir. Türkiye’nin Avrupa Güvenliginin dısında kalması hem Avrupalılar için hem de Türkiye için olumsuz sonuçları olabilir. Sermin Tekinalp, yeni bir kültür projesinin destekçileri, bilinen çok kültürlülük tezine elestirel bir bakıs açısı getirerek her iki tarafın (yerli elitler ve digerleri) kültürlerinin uyumlastırılmasını amaçladıklarını söylemektedir. Ümit Özdag ise devlet yönetiminin, operasyonların, savasların sadece dogasını degil sonucunu da belirleyen istihbaratın sadece bir sosyal bilim olmakla kalmayıp aynı zamanda bir sanat oldugunu söylemektedir.

Armagan Kuloglu Türkiye’ye müteveccih dıs ve iç tehditler bulundugunu
söylemektedir. Bu tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildigi gibi, Türkiye’nin
etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulundugu bölgelerden, küresel güç
unsurlarından, ilgi sahasındaki gelismelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplastırmaya yönelik hareketten kaynaklanmaktadır. Sait Yılmaz, Rusya’nın geçmiste oldugu gibi Batı ve Dogu arasındaki çeliskisini Putin-Medvedev ikilisinin ‘bagımsız büyük güç’ olma hevesi ile asmak istedigini söylemektedir. Soyalp Tamçelik, Kıbrıs’ta taraflar arasında yasayabilir bir anayasayı hazırlamak, uygulamak ve buna dayalı barısı tesis etmek için nelerin gerektigini ortaya koymaya çalısmaktadır.
Senem Atvur, Kongo’daki etnik temelli çatısmaların geri planında özellikle zengin
maden kaynakları üzerindeki çıkar mücadelelerinin etkili oldugunu söylemekte dir. Oguz Ketenci ise Avrupa Birligine üyeligini istemeyen Fransa ve Almanya’ya karsı Nabucco projesinde ABD‘in destegini almayı basaran Türkiye’nin bu projedeki rolü ve öneminin Avrupa Birligi’ne giris için yeterli olup olmayacagını sorgulamaktadır. Rıdvan Karluk ise Avrupa Birligi de Orta Asya ile iliskilerini gelistirmek için yeni stratejiler gelistirme zorunlulugunu hissettigini ifade etmektedir. Avrupa Birligi’nin bu bölgeye ilgisi enerji ve istikrar olmak üzere iki ana baslıktadır.

Yeni Sayı için makaleleriniz bekliyoruz.

Yrd.Doç.Dr.Sait Yılmaz
Genel Yayın Yönetmeni



***

AVRUPA GÜVENLİĞİ, NATO VE TÜRKİYE 


Haydar Çakmak*
* Prof.Dr. Gazi Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, 
  hcakmak@gazi.edu.tr 


ÖZET.,

Soğuk Savaş dönemi Avrupa Güvenliğini tehdit eden Sovyetlerle birlikte birçok unsur ortadan kalkmış ancak yeni dönemde kendi tehditleri ve 
tehlikeleriyle gelmiştir. Yeni tehdit ve tehlikeler Türkiye’nin Avrupa güvenliğindeki yerini belirlemiş olacaktır.

Avrupa Birliği, Avrupa ve çevresinde tespit ettiği on altı potansiyel çatışma sorununun on üç tanesi Türkiye’nin çevresinde yer almaktadır. 
Türkiye Avrupa güvenliğinde NATO aracılığı ile bir rol oynamaktadır. Türkiye’nin uluslararası barış ve Avrupa güvenliğine yapacağı en önemli 
katkı jeopolitiğine ve kültürüne uygun olarak, Güney-Kuzey arasında beklenen “medeniyetler arası çatışma”dır. 
Türkiye’nin Avrupa Güvenliğinin dışında kalması hem Avrupalılar için hem de Türkiye için olumsuz sonuçları olabilir.

Türkler, Avrupalıların gündeminde 11.y.y’dan beri vardır ve (1071 Malazgirt zaferi) 18.y.y’ın ikinci yarısına kadar Avrupa Güvenliği’ni tehdit etmişlerdir.
Büyümeleri sürekli Avrupalıların aleyhine olmuştur. Ancak 18.y.y.’ın ikinci yarısından 1923’e kadar Avrupalılar Türklerin güvenliğini tehdit etmiş ve
Türklerin aleyhine büyümüşlerdir. İki taraf arasındaki güvenlik işbirliği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlamıştır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na
katılmayarak tarafsız kalmıştır. Ancak, SSCB savaşın galiplerinden biri olarak Türkiye’den toprak talebi ve Boğazlar Statüsü’nde kendi çıkarına 
değişiklikler istemiştir. Bir nevi tarafsız kalmanın bedeli istenmiştir.

   Türkiye Ulusal güvenliğine yönelik bu ciddi tehdidi beri taraf etmek için
Avrupa güvenlik sistemine 1949’da kurulan, batının güvenliğinden sorumlu
NATO’ya girmek için önemli çabalar göstermiştir. Türkiye çabalarının
sunucunda 1952’de NATO’ya girmiş ve Avrupa kolektif güvenliğinde yer
almıştır. Bu yolla hem kendi güvenliğini sağlamış hem de Batı Avrupa’nın
güvenliğine önemli katkılarda bulunmuştur. Türkiye, batı dünyasının en büyük
tehdit olarak gördüğü Sovyetler Birliği’ne hem denizden hem de karadan
komşu olması nedeniyle batının bir ön karakolu görevini yapmıştır. 1950-1990
Soğuk Savaş döneminde, iki blok arasında ciddi krizler (Kore, Küba, Vietnam,
Kamboçya vb.) olmuş ancak genel bir savaş veya ciddi çatışmalar olmamıştır.
Soğuk Savaş sonrasında en büyük düşman veya en büyük tehdit Sovyetler
Birliği ortadan kalkınca Avrupalılar güvenlik ve savunma politikalarını gözden
geçirmek zorunda kalmışlardır.

54 yıl dünya barışına ve Avrupa güvenliğine büyük katı sağlayan NATO’nun
varlığı veya artık gerekli olup olmadığı Soğuk Savaş sonrası tartışılmaya
başlanmıştır. Zira Doğu bloğunun güvenlik örgütlenmesi olan Varşova Paktı
Soğuk Savaş’tan sonra kapanmıştır. Ayrıca, Avrupa güvenliğine önemli katkı
sağlayan ABD’nin de Avrupa’daki varlığı tartışılmaktadır. Bir başka deyişle
ABD’den daha bağımsız bir Avrupa istemektedirler. Bütün Avrupalıları
bünyesinde barındıran AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) yeni
dönemde canlandırılmak istenmiş, ancak AGİT’in NATO gibi iyi donanımlı
olmadığı için Avrupa’da ortaya çıkan krizlerde herhangi bir rol oynaması
mümkün olmamıştır.

Avrupa’nın güvenliğini tehdit eden unsurlarda değişiklik olduğu için
politikalarında da değişikliğe gitmişlerdir. Avrupa bugün en büyük tehdit
olarak uluslararası terörizm, insan kaçakçılığı ve batıya yönelik illegal göçler,
kitle imha silahlarının tehlikeli rejimlerin eline geçmesi, uyuşturucu madde ve
silah kaçakçılığı yoksulluk, gelir dengesizliği, yolsuzluk, çevre kirliliği,
başarısız devletler gibi sorunları ulusal ve uluslararası güvenliğe tehdit olarak
görmektedirler. Türkiye yeni dönemde yeni tehditlere karşı müttefikleriyle
eskiden olduğu gibi yine ortak güvenliklerinde işbirliği yapılmasını
istemektedir. NATO’yu yok ederek değil de yeniden yapılandırarak yeni
stratejiler ve politikalar yeni duruma uygun donanım gibi değişiklikler
önermektedir. Türkiye Soğuk Savaş döneminde Doğu-Batı ekseninde cephe
ülkesiydi. Soğuk Savaş sonrasında ise Güney-Kuzey ekseninde cephe ülkesi
durumuna gelmiştir. Yeni dönemde Avrupa Güvenliği’ne yeni stratejik boyutu
ile katkı sağlayacaktır.

Doğu Bloğu’nun yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni durumda Avrupa’nın
güvenliğini bozacak faktörler nelerdir, ABD’nin Avrupa güvenliğindeki rolü
ne olacak, Avrupalılar kendi güvenliğini kendileri mi sağlayacaklar, küresel bir
rol üstlenmeye niyetleri var mı gibi benzer soruların yanıtları net olarak ortaya
çıkmadığı müddetçe Türkiye’nin Avrupa güvenliğindeki rolü de net olarak
belirlenemez. Ayrıca Soğuk Savaş sonrası bölgesel güç olarak nitelendirilen
Rusya Federasyonu ve Çin’in uluslararası güvenlikteki rolleri ne olacak?
Özellikle de Rusya’nın bir Avrupa ülkesi olarak yeni güvenlik politikası ve
Avrupa’ya karşı nasıl bir davranış ve politika içinde olacaktır? Çok karmaşık
ve çok sayıda bilinmeyeni bulunan Avrupa güvenliği konusunda Türkiye’nin
de net bir tavrı olamaz.

Rusya NATO’nun eski Sovyet ülkelerini üye olarak almasının dostça bir
davranış olmadığı ve Avrupa güvenliğini olumsuz etkileyeceğini
söylemektedir. Dolayısıyla Rusya Federasyonu Avrupa güvenliğine veya
güvensizliğinde yerini alacaktır. Ancak bugün itibariyle Rusya Avrupa
güvenliğinin neresinde net olarak belli değildir. Şurası bir gerçek ki Ruslar
Avrupalı bir ülke olduklarını ve Avrupa’daki istikrarsızlığın ve güvensizliğin
kendi güvenliğini de tehdit edeceği ve çıkarlarına aykırı olacağını birçok kez
açıklamışlardır. Soğuk Savaş dönemi Avrupa Güvenliğini tehdit eden
Sovyetlerle birlikte birçok unsur ortadan kalkmış ancak yeni dönemde kendi
tehditleri ve tehlikeleriyle gelmiştir. Yeni tehdit ve tehlikeler Türkiye’nin
Avrupa güvenliğindeki yerini belirlemiş olacaktır. Avrupalılar Soğuk Savaş
dönemindeki savaşı kazanmak anlayışından Soğuk Savaş sonrası barışı
koruma politikasına gelmişlerdir. Avrupa’dan kısa ve orta vadede büyük çaplı
bir çatışma veya savaş beklenmemektedir. Ancak yukarıda not ettiğimiz gibi
yeni dönemin getirdiği yeni sorunlar genelde uluslararası özelde de Avrupa
güvenliğini ve barışını tehdit etmektedir. Yugoslavya’nın parçalanması ile
ortaya çıkan etnik ve sınır kavgaları Avrupa’yı hem endişelendirmiş hem de
olumsuz olarak etkilemiştir.

Avrupa Birliği Avrupa ve çevresinde tespit ettiği on altı potansiyel çatışma
sorununun on üç tanesi Türkiye’nin çevresinde yer almaktadır (Özdağ, 2001:
428-432). Bu bölgeler bilindiği gibi Balkan, Kafkas ve Ortadoğu’dur. Türkiye
aynı zamanda Kafkas, Ortadoğu ve Balkan ülkesidir. Bunlara Türkiye’nin bir
Akdeniz ülkesi, bir Karadeniz ülkesi kimliğinde katmak zorundayız.
Türkiye’nin bu kadar geniş ve sorunlu bölgede bulunması dezavantaj gibi
görünse de aslında bu sorun sadece Türkiye için değildir. Zira Türkiye bölgede
istikrar ve barış adası gibidir. Türkiye bölgedeki krizlerin hiç birinde doğrudan
ilgili değildir. Ayrıca Türkiye bölge ülkelerinde istikrar bozucu dostça
olmayan bir politika ve davranış içinde olmamıştır. Bu bölgelerdeki
istikrarsızlık Türkiye’den bağımsız olarak Avrupa güvenliğini veya Avrupalı
ülkeleri etkilemektedir. Bir başka deyişle Avrupalı ülkelerin bu bölgelerde
çıkarları olması nedeniyle bölgedeki sorunlar, çatışmalar veya istikrar bozucu
politikalar sadece Türkiye’yi değil Avrupalıları da yakından
ilgilendirmektedir. Bu çatışmaların Türkiye ile doğrudan bir ilgisi yoktur.

Çatışma veya sorunlu bölgelerde Türkiye gibi dost ve müttefik bir ülkenin
olması Avrupa’nın da çıkarınadır.

Türkiye Avrupa güvenliğinde NATO aracılığı ile bir rol oynamaktadır. NATO
Nisan 1999’da Washington zirvesinde kabul ettiği yeni stratejisinde alan dışı
bir başka ifade ile NATO üyesi ülkelerin topraklarının dışında görev alması ve
operasyon yapması kabul edilmiştir. NATO alan dışına çıkmayı iki kurumsal
kararı ile sağlamıştır. Birincisi üye sayısını artırarak 16 üyeden 26 üyeye
ulaşarak ikincisi ise doğu Avrupa Orta Asya ve Kafkaslarda Barış için ortaklık
(BİO) çerçevesinde Rusya Federasyonu da dahil olmak üzere ilgilendiği
coğrafyayı genişletmiştir (Karaosmanoğlu, 2004: 20). Bu iki alan dışı
müdahale şekline Afganistan ve Kosova’da olduğu gibi üye ülkelerin onayı ve
Birleşmiş Milletlerin izniyle alan dışındaki uluslararası krizlere müdahale etme
durumunu da ilave etmek gerekir.

NATO’nun Avrupa güvenliğindeki rolü tartışılmaya açılmıştır. Dolaylı olarak
da üye ülkelerin Avrupa güvenliğindeki rolleri de tartışılmaya açılmıştır.
ABD’nin, Kanada’nın Avrupa güvenliğindeki rolünün eskisi gibi olmayacağı,
olmaması gerektiği tartışılmaktadır. Özellikle de Almanya ve Fransa gibi
Avrupa’nın en güçlü ülkeleri başta gelmektedir. Gerçekten de hiçbir şey
olmamış gibi davranmak da mümkün değildir. Eski düşman Doğu bloğu
ülkeleri sadece düşmanlıktan çıkmadılar üstelik NATO’nun üyesi olarak da
Avrupa güvenliğinin bir parçası oldular. Zaten bu nedenle de NATO tehdide
dayalı savunmadan vazgeçerek güvene dayalı savunmaya geçmiştir. Temmuz
1990’da NATO’nun Londra zirvesinde doğu bloğunun eski ülkelerinin artık
düşman olmadıkları resmen ilan edilmiştir.

Ocak 1994 Brüksel zirvesinde ise Barış için ortaklık (BİO) projesinin
başlaması karara bağlanmış AGİT’in üyeleri ile Avrupa Güvenliği için işbirliği
yapılması benimsenmiştir. NATO bir yandan güvenliğin politik yanıyla
uğraşırken bir yandan da yapısal değişiklik yaparak yeni döneme ayak
uydurmaya çalışmaktadır. Örneğin 1992’de NATO’da 65 karargah varken
1999’da 20’ye inmiş, 2003’de ise 11 karargaha inmiştir. Daha da ineceği
muhakkaktır. ABD soğuk savaş döneminde Avrupalı müttefiklerine
güvenlikleri için daha fazla para ayırmalarını ve daha fazla görev
üstlenmelerini isterken soğuk savaş sonrası ABD yine Avrupalılardan katkı
bekliyor ama eskisi gibi kendi işin başında bulunmaya devam etmek istiyor.
Bu durumun en önemli sakıncası Avrupa güvenliğini sağlayan en önemli
kurum olan NATO’nun tartışılmaya başlanması ve üye ülkeler arasında görüş
ayrılıklarının ortaya çıkmasıdır. Dolayısıyla savunma zaafa uğramaktadır.
Soğuk Savaş dönemi dayanışma ve işbirliği de zayıflamaktadır. Bunun en
anlamlı örneği Kosova sorununda NATO çerçevesinde Türk uçakları harekâta
katılmak için İtalya’nın Avianno üssüne gitmek için Yunanistan hükümeti
Türk uçaklarına hava sahasını kullanma izni vermemiştir. Bilindiği gibi Türk
uçakları Bulgar hava sahasını kullanmak zorunda kalmıştır. Bulgarlar da
yasalarına aykırı olduğunu söyleyip yasayı değiştirmek için bir aylık süre
istemiş ve bir ay sonra yasa değişmiş ve Türk savaş uçakları Bulgar hava
sahasını kullanabilmiştir. Yunanistan soğuk savaş döneminde Türk uçaklarına
hava sahasını kapatma gibi bir davranışta bulunamazdı. Aslında Türkiye’ye
karşı yapılan bu davranış her ne kadar Türk-Yunan ilişkilerinin tarihi sorunlar
ve günümüzdeki uyuşmazlıklar nedeniyle iki ülke arasındaki sorunlarla ifade
edilebilinirse de kolektif güvelik anlayışının temelinde kolektif güven vardır ve
bu kolektif güvenin parçası olan ülkeler birbirlerine güvenmekte samimi
olmalıdırlar.

Avrupalılar Batı Avrupa Birliği (BAB) bünyesinde oluşturdukları Avrupa
güvenlik yapılanmasında gerektiğinde NATO’nun olanaklarını kullanmak için
NATO üyesi ülkelerden izin istemişlerdir. Türkiye ve ABD başta olmak üzere
birçok NATO üyesi ülke Avrupalıların bu isteğine olumsuz yanıt vermişlerdir.
Zira Türkiye karar mekanizmasında bulunmadığı BAB’ın aldığı bir karar
aleyhine de olsa uymak zorunda olacağı için NATO’nun olanaklarını otomatik
olarak kullanmasına karşı çıkmış ve veto hakkını kullanacağını bildirmiştir.

BAB’a tam üye olmanın koşuluda AB’e tam üye olmak olduğu için Türkiye
BAB’e üye olamamıştır. Ancak Avrupalılar özelliklede Almanya ve Fransa
Avrupa güvenliğinin Avrupa Birliği içinde yürütülmesini isteyince Avrupa
güveliği için organize olan BAB’ın önemi kaybolmuştur. Zaten AB’nin 7-9
Aralık 2000 tarihinde Fransa’nın Nice kentinde yapılan doruk toplantısında
BAB’ın görevlerinin AB’e devrine karar vermişlerdir. Böylece BAB içi
boşaltılmış bir tabela örgütü haline gelmiştir ( Çakmak, 2003: 237).
BAB’ın bu şekilde fonksiyonunu kaybetmesi Türkiye’yi olduğu gibi ABD’yi
de mutlu etmiştir. Avrupa güvenliği ile ilgili inisiyatif Avrupa Birliğine geçmiş
oldu. Avrupa’da böylece kendi güvenlik ve savunma politikasına sahip
olmuştur. Bu gelişmelerden sonra Türkiye ve ABD gerektiği takdirde
Avrupalıların NATO’nun olanaklarını kullanmaları konusunda tavırlarını
yumuşatmışlardır. 2 Aralık 2001’de Ankara’da AB’ni temsilen İngilizler ile
NATO’nun imkânlarının kullanılması için Türk vetosunu kaldırma
müzakereleri bir sonuç vermiştir. Varılan anlaşmada Türkiye’nin çevresinde
olacak müdahalelerde Türkiye’de karar mekanizması içinde bulunacak ve
Türk-Yunan uyuşmazlığında AB güçlerinin görev almaması koşulu ile Türkiye
NATO’nun imkânlarını Avrupalıların kullanmasını veto etmeyecek. Ankara
Mutabakatı adı verilen bu Anlaşmaya Yunanistan Türkiye’ye taviz verildi
diyerek itiraz etmiştir. Avrupa Birliği Dış politika ve Güvenlik Yüksek
Temsilcisi Javier Solana’nın özel gayreti ile taraflar arasında bir anlaşmaya 19
Mayıs 2003 Brüksel zirvesinde varılmıştır.

2000’li yıllardan itibaren yeni tehditler ve sorunlar ışığında Türkiye’nin
Avrupa güvenliğine katkısı ne olur? Avrupalılar Soğuk Savaş sonrası özellikle
Avrupa kıtasında genel bir savaş beklememektedir. Avrupa güvenliğini tehdit
eden unsurlar arasında başta terörizm, göçler, yoksulluk ve gelir dağılımı
bozukluğunun yol açacağı sorunlar, Atmosferin kirlenmesi ve uluslar arası
çevre sorunları, kitle imha silahları, uyuşturucu maddeler kaçakçılığı ve yaygın
kullanımı, başarısız Devletler, etnik ve sınır kavgaları ve medeniyetler arası
çatışma. Türkiye bu sorunların neresinde ve Avrupa güvenliğine nasıl bir katkı
sağlar. Yukarıda not ettiğimiz istikrar bozucu ve güvenliği tehdit edici
unsurların veya yol açtıkları sorunların çözümünde büyük ordulara gereksinim
yoktur. Bu sorunların çözümünde jeopolitiğinde rolü sınırlıdır. Dolayısıyla
Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemindeki büyük bir orduya sahip olma ve
Sovyetlere sınır komşusu olma özelliği bugünkü tehdit için jeopolitik önemi
aynı oranda geçerli değildir. Ancak bu tür bir mantıksal yaklaşım sadece
Türkiye için değil bütün ülkeler için geçerlidir.

Günümüzdeki sorunlar daha yeni ve daha değişik çözümler ve olanaklar
gerektirmektedir. Soğuk Savaş sonrasına özgü sorunların oluşturduğu güvenlik
tehditlerine karşı diğer batılı ülkelerin ne kadar rolü olursa Türkiye’nin de o
kadar rolü olur. Bazı Avrupalı ülkeler gibi (İngiltere, Fransa ) Türkiye’nin
İmparatorluk ardılı bir ülke olması nedeniyle Türk imparatorluğu Osmanlının
eski topraklarında bulunan ülkeler sorunla karşılaştıklarında Türkiye’yi
yanlarında görmek istemektedirler. Özellikle de Balkanlarda Boşnaklar ve
Arnavutlar. Yugoslavya’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan Bosna-Hersek
Savaşında ve Kosova krizinde Türkiye çok önemli roller oynamıştır. Bu
oynadığı rol batılı bir ülke olmaktan ziyade Osmanlı İmparatorluğunun yerine
kurulan bir ülke olmasıdır. Bir başka deyişle Türkiye olmasıdır. Balkanlarda
çıkan sorunlarda Türkiye diğer Avrupalı müttefikleriyle aynı politikayı
paylaşamama riski vardır. Zira Türkiye tarihsel ve kültürel nedenlerle Boşnak
ve Arnavutların çıkarlarını savunmak zorundadır; Yunanistan, Rusya ve
Fransa’nın Sırpları, Almanya ve Avusturya’nın Slovenya ve Hırvatları
destekledikleri gibi.

Avrupa’da sınır ve etnik sorunlar mevcuttur. Bu sorunların büyük çaplı genel
bir krize dönüşmesi kısa ve orta vadede gözükmemektedir. Avrupa Birliğine
üye olan eski Doğu bloğu ülkeleri etnik ve sınır sorunlarını çözmeden Avrupa
Birliğine üye olmaktadırlar. İçlerindeki azınlıklara hukuki ve insani haklarını
vererek sorunun çözüldüğü inancı vardır. Sorun şimdilik çözülmüş görünmekte
ancak etnik sorunun kültürel haklarını elde etmelerinden sonraki aşaması kendi
kaderini kendisinin tayin etmesi aşamasıdır bu aşama Avrupa’yı tekrar büyük
çatışmaların veya krizlerin kıtası haline getirebilir. Doğu Avrupa’nın eski
üyeleri şimdi AB’nin üyeleridir. Bu ülkelerin tamamının birbirleriyle toprak ve
etnik sorunu vardır. Polonya’nın Almanya ile, Macaristan’ın Romanya ile
Yunanistan’ın Arnavutluk ve Makedonya ile, Arnavutluk ve Makedonya AB
üyesi değiller ama olacaklar. Dolayısıyla AB etnik ve sınır sorunlarını içine
almaktadır. Bu sorunları Doğu Bloğu kendi içinde dondurmuştur. Ama artık
durum farklıdır bu sorunların Avrupa güvenliğini tehdit etme riski vardır.
Türkiye’nin Batı güvenliğine ve uluslararası güvenliğe yapacağı en önemli
katkı batılıların haksız bir şekilde İslami terör diye nitelendirdikleri
uluslararası terör ile medeniyetler çatışması riskidir. Türkiye yirmi yılı aşkındır
PKK terörü ile mücadele etmektedir. Bu mücadele Türk silahlı kuvvetlerini ve
Türk polisini terörizme karşı özel yetenek ve tecrübe kazanmasına neden
olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk polisi NATO üyesi ülkeler içinde
ABD’den sonra yetenek ve tecrübe konusunda ikinci sırada yer almaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk polis teşkilatı yetenek ve tecrübe bakımından
Avrupa da birinci sıradadır. Türkiye askeri yeteneğinin dışında bir İslam ülkesi
olması nedeniyle İslam dünyası ile batılılar arsında köprü olabilir.
Türkiye’nin uluslararası barış ve Avrupa güvenliğine yapacağı en önemli katkı
jeopolitiğine ve kültürüne uygun olarak, Güney-Kuzey arasında beklenen
“medeniyetler arası çatışma”dır. Eğer medeniyetler arası bir çatışma olacaksa,
bu çatışmayı önlemek için dünyada en pozitif katkıyı yapacak ülke
Türkiye’dir. Medeniyetler çatışması dedikleri aslında Müslüman halklarla
Hıristiyan halklar arasında meydana gelecek bir çatışmayı kastetmektedirler.
Batılıların bu beklentilerinin nedeni aşağı yukarı her batılı ülkenin geçmişte
veya günümüzde sömürdükleri bir Müslüman ülke olduğu için Müslüman
halkların bir gün mutlaka bunun rövanşını alacakları düşüncesine sahip
olmalarıdır. Aksi takdirde kültürler nasıl savaşacak veya haçlı seferleri
zihniyeti nasıl geri gelecek hangi Müslüman ülke batıya Hıristiyansınız diye
savaş ilan edecek. Yahut hangi Hıristiyan ülke bir Müslüman ülkeye siz
Müslümansınız diye savaş ilan edecek. Türkiye doğu ile batı arasında sadece
coğrafi olarak değil, kültür ve politik iletişimi olarak, ülkesiyle, kültürüyle ve
rejimi ile her iki dünyanın da buluşma noktası olabilecek çeşitliliğe ve
farklılığa sahiptir. Türkiye’nin batıya benzemeyen tarafları doğuya, doğuya
benzemeyen tarafları da batıya benzemektedir. Bu farklılıkta Türkiye’nin
zenginliğini ve iki dünya arasında dostluğu kurma, barışı sağlama rolü
oynayabilir. Başka bir ifade ile medeniyetler arası bir platform oluşturulabilir.
2004 yılında çok tartışılan bir konuda Amerikalıların ortaya attığı “Büyük
Ortadoğu Projesi”dir. Bu projenin amacı Ortadoğu’ya demokrasi, insan
hakları, kadın hakları, hukuk devleti gibi evrensel değerleri getirmektir. Ancak
bu projenin gerçekleşme şansı çok zayıftır. Zira çoğu ABD ve Avrupalı
ülkelerin yakın dostu olan Ortadoğu’daki rejimler ve onların başlarındaki
kişilerin ve iktidarların düşmesi gerekir ki demokrasi ve insan hakları gelsin.
Bu değişiklikte savaşsız olmayacağına göre çok zordur. Bunun iki örneği
Afganistan ve Irak’tır. Afganistan yedi yıldır, Irak’ta beş yıldır hala
direnmektedir. Zaten Avrupalılar Amerikalıların bu projesine gerçekleştirme
şansı çok zayıf olduğu için pek sıcak bakmamaktadırlar. Ancak önemli bir
değişiklik olurda gerçekleştirme şansı ortaya çıkarsa Türkiye’nin de böyle bir
değişiklikte rolü mutlaka olacaktır. Ama içinde bulunduğumuz 2008’de bu
düşünce sanki terk edilmiş gibidir.

Avrupa’nın güvenliği, Batı’nın güvenliği çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Türkiye’de bu bağlamda geçmişte batı güvenliğine önemli katkılar sağlamıştır.
Bugün Avrupalılar Güvenliklerini AB’nin üyesi ülkeleri ile yapmak
istemektedirler. Eğer Türkiye AB üyesi olursa diğer üyeler gibi Avrupa
güvenliğindeki yerini alacaktır. Eğer Türkiye AB üyesi olmazsa ABD ile
NATO çerçevesi içinde veya bir başka çerçevede kolektif bir güvenlik içinde
kendi güvenliği için bulunmaya devam edecektir. Türkiye’nin Avrupa
Güvenliğinin dışında kalması hem Avrupalılar için hem de Türkiye için
olumsuz sonuçları olabilir. Uluslararası barış ve güvenlik önemli bir katkısını kaybeder.

SONUÇ

Avrupa Güvenliğinin temel unsuru olan insan, bir başka deyişle nüfus sorunu
Avrupalı sorumlu yetkililerin uykularını kaçırmaktadır. Avrupa’nın nüfusu ile
ilgili en son çalışmayı Avrupa konseyi yapmıştır. Bu çalışmaya göre 1995’de
728 milyon olan AB nüfusu % 22 eksiği ile 2050 yılında 564 milyona inme
ihtimali vardır. 2000 yılında Avrupa nüfusunun % 14.7’i 65 yaş üstüdür. 2050
yılında bu rakamın % 25-33 arası olacağı tahmin ediliyor. Bu son rakam
Avrupa’nın çalışan nüfus ve ülke savunmasında kullanacağı insan sıkıntısının
AB’nin ekonomik ve ülke güvenliğini sağlamada ne kadar risk alacağının
kanıtıdır. AB bugünkü nüfus Pozisyonunu korumak için 2050 yılına kadar her
yıl 1.8 milyon göçmen alması gerekir. Eğer kötü tahmin gerçekleşirse AB’nin
2050’ye kadar yaklaşık, 75 milyon göçmene ihtiyacı olacaktır.1 Dolayısıyla
AB’nin Avrupa’nın güvenliği ile ilgili sadece topa tüfeğe değil diğer
unsurlarında önemle ele alınıp çözüm üretilmesi gerekir.
Yukarıda not ettiğimiz uluslararası güvenliği tehdit eden unsurların büyük bir
bölümü Avrupa güvenliğini ya doğrudan tehdit ediyor ya da olumsuz etkiliyor.
Avrupa Birliğinin sorumluluğu gereği mutlaka küresel tehditlere karşıda önlem
alması gerekir.

AB, Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan ABD-AB uyuşmazlığını kesinlikle bir
sonuca bağlaması gerekir. İki müttefikin ciddi fikir ayrılığı daha da
derinleşmeden çözüme kavuşması gerekir. Aksi takdirde Avrupa ve Uluslar
arası Güvenliğin ciddi sorunlarla karşılaşma riski vardır. Avrupalı ülkeler daha
rahat ve daha özgür davranmak için ABD’nin Avrupa’yı terk etmesi
gerektiğine inanmaktadır. Kısa bir gelecek için bu düşünce doğru olabilir.

Ancak 50 yıl sonrası için bu düşüncenin doğruluğunun tartışılması gerekir.

Dolayısıyla Avrupalıların daha fazla düşünmesinde yarar vardır. NATO’nun
Varşova Paktı gibi dağılması gerektiğine inanan ülkeler ve bir takım politik
gruplar var. NATO’nun görevini tamamladığı ve işlevsiz kaldığı dolayısıyla
Varşova Paktı gibi dağılması gerektiği söylenmektedir. Gerek Avrupa’da
gerekse dünyada kolektif güvenliği organize edecek bir yapılanmaya ihtiyaç
vardır. NATO’da kendisini kanıtlamış bir güvenlik örgütü olarak bu görevi
yürütmektedir. Öyleyse yeni bir örgütlenmeye gerek yoktur.

AB kendi güveliğini kendisi sağlayacaksa önce kendi arasındaki güvenlikle
ilgili fikir ayrılıklarını çözmesi gerekir. Zira İngiltere ve kendisine yakın
ülkeler Fransa ve Almanya gibi düşünmemektedir. Dış politika ve güvenlikle
ilgili kararlar bilindiği gibi AB’de oybirliği ile alınmaktadır. Güvenlikle ilgili
bir kararın çıkması için bütün üyelerin desteklemesi gerekir. AB üyesi ülkeler
soğuk savaş sonrasının rahatlığı içinde güvenlik ve savunmasını politik
bütünleşme, doğu Avrupalı ülkelerin batıya entegrasyonu ve sosyal adalet
konularının arkasına atmıştır. Savunma ve güvenliğe eskisi kadar kaynak ve
zaman ayırmamaktadır lar. Bu tutumda AB’ni ekonomik dev politik ve askerî
cüce konumuna sokma riski vardır.

ABD, Rusya Federasyonu, Çin ve Hindistan’ın küresel güç olma yolundaki
çabaları AB’nin ikinci plana itilmesine neden olabilir. Hindistan 2003 yılında
3,5 milyar Çin ise 2,5 milyar dolar ile silah ithalatında birinci ve ikinci
olmuşlardır. Rusya Federasyonu ise yine 2003’de 7 milyar dolar ile silah
ihracında birinci olmuştur. Günümüzde bu rakamlar çok farklı değildir. AB
küresel bir güç olmak istiyorsa büyük düşünüp büyük hareket etmek
zorundadır, ortaçağ zihniyeti ile AB’ni bir Hıristiyan birliğine dönüştürmenin
Avrupa’ya ve dünyaya hiçbir katkısı olmaz. Çin, Hindistan, Japonya, Kore vb.
ülkelerde Konfüçyüs felsefesine dayalı Budist bir birliktelik oluşturulursa
dünyayı orta çağ zihniyeti ile dinler kampına bölmenin dünya barışı için son
derece tehlikeli olur. Ayrıca kendisini dünyanın diğer bölgelerinden ayıran
Batı medeniyeti Batı özgürlüğü ve Çağdaşlık gibi kendilerini ayrıcalıklı yapan
değerlerden söz etmeleri mümkün değildir. Türkiye AB için büyük bir şanstır.
Avrupa’nın değerlerini (Demokrasi, Pazar Ekonomisi, İnsan Hakları vb.) kabul
eden ve yaşam tarzı olarak seçmiş Müslüman bir ülke olarak AB’ni küresel bir
güç yapacak ve dünya barışına hizmet edecek bir fırsattır. Türkiye gibi bir ülke
olmasıydı batılıların böyle bir ülke yaratması gerekirdi.

KAYNAKÇA

BAĞCI HÜSEYİN, Türkiye ve AGSK, Beklentiler, Endişeler 21.y.y.’ın Eşiğinde Türk Dış Politikası, Derleyen İdris Bal, Alfa Yayınları, 2001 İstanbul.
ÇAKMAK HAYDAR, Avrupa Güvenliği, Akçağ Yayınları 2003 Ankara
ÇAKMAK HAYDAR, AB- Türkiye İlişkileri, Platin Yayınları. 2005. Ankara Decaux Emmanuel, La conference sur la securite et la cooperation en Europe,
puf. 1992 Paris.
DEDEOĞLU BERİL, Uluslararası Güvenlik ve Strateji Derin Yayınları 2003 İstanbul.
DEFORGES. P.M. Les Institutions Europeens Armand 1995 Paris.
HOWORTH .J. Euroean Integration And Defanse : The Ultimate Chalenge? Chaillot Paper, İnstute For Security Studies, November – 2000 Paris.
KARAOSMANOĞLU. L.ALİ, Avrupa Güvenlik ve savunma kimliği, Avrupa Birliği ve NATO ilişkilerinin geleceği. Harp Akademileri Basımevi 2001.
İstanbul.
KARAOSMANOĞLU A.L. Prof. Dr. NATO stratejisindeki değişim ve gelişmeler. ASAM 2004 Ankara.
ÖZDAĞ ÜMİT Doç. Dr. Türkiye AB ilişkileri sempozyumu 16-17 Mart 2001. Ankara Ticaret Odası ve Türk Ocakları 2001 Ankara.
LEE STEPHEN J. Avrupa Tarihinden Kesitler 1789-1980 Dost Kitapevi 2002 Ankara.
ROBERT JACQUES , L’Esprist de Defanse. Economica, 1987. Paris.
ROTHSCHİLD EMMA, What İs Security. Deadolus, Summer. 1995. USA.
Y.İNANÇ REFET. Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye Seçkin Yayınları 2002 Ankara.
ZORGBİBE CHARLES, Histoire de la construction europeenne puf. 1993 Paris.
ZORGBİBE CHARLES, Les Organısations internationales. Puf 1994 Paris. Le Soir – Belçika Hürriyet Gazetesi



***

7 Aralık 2019 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN DOĞU ASYA POLİTİKASI 2009., BÖLÜM 2

TÜRKİYE’NİN DOĞU ASYA POLİTİKASI 2009.,  BÖLÜM 2




Ekonomik İlişkiler

Japonya, bölgede Çin ve Güney Kore’den sonra Türkiye’nin 3. büyük 
ticari ortağıdır. Türkiye’nin ihracatının ana kalemlerini sanayi ürünleri (% 57,7), tarım ürünleri (% 34,4) ve madencilik ürünleri (% 7,9) oluştururken, Japonya’dan ithalatının neredeyse tamamını sanayi ürünleri teşkil etmektedir. Ekonomik ilişkilerin yasal çerçevesi Ticaret ve Tediye Anlaşmaları, Yatırımların Karşılıklı Korunması ve Teşviki Anlaşması ile Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşmasıyla birlikte büyük ölçüde tamamlanmıştır. Japonya Türkiye’de yatırım 
yapan yabancı ülkeler arasında 8. sıradadır. Türkiye’de faaliyet gösteren Japon sermayeli ve Japon ortaklı firmaların sayısı 113’dür. Japon sermayesi otomotiv ve yan sanayi, imalat sanayi ve gıda sektörlerinde yoğunlaşmaktadır.

2009 yılında Türkiye’nin Japonya’ya ihracatı 233 milyon dolar, ithalatı 
ise 2,7 milyar dolar olmuştur. İkili ticaret hacmi 2008 yılına gore %30 gerileyerek 4,3 milyar dolardan 3 milyar dolara düşmüştür. 

Ancak bu gerilemede ikili ticari ilişkilerin olumsuz seyrinden ziyade 
2009 yılında yaşanan dünya mali krizi etkili olmuştur. 


Türkiye’nin Japonya ile Dış Ticareti 1999-2009 (Milyon $)
Kaynak: Dış Ticaret Müsteşarlığı istatistiklerinden derlenmiştir.

2010 yılının Türkiye’de Japonya yılı ilan edilmesinin, iki ülke ilişkilerinin 
özellikle ekonomik ve kültürel alanda gelişmesine katkıda bulunacağı düşünülmektedir. Bu çerçevede gerçekleştirilecek etkinliklerde kullanılacak resmi logonun tanıtımı için Mart ayında Japonya Veliaht Prensi Naruhito Kotaishi’nin İstanbul’a gelmesi de bu inancı desteklemiştir.

29 Ekim Cumhuriyet bayramı münasebetiyle Türkiye’nin Tokyo Büyükelçisi Sermet Atacanlı “The Japan Times” gazetesinde yayınlanan yazısında iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinin bir sembolü olarak 2010 yılının Türkiye’de Japonya yılı ilan edildiğini, iki ülke arasındaki kültürel ve ekonomik işbirliğinin gelişeceğine inandığını belirtmiştir.30

Türkiye-Japonya İş Konseyi 17. Toplantısı Ekim ayında Tokyo’da  gerçekleştiril miştir. Farklı sektörlerden 20’ye yakın iş adamı Türk heyetinde yer almış, 2010 yılının Türkiye’de Japonya yılı ilan edilmesi münasebetiyle Türkiye’de ekonomik ve ticari faaliyetler yapılması kararlaştırılmıştır. Ayrıca 2010 yılının Türkiye’de Japonya yılı olması nedeniyle Türk Hava Yolları Tokyo ve Osaka’ya seferleri artırmak üzere harekete geçmiştir. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay,  Türkiye-Japonya İş Konseyi çerçevesinde gerçekleştirdiği ziyaret sırasında iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin kültür ve turizm alanındaki gelişmeler ile hızlanacağını ve Japonya’dan ülkemize gelen turist sayısını 160 binlerden en az 300 binlere çıkarmayı hedeflediklerini belirtmiştir.31

2009 yılında da daha önceki yıllarda olduğu gibi iki ülke ekonomik ilişkilerindeki temel sorun dış ticaret açığı olmuştur. 2009 yılı rakamlarına gore iki ülke arasındaki dış ticaret açığı Japonya lehine 2,5 milyar dolardır. Bu doğrultuda Türk-Japon İş Konseyi toplantısındaki temel hedef Türkiye’nin Japonya’ya ihracatının arttırılması ve Japon yatırımlarının Türkiye’ye yönlendirilmesi olmuştur. 

Aralık ayı sonunda Hazine Müsteşarlığı ile Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı arasında imzalanan uygun koşullu altyapı kredi anlaşması, iki ülke arasındaki mali işbirliğinin canlandırılması olarak görülmüştür. Kredi Anlaşması ile Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı’ndan 26 milyar 826 milyon Japon Yeni (yaklaşık 294 
milyon ABD Doları) tutarında sağlanan kredi ile Ankara Su Temini Projesi-Gerede Sistemi’nin finanse edilmesi planlanmaktadır.32 Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı Genel Müdürü Junichi Yamada, Türkiye’nin kalkınmasına destek verdiklerini belirterek, imzalanan kredi anlaşmasının da gelecek yıl yapılacak olan “Türkiye’de Japonya Yılı’’kutlamalarının önemli bir başlangıç işareti olduğunu kaydetmiştir.33 

ASEAN Ülkeleri ile İlişkiler

Siyasi İlişkiler

ASEAN (Association of South Asian Nations), Güneydoğu Asya Uluslar Birliği olarak 1967 yılında kurulmuş olup bugün 10 üye ülkeden oluşmaktadır: Filipinler, Malezya, Tayland, Endonezya, Singapur, Brunei, Vietnam, Laos, Myanmar/Burma ve Kamboçya. 4,5 milyon km²’ye yayılan ve yaklaşık 550 milyonluk bir nüfusa sahip olan ASEAN ülkeleri, bölgede hem barış ve istikrar hem de ekonomik büyümenin ivme kazanması için bir araya gelmişlerdir.

Türkiye’nin ASEAN ülkeleriyle ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilecek 
siyasi sorunlar bulunmayıp ilişkiler dostane bir şekilde sürdürülmektedir. Türkiye’nin izlediği çok yönlü dış politika çerçevesinde Güneydoğu Asya’nın barış ve istikrar ortamında kalkınmasına önem verilmektedir. Bu çerçevede bölge istikrarı ve kalkınmasında rol oynayan ASEAN üye ülkelerinden Filipinler, Malezya, Singapur, Vietnam ve ASEAN’ın Sekreteryasına ev sahipliği yapan Endonezya ile 2009 yılında üst düzeyde ikili temaslarda bulunulmuş, resmi 
ziyaretler gerçekleştirilmiştir.

Endonezya Tarım Bakanı Anton Apriyantono başkanlığındaki heyet, Sağlık Bakanı Mehdi Eker’in daveti üzerine 19–20 Ocak tarihlerinde Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Ziyaret sırasında iki ülke arasında “Tarım Alanında İşbirliği Protokolü” imzalanmıştır.34 Yine 20–25 Ocak tarihlerinde Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, beraberinde bir heyetle, Endonezya Milli Eğitim Bakanı Bambang Sudibyo’nun 
daveti üzerine Endonezya’yı ziyaret etmiştir.35 Ziyaret sırasında iki Milli Eğitim Bakanlığı arasında eğitim alanında işbirliğine dair hazırlanan Anlayış Muhtırası imzalanmıştır. Bu ziyaretler, Türkiye’nin İslam Konferansı Örgütü ve D–8 içinde işbirliği yaptığı Endonezya ile dostane ilişkileri arttırmak ve tarım ve eğitim alanındaki işbirliğini geliştirmek adına önemli olmuştur.

25-27 Şubat tarihlerinde Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet 
Mehdi Eker Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da düzenlenen D–8 
Gıda Güvenliği Konusunda Tarım Bakanları Toplantısına katılmak 
üzere Malezya’ya gitmiştir.36 Mart ayında Filipinler Dışişleri Bakanı 
Alberto Romulo, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın daveti üzerine ülkemize 
resmi bir ziyarette bulunmuştur. Konuk Bakan, Dış İşleri Bakanımızın 
yanı sıra, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’le bir araya 
gelmiş ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile de görüşmelerde bulunmuştur.37

 16-17 Eylül tarihlerinde ise Filipinler Devlet Başkanı Arroyo, beraberinde bir heyetle Türkiye’ye bir çalışma ziyareti gerçekleştirmiş ve Cumhurbaşkanı Gül ile görüşmüştür. Ziyaretin ana gündem maddesini yıllardır Moro Müslümanları ile çatışan Filipinler’in sorunda Türkiye’den aktif rol alması yönünde talebi oluşturmuştur. Devlet Başkanı Arroyo’nun barış görüşmelerinde İslam Konferansı Örgütü’nün arabuluculuğunu talep ettiği, Türkiye’den ise İslam Konferansı Örgütü’nde gözlemci olmak için yardım istediği belirtilmiştir.38 

Vietnam Milli Savunma Bakan Yardımcısı Nguyen Huy Hien, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün daveti üzerine 19–22 Nisan tarihlerinde ülkemize resmi bir ziyarette bulunmuştur.39 

25-27 Haziran tarihlerinde ise Vietnam Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Pham Gia Khiem, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent 
Arınç’ın davetlisi olarak Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirmiş; 
Ankara’da ve İstanbul’da temaslarda bulunmuştur.40 Yine Haziran 
ayında Singapur Cumhurbaşkanı S.R. Nathan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davetlisi olarak ülkemize resmi bir ziyaret gerçekleştirmiş; Ankara ve İstanbul’da resmi temaslarda bulunmuştur.41 
Bu ziyaret, Singapur’dan Türkiye’ye cumhurbaşkanlığı düzeyinde gerçekleştirilen ilk ziyaret olması açısından da tarihi bir nitelik taşımaktadır.

28 Eylül- 2 Ekim tarihlerinde ise Singapur Kıdemli Bakanı ve Ulusal Güvenlik Eşgüdüm Bakanı Prof. S. Jayakumar Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Ziyaret kapsamında Prof. Jayakumar, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Devlet Bakanı Mehmet Aydın, MGK Genel Sekreteri Büyükelçi Tahsin Burcuoğlu, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) yetkilileriyle çeşitli görüşmelerde bulunmuştur.42 Türkiye’nin bölge ülkeleriyle geliştireceği 
yakın siyasi ilişkiler ve çok yönlü dış politikasının ASEAN ülkeleriyle olan ekonomik ilişkilerine de şüphesiz ki olumlu yansıması olacaktır.

Ekonomik İlişkiler

ASEAN ülkeleri ile Türkiye’nin dış ticaret hacmi 2009 yılında yaklaşık 4,9 milyar dolar olmuştur. Küresel mali krizin etkisiyle 2008 yılındaki 6,7 milyar dolarlık ticaret hacminin gerilerinde kalınsa da Türkiye’nin genel dış ticaret hacmiyle oranı neredeyse değişmemiştir. 2008’de ASEAN ülkelerine olan ihracat %1,16 iken 2009’da %1,13’e düşmüş ve 2008’de ithalat %2,60 iken 2009 yılında çok mütevazı bir artışla %2,64’e yükselmiştir. Genel olarak ASEAN ülkeleriyle 
ticarette Türkiye aleyhine dış ticaret açıkları 2009 yılında da devam etmiştir. Türkiye’nin hiç ithalatının olmadığı Brunei sayılmazsa, sadece Singapur ile ticarette 202 milyon dolar ithalata karşılık 348 milyon dolar ihracat gerçekleştirilmiş ve dış ticaret fazlası verilmiştir. 

Ancak 2008 yılı ile kıyaslandığında Türkiye’nin ithalatında %16 gerilemeye karşın Singapur’a olan ihracatta 793 milyon dolardan 348 milyon dolara düşerek %56 oranında azaldığı görülmektedir. ASEAN bölgesinde ticaret hacminin en fazla olduğu ülkelerle ise ciddi dış ticaret açıkları bulunmaktadır. 2009 yılında ASEAN ülkeleri arasında Türkiye’nin en büyük ticari ortağı konumundaki Endonezya 
ile ihracat 251 milyon dolar iken, ithalat 1 milyar doları geçmiştir. 

Tayland ve Malezya ile ise benzer şekilde 132 ve 140 milyon dolar ihracat 
rakamları, ithalatta 957 ve 961 milyon doları bulmuştur. Vietnam ile de dış ticarette Türkiye, 190 milyon dolar ihracat ve 457 milyon dolar ithalat ile açık vermeye devam etmiştir.

Türkiye’nin ASEAN Ülkeleriyle Dış Ticareti (Milyon $-2009)
Kaynak: Dış Ticaret Müsteşarlığı istatistiklerinden derlenmiştir.


ASEAN ülkeleri arasında serbest ticaret anlaşmaları olması dolayısıyla 
üye ülkelerle geliştirilecek ilişkiler diğer ASEAN ülkeleri ile ilişkileri de olumlu etkileyecektir. 2005 yılında Çin ve 2006 yılında Güney Kore ile Serbest Ticaret Anlaşması imzalayan ASEAN, 2007 yılında ise Japonya ile Ekonomik Ortaklık Anlaşması imzalamıştır. Türkiye ise Malezya, Singapur ve Endonezya gibi ASEAN ülkeleriyle Serbest Ticaret Anlaşmaları imzalamak için girişimlerde bulunmakta dır. Türkiye’nin ekonomik nüfuz alanı ve bölgedeki yatırım ve ticaret 
fırsatlarını değerlendirebilmesi için bu anlaşmaların önemi büyüktür.

Nisan ayında TASAM Ankara ofisinde gerçekleştirilen Asya Toplantıları’nın ikincisinde konuşan T.C. Dışişleri Bakanlığı Doğu Asya Genel Müdür Yardımcısı Elçi Serap Atay, Avrupa Birliği’nin Asya’ya yönelik dış politika açılımlarında bulunup büyük bir hızla Asya’ya yöneldiğini ve buna paralel olarak Türkiye’nin de bu bölgeye bakış açısını değiştirmeye başladığını belirtmiştir. Bölge ülkeleri 
ile ithalat ve ihracatımızın gelişmesi gerektiğine vurgu yapan Atay, Türkiye’nin ASEAN ülkeleri ile serbest ticaret antlaşmaları yapması gerektiğini belirtmiştir.43 

Filipinler Dışişleri Bakanı Alberto Romulo’nun 18 Mart 2009 tarihindeki 
ziyareti sırasında, ticari ve ekonomik ilişkiler açısından çok önemli olan Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması imzalanmış, iki ülke arasında daha önce imzalanmış olan Yatırımların Karşılıklı Teşviki Anlaşması’nın yürürlüğe girmesini teminen Filipinler tarafına onay belgesi takdim edilmiştir.44

Singapur Cumhurbaşkanı S.R. Nathan’ın Haziran ayındaki Türkiye ziyareti iki ülke arasındaki ticareti hareketlendirmiştir. İki ülke arasındaki ticaret hacmini artırmayı hedefleyen İşbirliği Anlaşması İstanbul’da imzalanırken Cumhurbaşkanı Gül, Singapur’un Türkiye’deki yatırım ortamının farkında olduğunu ve iki ülkenin birbirini tamamlayan ekonomik avantajları olduğunu belirtmiştir.45 
ASEAN bölgesinde Türkiye’nin dış ticaret hacminin en fazla olduğu ülkeler arasında Endonezya, Malezya, Tayland, Singapur ve Vietnam bulunmaktadır. 

Sonuç

2009 yılında Türkiye kendi bölgesi dışında da daha aktif ve çok yönlü bir dış politika izleme hedefi ile Doğu Asya ülkeleriyle yakın ilişkiler kurmuştur. Geliştirilen siyasi politikalar ve ekonomik işbirliği yeterli düzeyde olmasa da umut vericidir.

2009 yılında Türkiye-Çin siyasi ilişkilerine iki önemli olay damgasını vurmuştur. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, beraberindeki geniş bir heyetle birlikte Çin’i ziyaret etmiştir. Bu ziyaret 15 yıl aradan sonra cumhurbaşkanlığı düzeyinde Türkiye’den Çin’e gerçekleştirilen ilk ziyaret olmuştur.46 Sincan-Uygur Özerk Bölgesinin başkenti Urumçi’de 5 Temmuz’da meydana gelen olaylar sonucu ise ikili ilişkiler sarsıntıya uğramış ve 2009 yılının son 5 ayı, ilişkilerin yumuşaması 
için tahsis edilmiştir. 2009 yılı Türkiye-Çin ekonomik ilişkileri açısından dış ticaret dengesinin Türkiye lehine değiştirilmesi çabasıyla geçmiştir. Bu süreçte Çinli firmalar Türkiye’ye doğrudan yatırıma davet edilmiş ve Türkiye’nin Çin’e olan ihracatının arttırılması için gümrük vergilerinin düşürülmesi gibi ikili ticari ilişkilere ivme kazandıracak birçok girişimde bulunulmuştur.

Türkiye-Güney Kore ilişkileri geçmiş yıllarda olduğu gibi Türkiye’nin 1950 Kore Savaşı’na asker göndermesi çerçevesinde duygusal bir havada gerçekleşmiştir. Bununla birlikte Türkiye’nin artık Kuzey Kore’yi de dikkate alan daha bağımsız bir Kore politikası izlemesi gerektiği tartışmaları da gündeme gelmiştir.47 

Bu çerçevede Kanada ve Avustralya gibi Türkiye’nin de Güney Kore ile iyi ilişkilerini koruyarak Kuzey Kore ile yapıcı bir ilişki başlatması sözkonusu olabilir. Güney Kore ile ekonomik ilişkilerde ise olumlu siyasi ilişkilerin iktisadi işbirliğine katkıda bulunması için girişimlerde bulunulmuştur. 

Türkiye’de nükleer enerji santrallerinin kurulması için aday olan KEPCO ile iki ülkenin enerji sektöründeki işbirliğinin gelişeceği umulmaktadır. 

2010 yılının Türkiye’de Japonya yılı ilan edilmesiyle artan kültürel ve ekonomik işbirliğinin Japon firmalarının Türkiye’ye yatırım yapması ve Türkiye’nin Japonya ’ya gerçekleştirdiği ihracatın arttırılması gibi somut adımlara dönüşeceği beklenmektedir. İki ülke ilişkilerinin karşılıklı sempatiden öteye geçerek stratejik işbirliğine dönüşmesi öncelikli bir beklenti haline gelmiştir.

ASEAN ülkeleri bölgede giderek artan siyasi ve ekonomik güce dönüşmektedir. Bu çerçevede üye ülkelerle geliştirilecek işbirliğinin tüm ASEAN ülkeleriyle olan ilişkilere de olumlu yansıyacağı politikasıyla hareket eden Türkiye, bölge devletleriyle serbest ticaret anlaşmaları imzalamak için girişimlerde bulunmakta dır. Filipinler’in Moro Müslümanlarıyla ilgili sorunda Türkiye’nin aktif bir rol üstlenmesini istemesi, Ankara’nın çok yönlü dış politika anlayışı açısından 
çok ilginç ve olumlu bir gösterge olmuştur. 

Türkiye’nin Doğu Asya Politikası 2009 Kronoloji

19-20 Ocak Endonezya Tarım Bakanı Anton Apriyantono başkanlığındaki heyetin ülkemizi ziyareti sırasında iki ülke arasında “Tarım Alanında İşbirliği Protokolü” imzalandı.

20-25 Ocak Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik, beraberinde bir heyetle, Endonezya’yı ziyaret etti. Ziyaret sırasında iki Milli Eğitim Bakanlığı arasında eğitim alanında işbirliğine dair hazırlanan Anlayış Muhtırası imzalandı.

25-27 Şubat Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker, Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da düzenlenen D-8 Gıda Güvenliği Konusunda Tarım Bakanları Toplantısına katıldı.

15 - 19 Mart Filipinler Dışişleri Bakanı Alberto Romulo, ülkemize resmi bir ziyarette bulundu. Ziyaret sırasında, Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması imzalandı ve iki ülke arasında daha önce imzalanmış olan Yatırımların Karşılıklı Teşviki Anlaşması’nın yürürlüğe girmesini teminen Filipinler tarafına onay belgesi tevdi edildi.

15-17 Nisan Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Güney Kore’ye resmi bir ziyarette bulundu.

19-22 Nisan Vietnam Milli Savunma Bakan Yardımcısı Nguyen Huy Hien, ülkemize resmi bir ziyarette bulundu.

20-25 Nisan Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın Çin’i ziyareti kapsamında iki ülke arasında sağlık alanında işbirliği olanakları ele alındı ve Sağlık Alanında İşbirliği Anlaşması imzalandı.

8-14 Haziran Singapur Cumhurbaşkanı S.R. Nathan ülkemize resmi bir ziyaret gerçekleştirdi.

23-29 Haziran Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, beraberinde İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, milletvekilleri, bürokratlar, iş adamları ve basın mensupları ile Çin Halk Cumhuriyetine resmi ziyarette bulundu. 

25-27 Haziran Vietnam Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Pham Gia Khiem ülkemize resmi bir ziyaret gerçekleştirdi.

25 Haziran “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Çin Halk Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Kültür Varlığının Çalınmasının, Kaçak Kazı ve Yasadışı İthali ve İhracının Önlenmesine İlişkin Anlaşma” Pekin’de imzalanmıştır.

29 Ağustos–1 Eylül Devlet Bakanı Zafer Çağlayan Çin Halk Cumhuriyeti’ni ziyaret etti ve. Urumçi Dış Ekonomik İlişkiler ve Ticaret Fuarının açılışına katıldı.

14-18 Eylül Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Çin Halk Cumhuriyeti’ne resmi bir ziyaret gerçekleştirdi.

16-17 Eylül Filipinler Devlet Başkanı Arroyo, beraberinde bir heyetle ülkemize bir çalışma ziyareti gerçekleştirdi.

27 Eylül Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti Karma Ekonomik ve Ticaret Komitesi 16. Dönem Toplantısı Pekin’de düzenlendi. Toplantı Protokolü ile “Türkiye ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında Altyapı, İnşaat ve Teknik Danışmanlık İşbirliği Protokolü” imzalandı, “İkili Ticari ve Ekonomik İşbirliğinin Genişletilmesi ve Derinleştirilmesine İlişkin Çerçeve Anlaşması” ise parafe edildi.

28 Eylül-2 Ekim Singapur Kıdemli Bakan ve Ulusal Güvenlik Eşgüdüm Bakanı Prof. S. Jayakumar ülkemizi ziyaret etti.

28 Ekim Türkiye-Japonya İş Konseyi 17. Toplantısı Tokyo’da gerçekleştirildi.


DİPNOTLAR;

1 Selçuk Çolakoğlu, “Cumhurbaşkanı Gül’ün Çin Ziyaretinden İzlenimler”, USAK Gündem, 1 Temmuz 2009, http://www.usakgundem.com … (12 Haziran 2010)
2 “Sincan’da Dehşet Fotoğrafları”, Hürriyet, 07 Temmuz 2009.
3 T.C. Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Ayın Tarihi, 8 Temmuz 2009.
4 “Çinli Müsteşar Çok Şaşırmış”, Hürriyet, 08 Temmuz 2009.
5 “Ankara Sincan İçin Diplomasi Atağı Başlatıyor”, Zaman, 09 Temmuz 2009.
6 “Çin, Türkiye’nin Sincan olaylarını BM Güvenlik Konseyi’ne taşımasına karşı çıktı”, Gazete Gerçek, 9 Temmuz 2009.
7 “Çin’den Özel Temsilci”, Hürriyet, 13 Temmuz 2009.
8 “İnternette Türk-Çin Savaşı Resmen Başladı”, Haber Vitrini, 15 Temmuz 2009.
9 “Çin: Vize Vermeyin”, Taraf, 24 Temmuz 2009.
10 “Türkiye’deki Çinlilere Uyarı”, Hürriyet, 03 Ağustos 2009.
11 “Çin’den Türkiye’ye Hızlı Geri Dönüş”, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, 7 Temmuz 2009, http://www.deik.org.tr/Pages/TR/DEIK_HaberlerDetay.aspx?hDetId=149&IKID=10 (10 Haziran 2010)
12 “Cumhurbaşkanı Gül’ün Çin Ziyareti”, Hürriyet, 28 Haziran 2009.
13 “Türkiye ile Çin dış ticaret hacminde büyük dengesizlik mevcut”, Dünya, 07 Temmuz 2009.
14 “Gül, Çin’de”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2009.
15 .....Merve Erdil, “Çağlayan da ‘Çin Açılımı’ yaptı, Urumçi olaylarının yarasını Pekin’de saracak”, Hürriyet, 30 Ağustos 2009. 
16 “Büyük projeler Çin’de Görücüye Çıktı”, Hürriyet, 17 Eylül 2009.
17 “Çağlayan’dan Çin’e ‘Pansuman’ Ziyareti”, Radikal, 30 Ağustos 2009.
18 “3. Köprüye Çinliler Talip”, Hürriyet, 01 Eylül 2009.
19 “2.1 trilyon dolarlık rezervi var, Çin’e özel tahvil satalım”, Hürriyet, 27 Eylül 2009.
20 “Türkiye-Çin Arasındaki Ticaret Hacmi Daralıyor”, Hürriyet, 18 Mart 2009.
21 “Güney Kore Başbakanı Seung Soo Türkiye’de”, Hürriyet, 15 Mart 2009.
22 T.C. Dışişleleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/nisan.tr.mfa.
23 “Kore Şehitleri Ankara’da Anıldı”, Hürriyet, 27 Ocak 2009.
24 “45 Kore Gazisi LG İftarında Buluştu”, Hürriyet, 13 Eylül 2009.
25 “Güney Kore’li KEPCO’nun Gözü Nükleer Projelerinde”, Taraf, 29 Aralık 2009.
26 Selçuk Çolakoğlu, “2010 Japonya Yılı ve Türk-Japon İlişkilerini Yeniden Kurgulamak”, USAK Gündem, 11 Ocak 2010, http://www.usakgundem.com … (12 Haziran 2010) 
27 2010 Türkiye’de Japonya Yılı, http://www.tr.emb-japan.go.jp/Japonya2010/index.html.
28 Selçuk Çolakoğlu, “2010 Japonya Yılı ve Türk-Japon İlişkilerini Yeniden Kurgulamak”, USAK Gündem, 11 Ocak 2010, http://www.usakgundem.com … (12 Haziran 2010)
29 “Sympathy without knowledge can pose a problem: The Japan-Turkey case”, Today’s Zaman, 01 Aralık 2009.
30 “Turkey, Japan: natural allies, reliable partners”, The Japan Times, 29 Ekim 2009. 
31 “THY Japonya Uçuşlarını Arttırıyor”, Hürriyet, 18 Kasım 2009.
32 “Ankara’nın Suyunu Japonlar Finanse Edecek”, Hürriyet, 28 Aralık 2009.
33 “Ankara Su Temini Projesini Japonlar Finanse Edecek”, Zaman, 29 Aralık 2009.
34 T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/ocak2009.tr.mfa
35 T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/ocak2009.tr.mfa
36 T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/subat2009.tr.mfa
37 T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/mart2009.tr.mfa
38 Hayrettin Turan, “İki Önemli Zirve”, Türkiye, 17 Eylül 2009.
39 T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/nisan2009.tr.mfa
40 “Vietnam Dışişleri Bakanı Türkiye’ye Geliyor, Star Kıbrıs, 25 Haziran 2009.
41 T.C. Cumhurbaşkanlığı, “Cumhurbaşkanı Gül: Türkiye ve Singapur, Batı ile Doğu’nun Kültürel Zenginliklerini Harmanlıyor”, http://www.tccb.gov.tr/common/iframes/Haberler/HaberArsiv/HaberDetay.aspx?id=538.
42 T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/mart2009.tr.mfa
43 “Asya Toplantıları’nın İkincisi Ankara’da Yapıldı”, TASAM, 16 Nisan 2009, http://www.tasam.org/index.php?altid=2857 (10 Haziran 2010)
44 .......T.C. Dışişleri Bakanlığı, “Dışişleri Bakanı Sayın Ali Babacan’ın Filipinler Dışişleri Bakanı Alberto Romulo ile Yaptıkları Ortak Basın Toplantısı, Ankara, 18 Mart 2009”, http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-ali-babacan_in-filipinler-disisleri-bakani-alberto-romulo-ile-yaptiklari-ortak-basin-toplantisi_-ankara_.tr.mfa.
45 T.C. Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Ayın Tarihi, 11 Haziran 2009.
46 “Gül’le Çin’e Giden İşadamları 2 Milyar Euroluk İmza Atacak”, Hürriyet, 25 Haziran 2009. 
47 Selçuk Çolakoğlu, “Türkiye’nin Kore Politikası Açılımı”, 3 Eylül 2009, http://www.sde.org.tr/tr/haberler/66/turkiyenin-kore-politikasi-acilimi.aspx (12 Haziran 2010)


***

TÜRKİYE’NİN DOĞU ASYA POLİTİKASI 2009., BÖLÜM 1

TÜRKİYE’NİN DOĞU ASYA  POLİTİKASI 2009.,  BÖLÜM 1



Selçuk Çolakoğlu*, Cemal Alpgiray Bölücek**, 
Yunus Can Polat*** 

# Bu makale, SOBAG -109K238 nolu proje çerçevesinde TÜBİTAK tarafından desteklenmiştir.
* Doç.Dr., Adnan Menderes Üniversitesi Nazilli İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü.
** Araş.Gör., Adnan Menderes Üniversitesi Nazilli İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü.
*** Adnan Menderes Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi.

ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlama yı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok analiz ağırlıklı olacaktır.

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman

Giriş

Türkiye, bölgesel bir güç olmanın yanısıra geliştirdiği çok yönlü dış politika anlayışıyla, coğrafi olarak kendisine uzak bölgelerle de yakın siyasi ve ekonomik işbirliğini hedefleyen bir ülke konumundadır. 2009 yılında Doğu Asya ülkeleri ile ilişkiler mevcut dostane ortamın geliştirilmesi ve bu ortamın siyasi ve ekonomik işbirliğine dönüştürülmesi ekseninde gerçekleşmiştir. Gerek üst düzey ikili ziyaretler gerekse yapılan anlaşmalar Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasında 
daha aktif bir rol alma isteğini vurgulamıştır. 2009 yılının Ocak ayından itibaren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) geçici üye olarak bulunan Türkiye; dış politikasını küresel bir aktör olma hedefine bölge dışı ülkelerle yakın ilişkiler kurarak yaklaşacağının bilincinde olarak yürütmüştür. Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ile ilişkilerinde ‘Tek Çin’ ve ‘Çin’in iç işlerine ve toprak 
bütünlüğüne saygı’ politikasını devam ettirirken aynı zamanda Çin’den insan hakları standartlarında bir azınlık politikası talebinde bulunmuştur. Japonya, Güney Kore ve ASEAN ülkeleri ile ilişkiler de ekonomik işbirliğinin geliştirilmesi nin siyasi ve kültürel ilişkilerin artmasıyla destekleneceği anlayışıyla gerçekleşmiştir.

Türkiye’nin bölgeyle ticari ilişkileri ülkemizin toplam dış ticaretinde önemli bir yer tutmaktadır. Çin, Güney Kore, Japonya ve ASEAN ülkelerinin 2008 yılında Türkiye’nin genel ihracatındaki payı %2,7 iken 2009 yılında mütevazı bir artışla %3,2 olmuş; bölge ülkelerinin Türkiye’nin genel ithalatındaki payı ise 2009 yılında %15,2’den %16,7’ye çıkmıştır. Bu tablodaki genel sorun Türkiye’nin ithalatının %16,7’sini Doğu Asya ülkeleri oluştururken bu ülkelerin, Türkiye’nin 
ihracatının sadece %3,2’sini oluşturmasıdır. Bu anlamda 2009 yılı dış ticaret dengesini Türkiye lehine değiştirmek için siyasi ve ekonomik düzeyde çaba harcanan bir yıl olmuştur.

Çin Halk Cumhuriyeti ile İlişkiler.,   

Siyasi İlişkiler

Türkiye resmi olarak Tayvan ve Doğu Türkistan/Şincan konularında ÇHC’nin tezlerine destek verir bir politika izlemektedir. Türkiye, ÇHC’yi tüm Çin’i temsil eden tek yasal hükümet olarak tanımakta, Tek-Çin politikasını onaylamakta ve Çin’in egemenliğini ve toprak bütünlüğünü desteklemektedir. Bu noktada Türkiye Çin’i ekonomik gücü, devasa nüfusu ve BMGK’da daimi üyeliği dolayısıyla çok önemli bir stratejik ortak olarak değerlendirmektedir.

2009 yılında ilişkiler bu çerçevede üst düzey resmi ziyaretler ve imzalanan ikili anlaşmalarla devam etmiş, 5 Temmuz’da Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti Urumçi’de meydana gelen olaylar ise Türkiye-Çin ilişkilerinin ciddi bir sınavdan geçmesine neden olmuştur.

2009 yılının ilk resmi ziyareti Nisan ayında Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın, Çin Sağlık Bakanı Chen Zu’nun daveti üzerine Çin’e gitmesiyle gerçekleşmiştir. Ziyaret kapsamında iki ülke arasında sağlık alanında işbirliği imkânlarını değerlendiren Sağlık Alanında İşbirliği Anlaşması imzalanmıştır. 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Haziran ayı sonunda beraberinde İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, milletvekilleri, bürokratlar, işadamları ve basın mensupları ile Çin Cumhur başkanı Hu Jintao’nun daveti üzerine gerçekleştirdiği resmi ziyaret ise gerek siyasi gerekse ekonomik anlamda ikili ilişkilerin geliştirilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. 

   1995 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in resmi ziyaretinin ardından 15 yıl sonra cumhurbaşkanlığı düzeyinde Çin’e gerçekleştirilen bu ilk ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı Gül, Pekin dışında Şian, Shenzhen ve Urumçi şehirlerini ziyaret etmiş ve yerel yöneticilerle görüşmüştür. Ziyaret için tercih edilen şehirlerden Pekin’in siyasi işbirliğinin geliştirilmesini, Şian’ın tarihi ve kültürel mirasta işbirliğini, sanayi şehri Shehznen’in ekonomik işbirliği arzusunu 
ve Urumçi’nin ise Doğu Türkistan sorunu hususunda karşılıklı bir yumuşamayı sembolize ettiği söylenebilir.1

Ziyaret sırasında üst düzey temaslar sonucunda Devlet Bakanı Zafer Çağlayan; Enerji Alanında İşbirliği Mutabakat Zaptı; Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ertuğrul Apakan, Türkiye ve Çin Dışişleri Bakanlıkları Arasında Ortak Çalışma Grubu Kurulmasına İlişkin Mutabakat Zaptı; Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı İsmet Yılmaz, Kültür Varlıklarının Korunması, Yasa Dışı Yollardan Yurt Dışına Çıkarılması ve Satılmasının Önlenmesi Anlaşması’na imza atmışlardır. 

Cumhurbaşkanı Gül’ün Çin ziyaretini tamamlayıp ülkeye dönmesinden sadece altı gün sonra Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti Urumçi’de meydana gelen şiddet olayları gerek hükümet gerekse kamuoyu tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Gül’ün ziyareti sırasında Uygur Türkleri ile ilgili bir soruya verdiği yanıt Türkiye’nin tutumunu da özetler nitelikte olmuştur: “Uygur Türkleri, tabii ki Çin’in vatandaşları. Ama onlar, Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesinde köprü 
görevi yapıyorlar. Uygur Türkleri ile aynı kökten geliyoruz, aynı dine inanıyoruz. Bunu, Çin yönetimi dâhil kimse inkâr etmiyor. Çin, çok etnik kökenli ve çok dinli. Ama önemli olan, herkesin olduğu yerde ülkesiyle bütünleşmesi, hem de bulunduğu yerden Türkiye ile dostluk ve işbirliğine köprü vazifesi görmesidir.”2 Bu durumda Türkiye, bir yandan Uygur Türkleri’ne eşit davranılmasını isterken diğer yandan da Çin’in iç işlerine ve toprak bütünlüğüne saygılı bir politika izlediğini göstermektedir. Ancak 5 Temmuz’da Urumçi’de Uygurların gösterisinin çok kanlı bir şekilde bastırılmasının ardından ikili ilişkiler Doğu Türkistan merkezli bir hale gelmiştir. Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, “5 Temmuz’da Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti Urumçi’de meydana gelen olaylar ülkemizde ve kamuoyunda derin bir üzüntü ve endişe yaratmıştır. Türk 
halkı, akrabalık bağları bulunan Uygur halkına kendini çok yakın hissetmekte, onların acılarını paylaşmaktadır” denilmiştir.3 Çin’in Ankara Büyükelçilik Maslahatgüzarı Şiao Cüncıng, Temmuz ayında Dışişleri Bakanlığı’na çağrılmış ve olaylardan duyulan rahatsızlık dile getirilerek Sincan bölgesinde Uygur Türkleri ’nin yaşadıkları hakkında bilgi vermesi istenmiştir. Şiao Cüncıng Sincan bölgesinde yaşananların soykırım veya etnik ve dinsel bir çatışma olmadığını 
belirtmiştir.4 Ancak bu açıklama Türk kamuoyundaki tepkinin azalması için yeterli olmamıştır.

İstanbul’da gerçekleştirilen Türkiye-Körfez İşbirliği Konseyi Dışişleri 
Bakanları toplantısı sonunda yayınlanan ortak bildiriye, Ankara’nın girişimleri sonucu Temmuz ayında Doğu Türkistan’da yaşananlardan duyulan endişeler de dâhil edilmiştir. Ayrıca Türkiye, bölgede şiddetin son bulması için konuyu 2009 Ocak ayından itibaren geçici üye olduğu BM GK’ya taşıyacağını açıklamıştır.5 Pekin yönetimi ise, Sincan’daki olayların Çin’in iç işi olduğunu söyleyerek, 
Türkiye’nin bu olayları BM GK’ya taşımasına karşı çıkmış, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Qin Gang, konuya ilişkin açıklamasında, Çin’in kararlı önlemlerinin yasalara uygun olduğunu söylemiştir.6

Gerilen ilişkilerin yumuşatılması için 12 Temmuz’da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile telefon görüşmesi yapan Çin Dışişleri Bakanı Yang Jiechi, Çin’in Ankara eski Büyükelçisi Aiquo Song’u özel temsilci olarak Ankara’ya göndermiş tir. Görüşmede Şincan’daki olaylar hakkında bilgi veren özel temsilci, Türkiye’nin Çin için “Stratejik Ortak” olduğunu vurgulamış ve Türkiye ile ilişkilerin bozulması nı istemediklerini iletmiştir. Ayrıca Türkiye’de basının aksettir diğinin aksine Şincan’da ölenlerin büyük kısmının Han Çinlisi olduğunu da öne süren özel temsilci, konunun araştırılmakta olduğunu faillerin yakalanacağını belirtmiştir.7 Bu arada Türkiye’de artan protesto gösterileri ve resmi düzeyde gösterilen tepkiler nedeniyle Türkiye’nin Pekin Büyükelçiliği’nin sitesi saldırıya uğrayarak “İç işlerimize karışmayın” mesajı bırakılmıştır.8 Gerginleşen siyasi ortamda, 
Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Zay Cün, Türkiye-Çin ilişkilerinin 5 Temmuz’da Urumçi’de meydana gelen olaylardan etkilenmemesini istediklerini belirtmiştir.9 Bir hafta sonra ise Türkiye’nin Pekin Büyükelçisi Murat Salim Esenli, Çin devlet televizyonunda konuk olduğu bir programda Urumçi’de meydana gelen olaylarla ilgili soruyu yanıtlarken, “Türkiye’nin bunu Çin’in iç işi olarak gördüğünü 
ve Çin makamlarının sorunu kendi anayasalarına ve taraf oldukları uluslararası sözleşmelere bağlı kalarak çözeceklerine inandığını” söylemiştir.10

Ekonomik İlişkiler

Çin, dünyada Rusya ve Almanya’dan sonra Türkiye’nin 3. büyük ticari ortağıdır. 2009 yılında yaklaşık 1,6 milyar dolar ihracat ve 12,6 milyar dolar ithalat ile toplam 14,2 milyar dolarlık ticaret hacmine sahip olan iki ülke ekonomik ilişkilerindeki en büyük sorun ise dış ticaret dengesizliğidir. Çin, Rusya’dan sonra en çok dış ticaret açığı verdiğimiz 2. ülke konumundadır. İhracatımızdaki başlıca maddeler krom, bakır, borat, mermer ve traverten gibi maden cevherleri 
(% 66), kimyasallar (% 11), makineler ve ulaşım araçlarıdır (% 9).  İthalatımız daki başlıca maddeler ise makine ve ulaştırma araçları (% 48), tekstil (% 11) ve yarı mamul mallardır (% 8). Ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi için iki ülke resmi makamları arasında görüş birliği mevcuttur. Ekonomik ilişkilerin yasal çerçevesi Ticaret Anlaşması, Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi (ÇVÖ) Anlaşması, Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması (YKTK) Anlaşması büyük oranda 
tamamlanmıştır. Ülkemizde halen 330’un üzerinde Çinli firma faaliyet göster mekte dir. Bu firmaların yatırımlarının toplamı 63 milyon dolardır. Türkiye’nin Çin’deki yatırımları 100 milyon doları aşmıştır.

Her ne kadar Türkiye’nin Çin’e ihracatı 2005 yılından bu yana yaklaşık 
%300’lük bir artış gösterdiyse de 2009 yılı itibariyle 11 milyar dolarlık dış ticaret açığının kısa vadede kapanması mümkün görünmemektedir. 

Bu nedenle, Cumhurbaşkanı Gül’ün Haziran ayındaki Çin ziyaretinin en önemli gündem maddesi olan ekonomik dengesizliğin giderilmesi noktasında Çinli firmaların Türkiye’ye yatırım yapması ve Çin’e yapılan ihracatın arttırılması için somut adımlar gelecek yıllardaki ekonomik işbirliği açısından önemli olacaktır. Bu anlamda ziyaretin özellikle iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler açısından 
bir dönüm noktası olması beklenmektedir. 




Kaynak: Dış Ticaret Müsteşarlığı istatistiklerinden derlenmiştir.




Kaynak: Dış Ticaret Müsteşarlığı istatistiklerinden derlenmiştir.

Çinli firmalarının Türkiye’ye doğrudan yatırımı için özellikle madencilik, sanayi ve enerji sektörlerinin cazip olduğunu gösteren ve 7 Temmuz’da İstanbul’da gerçekleştirilen Türk-Çin İş Forumu’nda imzalanan anlaşmalar şöyledir 11:

- Türk- Çin İş Konseyi ve Zhejiang Eyaleti Ticaret Ofisi arasında işbirliği anlaşması,
- Zhejiang Material Industry International Co. ve Habaş firması arasında 10 milyon dolar tutarında özel çelik alaşımı anlaşması,
- Zhejiang Orient Engineering Co. Ltd.ve Gülsan arasında 5 milyon 150 bin dolar tutarında hidroelektrik santrali anlaşması,
- Zhejiang Orient Engineering Co. Ltd.ve ARC arasında 5 milyon dolar tutarında hidroelektrik santrali anlaşması,
- Zhejiang Metals & Minerals Imp. & Exp. Corp. ve KCIC firması arasında 20 milyon dolar tutarında maden ihracatı anlaşması,
- Zhejiang Orient Engineering Co. ve Bereket Enerji arasında 16 milyon dolar tutarında hidroelektrik enerji santrali anlaşması 


Türkiye’nin özellikle enerji alanında yatırıma ihtiyaç duyduğunu belirten Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, yapılan hesaplamalar sonucu Türkiye’de önümüzdeki 10 yılda 130 milyar dolarlık enerji yatırımına ihtiyaç duyulduğunu, Çinli firmaların başta nükleer santraller olmak üzere Türkiye’de enerji yatırımıyla ilgilendiklerini belirtmiştir.12 
Türkiye’nin hızla gelişen bir ülke olduğunu ve stratejik konumu açısından, Çin firmaları için çok önemli bir yatırım merkezi olduğunu belirten ÇHC Zhejiang Eyalet Valisi Lu Zushan, Türkiye ile Çin’in dünyada yaşanan ekonomik krize karşı beraber hareket ederek üstesinden gelebileceklerini dile getirerek, sadece Türkiye ile Çin arasındaki mevcut ilişkileri geliştirmek istemediklerini, yeni potansiyel iş alanlarında da iş birliği yapmak istediklerini kaydetmiştir.13 

Yine ziyaret kapsamında Türk Telekom, İş Bankası ve Akbank yöneticileri 
de Çin Eximbank ile Ticaret Finansmanı ve Kredi Limiti Çerçeve Anlaşması imzalamışlardır.14 Her ne kadar Çin Eximbank ile imzalanan düşük faizli ve uzun vadeli kredi anlaşmaları ikili ticari ilişkilerin güvene dayalı bir zeminde ilerlediğini gösterse de, Türk şirketlerinin Çin ile ticaret yapmasını teşvik etmesi nedeniyle kısa vadede ithalatı ve dolayısıyla Çin ile olan dış ticaret açığını arttırması 
beklenebilir. Ancak Çinli firmalara Türkiye’deki yatırımları için verilecek kredilerin dış ticaret açığının orta vadede dengelenmesi adına olumlu sonuçlar doğurması beklenmektedir.

2009 yılının son beş ayında, Cumhurbaşkanı Gül’ün resmi ziyareti sonrası gelişen işbirliği ortamının Urumçi’deki olaylar sebebiyle zarar görmesini önlemek adına ikili temaslar bakanlar düzeyinde devam etmiştir.

Çin Dışişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak Ağustos ayı sonunda Çin Halk Cumhuriyeti’ni beraberindeki iş adamları heyeti ile ziyaret eden Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, ziyaret kapsamında Dış Ticaret Müsteşarlığı ve Dışişleri Bakanlığı yetkilileriyle görüşmeler yapmış ve Urumçi Dış Ekonomik İlişkiler ve Ticaret Fuarının açılışına katılmıştır. Ziyaretin amacını Urumçi’de yaşanan 
olaylar sonucu olumsuz etkilenen ticari ilişkileri geliştirmek olarak tanımlayan Çağlayan, iki ülkenin siyasi ilişkilerinin de gelişmeye devam edebilmesinin anahtarının ticaret ve ekonomiden geçtiğini söylemiştir.15 Eylül ortasında ise Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Çin Maliye Bakanlığı’nın davetlisi olarak gerçekleştirdiği ziyarette Türkiye ile Çin arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin artırılması konusunun ve Çinli firmaların Türkiye’de yapacakları yatırımların 
ele alındığını belirtmiştir. Ayrıca, Bakan Şimşek başkanlığında Pekin’de temaslarda bulunan Türk heyeti; Çanakkale Boğaz geçişi, Kuzey Marmara ve Ankara-İzmir otoyolu, Bursa-Osmaneli hızlı tren projesi, hızlı tren garları ve yat limanlarının da aralarında bulunduğu projelerde Çinli yatırımcılara yap-işlet-devret yöntemiyle yer alma çağrısında bulunmuştur.16

Eylül ayı sonunda Pekin’de düzenlenen ve iki ülke arasında düzenli istişare mekanizması işlevi gören Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti Karma Ekonomik ve Ticaret Komitesi 16. Dönem Toplantısı Protokolü ile “Türkiye ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında Altyapı, İnşaat ve Teknik Danışmanlık İşbirliği Protokolü”, Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti Karma Ekonomik ve Ticaret Komitesi Eşbaşkanı 
Devlet Bakanı Zafer Çağlayan tarafından imzalanmış, “İkili Ticari ve Ekonomik İşbirliğinin Genişletilmesi ve Derinleştirilmesine İlişkin Çerçeve Anlaşması” ise parafe edilmiştir. İkili ticaretin gözden geçirilme imkânı bulunduğu görüşmeler de; ikili ticareti artırıcı faaliyetler, yasal altyapı, standardizasyon ve gümrük konuları ele alınmıştır.17 Bakan Zafer Çağlayan, belirlenen alanlarda gümrük vergilerinin karşılıklı sıfırlanmasının ticaret hacmini arttıracağını belirtmiştir.18 

Yerli üretimi korumak ve Çin ile olan ithalatın kontrolsüz bir şekilde artarak dış ticaret açığının daha da artmasını engellemek ve 

Türk mallarının Çin’e girişindeki yüksek vergiyi kaldırarak ihracatı arttırmak hedeflerini dengede tutmak kolay değildir. Bu bağlamda, Çin’in elinde bulunan 2,1 trilyon dolarlık döviz rezervine dikkat çeken Bakan Çağlayan, Çin’e Türkiye’den tahvil ve Eurobond alınması isteklerini ve ikili ticari ilişkilere ivme kazandıracak olan Türkiye’de banka kurma önerisi götürdüklerini açıklamıştır.19 Türkiye’nin Çin’e, esas olarak krom, kimyasal madde, doğal taş, mermer ve bakır gibi hammaddeler ihraç ettiği göz önüne alındığında ise Türkiye’nin Pekin 
Büyükelçiliği Ticaret Başmüşaviri Ender Öncü, Çin’e yapılan ihracatta bazı sektörlerde hammaddeye dayalı yapıdan kurtularak, makine, gıda maddeleri ve dayanıklı tüketim malları gibi ürünler için yeni pazar stratejileri geliştirmek gerektiğini belirtmiştir.20

Güney Kore ile İlişkiler.,

Siyasi İlişkiler

Türkiye’nin Güney Kore ile ilişkileri 1950 Kore Savaşı’na asker göndermiş olması ve Soğuk Savaş sırasında her iki ülkenin de ABD müttefiki olması dolayısıyla olumlu bir temele sahiptir. Karşılıklı dostluk ilişkileri iki ülke arasında siyasi alanda herhangi bir sorun bulunmamasıyla gelişmeye devam etmiştir. Bu iyi ilişkilerde sadece iki ülkenin temel uluslararası sorunlara olan yaklaşımlarının örtüşmesi değil, Türkiye’nin Kuzey Kore’ye karşı Güney Kore ile paralel bir politika izlemesi de sözkonusu olmuştur. 

2009 yılında da iki ülke arasındaki siyasi ilişkiler karşılıklı resmi ziyaretler ve anma törenleriyle olumlu bir havada gerçekleşmiştir. Güney Kore Başbakanı Han Seung-Soo 16–22 Mart tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşen 5. Dünya Su Forumu’na katılmak üzere Türkiye’ye gelmiştir.21 Başbakan Han, Forumun siyasi süreci kapsamında Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’ne de katılarak su konusuna en üst düzeyde siyasi önem verilmesi gerektiği hususunda 
Türkiye ile benzer bir çizgide olduğunu vurgulamıştır. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, 15–17 Nisan tarihlerinde Güney Kore Milli Savunma Bakanı’nın daveti üzerine Güney Kore’ye resmi bir ziyarette bulunmuştur.22

Kumyangjang-ni Muharebesi’nin 58. yıldönümü dolayısıyla Ocak ayında Ankara’da gerçekleştirilen anma töreninde Kore’de şehit olan askerlerimiz Ankara Garnizon Komutan Vekili Tuğgeneral Atakan Altıparmak, Kore gazileri ve Güney Kore Ankara Büyükelçisi Chang Yeob Kim’in de katılımıyla anılmıştır.23 

Eylül ayında Güney Koreli LG firması Kore savaşına katılan Türk gazilerini iftar yemeğinde ağırlayarak Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılmasından duydukları 
minnet ve şükranlarını dile getirmiştir.24

Ekonomik İlişkiler,

Güney Kore bölgede Çin’den sonra en çok ticaret yaptığımız 2. ülkedir. Başlıca ihraç kalemleri etilen ve profilin gibi petrol gazları (% 27), makine ve ulaşım araçları (% 19), gıda ürünleri (%13), tekstil (% 10), bakır, çinko, mermer gibi maden cevherleridir (%7). 
Başlıca ithalat kalemleri makine ve ulaşım araçları (% 54), kimyasallar 
(% 14), demir-çelik (% 9) ve tekstil ürünleridir (% 7). İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin yasal zemini, Ticaret Geliştirme ve Ekonomik-Teknik İşbirliği Anlaşması, Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması ve Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması dâhil büyük oranda tamamlanmıştır. Ülkemizde imalat, otelcilik, ulaştırma ve haberleşme olmak üzere çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren Güney Kore ortaklı yabancı sermayeli firmaların toplamı 141’ dir. Yatırım yapan firmalar arasında ihracata yönelik üretim yapan Hyundai, LG gibi dünyanın önde gelen firmaları da bulunmaktadır. Ülkemizdeki Güney Kore yatırımlarının toplamı 287 milyon dolardır. 

2009 yılında Türkiye’nin Güney Kore ile ihracatı 235 milyon dolar, ithalatı ise 3,1 milyar dolar olmuştur. Dış ticaret dengesi ise 2,8 milyar dolar ile Güney Kore lehine olmuştur. 2008 yılına kıyasla dış ticaret açığının 2009 yılında %24 azalması ise Türkiye’nin Güney Kore’ye olan ihracatının artması sonucu değil, Güney Kore’den gerçekleştirdiğimiz ithalatın azalması sonucu olmuştur. İki ülke arasındaki olumlu siyasi ilişkilerin ekonomik ilişkilere de yansıması ve ekonomik işbirliğinin gelişmesi en temel beklentidir. 




Türkiye’nin Güney Kore ile Dış Ticareti 1999-2009 (Milyon $)

2009’un son günlerinde Güney Kore Elektrik Enerjisi Şirketi (KEPCO), Türkiye ile iki nükleer reaktör yapma konusunda görüşmeler yaptığını bildirmiştir.25 Türkiye’nin enerji politikalarının önemli kalemlerinden olan nükleer güç santrallerinin kurulması için KEPCO’nun aday olması iki ülkenin enerji sektöründeki işbirliğinin geliştirilmesi açısından olumlu bir zemin oluşturmuştur.

Japonya ile İlişkiler, 

Siyasi İlişkiler

Türkiye ile Japonya arasında siyasi alanda herhangi bir sorun 
mevcut değildir. Bunun yanısıra iki ülke tarihindeki duygusal olaylar 
(1890 yılında Japonya açıklarında batan Ertuğrul Fırkateyni’nde 
hayatta kalan mürettebatın Japon askeri gemileriyle İstanbul’a gönderilmesi, 
1985’te İran-Irak Savaşı sırasında Türkiye’nin Tahran’da 
bulunan Japon vatandaşlarını tahliyesi ve 1999 Marmara depremi 
sonrası Japonya’nın gösterdiği dayanışma) karşılıklı ilişkilerinin 
sağlam bir dostluk temele oturmasını sağlamıştır.26 2009 yılında 

Türkiye-Japonya siyasi ilişkileri bu olumlu zeminde devam etmiş ve 
dostluk ilişkileri Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonya’yı ziyaretinin 120. 
yılı olan 2010 senesinin Türkiye’de Japonya Yılı ilan edilmesiyle perçinlenmiştir.27

İki ülke arasındaki tarihten gelen dostluğun ikili siyasi işbirliğinin 
gelişmesine katkıda bulunacağı beklenmektedir. Ancak uzun yıllardır 
karşılıklı sempatinin siyasi işbirliği anlamında somut sonuçlar 
doğurmadığı düşünüldüğünde, stratejik bir yol haritası belirlenmeli 
ve her iki ülkenin de başta kendi bölgelerinde olmak üzere işbirliğine 
girebileceği alanlar tespit edilmelidir.28 Benzer bir şekilde, 
Japonya’nın Türkiye Büyükelçisi Nobuaki Tanaka iki ülke arasında 
hiçbir sorun olmamasının bazen her iki tarafın da bu olumlu ilişkilerden 
nasıl karşılıklı fayda sağlayacağını inceleme anlamında sorun 
teşkil edebildiğini belirtmiştir.29

İki ülke arasındaki yoğun ekonomik ilişkilerdeki dengelerin gelişen 
siyasi işbirliği ile Türkiye lehine dönmesi ve Türkiye’deki Japon 
yatırımlarının artması beklenmektedir. Dolayısıyla Türkiye-Japonya 
ilişkilerinde ekonomik ve kültürel işbirliğinin olduğu kadar siyasi 
ilişkilerin geliştirilmesi ve dostluk ortamının somut işbirliği ve ortaklıklara 
dönüştürülmesi gerekmektedir.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***