7 Eylül 2019 Cumartesi

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 4

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 4



Amerikalı seçmenlerdeki dış politikayla ilgili kanaatlerin oluşumu konusunda Noam Chomsky’nin keskin eleştirileri bulunmaktadır. Bunlardan biri 
Amerikan seçmeninin demokrasinin işlemesi düşünüldüğünde katılımcı olmayıp sadece gözlemci olduğudur.65 Bununla birlikte, Chomsky’nin de vurguladığı gibi 
ABD medyasını totaliter bir devletin medyasına benzetmek elbette doğru değildir. 

Şöyle ki, mevcut sistem canlı tartışmaya, eleştiriye ve muhalefete izin vermekte, hatta cesaretlendirmektedir. Fakat bu eleştiriler mevcut sistemle öylesine 
iç içe geçmiştir ki, belirli bir çerçevenin dışına çıkamaz.66 Bu konuda medya uzmanı W. Lance Bennett da şöyle demektedir: 
Halk tepeden gelen güçlü ikna edici mesajlara maruz bırakılır ve bu mesajlara karşılık olarak, medya yoluyla anlamlı bir cevap veremez… Liderler çok büyük 
miktarda siyasi gücü ellerine geçirmiş ve destek alınmasını, itaat edilmesini ve halk arasında bariz bir kafa karışıklıŞı yaratılmasını saŞlamak için medyayı 
kullanarak, siyasi sistem üzerindeki halk denetimini azaltmışlardır.67 

Chomsky, Amerikan medyasının diğer birçok endüstriyel demokrasilerdeki medyadan farklı olduğunu ve sistemin iktidarın ihtiyaçlarına uyum göstermeyi 
teşvik etmesinden dolayı, bu çerçevenin dışına çıkabilen eleştirmenleri karşı konulması zor bir karalama kampanyasının beklediğini belirtmektedir.68 
Bu eğilimler, ABD’nin ideolojik yaklaştığı Castro gibi liderlere karşı daha güçlüdür. 
ABD’de dış politika karar alma mekanizmasında bir tamamlayıcılık göze çarpmaktadır. Bu mekanizma içersinde, bürokrasi, çok uluslu şirketler ve dış 
politika düşünce kuruluşları/vakıfları arasında çok sağlam ilişkiler bulunmaktadır. Bir döner kapıyı andırırcasına, Amerikalı dış politika elitleri bu üç yer arasında 
dolanmaktadır lar. 69 
Medyayla birlikte bu üç kesim, ABD’deki en önemli dış politika kamuoyu elitlerini oluşturmaktadır. Nitekim Soğuk Savaştaki dışişleri bakanlarından John Foster 
Dulles ve Dean Rusk Rockefeller Vakfı başkanlığından dışişleri bakanlığına atanmışlardır.70 Nelson Rockefeller da Başkan Ford döneminde başkan yardımcılığı yapmıştır. 

Amerikan dış politikasıyla ilgili karar almada, azar azar yapılan politika değişikliklerinin de (incrementalism) dış politika oluşumunda büyük bir belirleyiciliği vardır. Bu karar alma tekniğinde, karar alıcılar gelişmelere göre azar azar değişiklikler yaparak durumu kontrol ederler. Fakat bu yöntem, Christopher Hill’in de belirttiği gibi sezdirmeden, demokratik süreçlerin ikinci plana itilmesi anlamına gelebilir. Bu kümülâtif değişimin, geç olmadan geriye döndürülmesi çok zordur.71 
Amerikan dış politikasını yöneten aygıt manipülasyon yoluyla bu tekniği kullanmaktadır. Bu teknik daha az maliyetlidir; çünkü bu tekniğe göre, 
kamuoyu asla ayağa kaldırılmaz. Olumsuz bir tablo karşısında, elde olmayan nedenler gerekçe gösterilerek böyle bir sonuca ulaşıldığı şeklinde gerçekler 
çarpıtılabilir. 
Amerikan halkının çoğunluğunun ilgisizlik nedeniyle dış politika ile ilgili gelişmeleri demokratik ülke vatandaşı olma sorumluluğu içerisinde takip 
etmemesi de bu durumu kolaylaştırmaktadır. Bunun sonucunda, ülkenin dış politika gündemi rahatlıkla başka yönlere çekilebilmektedir. 
Amerikan modeli liberal demokrasinin yarattığı bir başka düş kırıklığı da, alınan dış politika kararlarının ancak hedeflenen amaca ulaşamadığı zaman eleştiri 
konusu olmasıdır. Bir başka deyişle, bu kararlar sadece performans kriterine indirgenmektedir. Örneğin, eğer ABD Vietnam’da istediği sonuca ulaşmış olsaydı, Vietnam da bir Guatemala veya Panama olmaya mahkûmdu. Tıpkı bunun gibi, Irak’ta amaçlanan hedefe ulaşılamadığı zaman, ABD’nin Irak politikası tartışma konusu olmaktadır. 
Bilindiği gibi, bir ülkenin dış politikasında dalgalanmalar olabilir. Hatta bir devletin dış politikası kimlik krizine de girebilir. Fakat 11 Eylül saldırıları, Amerikan dış politikasını herhangi bir kimlik krizine sokmadı. ABD, 11 Eylül saldırılarından iç bütünlüğü ve kendine olan güveni daha da güçlenmiş bir biçimde çıktı ve sonrasında daha saldırgan bir dış politika izlemeye başladı. Saldırıların sonrasında yapılan bir kamuoyu anketine göre, her 10 Amerikalıdan 7’si bu saldırılarda Saddam Hüseyin’in doğrudan rolü olduğunu düşünüyordu.72 Bunun sonucu olarak, 11 Eylül sonrasında Amerikan dış politikası içersindeki bölünmeler daha azalmış ve ülkede liberal bir uluslararası düzene kuşkuyla bakanların sayısı artmıştır. Bu saldırılar için Amerikan topraklarının seçilmiş olması Amerikalıları kendi özel konumlarından kaynaklandığı inancına yöneltmiştir. ABD’nin böyle bir ortamda keskin bir tek taraflı dış politika sergilemesi çok normaldi. Başkan George W. Bush’un “Ya bizimle birliktesiniz ya da bize karşısınız” sözünü bu mantıkla değerlendirmek gerekir. 

Uluslararası ilişkilerdeki güvenlik kaygılarının arttığı zamanlar, aynı zamanda dış politikada etik standartların düştüğü zamanlardır. Bu durumun Amerikan 
siyasetine yansıması, artan güvenlik kaygılarının ister istemez Demokratların bakışlarını kilitleyerek onları Cumhuriyetçi politikalara tâbi kılması olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna örnek olarak Bill Clinton, Hillary Clinton, John Kerry ve hatta Dayton Barışının mimarlarından Richard Holbrooke gibi Demokratların 
önemli isimlerinin 2003’teki Irak işgalini desteklemesini gösterebiliriz. 

11 Eylül’den sonra ulusal güvenlik, ABD için daha büyük bir mit haline gelmiştir. Bush yönetiminin 11 Eylül’e verdiği ilk tepkilerden biri, Vatanseverlik Yasası (Patriot Act) adıyla bir yasa çıkartması olmuştur. 
Bu yasayla, Amerikan devleti gerektiğinde Amerikan halkının özel hayatına kolaylıkla müdahale edebilecektir.73 
Bu değerlendirmelerden sonra şu soruyu sorma sırası gelmiştir: Hegemonyacı güç statüsüne ulaşmış güçler aynı zamanda demokratik yapı ve kimliklerini 
aynen koruyabilirler mi? Şurası bilinmektedir ki, uluslararası politika tarihinde gördüğümüz Hitler Almanyası’ndan Sovyetler Birliği’ne kadar hegemonyacı 
güçlerin neredeyse tamamı totaliter nitelikteki güçler olmuştur. Bu konuda ABD farklı bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette ABD bir demokrasidir; 
bununla birlikte şurası kesindir ki, ABD hegemonya mücadelesinin daha kızışması durumunda demokrasiden ve insan haklarından geri adım atmak zorunda kalacaktır. Nitekim bunun örnekleri 11 Eylül saldırılarından ve Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra görülmüştür. Saddam Hüseyin’i devirme operasyonu öncesi ve sonrasında ABD’de savaşa karşı güçlü bir muhalefet gözlenmemiştir. Bu durum, hegemonya mücadelesinin demokrasiyi nasıl yıprattığının açık bir göstergesidir. 
O halde, hegemonyacı bir gücün sahip olduğu gücü daha fazla artırma arayışına girmesi, o ülkedeki demokrasi ile ters orantılı olduğu gerçeğiyle karşı karşıya yız. Çünkü ABD örneğini ele aldığımız zaman, bu ülke Soğuk Savaş bittiği zaman güç arayışını açıklamak için daha fazla insanı ikna etme durumundadır; bunu da ancak demokrasiden taviz vererek yapabilir. 

Bilindiği gibi, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’nin totaliter bir devlet olması, ABD için başlı başına bir kaldıraç anlamına gelmiştir. ABD bu sayede, 
özgür dünyaya liderlik etme söylemini kullanmıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ise, ABD’nin bu konudaki konumu zayıfladı; çünkü karşısında kendi politikalarını dünya kamuoyunun gözünde meşrulaştıracağı totaliter bir devlet bulunmamaktadır. Böyle bir ortamda, “Acaba, ABD özgürlükleri kime karşı koruyacaktır?” sorusuyla karşı karşıya kalmaktayız. 

Nasıl Bir Güç? 

ABD’nin küresel güç olarak doğasını iyi anlamak zorundayız. ABD’nin dış politika kimliğini anlamaya çalışırken “emperyalist” nitelemesi şeklinde bir kolaycılığa 
kaçmak yerine, bu ülkenin dış politik kimliğinin farklı yüzleri olduğu şeklinde bir ince ayar yapmak gerekir. Bu bakımdan, ABD sadece reelpolitiğe dayalı 
hegemonyacı bir güç olarak görünmek istemez. Bosna’daki savaşı bitiren Dayton Barışı’nın arkasındaki gücün yine ABD olduğu unutulmamalıdır. Bu, ABD’nin 
uluslararası alanda vazgeçilmezliŞinin bulunduğu şeklinde bir izlenim yaratmıştır. 
Daha açık bir ifadeyle, bununla ABD kendisinin etkin katılımının olmadığı bir dünyada, uluslararası ilişkilerin çok daha kaotik hale geleceği anlayışını 
yerleştirmeye çalışmaktadır. Bilindiği gibi, Amerikan dış politikasında idealist politikaların öncülüğünü Demokratlar yapmaktadırlar. Demokratlar dış politikada çok taraflılığı, demokrasiyi ve insan haklarını ön plana çıkararak yumuşak güç unsurunu Amerikan dış politikasında etkili kılma çabası içersinde olmuşlardır. 

Geçmişe bakıldığı zaman Avrupa Birliği’nin mimarlarından olan Jean Monnet’ye Başkan Kennedy tarafından Özgürlük Madalyası’nın verildiğini görüyoruz. 
Jimmy Carter döneminde bu ülkenin Arjantin, Brezilya ve Güney Kore’ye yönelik politikalarında demokrasi öğesi önem kazanmıştır. Kosova, Bosna, Somali 
operasyonlarını da yumuşak güç unsurunun kullanılması olarak görebiliriz. 
Özellikle Demokrat partinin işbaşında olduğu yılları dikkate alırsak demokrasi ve insan hakları ABD için tamamen bir söylem değildir. Bunda demokrasilerin 
daha barışçıl olduğu şeklinde bir inanç da vardır. Bununla birlikte, burada can alıcı olan ölçüt bu değerlerin ABD’nin çıkarlarıyla asla çatışmasına izin 
verilmemesidir. 
Fakat Demokratların bu konuda yeterince etkili olamadığını görüyoruz. Çünkü ABD’nin 1980 sonrası dış politikasına baktığımız zaman, etki doğuran 
politikalar Cumhuriyetçi yönetimler tarafından izlenmiştir. 

Amerikan dış politikasına güç veren en büyük etkenlerden biri klasik dış politika oluşumunun dışına çıkabilmesidir. Devletten devlete yapılan klasik dış 
politika, ABD için çok gerilerde kalmış bir dış politika yöntemidir. Küreselleşme çağında oluşturulan dış politikada, kamuoyu çok önemli bir yere sahiptir. 
Hedef ülkelerde kapalı rejimlerde liberal demokrasilerin yerleştirilmeye çalışılması Amerikan dış politikası için önemli bir hedeftir. Çünkü liberal demokrasiler daha barışçıdırlar ve ABD’ye yönelik olarak kalıcı bir düşmanlık beslemeleri düşünülemez. 

ABD, küreselleşme çağında sahip olduğu olanaklarla diğer devletlerin kamuoylarına rahatlıkla nüfuz edebilmektedir. Bu şekilde, yabancı devletlerin 
kamuoylarını köklü bir biçimde etkileyebilmek ve değiştirmek, ABD’nin sahip olduğu bir eşsizliktir. Bu tür dış politika tekniğini hiçbir güç ABD kadar etkili bir 
biçimde kullanamaz. Örneğin herhangi bir ülkede egemen olan rejimle uyuşamayan bazı isimlerin ABD’ye davet edilmesi aynı zamanda ABD’nin özgürlüklerin anavatanı olduğu konusunda dünya kamuoyuna verilmiş bir mesajdır. Hiç kuşkusuz ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık olarak yayınladığı insan hakları raporları özellikle küreselleşme çağında çok etkili bir silahtır. Özgürlük, adalet, demokrasi, liberalizm gibi kavramlar Amerikan dış politikası için önemli referanslardır. 

Bu Referanslara çağımızda küreselleşme de eklenmiştir. Chalmers Johnson’a göre ABD, küreselleşme sözcüğünü, sürdürdüğü hegemonyanın üstünü örtmek 
amacıyla kullanmaktadır.74 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder