dicle etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dicle etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

MISIR’DA DARBE: İÇERİYE VE DIŞ DÜNYAYA ETKİLERİ

MISIR’DA DARBE: İÇERİYE VE DIŞ DÜNYAYA ETKİLERİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.07.2013 


Mısır, Osmanlı İmparatorluğuna bağlı kendine özgü yönetimi olan bir bölgeydi. Ondan önceki dönemde ilk çağlardan itibaren insanlık tarihi bakımından çok önemli gelişmelerin olduğu bir mekandı. 

Asya’da İndus (Hindistan), Mezopotamya’da Dicle-Fırat neyse Kuzey Afrika için Nil odur. Bu üç bölge asker devletlerin yaşam buldukları bölge olmuşlardır. İndus ve Dicle/Fırat’ta yaşam bulan asker devletler bir şekilde ortadan kalktıysa da Mısır, eski çağlardan bazı kesintiler olsa bile asker devlet özelliklerini taşımaya devam etmektedir. İkinci Dünya savaşından sonra sömürge ülkelerde gelişen bağımsızlık hareketlerinden ilk etkilenen ülke Mısır olmuştur. Başlangıçta İngiltere’ye bağlı bir krallık olan Mısır’da soğuk savaşın getirdiği bloklaşmalardan ve özellikle İsrail’in kurulmasından sonra Mısır’da Nasır önderliğinde yapılan askeri darbe ile Sovyet yanlısı bir çizgi izlenmiştir. Türkiye’de bazı ulusalcılar “Mısır darbesinden bir Nasır çıkacak”  diye düşünenler fena halde yanıldıklarını kısa bir süre sonra anlayacaklar. Darbeyi ilk selamlayanın Suudi Arabistan olduğu dikkate alındığında bunun gizli selamlayıcıları arasında ABD ve İsrail’i gördükleri zaman yanıldıklarını açıkça görecekler.

Soğuk savaşın kendine özgü niteliğinin bir sonucu olarak Mısır’da yaşam alanı bulan Müslüman Kardeşler temel olarak bağımsız bir çizgiye sahip olsa da Sovyet karşıtı kampta yer almıştır. Müslüman Kardeşlerin Anti-Sovyet çizgide oluşu onu direkt olarak Batı Emperyalistlerinin yanında yer aldığı şeklinde yorumlanmamalı dır. Ancak batı bu çelişkiden yararlanmıştır. Müslüman Kardeşler örgütünü başta Mısır olmak üzere diğer Arap Ülkelerinde desteklemekten geri durmamıştır. Müslüman kardeşler, İslam’a getirdikleri yeni yorumla Dünya’daki Müslümanlar üzerinde etkili olmuşlardır. Bu dönemin etkin ideologları Müslüman Kardeşlerin içinden çıkmıştır. Nasır’ın liderliğindeki Mısır’ın İsrail karşısında yaşadığı bozgundan sonra iktidarı ele geçiren Enver Sedat’ın ilk işi İsrail’in işgal ettiği Mısır topraklarındaki işgale son verme karşılığında İsrail ve ABD ile iyi ilişkiler geliştirilmiş tir. Arapların kırmızı çizgisi olan İsrail’i kabul etmeme politikası böylece Arap Dünyasının en önemli gücü Mısır tarafından görmezlikten gelinişi, İsrail’le ilişkilerin başlaması İsrail’in tanınması anlamına geldiği için Müslüman Kardeşlerini, Anti-Sovyetik bir çizgiye gelmiş olmasına rağmen Enver Sedat’a karşı koydu. Nasır’la başlayan Müslüman kardeşler karşıtlığı böylece Enver Sedat ondan sonrasında Hüsnü Mübarek’le devam etti.

25 Ocak 2011’de Mübarek karşıtlığında bir araya gelen göstericilerin hedefinde Mübarek vardı. O dönemde herkes Mısır Ordusunun göstericilerin aleyhine Mübarek’in yanında duracağını tahmin ediyordu. Ancak öyle olmadı. Ordu göstericilerin üzerine gitmedi. Mübarek’i devirmeyi tercih etti. Aslında bu da bir anlamda darbeydi. İster seçimle gelsin ister diktatör olsun mevcut yönetim asker tarafından devrilip asker yönetime el koyuyorsa bu da darbedir. Hatta darbeciyi, darbe ile devirip yönetimi ele geçiren de darbecidir. Bu anlamda bakıldığında Mısır’da iki buçuk yıl önce yapılan da bir darbeydi. Mursi’ye karşı yapılan darbe o günkü darbenin devam eden halidir. Çünkü Mübarek devrildikten sonra Askeri Yüksek Konsey oluşturuldu. Bu konsey bir şekilde Yasam/Yürütme/Yargı erklerini ele aldı. Parlamento seçimleri onların gözetiminde yapıldı bir yıl önce yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bazı adayların girmesini veto etti. Mursi, askeri Yüksek Konsey tarafından adaylığı onaylanan biriydi. Müslüman kardeşler örgütünün etkin liderlerinin önü kapatıldı. Bu kapatılma diğer adaylarda da kendisini gösterdi. Askeri Konsey daha çok Mübarek döneminin İstihbarat şefi Ahmet Şefik’in seçilmesini istiyordu. 

Tıpkı 12 Eylülden sonra Türkiye’de normalleşmeye geçiş sürecinde olduğu gibi o dönemin darbecileri Sunalp’in seçilmesini istiyorlardı. Ancak Özal seçildi. Mursi’nin seçilmesi Özal’ın seçilmesine benziyordu. Ancak 12 Eylül’ün oluşturduğu anayasa Özal’ı her yönden sınırlıyordu. Özal sistemi zorladıkça, statükoyu oynatacak hamleler yaptıkça nasıl ki tasfiye edildiyse Mursi de öyle tasfiye edildi. Mursi’nin tasfiye edilmesi, Müslüman kardeşler örgütünün tasfiye edilmesi anlamına gelmez. Tersine Müslüman kardeşler, Mursi’nin darbe ile devrilmesinden bazı dersler çıkarıp yeni döneme daha hazırlıklı hale gelebilirler. Nasıl ki, Türkiye’de Ordunun ve diğer vesayet güçleri Siyasi İslam’ı geriletmek için çabaları bir süre sonrasında yetersiz hale geldiyse aynı durum Mısır’da da yaşanabilir. Uzun süre yasadışı yaşamak zorunda kalan örgütün birden bire legal hale gelişinde yaşanan sancılar ve yetersizlikler de bu örgütün askeri darbe karşısında duruş göstermesinde sınırlama getirmiştir. Karşı bloğun politikleşmesi, toplumsallık yakalaması da dikkate alındığında ülkenin iç savaşa girme riski de Müslüman Kardeşlerin direnç gösterme eğilimini azaltmıştır. Müslüman kardeşlerin daha çok şehirlerde, orta sınıf içinde etkili oluşu da dikkate alındığında oluşabilecek bir iç savaşın en çok orta sınıfı vuracağı da dikkate alındığında Müslüman kardeşlerin neden büyük bir direnç göstermediğini anlamak gerekiyor. Mursi’nin kendi taraftarlarına şiddete başvurmadan karşı çıkışa çağrısı iç savaşın çıkışından duydukları kaygıyla ilgilidir. Ancak ne olursa olsun Mısır’da iç savaş riski her zamandan daha fazladır. Ordunun darbeden sonra ilk iş olarak Müslüman Kardeşler örgütünü yasadışı ilan edip tutuklama yoluna gitmesi ileriki aşamalarda seçim olması durumunda bu siyasal hareketin seçimlere fiilen girişinin engellenmesi anlamına geleceğinden dolayı iç savaş fitilinin bizzat ordu tarafından ateşlenmesi anlamına geliyor.

Siyasal iktidara bağlı bir ordu tarafları anlaşmaya varmaları için uyarı yapıyorsa o ordunun orada gerçek iktidar olduğu anlamına geliyor. Kendisinde o gücü göremeyen hiçbir güç başka birilerine ültimatom veremez. Ordunun darbeden iki gün önce ültimatom vermiş olması aslında fiilen yaşanan darbenin olduğu anlamına geliyordu. Mursi de bunu anlamıştı ancak iş işten geçmişti. 

Direnç gösterseydi o anda direnç göstermesi gerekiyordu.

Olaya bütünsel olarak bakacak olursak İlk Tahrir'de ordu Mübarek’i, ikinci Tahrirde Mursi’yi devirdi. 

Ordunun Mursi’yi devirmesi uzun süre iktidarı elinde bulunduracağı anlamına geliyor. Çünkü bu kez çok önemli bir gücü etkisizleştirmekle kalmadı arkasında önemli bir toplumsal destek de buldu. Bundan sonraki süreçte seçimlere gidilse bile seçilecek iktidarın orduyla ilişkileri iyi olacak bir iktidar gibi görünüyor. Ordu, şimdilik elde ettiği üstünlüğü kullanarak Müslüman Kardeşleri yeniden yasadışı ilan etme yoluna da gidebilir. Bazı liderlerinin tutuklanması bazıları için de yakalama kararlarının çıkmış olması bu örgütü yasadışı ilan etmeye başladığı anlamına geliyor. Bu yasa dışılığı sürekli hale getirebilmek için ordu daha fazla başta kalabilir. Mısır’da darbe yapabilecek başka bir ordu olmadığına göre ordunun gidişi de kolay olmaz. Böylece, sınırlı olarak başlayan demokrasi bundan sonra sınırlı demokrasi bile olamayacak durumda. Zaten, Mursi’nin seçilme sürecinde seçime girmesi askeri konseyce uygun görülen bir adaydı. Müslüman Kardeşlerin önemli liderlerinin önü kapatılmıştı.Bu da sınırlı demokrasi için kötü bir final ve kötü bir gidişattır.  

Darbenin Suriye’de Esad’a, Türkiye’de Erdoğan’ı nasıl etkileyeceği tartışmaları başlamıştır. Esad’a karşı Müslüman Kardeşler muhalefeti gözlüğünden bakıldığında Mısır darbesinin Esad için iyi geldiği görülebilir. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor ki, Uluslar arası güçler, Mısır’daki darbecileri Esad aleyhine dönüştürme gücüne her zaman sahiptir. Suriye’de Müslüman kardeşler veya başkaca radikal İslamcıların iktidara gelmesi yerine yeni tip muhalefet oluşturma çabası da dikkate alındığında Mısır darbesinin ileriki aşamalarda Esad’ın aleyhine dönüşebilme potansiyeline sahiptir.

Türkiye açısından bakıldığında ise Suriye’den sonra ikinci dış politika başarısızlığıdır. Türkiye’nin kendisini bir nevi Yeni-Osmanlı sayarak bölgeyi kontrol istemi ikinci kez hüsranla sonuçlanmıştır. Dışişleri Bakanı ve başbakanın dış politika danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinliği” “Stratejik Sığlığa” dönmüş durumdadır. AKP basın yayın organlarını yanına alarak bunu gizleme yoluna gitse bile iç politikaya etkisi de er geç kendisini gösterecektir.
19 Temmuz’da birinci yılını dolduracak Rojava devrimi ise Türkiye’nin bölgede etkinliğinin azalmasıyla birlikte daha da etkili olma şansını yakalamıştır. Daha önce Suriye’deki muhalefet güçlerini destekleyen Türkiye bu etkinliğini kullanarak Suriye muhalefetinin görüşlerini de etkileyerek Kürtlerin kazanımlarını ve Suriye muhalefeti tarafından tanınması engelleniyordu. 
Bu aşamadan sonra ne  Suriye muhalefetinin Türkiye’ye güveni kalmıştır ne de Suriye muhalefeti eski gücüne sahiptir. 

Bu da Suriye’de Kürtlerin haklarında daha duyarlı olacak bir muhalefetin etkili olacağı anlamına geliyor. 
 

***

10 Aralık 2017 Pazar

TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE SU


TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE SU


Suyun, Türk Dış Politikasının bir meselesi haline gelmesi, 1980’li yıllarla birlikte özellikle Fırat ve Dicle havzasında çok sayıda büyük baraj ve sulama projeleri inşa etmeyi içeren, GAP’ın planlanma ve inşa aşamalarında olmuştur. 

Türk Dış Politikası ve Su Turkish Foreign Policy and Water 

Ayşegül KİBAROĞLU 



Türkiye’nin su politikası, tarımsal üretimi artırma ve gıda güvenliğini sağlama; sanayi, kentsel ve kırsal alanlardaki artan içme suyu ihtiyacını karşılama; ithal enerji kaynaklarına bağımlılıktan kurtulma; ülke içindeki bölgesel, ekonomik ve 
sosyal dengesizlikleri giderme; halkın hayat standardını yükseltme hedefleriyle tanımlanabilir. 

Ulusal düzeydeki bu stratejik hedeflerle uyumlu biçimde sınıraşan sular politikaları biçimlendirilmiştir. Bu bağlamda, sınıraşan su politikasının 
oluşturulması ve uygulamasından doğrudan sorumlu olan Dışişleri Bakanlığı sınıraşan sular politikasını şöyle tanımlamaktadır: 
“Sınıraşan sular politikamız, suyun ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısından önceliklerimiz, Avrupa Birliliği (AB) ile tam üyelik 
müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde bulundurularak oluşturulmakta ve değişen şartlara göre gözden geçirilmektedir.”1 

Suyun, Türk Dış Politikasının bir meselesi haline gelmesi, 1980’li yıllarla birlikte özellikle Fırat ve Dicle havzasında çok sayıda büyük baraj ve sulama projeleri inşa etmeyi içeren, kapsamlı bir sosyo-ekonomik kalkınma projesi olan Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) planlanma ve inşa aşamalarında olmuştur. Dış politikayı belirleyen en önemli faktörler olan ‘tarih’ ve ‘coğrafya’ sınıraşan 
su politikasının belirlenmesinde de esas rolü oynamıştır. Bu bağlamda, komşularımızla ve bölge ülkeleriyle Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana gelişen siyasi ve ekonomik ilişkilerinin durumu sınıraşan su politikasını belirleyen esas 
çerçeveyi oluşturmuştur. Öte yandan, 20. Yüzyılın ikinci yarısının önemli bir bölümünü kapsayan ‘Soğuk Savaş’ Türkiye’nin komşularıyla olan bölgesel ve ikili siyasi ilişkilerini belirlerken sınıraşan su politikalarını da doğrudan etkilemiştir. 

Bu dönemde Suriye, Irak ve Bulgaristan’la Asi, Fırat-Dicle ve Meriç havzalarında kapsamlı sınıraşan su işbirliğinin kurulamamasında Soğuk Savaşın ikili ve bölgesel ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisi rol oynamıştır. 

Buna karşılık, Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından bu yana, Türkiye, sınıraşan su havzalarında komşularıyla diplomasi ve uluslararası hukukun araçlarını kullanarak, müzakereler yürütme, antlaşmalar yapma ve geçici veya sürekli teknik komiteler gibi kurumsal yapılar oluşturma gibi dış politika çıktıları üretmiştir. Soğuk Savaş döneminde “düşman” kampta yer alan Ermenistan’la 
Arpaçay üzerinde inşa edilen ortak baraj, Suriye ile imzalanan Fırat nehrinden su paylaşımını (geçici) olarak belirleyen 1987 Protokolü ve Bulgaristan’la imzalanan bir dizi anlaşma ve protokoller, Türkiye’nin farklı siyasi kamplarda yer aldığı komşularıyla bile sınıraşan su konusunda uyuşmazlıklarını ele alırken, uluslar arası teamül hukukunun ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın (Antlaşması) 
öngördüğü biçimde barışçıl yollardan çözüm yöntemlerini tercih ettiğini ortaya koymaktadır. 

Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafi şartlar sınıraşan su politikasının belirlenmesinde önemli rol oynamıştır. 
Türkiye’de; Meriç, Çoruh, Asi, Fırat-Dicle ve Aras havzalarında yer alan akarsuların kolları, sınıraşan ya da sınır oluşturan2 sular kapsamında yer almaktadır. Bu havzaların Türkiye’deki yağış alanları toplam 256.000 km2 olup, 
ülke yüzölçümünün yaklaşık üçte birini kaplamaktadır. 

Türkiye’deki ortalama su potansiyelleri ise toplam 70 milyar m3/yıl mertebe sinde bulunmakta, dolayısıyla ülke ortalama su potansiyelinin yaklaşık %30’na karşı gelmektedir. Türkiye, Fırat-Dicle, Çoruh, Aras nehirlerinde ve küçük 
tekil akarsularda memba (yukarı-kıyıdaş) ülke, Meriç nehrinde mansap (aşağı-kıyıdaş) ülke, Asi nehrinde ise memba (nehir kollarında) ve büyük oranda mansap ülke konumundadır. 

Türkiye’nin; 
Yunanistan, Bulgaristan, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, İran, Irak ve Suriye olan sınırlarının birçok bölgede ya akarsulardan oluştuğu ya da kesiştiği görülmektedir. Toplam uzunluğu 2753 km olan Türkiye sınırlarının %22’sini akarsular oluşturmaktadır. 

Gerek fiziki coğrafi şartlar itibariyle: Sınıraşan su kaynaklarının Türkiye’de tatlı su kaynaklarının önemli bir bölümünü (%30) oluşturması ve bu havzalarda Türkiye’nin ekilebilir ve sulanabilir toprak kaynaklarının önemli bir bölümünün yer alması (Örneğin: Fırat ve Dicle havzası Türkiye alansal yüzölçümünün %20’ni kaplar) gerek ise insani coğrafi koşullar bağlamında, sınıraşan su 
havzalarında yaşayan kentsel ve kırsal nüfusun durumu, nüfus artış hızı ve gelişen yaşam standartları çerçevesinde artan sosyo-ekonomik gereksinimleri 
de dikkate alındığında, sınıraşan su politikalarının belirlenmesinde ‘coğrafyanın’ oynadığı rol ön plana çıkmaktadır. 




Sınıraşan Su Politikasının Oluşturulmasında Kurumsal Gelişim 

20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında gelişen küresel, bölgesel ve ikili siyasi ve ekonomik ilişkilerin genel tarihsel bağlamında ve fiziki ve insani coğrafyanın belirlediği koşullar çerçevesinde biçimlendirilen sınıraşan su politikaları devlet 
Sınıraşan suların özellikle 1980’lerden bu yana dış politikanın bir unsuru haline gelmesiyle beraber Türkiye bu alanda küresel gelişmeleri izleyen ve bölgesel siyasi koşulları dikkate alan gerçekçi ve tutarlı dış politika ilkeleri belirledi.
bürokrasisi içinde özellikle 1980’li yıllardan itibaren kurumsallaşmış ve başlıca dış politika ilkeleri belirlenmiştir. Bu ilkelerin oluşturulmasında ulusal siyasi ve ekonomik çıkarlar doğrudan rol oynadığı gibi uluslararası su hukuku ve siyasetinin de önemli etkileri olmuştur. 

GAP’ın uluslararası etkisinin artmasıyla 1980’lerden bu yana sınıraşan sular konusunda ilke ve politikaların belirleneceği bürokratik yapılanma oluşturulmuş tur. Dışişleri Bakanlığı’nda bölgesel ve sınıraşan sularla ilgili bir dairenin kurulması ve bu dairenin Enerji, Su ve Çevre İşleri Genel Müdür Yardımcılığı altında yapılandırılması sağlanmıştır. Öte yandan, sınıraşan su politikalarının 
oluşturulabilmesi için su kaynaklarının miktar ve kaliteye ilişkin durumunun ve değişkenliğinin tespiti ile ilgili pek çok teknik bilgiyi sağlayan; su kaynaklarının geliştirilmesi, yönetilmesi ve korunmasından sorumlu diğer ilgili devlet 
kurumlarının da dış politikanın ilke ve politikalarının oluşturulmasında Dışişleri Bakanlığı ile eşgüdüm içinde çalışması hedeflenmiştir. Bu kurumların başında, Türkiye’deki sistematik su kaynakları yönetiminden 1954 yılından bu yana 
sorumlu olan Devlet Su İşleri (DSİ) gelmektedir. Türkiye’nin 25 nehir havzasındaki yüzey ve yer altı sularının miktar ve kaliteye ilişkin verilerinin 
toplanması, suların tarım, içme suyu, sanayi, enerji ve diğer ilgili sektörlerce olan talebinin karşılanması için gerekli su geliştirme projelerinin planlanması, projelendirilmesi, inşa ve işletmesinden sorumlu olan DSİ’nin görevleri zaman 
içinde ülkedeki ve dünyadaki siyasi ve ekonomik koşulların ve yaklaşımların değişmesiyle özel sektör, kullanıcılar ve diğer kamu kurumlarına devredilmiş olsa da Türkiye’nin sınıraşan su havzalarında başta GAP olmak üzere enerji, içmesuyu, sulama, taşkın ve kuraklıktan koruma projelerini gerçekleştiren bir kurum olarak DSİ, sınıraşan su politikalarının ilkelerinin belirlenmesinde 
Dışişleri Bakanlığı’na önemli girdiler sunmuştur. 

GAP bölgesinde sosyo-ekonomik kalkınma projelerinin eşgüdümünden ve bölgesel kalkınmanın etkin ve adil bir biçimde yürütülmesinden sorumlu GAP Bölge Kalkınma İdaresi’nin Suriye ile suya dayalı kalkınma alanında işbirliği 
girişimleri olmuş ve bu girişimler sınıraşan su politikalarına yeni açılımlar sağlamıştır. Bu bağlamda, 2001 yılında, GAP Bölge Kalkınma İdaresi 
öncülüğünde Suriye ile 2000’li yıllarda gelişen siyasi ve ekonomik ilişkileri destekleyecek biçimde, Suriye Arazi Islah Müessesi (GOLD) ve Suriye Sulama Bakanlığı’nın daveti üzerine ülkeye bir delegasyon gönderilmesiyle olumlu 
adımlar atılmıştır. Bu ziyaretin ardından, Sulama Bakanlığı’nın öncülüğüyle Suriye delegasyonu Türkiye’ye iade-i ziyarette bulunmuştur. 
Bu ikili  görüşmelerin sonucunda, 23 Ağustos 2001’de GOLD ve GAP yönetimleri arasında bir Ortak Bildiri (Protokol) imzalanmıştır. Protokol iki tarafın eğitimi, karşılıklı uzman değişimi, teknoloji alışverişi ve ortak projelerin yürütülmesi gibi 
alanlarda işbirliği yapmasını öngörmektedir. Ayrıca, Haziran 2002’de bir uygulama belgesi imzalanarak, Ortak Bildiri’de ortaya konan işbirliğinin 
uygulanmasının prensipleri belirlenmiştir. 

Bu belge, ülkeler arasında yürütülecek olan projeleri, eğitim programlarını ve diğer faaliyetleri tanımlamaktadır.3 Bu protokolün ve daha sonra imzalanan uygulama belgesinin amacı, sosyoekonomik kalkınmayı genel bir çerçevede değerlendirerek bölgenin toprak ve su kaynaklarından sürdürülebilir biçimde yararlanılmasını sağlamak, ayrıca da Türkiye ve Suriye’nin az gelişmiş 
bölgelerinin geliştirilmesini ve bütüncül bir kalkınma anlayışı ile ele alınmasını sağlamaktır. Bir zamanlar bölgesel politikada yalnızca gerilime yol açmış olan GAP’ın bu protokol kapsamında kalkınmayla ilişkili alanlarda gelişen işbirliğinin 
bir unsuru olması hedeflenmiştir. Protokol ve uygulama dokümanında yer alan ortak projeler, eğitim ve uzman değişimi projeleri takip eden dönemde uygulanamamış olmasına karşılık iki kurum arasındaki yarı-resmi diyalog hep sürmüş ve bu işbirliği adımı iki ülkenin diğer ilgili kurumları ve bakanlıkları arasında 2009 yılında somutlaşan bölgesel sosyo-ekonomik kalkınma hedefli su kaynaklarının geliştirilmesi ve yönetimiyle ilgili kapsamlı işbirliğinin ilk nüvesini oluşturmuştur. Öte yandan Avrupa Birliği’ne adaylık ve uyum sürecinin 
başladığı 2000’li yılların başlangıcından bu yana Çevre ve Orman Bakanlığı su kaynaklarını kullanma ve koruma dengesini gözetecek yasal ve uygulamaya yönelik girişimler gerçekleştirmiş, bu bağlamda sınıraşan su politikalarının 
biçimlendirilmesine katkılarda bulunmuştur. Nitekim 2009 yılında Suriye ve Irak’la Fırat, Dicle ve Asi nehir havzalarındaki su kaynaklarının kullanımı, geliştirilmesi ve korunmasıyla ile ilgili imzalanan mutabakat zabıtlarında4 Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, AB ile ilişkiler çerçevesinde, geliştirdiği yeni yaklaşımlar önemli rol oynamıştır. Bu mutabakat metinlerinde kullanılan: “havza düzeyinde su kaynaklarının yönetimi,” “emisyon standartlarının oluşturulması ve çevresel kalite standartlarına geçiş,” “kirleten öder,” ve “maliyet geri dönüşünün sağlanması,” gibi kavramlar AB su politikalarının oluşturulmasında, özellikle de 
AB su kaynakları yönetiminin başlıca yasal belgesi olarak nitelenen AB Su Çerçeve Direktifinin içerdiği kavram ve terminolojiyi yansıtmaktadır. 

Bu protokollerin hazırlanmasında doğrudan rol oynayan ve uygulayıcı başlıca otorite olarak Çevre ve Orman Bakanlığı, AB ile üyelik müzakereleri 
çerçevesinde açılan “Çevre” faslı kapsamında geliştirdikleri yasal ve kurumsal gelişim ve deneyimleri Suriye ve Irak’la ile gerçekleştirilen bu iki protokole doğrudan yansıtmışlardır. Böylelikle sınıraşan sular konusunun Dışişleri Bakanlığı gibi ‘yüksek politika yapıcılarının’ yanı sıra, doğrudan konunun teknik yanıyla ilgili bakanlıklarca da ele alındığı gözlemlenmiştir. Bu durum, özellikle Fırat ve Dicle havzasında 1980’lerden Suriye ve Irak’la sürdürülen müzakereler den çok farklı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu yaklaşım farklılığı, geçmişteki diplomatik müzakerelerin gündeminden çok farklı olarak tarafların sınıraşan 
su kaynaklarının kullanımı ve yönetimi hususuna odaklanarak su kaynaklarının paylaşımı ve tahsisinden bahsetmemiş olmalarıdır. 

Diğer yandan, 2011 yılında hükümette yeniden yapılanma süreci doğrultusunda Çevre ve Orman Bakanlığı’nın görevleri iki ayrı bakanlık altında toplanmış ve bu bağlamda Orman ve Su İşleri Bakanlığı kurulmuştur. Bakanlığa bağlı Su 
Yönetimi Genel Müdürlüğü ve Genel Müdürlük altındaki Su Hukuku ve Politikası Daire Başkanlığı da sınıraşan su politikalarına yeni girdiler hazırlayacak kamu kurumları olarak biçimlendirilmişlerdir. 

Su Hukuku ve Politikası Daire Başkanlığı’nın başlıca belirlenen görevleri arasın da ulusal ve uluslararası su hukuku ve mevzuatı ile ilgili çalışmalar yapmak,      sözleşmeleri takip etmek ve uyumlaştırma çalışmalarını ilgili kurum ve kuruluşlar ile gerekli koordinasyonu sağlayarak yürütme görevi bağlamında sınıraşan su 
politikalarının oluşturulmasına önemli katkılar vermesi beklenebilir. Ayrıca yine Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bağlı Türkiye Su Enstitüsü’nün (SUEN) amaçları arasında ulusal ve uluslararası su politikalarının geliştirilmesi için bilimsel araştırmalar yapmak ve desteklemek bulunmaktadır. 

Bu bağlamda SUEN’in sınıraşan su politikalarının biçimlendirilmesine katkı veren bir düşünce ve araştırma kurumu olarak faaliyet göstermesi beklenebilir. 


Kamu kurumlarındaki bu yeniden yapılanmanın, sınıraşan su havzalarında stratejik siyasi ve ekonomik gelişmeleri dikkate alacak ve Türkiye’nin 
sınıraşan su hukukunun ve politikalarının oluşturulmasında aktif ve üretken olmasını sağlayacak biçimde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. 
Bu yeniden yapılanma sürecinde kurumlararası eşgüdümün en verimli biçimde sağlanması halinde sınıraşan su politikaları üretiminin zenginleştirilmesi 
beklenebilir. Bütün bu gelişmelere ek olarak sınıraşan su politikalarının oluşturulmasında bilimsel ve akademik kadroların, düşünce ve araştırma kuruluşlarının, sivil toplum kuruluşlarının katkı sunmasına olanak sağlayacak 
açılımlar sağlanmalıdır. Küresel ve bölgesel düzeylerde (özellikle Orta Doğu ve Avrupa) su politikaları gerek siyasi gerek hukuksal alanlarda hızla gelişmektedir. Bu gelişmelere katılmak ve öncülük etmek için Türkiye’nin sınıraşan su 
politikaları nın paydaşların zengin ve etkin katılımı ile belirlenmesi gerekecektir. Ayrıca ulusal ve uluslararası medya araçları da sınıraşan su politikalarının tanıtımı ve kamuoyu ile paylaşımı açısından etkin bir araç olarak tercih edilmelidir. Sınıraşan Su Politikasını Yönlendiren Başlıca İlkeler ve Uluslararası Su Hukuku Sınıraşan suların özellikle 1980’lerden bu yana dış politikanın bir unsuru haline gelmesiyle beraber Türkiye bu alanda küresel gelişmeleri izleyen 
ve bölgesel siyasi koşulları dikkate alan gerçekçi ve tutarlı dış politika ilkeleri belirledi. Bu çerçevede, Dışişleri Bakanlığı tarafından sınıraşan sular politikasının temel ilkelerini aşağıdaki biçimde sıralanmıştır:5 

1. Her ülke topraklarından doğan veya topraklarında akan sınıraşan nehirlerden faydalanma hakkına sahiptir. Ancak bunu yaparken aşağı kıyıdaş ülkelere önemli zarar vermeme ilkesi esastır. 

2. Sınıraşan sular kıyıdaş ülkeler arasında anlaşmazlıktan ziyade, bir işbirliği unsurudur. 
3. Sınıraşan sular hakça, akılcı ve etkin biçimde kullanılmalıdır. 
4. Suyun yararlarının paylaşılması hedeflenmelidir. 
5. Sınıraşan sularla ilgili meselelere kıyıdaş ülkeler arasında çözüm aranmalı, üçüncü tarafların arabuluculuk girişimleri desteklenmemelidir. 
6. Suların tahsisi ve kullanımında tabii hidrolojik ve meteorolojik şartlar dikkate alınmalıdır. 
Bu durum kuraklığın yaratacağı risklerin bütün kıyıdaş ülkelerce paylaşılmasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla, kesin rakamlar veya miktarlar üzerinden su paylaşımı söz konusu olamaz. 
7. Türkiye komşularıyla hidro-elektrik santrali, baraj ve diğer su altyapıları, sulama sistemleri ve içme suyu tesisleri alanında edindiği deneyimleri, teknoloji ve insan kaynakları potansiyelini paylaşmaya hazırdır. 
8. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularıyla ilgili olarak, “iki nehir tek havza” yaklaşımı Türkiye için vazgeçilmezdir. Bu bağlamda iki nehrin toplam su potansiyelinin kıyıdaş üç ülkenin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olduğu değerlendirilmektedir. 
9. Ülkemiz Dicle ve Fırat suları konusunu bütün boyutlarıyla görüşmeye hazırdır. Bu çerçevede bir iyi niyet gösterisi olarak talep edilen bilgi ve veriler diğer kıyıdaş ülkelere iletilmektedir. Ancak veri ve bilgi değişiminin havza bazında karşılıklı olması gerekmektedir. 
10. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularının bütün kıyıdaş ülkelerce etkin bir biçimde kullanımı önem taşımaktadır. Bu kapsamda aşağı kıyıdaş ülkelerin de suyu etkin bir biçimde kullanmaları, su tasarrufu için yeni sulama sistemlerini devreye sokmaları ve suyun kirlenmesini önlemek suretiyle kendilerine düşeni yapmaları gerekmektedir. 




Bu ilkelerin, özellikle ilk üç ilkenin, belirlenmesinde, uluslararası teamül (örfi hukuk), antlaşmalar hukuku, doktrin ve yumuşak hukuk kurallarından  etkilenildiğini iddia etmek yanlış olmaz. 

Dünyada çeşitli coğrafi, sosyal, siyasal ve ekonomik özelliklere sahip sınıraşan su havzalarındaki uyuşmazlıkların işbirliğine dönüştürülmesi için uluslararası su hukukunun suyla ilgili anlaşmazlıkların çözümünde ve su kaynaklarının daha iyi 
yönetilmesi ve tahsisi için gerekli (evrensel) kuralların belirlenmesinde önemli rolü olabilmektedir. 

Nitekim uluslararası su hukuku uzmanları başlıca üç uluslararası hukuk kaynağı üzerinde çalışırlar: Uluslararası su kaynaklarını konu alan ikili ve çok taraflı antlaşmalar; devletlerin uygulamaları sonucu ortaya çıkan ve Birleşmiş Milletler (BM) Uluslararası Hukuk Komisyonu (ILC) ve bağımsız profesyonel bir kuruluş olan Uluslararası Hukuk Derneği’nin (ILA) faaliyetleriyle yazılı hale gelen örfi uluslararası hukuk kuralları (teamül) ve bir sınıraşan nehir üzerindeki kıyıdaşlar arasındaki iddia ve karşı iddiaların oluşturduğu bir süreçle gelişen yasal çerçeve 
doktrinleri.6 

Uluslararası su hukuku, sınıraşan sular konusunda devletlerin etkin kurumlar oluşturabilmelerine zemin hazırlayacak başlıca ilke ve kuralları sağlar. Öte yandan, ulusal hukukun temel niteliklerinden olan gerektiğinde yargılama yetkisi ve yaptırım araçlarını kullanma gibi özelliklerden yoksun olan uluslararası hukuk devletler üstü olmayan bir sistemdir ve ancak devletlerin rızası ve onların oluşturduğu ilke ve normlara dayanarak uygulama olanağı vardır. Uluslararası hukuk sisteminin bu zayıf uygulama ve yaptırım yapısına rağmen, devletler çoğunlukla uluslararası hukukun birçok normuna uygun hareket ettiklerini 
kanıtlamaya çalışarak, uluslararası hukuk sistemini temel bir referans olarak kabul etmişlerdir. 

Hukukun uyuşmazlıklara çözüm bulmaktaki rolü değişken olsa da, devletler kabul görmüş uluslararası hukuk ilkelerini nadiren ihlal ederler. Esasen, diplomatik ilişkilerinde sıklıkla bu kurallara dayanırlar. Bu argüman, uluslararası su hukuku için de geçerlidir. 

Uluslararası su hukukunun birçok ilkesi iki tür kaynaktan beslenmektedir: antlaşmalar ve uluslararası örfi (teamül) hukuk. Antlaşmalardan kaynaklanan kurallar göreli olarak daha kolay tespit edilebilirler ancak bazı maddelerin farklı 
yorumlanması olasılığı daima mevcuttur. Örfi uluslararası hukuk kurallarını saptamak ve uygulamaya dönüştürmek görece daha zordur. Önde gelen uluslararası su hukuku kurumlarının bu kurallarla ilgili sürdürdükleri kodifikasyon çabaları sürece büyük oranda katkıda bulunmuştur. 

Bu bağlamda, uluslararası hukuk uzmanları, 1997 yılında BM Genel Kurulu’nda “Birleşmiş Milletler Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanılması na İlişkin Sözleşme” (United Nations Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses) kabul edilmesinin uluslararası hukuk (örfi) kurallarının kodifikasyonunda ve ileriye yönelik olarak geliştirilmesin de kayda değer bir başarı olduğunu vurgulamışlardır.7 Söz konusu metni günümüze değin 30 ülke onaylamıştır. Bu Sözleşme birçok sınıraşan su havzalarında, çatışan çıkarları nedeniyle karşı karşıya gelen kıyıdaş ülkelere anlaşmazlıklarıyla ilgili çözüm için referans olabilecektir. Türkiye, Sözleşme’nin BM Genel Kurulu’ndaki oylamasında, özellikle İkinci Bölümü’ndeki “planlanan (snıraşan su kaynakları üzerindeki projelerin) önlemlerin önceden haber verilmesi” ve “uyuşmazlıkların barışçıl yollardan çözümü için zorunlu diplomatik ve yargısal mekanizmalar” ilkelerini içermesinden dolayı red oyu vermiştir. Öte yandan gerek uluslararası teamül (örfi) hukukunun gerekse başta BM Sözleşme si olmak üzere uluslararası antlaşma hukukunun temel ilkeleri olan: “adil kullanım hakkı,”“önemli zarara yol açmama,”“sınıraşan işbirliği” ve “hidrolojik ve diğer ilgili veri ve bilgilerin düzenli olarak paylaşılması” yükümlülükleri Türk dış politikasının da temel ilkelerini (Dışişleri Bakanlığı’nın vurguladığı ilk üç ilke) oluşturmaktadır. Şüphesiz ki bu ilkeler, antlaşmalara ulaşmak isteyen sorunlu sınıraşan su havzalarında kıyıdaşlar için yararlı referanslar sağlamaktadırlar. Ancak bu ilkelerin sınıraşan nehir havzalarında oluşturulabilecek anlaşmalarda yer alacak kıyıdaşların karşılıklı hak ve yükümlülüklerini içeren kuralları 
aracılığıyla operasyonel ve kurumsal kılınmaları gereklidir.8 Dolayısıyla, örneğin, uluslararası su hukukunun en önde gelen ilkesi: “adil ve makul kullanım ilkesi”, daha çok genel ifadelerle hakkaniyetli ve makul kullanımı; sınıraşan suların geliştirilmesini ve korunmasını tanımlar; böylelikle yalnızca gerçekleştirilecek eylemlerin çerçevesini çizer. Kıyıdaşlar, hukukun çeşitli araçlarla sunduğu bu genel ilkeleri spesifik ve sınıraşan su kaynağının özgün koşullarıyla ilişkili  
uluslararası antlaşmalar tarafından oluşturulmuş kurallar ve karar-alma mekanizmaları aracılığıyla operasyonel, ölçülebilir ve doğrulanabilir hale getirmelidirler.


Sınıraşan su anlaşmazlıklarının yaşandığı birçok havzada ikili ve çok taraflı nehir anlaşmalarının gerçekleştirilmiş olduğu gözlenmektedir. Ancak ikili veya çok taraflı bu su anlaşmalar tutarlı bir biçimde tüm etkilenen tarafları (tüm kıyıdaşları) kapsamalı; uyuşmazlıkları görüşmeye yetkili ortak bir yürütme komitesini içermeli; hidrolojik koşullarda meydana gelebilecek uzun dönemli 
değişimlere uyum sağlayacak biçimde esnek olmalıdır. Sınıraşan su müzakere leri, antlaşmaların oluşturulmasını ve bu antlaşmaların uygulanmasını 
sağlayacak nehir havzası yönetim yapılanmalarının kurulmasını hedefleyen uzun 
soluklu bir çaba olmalıdır. Nitekim kısa dönemli siyasi çıkarlar için ve ilgili tüm paydaşlar (devlet, özel sektör, sivil toplum ve su kullanıcıları) arasında 
gerekli tüm istişareleri tamamlanmadan imzalanan ve uygulanan sınıraşan su paylaşım antlaşmaları bu havzalarda su kullanımını etkin, verimli, sürdürülebilir kılamamaktadır. Bu bağlamda, Fırat nehri sularının Türkiye ve Suriye arasında metreküp üzerinden paylaşımını içeren 1987 tarihli Protokol ve 1990’lı yıllarda Irak ve Suriye arasında aynı nehrin sularını yüzdeler üzerinden paylaşımını içeren Protokol, ikili antlaşmalar olarak suyun miktarı ve kalitesiyle ilgili gerçek sorunlara değinmemiş; artan sorunlar için de açılım sağlayamamıştırlar.9 Belli kotalar üzerinden paylaşımı içeren bu antlaşmalar nehirlerin doğal-hidrolojik ve iklim değişikliğine bağlı değişkenliklerini dikkate almamış; kuraklıkların  etkileri ne, su kalitesine, havzadaki toprak kaynaklarının yönetimi ve korunmasına ise 
hiç değinmemiştir. Bu bağlamda 2009 yılında imzalanan ikili mutabakat zabıtları Fırat, Dicle ve Asi sularıyla ilgili taşkın, kuraklık ve kirlilikle mücadele, su geliştirme projeleri (barajlar ve sulama) gerçekleştirme gibi kıyıdaşların birçok 
ihtiyacına cevap vermeye çalışan ve çağdaş su yönetiminin birçok ilkesine ve uygulama politikalarına yer veren anlaşmalar olmuştur. Ancak bu mutabakat metinlerinin uygulanması önünde siyasi engeller oluşmuştur.

<   Türkiye komşularıyla hidro-elektrik santrali, baraj ve diğer su altyapıları, sulama sistemleri ve içme suyu tesisleri alanında edindiği deneyimleri, teknoloji ve insan kaynakları potansiyelini paylaşmaya hazırdır. >


Gerek Suriye’de meydana gelen iç karışıklık gerekse Irak’la olan siyasi 
ilişkilerdeki gerginlikler mutabakat metinlerinin uygulanması için gerekli olan karşılıklı güven ve barış ortamını ortadan kaldırmıştır. Esasında, Türkiye, 2009 yılında imzaladığı sınıraşan sularla ilgili ikili mutabakat metinlerini havza temelin de ve kapsamlı bölgesel işbirliği politikalarının bir parçası olmasını hedeflemişti. 2007-2011 arasındaki dönemde amaç, güvenlik, enerji ve“su” işbirliğini içeren bölgesel sosyo-ekonomik kalkınma havzaları oluşturmaktı. 2009 yılında Suriye 
ve Irak’la imzalanan mutabakat metinleri bu proaktif politikanın sonucuydu. Bu politikalar stratejik bir planın parçası olmalıdır. Bir başka deyişle, ulusal çıkar tanımlarıyla uyumlu, ülkemizin uzun dönemli gereksinimlerini dikkate alan ve bu bölgesel işbirliği politikalarının tarafı olan ülkelerdeki siyasal, sosyal ve ekonomik değişim ve dalgalanmaları göz önünde bulunduran uzun dönemli hedefler belirlenmelidir. Türkiye’nin, Fırat-Dicle havzasında diplomatik (ve teknik) müzakereler ve siyasi ilişkiler bağlamında yaşadığı deneyimler, söylemleri ve uygulamaları Türk Dış Politikasının suyla ilgili ilkelerinin (4-10 maddeler) önemli bir bölümünün oluşmasını sağlamıştır. Bu ilkelerin tamamı ya da bir bölümünü içeren (Örneğin: “Suyun yararlarının paylaşılması hedeflenmelidir” ilkesi) bölgesel su hukuku teamülünün oluşması için Türkiye su hukuku ile ilgili politika ve strateji belirleme çalışmalarına önemle devam etmelidir. Türkiye’nin 
bölgedeki politik önemi, sınıraşan su konusunun doğrudan ulusal çıkar unsurları içinde yer alması ve bu nedenlerle Fırat-Dicle havzasında 20. Yüzyılın ikinci çeyreğinden bu yana çok çeşitli uygulama ve söylemlerde bulunuyor olması bu 
alanda kapasitesinin gelişmesini sağlamıştır. Bu kapasitesinin, uygun politik şartlar oluştuğunda, bölgesel su (hukuku) işbirlikleri oluşturulması için eyleme geçirilmesi sağlanmalıdır. 

Öte yandan Türkiye’nin sınıraşan su politikasının yalnızca Orta Doğu cephesini değil, stratejik boyutta Avrupa cephesini de kapsadığı göz önünde bulundurul malıdır. Bu bağlamda sınıraşan dış politika ilke ve uygulamaları Meriç Nehri havzası için de uygulanabilir nitelikte olmalıdır. Meriç havzasında iklim değişikliğinden ve Bulgaristan’ın eşgüdümsüz kullanımlarından ileri gelen yıkıcı taşkınlarla mücadele edebilmek için AB nezdinde proaktif politikalar izlenmeli 
AB Su Çerçeve Direktifi ve AB Taşkın (Sel) Direktifi’nin Meriç havzasında uygulanması için girişimlerde bulunulmalıdır. 

DİPNOTLAR

1 Havza Yönetimi ve Su Bilgi Sistemi Çalışma Grubu Raporu, Ormancılık ve Su Şurası 21-23 Mart 2013, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ankara, 2013, s. 33. 
2 Egemen bir ülkenin topraklarından doğup, bu topraklardan aktıktan sonra komşu ülkeyle olan siyasi sınırları aşarak komşu ülkenin veya nehir havzasındaki diğer ülkelerin topraklarından akarak deniz ve göllere kavuşan 
nehirler sınıraşan; iki ülke arasındaki siyasi sınırların tamamını ya da bir kısmını oluşturannehirler ise sınır oluşturan nehirler olarak tanımlanmaktadır. 
3 Ayşegül Kibaroğlu, “Socio-Economic Development and Benefit Sharing in the Euphrates-Tigris River Basin,” Hillel Shuval and HasanDwiek(der.), Proceedings of the 2nd Israeli-Palestinian International Conference: Water for Life in the Middle East, IPCRI, Jerusalem, 2006, ss. 891-904. 
4 Ayşegül Kibaroğlu, “Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İşbirliği için Fırsatlar ve Tehditler,” Cilt 
4, Sayı 4,Orta Doğu Analiz, Temmuz 2011-2. 
5 Havza Yönetimi ve Su Bilgi Sistemi Çalışma Grubu Raporu, Ormancılık ve Su Şurası 21-23 Mart 2013, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ankara, 2013, s.33-34. 
6 Albert H. Garretson, Robert D. Hayton ve Cecil Olmstead (der.), The Law of International Drainage Basin, Dobbs Ferry, Oceana Publications, 1967; D. A. Caponera, “Patterns of Cooperation in International Water Law: Principles 
and Institutions”, Natural Resources Journal, Cilt 25, 1985, ss. 563-88; Joseph W. Dellapenna, “Building International Water Management Institutions: The Role of Treaties and other Legal Arrangements”, John Anthony Allan ve 
Chibli Mallat (der.), Water in the Middle East: Legal and Commercial Implications, London, Tairus, 1994, ss. 55-93; Stephen C. McCaffrey, “The Evolution of the Law of Transboundary Rivers”, Transboundary Waters in the Middle East: Prospects for Regional Cooperation adlı konferansa sunulan bildiri, Bilkent Üniversitesi, Ankara, Turkey, 2-3 Eylül 1991; Stephen C. McCaffrey, “International Organizations and the Holistic Approach to Water Problems” , Natural Resources Journal, Cilt 31, 1991, ss. 139-165. 
7 Sözleşme BM GenelKurulu’nda 105 olumlu, 27 çekimser ve 3 red oyu ile kabul edilmiştir. Sözleşme henüz yeterli onay sayısına (35) ulaşmadığı için bağlayıcı biçimde yürürlükte değildir. Sözleşmeyi reddeden ülkeler Çin, Türkiye 
ve Burundi’dir. 
8 Bir uluslararası rejimin kuralları, üye devletlerin gerçekleştirecekleri ya da gerçekleştirmekten kaçınacakları beklenen davranışlarla ilgili talimat ve rehber kurallardır. 
9 Ayşegül Kibaroğlu, “Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İşbirliği için Fırsatlar ve Tehditler,”Orta Doğu Analiz, Cilt 4, Sayı 43, Temmuz 2012.

***

5 Aralık 2017 Salı

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 6

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 6


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM;
BM-AEK SINIRAŞAN SU YOLLARININ, ULUSLARARASI GÖLLERİN KULLANIMI VE KORUNMASI SÖZLEŞMESİ (1992 HELSİNKİ SÖZLEŞMESİ) 

3.1.Sözleşmenin Tarihsel Gelişim Süreci 

Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE-BM-AEK) 1947 yılında BM-Ekonomik ve Sosyal Konseyi (ECOSOC) tarafından kurulmuştur. BM 
bünyesindeki 5 bölgesel komisyondan bir tanesidir. Diğer dört bölgesel Komisyon; Asya ve Pasifik (ESCAP), Latin Amerika ve Karayipler (ECLAC), Afrika (ECA) ve Batı Asya (ESCWA) bölgesel komisyonlarından oluşmaktadır. Avrupa Ekonomik Komisyonu’nun en geniş anlamda gayesi, Pan-Avrupa’da ekonomik entegrasyonu teşvik etmektir. Bunu sağlamak için, Avrupa Birliği (AB), AB üyesi olmayan Güneydoğu Avrupa, Doğu ve Batı Avrupa, Bağımsız Devletler Topluluğu ve Kuzey Amerika Bölgesinde bulunan 56 üye devleti bir araya getirir. Bütün bu devletler, UNECE himayesinde ekonomik ve sektörel konularda diyalog ve işbirliğine dayalı faaliyetlerde bulunmaktadır. Kuruluşun faaliyetleri ekonomik problemleri çözümlemek, istatistikler toplamak, teknik bilgi değişimini sağlamak, çevre ve ulaşım konusunda ayrıntılı konvansiyonlar hazırlamak ve taşıt üretimini ve ticareti kolaylaştırıcı bir yönetim sağlamaktır. Bu amaçla, hükümetlere ekonomik alanda siyasi tavsiyelerde bulunmakta ve BM’nin küresel politikaları çerçevesinde destek sağlamaktadır. Aynı zamanda, uluslararası işbirliğine yardımcı olmak için normlar, standartlar ve sözleşmeler (konvansiyonlar) düzenlemektedir. UNECE’nin uzmanlık alanları; ekonomik işbirliği ve entegrasyon, enerji, çevre, iskan ve arazi yönetimi, orman ve kereste, nüfus, istatistik, ticaret ve ulaşım gibi sektörleri kapsamaktadır. 

Türkiye kurulduğu 1947 yılından beri BM-AEK’ye üyedir ve Dışişleri Bakanlığınca Komisyonda temsil edilmektedir.188 

UNECE sınıraşan su kaynaklarına ilişkin konularla ilk olarak 1960 ‘ların sonları 1970’li yılların başlarında uğraşmaya başlamıştır. Anılan yıllar Dünya’da 
çevresel konulara verilen önemin giderek arttığı yıllara denk gelmektedir. Komisyonlar tarafından başlatılan ilk girişim tutarlı bir politika hedefini formüle 
etmek olmuştur. Bu kapsamda, sınıraşan sulara ilişkin prensipleri belirleyen 1980 tarihli Su Kirliliğinin Önlenmesi ve Kontrolü Politikaları deklarasyonu çalışmalar sonucu ortaya çıkan önemli bir metindir. Söz konusu deklarasyon sınıraşan su kirliliğine ilişkin hükümlerde ihtiva etmektedir. Bu ilkelerin bir kısmı 1966 ECE su kirliliği deklarasyonundan türetilmiştir.189 

Bu ilkeler uyarınca, 

1- Sınıraşan su kaynaklarına sahip olan ülkelerin yüzey suyu ve yer altı suyu kalitesini iyileştirmek konusunda ortak hareket etmesi, 
2- Sınıraşan su kaynaklarına sahip ülkelerin su kirliliği üzerindeki karşılıklı ilişkilerini belirlemesi, önem arz etmektedir Söz konusu ilkelerin uygulamasının ikili ve çok taraflı anlaşmalar vasıtasıyla gerçekleştirileceğini öngörülmektedir. 

1980 deklarasyonundan sonra, bağlayıcı nitelik arz etmeyen 1982 tarihli Su Kaynakları Üzerindeki Uluslararası İşbirliğine İlişkin Kararlar, 1984 tarihli Suyun 
Rasyonel Kullanım Politikasına İlişkin Bildiri, 1986 tarihli Sınıraşan Sularda İşbirliği Kararları , 1989 tarihli Yeraltı Suyu Yönetimi Şartı ve 1990 tarihli Sınıraşan Sularda Kaza Soncu Kirlilikte Uygulanacak Kurallar kabul edilmiştir. Tüm bu kurallar 1992 Helsinki Sözleşmesi’nin altyapısını oluşturmuştur. Sonuç olarak daha genel kapsamlı ve bağlayıcı olması öngörülen 1992 Helsinki Sözleşmesi’nin oluşturulması kararlaştırılmıştır.190 

1992 Helsinki Sözleşmesi, sınıraşan su kaynaklarının korunması ve ekolojik açıdan duyarlı yönetimi konusunda ulusal ve uluslararası eylemlerin 
güçlendirilmesini amaçlamaktadır. 

1992 Helsinki Sözleşmesi uyarınca getirilen önemli bir organ “taraflar toplantısı” dır. Sözleşme’nin yürütülmesi bakımından önemli görevlere haiz bu organ tarafından yapılan toplantılarla yardımcı organlar kuruldu. Öncelikle somut eylemleri gerektiren sorunlar için çalışma grupları oluşturuldu. Su kaynakları yönetimi çalışma grubu, izleme çalışma grubu ve hukuki ve idari konuları ele alan çalışma grubu, öncelikle kurulan çalışma grupladır. Bunların her biri farklı devletlerin başkanlığında toplanır ve periyodik raporlar hazırlarlar. 

Sözleşme’nin tarafları tarafından sınıraşan sulara ilişkin olarak yürütecekleri politika hakkında Hague Deklarasyonu yayımlanmıştır. Bu deklarasyon taraflar 
tarafından alınan önemli kararlardan bir tanesi olup, Sözleşme’ye yeni katılması beklenen ülkelerle işbirliğini öngörmektedir. Yine bu çerçevede, Dünya Bankası, 
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve Küresel Su Ortaklığı’nın katkılarıyla diğer ülkeler ile kendi deneyimlerini paylaşacakları bir durumun öngörüldüğü de 
söylenebilir. Bu husus ise Sözleşme’nin küresel ölçekte uygulanmasına yönelik yapılan çalışmalara ilişkin önemli bir adım niteliğindedir.191 

Helsinki Sözleşmesi günümüze değin kıyıdaş devletlerarasında birçok antlaşmanın yapılmasına katkı sağlamıştır. Tuna Nehri Koruma Sözleşmesi, Peipsi, Sava, Meuse, Ren ve Scheldt nehirlerine ilişkin yapılan antlaşmalar bunlardan bazılarıdır.192 

Helsinki Sözleşmesi kapsamında her üç yılda bir Taraflar Toplantısı gerçekleştirilmekte olup, 6. Taraflar Toplantısı 28 – 30 Kasım 2012 tarihleri arasında İtalya’nın Roma şehrinde 324 katılımcı ile gerçekleştirilmiştir. 6. Taraflar Toplantıda 1992 Helsinki Sözleşmesi esas alınarak, “Dniester Nehir Havzası’nın Sürdürülebilir Kalkınması ve Korunması için İşbirliği Antlaşması” Moldova ve Ukrayna arasında imzalanmıştır. Ayrıca Sözleşme’nin önemli bir organı olan taraflar toplantısının yedincisinin 2015 yılında Macaristan’da gerçekleştirilmesine karar verilmiştir.193 

3.2. Sözleşmenin Hükümleri 

3.2.1 Genel Olarak Değerlendirme 

Sınıraşan Su Yollarının, Uluslararası Göllerin Kullanımı ve Korunması Sözleşmesi tanımlar kısmı ve üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm tüm tarafları 
ilgilendiren hükümleri, ikinci bölüm kıyıdaş taraflara ilişkin hükümler ve üçüncü bölüm ise kurumsal ve nihai hükümleri içermektedir. 194 Sözleşme 28 madde ve 4 ekten oluşmaktadır. Helsinki Sözleşmesi’nin ana amacı sınıraşan suların ekolojik yönden sağlıklı yönetimin korunması, hakça ve makul kullanımı ile ekosistemlerin restore edilmesi olarak özetlenebilir.195 Ayrıca sözleşme sürdürülebilir su kaynakları yönetimi prensibini de benimsemiştir. 

3.2.1.1. Tüm Tarafları İlgilendiren Hükümleri 

1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi uyarınca, antlaşmalar anlaşmanın içeriği ile bağlantılı olarak, konu ve amacı ışığı altında terimlerin olağan 
anlamına uygun bir şekilde iyi niyetle yorumlanmalıdır.196 Uluslararası antlaşmaların yorumlanması son derece önemlidir. Söz konusu yorum;197 

1- Tarafların ortaklaşa yaptığı yorum, 
2- Uluslararası yargı ya da hakemlik organlarının yorumu, 
3- Uluslararası örgüt organlarının bir takım hukuksal belgeleri yorumlaması şeklinde olabilir. 

Bu kapsamda sözleşmelerin tanımlar maddesi de sözleşmedeki önemli kavramların neleri ifade ettiğini anlamamız için son derece 
önemlidir. 1992 Helsinki Sözleşmesinde “sınıraşan su yolları” kavramı, iki veya daha fazla devletin sınırlarını kat eden ve sınır oluşturan yüzey ve yeraltı suları için kullanılmıştır. Öncelikli olarak sınıraşan-sınır oluşturan sular ayrımı sözleşme çerçevesinde yapılmamış ve çerçeve kavram olarak sınıraşan su kabul edilmiştir. Sınıraşan sular sadece yüzey sularını değil yeraltı sularını da kapsamı içinde ifade etmektedir. Burada son olarak önemli bir nokta da yüzey suyu ile bağlantısı olsun olmasın sınıraşan mahiyetteki tüm yeraltı sularının sözleşmenin kapsamına dahil edilmesidir. 

Sınıraşan sular kapsamına yüzeysel sular ile birlikte yeraltı sularının da dâhil edilmiş olması Bilen tarafından sorunlu bir alan olarak görülmektedir. Konu teknik yönden değerlendirildiğinde nehir havza sınırlarının yeraltı su havzaları ile her zaman örtüşmediği görülecektir. Hidrolojik çevrimin unsurlarının birbirinden farklı nitelikleri nedeniyle, yeraltı suları ile nehirler arasındaki fiziksel ilişki kolaylıkla tayin edilemeyecek derecede karmaşıktır. Yüzeysel suyolu üzerindeki herhangi bir faaliyetin yeraltı sularına ne ölçüde etki ettiğinin tespiti pratik yönden önemli belirsizlikler içermektedir. Yüzeysel sularla karşılaştırıldığında, yeraltı suları açık sistemlerdir. Özellikle serbest akan yeraltı suları ile artezyen nitelik taşıyan belirli yeraltı katmanları arasında sıkışmış suların arasında ayrım yapılması gerekmektedir. Sayılan unsurlar kolaylıkla çeşitli ihtilafların çıkmasına neden olabilir.198 

Sınıraşan etki sınıraşan suların koşullarına insan müdahalesi sonucu çevre üzerinde meydana gelen önemli bir olumsuz etki olarak nitelendirilmektedir. Bu 
tarz çevre tahribatı insan sağlığı ve güvenliği, bitki örtüsü, canlı yaşamı, toprak, hava, su, iklim, tarihi eserler veya diğer fiziksel yapıları ve bu etkenlerin birbiriyle etkileşimini içerebilir. Ayrıca etkenlerdeki değişim kültürel mirası ve sosyoekonomik koşulları da olumsuz etkileyebilir. Etki kavramının sözleşme uyarınca nasıl oluşacağı tanımlanmıştır. Daha sonra ise nasıl bir etkinin sözleşme uyarınca sınıraşan bir etkiye yol açacağından bahsedilmiştir.199 Bu noktada önemli bir olumsuz etkiden bahsedilmektedir. Hukuksal açıdan devletlere önemli sorumluluklar yükleyecek bu kavramın muğlak bir ifade ile “önemli olumsuz etki” şeklinde durumu izah etmesi 1992 Helsinki Sözleşme’sine taraf ülkeler arasında çıkabilecek uyuşmazlıklarda sorunlara yol açabilir. Böyle önemli kavramların tanımlar maddesinde çelişkiye mahal vermeyecek şekilde izah edilmesi gerek sözleşmenin uygulanmasında gerekse yorumunda önem arz etmektedir. 

Sözleşme’nin muhteviyatında yer alan kavramlardan biri de “mümkün olan en iyi teknoloji”dir. Burada Sözleşme’nin tanımlar maddesinde mümkün olan en iyi 
teknolojiyi tanımlamamış, bu husus eklere bırakılmıştır. Ekler Sözleşme uyarınca Sözleşme’nin mütemmim cüzü olarak öngörülmektedir. Bu kapsamda, “mümkün olan en iyi teknoloji” terimi deşarj, emisyon ve atıkların azaltılmasında uygulanabilecek yöntemlerin pratik elverişliliğine ilişkin gelinen en son safhayı ifade edecek şekilde kullanılır. Somut olayda mümkün olan en iyi teknolojinin ne olduğu tespitinde uygulayıcılara yol gösterici kriterler getirmiştir. Ayrıca kavramın teknolojik gelişmeler, ekonomik ve sosyal etkenler yanında bilimsel bilgi ve anlayıştaki değişimler ışığında zamana bağlı olarak değişkenlik gösteren belirli süreçleri izleyeceği yani değişkenlik arz edeceği belirtilmiştir.200 

1992 Helsinki Sözleşmesi uyarınca, endüstriyel kirliliğin önlenebilmesi için mümkün olan en iyi teknolojinin uygulanması istenmektedir. Sözleşmenin ekinde “en iyi teknoloji” tanımına bazı esneklikler getirilse de; yerel veya bölgesel şartları dikkate almayan yüksek maliyetli teknoloji kullanılması önerisi, Avrupa Birliği ülkeleri içinde tartışmalara konu olmaktadır.201 Bu kapsamda söz konusu tartışma, Avrupa Birliği müktesebatının parçası olan bazı Direktiflere ilişkin olarak da gündeme gelmiş ve Topluluk içinde de yoğun tartışmalara konu olmuştur. Örneğin; Entegre Çevre Kirliliğinin Önlenmesi ve Kontrolü Hakkındaki Direktif’te “uygulanabilir en iyi teknoloji” ilkesi benimsenmiştir.202 

Taraflar bakımından herhangi bir sınıraşan etkiyi engelleme, denetim altına almak ve azaltmak için gereken tedbirleri alma yükümlülüğü getirilmiştir. Ayrıca 
sınıraşan suları hakça ve makul bir biçimde, sınıraşan karakteri ve sınıraşan etkilere yol açma potansiyeli de göz önünde bulundurularak kullanılmasını temin etme konusunda taraflara hak ve yükümlülük getirmiştir.203 Burada hakça ve makul kullanım ile sınıraşan etki durumu sınıraşan suların kullanımı konusunda getirilen önemli iki kriter olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakça ve makul bir kullanım taraflar için öngörülürken bunun kullanımı sınıraşan etki durumu ile sınırlandırılmıştır. Unutulmaması gerekir ki, “sınıraşan etki” kavramı tanımlar maddesi uyarınca daha ziyade çevresel nitelik arz eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Uluslararası hukuk da, devletlere diğer bir devlete zarar vermeme yükümlülüğü getirmektedir. Sınıraşan suların kullanılması her halükarda diğer kıyıdaş veya 
kıyıdaşlar üzerinde olumsuz bir etki oluşturacaktır. Bu nedenle hakça ve makul faydalanma teorisinin uygulanmasında sınıraşan etkinin niteliği ve niceliği önem 
taşımaktadır. Diğer bir deyişle makulün ne olduğunun tespiti bir yukarı kıyıdaş devletin sınıraşan sulara ilişkin olarak uluslararası hukuku ihlal etmeyen birtakım faydalanmalarının mümkün olması anlamına gelecektir.204 

Sözleşme’nin 2 nci maddesinin a bendi uyarınca “Suların kirlenmesinin önlenmesi, kontrolü ve azaltılmasına neden olan veya muhtemelen neden olabilecek sınıraşan etkilere karşı tarafların uygun tedbirler alması” istenmektedir.205 Maddede yer alan “muhtemel sınıraşan etkiler” ibaresi nesnel ve bilimsel bir etki veya ilişkiyi tanımlamamakta, çok genel ve kapsamlı bir söylemden öte hukuki bir belirsizlik taşımaktadır.206 Söz konusu ifade çevre hukuku ve uluslararası hukuka hakim olan ilkeler göz önüne alındığında uygulamada sorunlara yol açabilecektir. 

Sözleşme taraflara bir takım tedbirleri alma yükümlüğünü getirirken, bunların icrası bakımından ise “kirliliğin engellenmesi, denetim altına alınması ve azaltılması maliyetleri, kirliliğe sebep olan tarafça karşılanmalıdır” hükmünü ihtiva etmektedir.207 Kirleten öder ilkesi, çevre hukukunun ilk ve en temel ilkelerinden birisi olup; bu ilkenin; “yarattığı kirliliğin bedelinin kirletene ödettirilmesi” veya “kirletenin, çevre maliyetine katlanması” şeklinde tanımlanması mümkündür.208 

Bir faaliyetin çevreye zararlı olduğunun ortaya konulmasından sonra tedbir alınması o konuda çok geç kalınmasına yol açabilecektir. Bu noktada, ihtiyat ilkesi çok önemli bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. İhtiyat ilkesi, hukukun istediği kesin verilerin bilim tarafından ortaya koyulamadığı hallerde dahi çevrenin korunmasını amaçlamaktadır.209 Bu ilke uyarınca, çevreyi koruma konusunda önleyici önlemler sadece bilimin gerekli bulguları sağladığı durumlarda değil, sağlamadığı durumlarda da alınacaktır. 1992 Helsinki Sözleşmesi tehlikenin maddelerinin salınımı ile ilgili vakıalarda ihtiyat ilkesini benimsemiştir. Kirleten öder ve ihtiyat ilkesi ile birlikte, su kaynakları yönetiminin şimdiki neslin ihtiyaçlarının gelecek nesillerinin ihtiyaçlarını karşılama kapasitesine halel getirmeyecek şekilde sürdürülmesi gerektiğine vurgu yapılmıştır. 

1992 Helsinki Sözleşme’si kıyıdaş tarafların eşitlik ve mütekabiliyet temelinde işbirliği yapmasını öngörmektedir. Bu işbirliği uyarınca kıyıdaş taraflar 
özellikle ikili ve çok taraflı anlaşmalarla, ilgili su havzası ve coğrafi alanlarda sınıraşan etkilerin engellenmesi, denetim altına alınması ve azaltılmasına ve sınıraşan suların ve bu suların etkilediği denizel çevre dâhil tüm çevrenin korunmasına yönelik uyumlu politika, program ve stratejilerin geliştirilmesine çalışmalıdırlar.210 Bu kapsamda tarafların sözleşme hükümlerine aykırılık arz etmeyen antlaşmalar vasıtasıyla ilişkilerini yürütmesi taraflara hukuksal bir yol olarak gösterilmektedir. 

Sözleşme uyarınca taraflar, su kirliliğini engelleme, denetim altına alma ve azaltma tedbirleri, mümkünse kaynakta alınmalıdırlar. Söz konusu durum taraflar açısından hal ve şartların gerekleri göz önünde bulundurularak uygulanacak ve zorunluluk arz etmeyen bir tedbirdir. 

Ayrıca 1992 Helsinki Sözleşme’si, bireysel ve toplu olarak bu Sözleşme’de öngörülenden daha sıkı tedbirleri benimsemek ve uygulamak isteyen taraflara ise herhangi bir engel koymamaktadır. Yani taraflar, sözleşmede öngörülen tedbirlerden daha fazlasına ilişkin olarak kendilerini bağlayabileceklerdir. Sözleşme uyarınca böyle bir düzenleme olmasa dahi kıyıdaş tarafların sözleşmenin öngördüğü şartları yerine getirmek koşulu ile kendilerine daha fazla yükümlülük getiren tedbirleri uygulamalarının önünde hukukun genel ilkeleri bakımından bir engel yoktur. 

1992 Helsinki Sözleşmesi sınıraşan sulara ilişkin olarak izleme ile araştırma ve geliştirme faaliyetlerine de çok önem vermektedir. Bu kapsamda, kıyıdaş 
devletlerin sınıraşan suların durumunun izlenmesi için programlar geliştirmesini ve sınıraşan etkilerin önlenmesi için etkili tekniklerin geliştirilmesine yönelik araştırma ve geliştirme faaliyetleri konusunda işbirliğine gitmesini öngörmektedir.211 Burada Sözleşme’nin ilgili maddeleri genel bir çerçeve çizmekte ve ayrıntılı hükümleri tarafların kendisine bırakmaktadır. Bu özelliği ile yol gösterici bir nitelik de taşıdığı söylenebilir. 

Yine, Sözleşme’nin üzerinde durduğu bir diğer nokta da taraflar arası bilgi paylaşımıdır. Sözleşme kapsamına giren konularda geniş kapsamlı bir bilgi 
paylaşımının en kısa zamanda sağlanmasını öngörmektedir. Sınıraşan sulara ilişkin ihtilafların başında kıyıdaş tarafların sınıraşan sulara ilişkin verileri zamanında ve düzgün bir şekilde paylaşmaması gelmektedir. Bazen bu durum hiçbir veriyi paylaşmama noktasına kadar gitmektedir. Uyuşmazlık temelinde verilerin kapsamlı bir şekilde ve mütekabiliyet ilkesi gözetilerek paylaşılması, tarafların sorunu müzakere etmelerine katkı sağlayacaktır. Bu manada bilgi paylaşımı ağının kurulması sözleşmenin hükümlerinin icrası bakımından da önemlidir. 1992 Helsinki Sözleşmesi bilgi paylaşımı konusunda bazı bilgilere ilişkin ise bir sınırlama getirmiştir. Sözleşme’nin 8 inci maddesi uyarınca, Sözleşme’nin konuyla ilgili hükümleri tarafların ulusal yargı sistemlerinden ve yürürlükteki uluslararası düzenlemelerden kaynaklanan, fikri mülkiyet alanına giren endüstriyel ve ticari sırları ve ulusal güvenliği ilgilendiren bilgileri koruma konusundaki hak ve yükümlülüklerini akamete uğratmamalıdır. İlgili düzenleme uyarınca taraflar arasında bu hükme aykırılık teşkil edecek bilgi talepleri bağlamında kendisinden bu tür bilgiler talep edilen taraf, söz konusu hüküm kapsamına giren bilgileri paylaşmaktan muaf tutulmuştur.212 

3.2.1.2. Kıyıdaş Tarafları İlgilendiren Hükümler 

Sözleşme’nin 9 uncu maddesinin birinci fıkrası “Kıyıdaş taraflar, sınıraşan suların kullanımı ve korunması konusunda karşılıklı ilişki ve sorumluluklarını 
tanımlamak, varsa bu Sözleşmenin temele prensipleriyle çelişen hususları gidermek, yoksa ilişki zemini sağlamak üzere, eşitlik ve karşılıklılık temelinde ikili yahut çok taraflı antlaşma ve düzenlemelere giderler. Kıyıdaş taraflar bunu yaparken düzenlemeye konu olan havza ve coğrafi kısımları açıkça belirtmelidir. Antlaşma ve düzenlemeler, kıyı tarafların işbirliği açısından elzem gördükleri hususlar dışında bu Sözleşmede belirtilen temel konuları da kapsama almalıdır.” şeklindedir.213 

Söz konusu düzenleme ikili ve çok taraflı işbirliğine ilişkin önemli hükümler içermekte olup, taraflar arasında yapılmış önceki düzenlemeleri de etkileyecek bir içeriğe sahiptir. Bu kapsamda bir antlaşmanın başka bir antlaşma ile çatışması söz konusu olduğu zaman hangisinin üstün tutulacağı hususunda birtakım hükümler içermesi uygulamada rastlanılan bir durumdur. Yapılan bu tip antlaşmaların kimisi çatışma durumunda kendilerinin üstün geleceğini öngörürken, başka bir bölümü de böyle bir durumunda ya önceden belirlenmiş bir takım antlaşmaların kendilerinde üstün tutulması ya da tüm antlaşmaların kendilerinden üstün tutulmasını öngörmektedir. Bu yöntemlerle bir antlaşmanın ötekine üstünlüğü yalnızca önceden yapılmış antlaşmalar için öngörülebileceği gibi sonradan yapılacakları da kapsayacak şekilde kabul edilebilmektedir.214 Bu minvalde 1992 Helsinki Sözleşmesi kendine bir üstünlük tanımakta ve benimsemiş olduğu temel prensiplerle çelişen metinlere ilişkin olarak gerekli değişiklerin yapılmasını öngörmektedir. Ancak unutulmaması gerekir ki, böyle bir hüküm eğer her iki antlaşmanın tarafları aynı ise üstünlüğü öngörülen 
hükümlerin uygulanması gerekmektedir. 

Ayrıca Sözleşme uyarınca yapılacak ikili veya çok taraflı antlaşmaların kapsamına ilişkin olarak da, bu Sözleşme’de öngörülen temel konuların ele 
alınmasını olmazsa olmaz unsur olarak hükme bağlamıştır. Kıyıdaş taraflar Sözleşme’nin temel prensiplerini, sınıraşan sulara ilişkin olarak aralarında 
yapacakları antlaşma metinlerinin muhteviyatına dahil etmelidirler. 

Sözleşme, bu antlaşma ve düzenlemelerin kıyıdaş taraflar arasında ortak organların oluşturulmasında temel alınmasını öngörmektedir. Sözleşme’nin 9 uncu maddesinin ikinci fıkrası uyarınca bu organların görevleri, var olan antlaşma ve düzenlemeleri de göz önünde bulundurarak;215 

 - Sınıraşan etkilere yol açabilecek kirlilik kaynaklarının tespiti için bilgi toplamayı ve değerlendirmeyi, 

 - Su kalitesi ve miktarının değerlendirilmesi için ortak izleme programları geliştirmeyi 

 - Kirlilik kaynaklarına ilişkin envanterler oluşturmak ve bilgi paylaşımı yapmayı, 

 - Atık su deşarjına ilişkin sınırlamaları belirlemeyi ve denetim programlarının etkinliğini değerlendirmeyi 

 - Sözleşmede belirtilen hükümlere uygun olarak su kalitesi standartları ve kriterleri belirlemeyi ve bu hedeflerin sağlanması ve gerektiğinde su kalitesinin 
geliştirilmesi için gerekli tedbirler önermeyi 

- Gerek noktasal kaynaklardan (örneğin şehir ve endüstri kaynakları) gerekse de yayılı kaynaklardan (örneğin tarımsal kaynaklar) gelen kirlilik yükünün 
azaltılması için yoğunlaştırılmış eylem planları geliştirme, 

- Uyarı ve acil durum prosedürleri oluşturmayı 

- Sınıraşan etkilere yol açması muhtemel mevcut ve planlanan projelerle ilgili bilgi paylaşımı konusunda forum işlevi görmeyi, 

- Bu sözleşmenin hükümlerine uygun olarak mümkün olan en iyi teknolojinin ve bilimsel araştırma programlarının geliştirilmesi konusunda işbirliğini ve bilgi 
paylaşımını teşvik etmeyi 

- İlgili uluslararası düzenlemelere uygun olarak sınıraşan sularla ilgili çevresel etki değerlendirme uygulamalarına destek vermeyi, içermelidir. 

Sözleşme organların görevlerine ilişkin kapsamlı hükümler ihtiva etmektedir. Buradaki hükümler uyarınca kıyıdaş taraflar mevcut ve planlanan projeler 
bakımından birbirlerini bilgilendirme durumu ile karşı karşıyadır. 

 Bunların yanında kıyıdaş tarafların dışarıdan gelen bir sınıraşan etkiden doğrudan ve ciddi biçimde etkilenmesi durumunda, kıyıdaş tarafların hepsinin 
mutabık kalması koşuluyla, ekinin kaynaklandığı devleti 1992 Helsinki Sözleşmesi uyarınca kurulan çok taraflı organların statüsüne uygun olarak katılmak üzere davet edilebileceğini düzenlemiştir. Sözleşme uyarınca aynı havzada birden çok ortak organın olduğu durumlarda ise, ayrı organlar söz konusun sahadaki sınıraşan etkilerin önlenmesi, denetim altına alınması ve azaltılması için yapılan çalışmaları koordine etmeye çalışmalıdır.216 
Bu noktada, uygulamada yaşanacak bir sorunun önüne geçmek için koordineli bir çalışma yapılmasına ilişkin bir düzenleme getirilmektedir. 

 Kıyıdaş taraflara arasında müzakere süreçlerinin nasıl olacağına ilişkin bir hüküm 10 uncu maddede düzenlenmektedir. Bu kapsamda söz konusu hüküm; 217 

“Kıyıdaş taraflar arasında herhangi bir tarafın isteği halinde, karşılıklılık, iyi niyet ve iyi komşuluk ilişkileri temelinde müzakere süreçleri yürütülmelidir. 
Bu müzakere süreçleri bu Sözleşme kapsamında yer alan konularda işbirliğini sağlama amacına yönelik olmalıdır. Müzakere sürecinin, mevcudiyeti halinde bu 
Sözleşmenin dokuzuncu maddesinde öngörülen ortak organlar tarafından yürütülmelidir.” 

Görüleceği üzere sözleşme uyarınca kurulacak organlara müzakerelerin yürütülmesi gibi önemli bir görev yüklemektedir. Söz konusu müzakere yürütüm süreci, organlara bir bakıma alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri arasında yer alan arabuluculuk rolünün verildiği kanısını oluşturmaktadır. 

Burada üzerinde durulması gereken diğer bir noktada genel kısımda da belirttiğimiz üzere kıyıdaş taraflar arası bilgi paylaşımıdır. Sözleşme’nin 13.  üncü maddesi bilgi paylaşımının hangi konularda yapılacağına ilişkin bir düzenleme getirmiştir.218 
1992 Helsinki Sözleşmesi, kıyıdaş tarafların bu sözleşme uyarınca paylaşılması öngörülen bilgilerin dışında farklı bilgileri paylaşmasına engel teşkil etmemektedir. Bilgi taleplerin makul olması da Sözleşme’nin öngördüğü diğer bir husustur. Söz konusu bilgi taleplerinde kıyıdaş taraf diğer kıyıdaş taraftan mevcut olmayan bir bilgiyi veya veriyi talep etmesi halinde, kıyıdaş taraf diğer taraftan bilginin toplanması ve işlenmesi için makul bir ücret talep edebilir. Sözleşmenin ücret talebine ilişkin getirdiği düzenleme yoruma ve tartışmaya açıktır. Söz konusu ücret talebinin taraflar arasında sağlıklı bilgi paylaşımın önüne geçme tehlikesi mevcuttur. 

1992 Helsinki Sözleşmesi uyarınca bilgi paylaşımı konusunda getirilen bir başka husus ise; kıyıdaş taraflara gerektiğinde bilgi edinme ve aktarmak için 
koordineli olarak iletişim, uyarı ve acil durum sistemlerini kurmaları ve işletmeleri konusunda getirilen düzenlemedir. Ayrıca kritik bir durumda kıyıdaş tarafların karşılıklı yardımını da öngörmektedir. Sözleşmenin 16 ncı Maddesi;219 


(1) Kıyıdaş taraflar sınıraşan suların durumu, sınıraşan etkilerin önlenmesi, denetim altına alınması ve azaltılması için alınan veya alınması planlanan önemler ve bu önlemlerin etkinliği konusundaki bilgilerinin kamuoyuna açık olmasını sağlamalıdır. Kıyıdaş taraflar, bu amaca yönelik olarak aşağıdaki bilgileri kamuoyuyla paylaşmalıdır: 

(a) Su kalitesine ilişkin hedefler, 

(b) Verilen izinler ve yerine getirilmesi gereken koşullar, 

(c) İzleme ve değerlendirme amacıyla yapılan su ve atık su tahlillerinin sonuçları yanında su kalitesi hedefiyle ilgili veriler ve izin koşulları. 

(2) Kıyıdaş Taraflar bu konulardaki bilginin makul süreler içinde ve bedelsiz olarak tüm kamuoyunca ulaşılabilir olmasını ve istendiğinde makul bir ücret 
karşılığında belge fotokopilerinin tedarik edilmesini için gereken olanakları sağlamakla yükümlüdür.” 
şeklindedir. Burada kamuoyunun bilgilendirilmesine ilişkin prosedür anlatılmaktadır. Sınıraşan suların durumu, sınıraşan etkilerin önlenmesi, denetim altına alınması ve azaltılması için alınan veya alınması planlanan önlemler ve bu önlemlerin etkinliği konusunda kamuoyunun bilgi sahibi olması için Sözleşme gerekli düzenlemeleri getirmiştir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

188 Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE), 
http://did.ormansu.gov.tr/did/AnaSayfa/birimler/uluslararasiKuruluslar.aspx?sflang=tr (en son erişim: 05/04/2014) 
189 Patricia Wouters- Sergei Vinogradov (2003), ‘Analysing the ECE Water Convention: What Lessons for the Regional Management of Transboudary Water Resources’, 
in Olav Schram Stokke and Øystein B. Thommessen (eds.), Yearbook of International Co-operation on Environment and Development 2003/2004 
(London: Earthscan Publications), s. 55–63, s.56-57 
190 Patricia Wouters- Sergei Vinogradov, s.56-57 
191 Patricia Wouters- Sergei Vinogradov, s.57 
192 20 years unece water convention, http://www.icpdr.org/main/20-years-unece-water-convention (en son erişim :08/03/2014) 
193Kimençe,Taner, Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE) Sınır Aşan Su Yollarının ve Uluslararası Göllerin Korunması ve Kullanılması Sözleşmesi 
(Helsinki Sözleşmesi) 6. Taraflar Toplantısı Görev Raporu 
194 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
http://www.unece.org/fileadmin/DAM/env/documents/2013/wat/ECE_MP.WAT_41.pdf (en son erişim: 05/02/2014) 
195 Bilen, Özden, Türkiye’nin Su Gündemi: Su Yönetimi ve AB Su Politikaları, DSİ İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı, Ankara 2009,s.238 
196Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi(VAHS), http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/Viyana_69.pdf (en son erişim:05/04/2014) 
197 Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.91 
198 Bilen, Türkiye’nin Su Gündemi, s.240 
199 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
200 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
201 Bilen, Özden “AB Su Politikalarının Hidropolitik Değerlendirmesi”, Stratejik Analiz Dergisi, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM), S. 80, Ankara 2006 
202 Budak, Sevim, Avrupa Birliği ve Türk Çevre Politikası, Büke Yayınları, İstanbul 2000, s.67 
203 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
204 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.58 
205 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
206 Bilen, Türkiye’nin Su Gündemi, s.240 
207 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
208 Turgut, Nükhet, Çevre Hukuku, Savaş Yayınevi, Ankara 2001, s. 22 
209 Budak, s. 37. 
210 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
211 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
212 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
213 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
214 Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.92 
215 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
216 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
217 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
218 “ Madde 13:
(1) Kıyı taraflar, bu sözleşmenin dokuzuncu maddesinde öngörülen ilgili anlaşma ve diğer düzenlemeler çerçevesinde, diğerleri yanında aşağıdaki 
konularda makul bilgi alışverişi gerçekleştirmelidir: 
(a) Sınıraşan suların çevre koşulları, 
(b) Mümkün en iyi teknolojinin uygulanması ve işletilmesi sırasında elde edilen deneyim ve araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin sonuçları, 
(c) Salınım ve izleme verileri, 
(d) Sınıraşan etkinin önlenmesi, denetim altına alınması ve azaltılmasına dair alınan ve planlanan önlemler 
(e) İlgili organın veya yetkili merciin atık su boşaltımına dair verdiği izinler ve yaptığı düzenlemeler. 
(2) Kıyıdaş taraflar salınım kısıtlamalarını uyumlu hale getirmek için ulusal düzenlemeleri konusunda bilgi alışverişi yapmalıdır. 
(3) Bir Kıyıdaş Tarafın diğer bir Kıyıdaş Taraftan mevcut olmayan bir bilgi veya veriyi talep etmesi halinde, sonraki taraf önceki tarafın talebini karşılamaya çalışır; ancak bu bilginin toplanması ve gereği halinde işlenmesi için diğer taraftan makul bir ücret talep edebilir. 
(4) Bu Sözleşmenin uygulanması amacına yönelik olarak, Kıyıdaş Taraflar mümkün en iyi teknolojinin hayata geçirilmesi için, ticari teknoloji transferini, doğrudan sanayi işbirliğini, bilgi ve deneyim paylaşımını ve teknik işbirliği düzenlemelerini teşvik etmelidir. Kıyıdaş taraflar ayrıca ortak eğitim programları ve ilgili seminer ve toplantıları organize etmelidir.”; Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
219 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 



7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***