10 Eylül 2019 Salı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 5

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 5



1990-2000 Yılları

Bu yıllar özellikle Türkiye bakımından Orta Doğu’da iç sorunlar ile dış sorunların 
yoğun bir etkileşim içine girdiği yıllardır. Özellikle Irak ve Suriye ilişkilerde PKK meselesi en öncelikli mesele haline geldi.

1990 yıllardaki gelişmeleri ilk tetikleyen 2 Ağustos tarihinde Kuveyt’in işgali 
ile yine Irak oldu. Gerek Orta Doğu petrollerinin gerek İsrail’in güvenliğini 
tehdit eden bu durum karşısında ABD derhal harekete geçti. Soğuk Savaşın 
bitmesiyle üzerindeki siyasi karar ipoteği kalkmış olan BM Güvenlik Konseyi 
hızla duruma el koydu. Konsey, Kuveyt topraklarını terk etmesini isteyen 
kararlarına Irak uymayınca yeni bir kararla 15 Ocak 1991’e kadar Bağdat’a 
mühlet tanıdı ve aksi takdirde, “bölgede uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması için gerekli her türlü yola başvurulacağı” uyarısında bulundu. Saddam bu karara itaat etmeyince ABD liderliğindeki bir koalisyon tarafından harekat başlatıldı. Koalisyona Arap devletlerinden Bahreyn, Mısır, Fas, Katar, Suudi Arabistan, Suriye ve Birleşik Arap Emirlikleri de katıldı. Batılı devletler arasında Yunanistan da vardı. Filistin liderliği ise aksine Saddam Hüseyin’i tuttu 
ve bu yüzden savaş sonunda uzun süre Arap ülkeleri tarafından boykot edildi.

Birinci Körfez Savaşı sırasında Türkiye aktif olmakla beraber temkinli ve 
savaşa fiilen katılmayı başından beri öngörmeyen bir politika izledi. 

Cumhurbaşkanı Özal’ın aldığı başlıca tedbir savaşın hemen başında Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının kapatılmasıydı. Özal’ın savaştan önce ve savaş 
sırasında Başkan George Bush ile en fazla temas eden liderlerden biri oldu. 
Bunu Başkan Bush ve onun Başkanlığı sırasında Milli Güvenlik Müşavirliğini 
yapan Brent Scowcroft beraberce yazdıkları “Değişen Dünya” başlıklı kitapta 
özellikle belirtiyorlar.

Kitapta, Bush, Körfez Krizinin başından beri Özal ile sürekli temas halinde bulunduğunu vurguluyor. Irak’ın Kuveyt’e saldırmasından iki gün sonra telefonla aradığı zaman Özal’ın diplomatik temaslarına hemen başladığını öğreniyor. 
Özal o tarihte kesin bir durum takınmaktan kaçınan Suudi Arabistan Kralı Fahd ile görüşmüş ve Saddam’a bir ders verilmesi gerektiğini, aksi takdirde 
Irak diktatörünün Suudi Arabistan’ı da istila edebileceğini izah etmiş. Bu görüşmeyi Bush’a naklederken Özal Saddam’ın Kaddafi’den kat kat daha tehlikeli gördüğünü de belirtmiş. Ayrıca olası bir Irak saldırısına karşı NATO’dan hemen Türkiye’nin yardımına geleceğini gösteren bir işaret beklediğini söylüyor. 
Bush hemen NATO Genel Sekreterini uyarıyor. 10 Kasım’da Bush Özal’dan “Çöl Fırtınası Harekatı” çerçevesinde Suudi Arabistan’a bir Türk zırhlı tugayının 
gönderilmesini telkin ediyor. Özal düşüneceğini söylemekle yetiniyor ve sonunda hiçbir kuvvet gönderilmiyor. Buna karşılık, caydırıcı bir güç olarak 
müttefik uçakların Türkiye’de konuşlandırılmalarını kabul ediyor, fakat bunların Türk üslerinden havalanarak savaş görevi yapmalarına karşı çıkıyor.

25 Kasım’da Özal ve Bush AGİK toplantısı vesilesi ile Paris’te buluştuklarında 
Özal yine doğru bir tahminde bulunuyor ve hava harekatının sonuç almaya yeteceğini ve savaşın kısa süreceğini öngörüyor. Irak’a hava saldırılarının   başladığı 16 Ocak 1991’den sonra İsrail’in Scud füzeleri ile vurulması üzerine, ABD, Türkiye’nin de aynı akıbete uğrayabileceğinden endişe duyuyor ve NATO müttefiklerine danışıyor. Şansölye Kohl, Bush’u arayarak, Almanya’nın Türkiye’ye kuvvet göndermeye ve savaşmaya hazır olduğunu bildiriyor. Bunun üzerine NATO uçakları Türk üslerinde konuşlandırılıyor. Bush ayrıca, anılarında, savaş sona erdikten sonra, bir halk ihtilali veya askeri darbe ile Saddam’ın devrileceğini umduklarını, ancak ABD’nin olduğu kadar Türkiye’nin ve diğer bölge ülkelerinin Irak’ın parçalanmasını katiyen istemediklerini, Kürtlere self-determinasyon hakkı verilmesinin gerçekçi politika ile bağdaşmadığını vurguluyor.

Daha sonra Birici Körfez Krizi’nde Türkiye’yi büyük ekonomik zararlara uğratmak ve Irak Kürtlerinin önünü açarak PKK terör örgütünün güçlenmesine 
yol açmakla suçlanan Özal Hükümeti, aslında Türkiye’nin çıkarlarını en iyi 
şekilde korumuş, İncirlik Üssü’nde müttefik uçakların konuşlanmasına izin 
vermiş, fakat bunların savaş görevlerine katılmalarını yasaklamış ve yalnızca 
Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmakla yetinmişti. Uğranılan 
ekonomik zararlara ve Irak Kürtlerinin ön plana geçmesine gelince, bunlar 
Türkiye hangi siyaseti güderse gütsün kaçınılmazdı. Bir sorumlu varsa o da 
Saddam Hüseyin’di.

Savaş sona erdikten sonra, uzun zamandır baskı altında yaşayan Kuzeydeki 
Kürtlerle Güney’deki Şiiler ayaklandılar. Bu ayaklanma başta Suudi Arabistan 
olmak üzere Körfez Ülkelerinde ikinci bir Şii Devleti korkusunu yaratarak 
Saddam’ın iktidarda kalmasını sağlayan önemli bir gelişme oldu. Savaş öncesi 
ve sırasında Saddam’a bir alternatif bulamayan ABD’de de kayıtsız şartsız 
teslim olan Saddam’ın isyanı ağır silahlarla en acımasız ve kanlı biçimde 
bastırmasına göz yumma durumunda kaldı. Mart 1991’de isyan hareketinin 
şiddetle bastırılmasıyla yüz binlerce Iraklı Kürt ve Şii Türkiye ve İran sınırlarındaki dağlık bölgelere iltica ettiler. Bunun üzerine Türkiye ve Fransa’nın 
inisiyatifi ile toplanan BM Güvenlik Konseyi Irak’tan sivil halka karşı yürütülen 
şiddete derhal son verilmesini talep etti. Bu karar daha sonra Irak’ın 
kuzeyinde güvenli bölgeler kurulmasına, Irak’a 36. paralelin kuzeyinde uçuş 
yasağı getirilmesine, “Huzur Harekatı”na ve “Çekiç Güç”e mesnet teşkil etti. 
Türkiye bu çerçevede İncirlik Üssü’nün hava operasyonları için kullanılmasına 
izin verdi.

1991-1999 yılları arasında Kürt liderleri Celal Talabani ve Mesut Barzani ile 
ilişkiler kuruldu. Türk ordusu özellikle Mesut Barzani kuvvetleri ile işbirliği 
halinde PKK terör örgütüne karşı çok sayıda operasyona girişti. Bunların 
en önemlileri 1992, 1996 ve 1998 yıllarında yürütüldü. Bazı operasyonlarda 
35.000 kişi ile Irak’a girildi. Barzani ve Talabani kuvvetleri arasındaki çarpışmalardan sonra Türk kuvvetleri ateşkesin uygulanmasında rol aldılar. O 
zaman gönderilen birliklerin bir kısmı hala Irak’ın kuzeyinde konuşlanmış 
durumdalar. Bu devirde “Ankara Süreci” çerçevesinde ABD ile çok yakın işbirliği 
kuruldu. 1998 yılında ABD’nin Kuzey Irak’ta Kürtleri Saddam’a karşı 
güçlendirmek politikasına yönelmesi ile başlatılan ”Washington süreci” ne ise 
Türkiye ithal edilmedi. 

Orta Doğu politikası bağlamında Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık yaptığı 1996-97 dönemine de kısaca göz atmakta yarar vardır. Erbakan’ın politikası, özünde, Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmaya ve İslam ülkeleri ile yakınlaştırmaya dayanıyordu. 
Erbakan dini referanslarının kendisi için bir koz olduğu düşüncesindeydi. Oysa Libya seyahatinde Kaddafi’nin aleni istiskaline uğradı. 
Mısır Başkanı Müslüman Kardeşlere yakınlığı dolayısı ile ona uzak durdu. Suudi Araplar bile ona güvenilir bir lider olarak bakmadılar. Müslüman ülkelerin 
çoğunun bazı hallerde Batılı ülkelerle Türkiye’den bile daha yoğun ilişkiler ve menfaat bağları içinde olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.

1998’de Abdullah Öcalan’ın Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen hala 
Suriye’de ikamet etmesi ve PKK operasyonlarını oradan yönetmesi iki ülke 
arasındaki ilişkileri daha da gerginleştiriyordu. 16 Eylül 1998’de Kara Kuvvetleri 
Komutanı’nın Hatay’da Suriye’nin davranışını sert bir lisanla kınayarak 
“Türkiye beklediği karşılığı görmezse her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır” 
demesiyle yoğunluğu gittikçe artan ciddi bir kriz ortamına girildi. 

Genelkurmay Başkanı ile Cumhurbaşkanı da Türkiye’nin gerekirse Suriye’ye 
karşı kuvvet kullanılabileceği mesajını verdiler. Suriye sınırına yakın bölgelere 
kuvvet kaydırıldı. Bir askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğunu gören Arap 
devletlerinin bir kısmı Türkiye’ye itidal tavsiye ederken Mısır Başkanı Mübarek 
ve İran Dışişleri Bakanı Harrazi ihtilâfın çözümü için mekik diplomasisine 
giriştiler. Türkiye’nin askeri baskısı ve bunun tetiklediği diplomatik baskı 
karşısında Suriye Hükümeti Öcalan’ı sınır dışı etmek mecburiyetinde kaldı. 
Öcalan Rusya üzerinden gittiği İtalya’da bir süre kalarak siyasi faaliyetlere 
girişmek istedi. Fakat Türkiye’nin ve ABD’nin baskısı ile orada barınamadı. 
Rusya, Hollanda ve İsviçre de kendisini kabul etmediler. Sonunda Yunanlılar 
bile Öcalan’ı kendi ülkelerinde tutamadılar ve onu Nairobi’ye naklederek 
oradaki Büyükelçiliklerinde misafir ettiler. Bir yıl önce Nairobi’deki ABD 
Büyükelçiliği teröristlerce bombalandığı için şehirde çok sayıda Amerikan 
istihbarat ajanı bulunuyordu. Onların yardımı ile Türkiye’den gelen bir ekip 
Öcalan’ı teslim aldı.

Öcalan idama mahkum edildiği 29 Haziran 1999’da kısa bir süre sonra PKK 
eylemcilerine yılsonuna kadar Türkiye’yi terk etmeleri talimatını verdi. 
Eylemcilerin çok büyük kısmı bu talimata uyarak Kuzey Irak’a, Kandil 
bölgesine gittiler. Türkiye’de yalnızca 400 kadar terörist kalmıştı. Bunlarla 
başa çıkmak o kadar zor değildi. Genelkurmay Başkanı artık askerin işinin 
bittiğini ve bundan sonra sorunun çözümünün sivillerin elinde olduğunu 
zaten belirtmişti. Türkiye’nin eline Kürt meselesini çözümlemek için altın bir 
fırsat geçmişti. Bu fırsat penceresi neredeyse 2004 yılına kadar sürdü, çünkü 
terörist eylemler hemen tamamen durmuştu. “Demokratik açılım” o tarihte 
başlatılsaydı kuşkusuz bugüne nazaran başarı şansı çok daha yüksek olurdu.

1990’lı yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde büyük gelişme kaydedildi. 
Orta Doğu barış sürecinin başlaması, Türkiye’nin, Amerika’daki Yahudi 
Lobisinin desteğine önem atfetmeye başlaması, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerine 
Orta Doğu dengeleri açısından değer vermesi bu gelişmeyi destekleyen 
unsurlardı. İki ülke 1991’de diplomatik ilişkilerini ilk defa Büyükelçilik düzeyine 
çıkardılar. Yüksek düzeyde ziyaretler birbirini izledi. Askeri alanda çok 
kapsamlı bir işbirliğine girişildiği gibi ekonomik ve ticari ilişkilerde de büyük 
bir ilerleme kaydedildi. 1999’da İsrail’in depremden sonra yaptığı yardımlar 
özellikle Türk kamuoyunda İsrail’in dost bir ülke olarak algılanmasına yol açtı.

Bu devrede Türkiye-İran ilişkileri ise ideolojik nedenlerden ve İran’ın PKK’ya 
destek verdiği inancından kaynaklanan istikrarsız bir dönemden geçiyordu. 
Özellikle Refah Partisi iktidarda iken İran’ın İslami kesime destek vermesi 
yüzünden bir hayli gerginlik yaşandı. Ecevit’in Başbakanlığı zamanında da 
krizler eksik olmadı, Hükümetler birbirlerini kınadılar, fakat her defasında bir 
müddet sonra ilişkiler normale dönebildi.

2000-2010 Yılları

11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin ABD’ye karşı yönelttiği terör saldırısı Orta 
Doğu’nun daha sonraki yıllardaki kaderini de etkileyecekti. 11 Eylül saldırısından 
sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan’a karşı BM Güvenlik Konseyi  ’nin onayı ile ve ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri operasyona girişilmesi kaçınılmazdı. Ne var ki Ocak 2001’de Başkanlığı devralan George W. Bush’un etrafındaki “yeni muhafazakârlar” olarak adlandırılan müşavirler, ideolojik bir yaklaşımla asıl hedef olarak Irak üzerinde yoğunlaşmışlardı. 

Baba Bush’un bütün Arap ülkelerinin desteği ile girişilen Birinci Körfez Savaşı’nın sonunda hangi rasyonel nedenlerle Saddam Hüseyin’i tasfiye için Bağdat’a gitmeyi reddettiğini unutmak işlerine geliyordu. Birdenbire Irak’ın kimyasal ve nükleer silahlara sahip olduğu ve radikal terörizmi desteklediği yolunda yapay istihbarat raporları ortaya çıktı. O kadar ki, Başkan Bush körü körüne destekleyen İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak’ın 45 dakikada kimyasal bir saldırı tertip edebileceğini bile iddia edebildi. Irak’a karşı savaş açmanın Orta Doğu’daki dengeleri altüst edeceği ve o zamana kadar radikal terörizme kapıyı kapatmış olan Irak’ın El-Kaide teröristlerinin bir üssü haline gelebileceği tamamen göz ardı edildi.

Kasım 2002’de iktidara gelen AKP çok çetin dış politika sorunları ile karşılaştı. Kıbrıs konusu bunların en önemlilerinden biriydi. AKP kendisini AB üyeliği ile çok yakından ilişkili Annan Planı konusunda siyasi platformda ve kurumlar arasında kesif bir tartışma içinde buldu ve açık seçik bir tutum tespitinde sıkıntı çekti. Daha da çetrefil diğer sorun Irak’tı. O tarihte artık ABD’nin ne pahasına olursa olsun Irak’a savaş açacağı belli olmuştu. Başkan Bush eskiden beri kader birliği yaptığı müşavirlerinin etkisinden kurtulamamıştı. 

Bunlar daha 11 Eylül’den çok önce üyesi bulundukları düşünce merkezlerinde “önleyici müdahale” ve “şer mihveri” gibi doktrinler geliştirmişlerdi, 11 Eylül 
onlara bu radikal fikirlerini adeta dini bir taassupla uygulamaya koymak fırsatını vermişti. Doktrinlerinde Orta Doğu’nun istikrarını güçlendirmek amacı ile Filistin sorununun çözümüne katkıda bulunmak gibi bir kavram mevcut değildi.

ABD politikası akıl rayından çıktığına göre artık her devletin kendi çıkarlarını gözetmesinden başka çare kalmamıştı. Bazıları, örneğin Almanya gibi, savaşa 
karşı çıkmakla beraber ülkelerindeki üslerin kullanılmasına izin veriyorlardı. Yunanistan da üslerini açmıştı. Rusya ve Çin gayet dikkatli ve dengeli bir 
siyaset gütmeye çalışıyorlardı. Merkezi ve Orta Avrupa ülkeleri ise Sovyet hegemonyasından kurtuluşlarını geniş ölçüde ABD’ye borçlu olduklarını 
unutmuyorlar ve ABD’yi destekliyorlardı. İspanya ve İtalya da kamuoylarına rağmen ABD’yi desteklemekteydiler. Arap ülkelerine gelince, Mısır, Suriye 
ve Ürdün savaşın neden olacağı felaketlerin farkındaydılar, fakat savaşın artık önlenemeyeceğini anlamışlardı. Körfez ülkelerinden Bahreyn, Katar ve Kuveyt 
ülkelerini Amerikan askerlerine açmışlardı.

Bu durumda AKP yine barış turları başlattı. Başbakan Mısır, Ürdün ve Suriye’yi ziyaret etti. İstanbul’da bazı toplantılar tertiplendi. Başbakan’ın girişim ve atılımlarının ve Saddam’a ulaştırılan tek taraflı veya çok taraflı mesajların takdir edilecek iyi niyetli bir yaklaşım yansıttıkları kuşkusuzdu. İç politikada Hükümetin barışı kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini yaratmaya çalışmak da anlaşılır bir amaçtı.

Savaşa hazırlanan ABD’nin Türkiye’den başlıca iki isteği vardı. Kuzey Irak’tan da yapılması planlanan operasyon için Türkiye’nin limanlarını ve hava üslerini kullanmak ve Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a asker gönderebilmek. Hükümet prensip itibarı ile bu talebin kabulüne taraftar olduğu intibaını veriyordu. Nitekim TBMM 6 Şubat 2003’te askeri üs, tesis ve limanlarımızın yenilenmesi amacı ile ABD teknik ve askeri personelinin Türkiye’ye gelmesini onayladı. Bu personel Türkiye’ye gelerek hazırlıklarına ve çalışmalarına başladığı gibi, TBMM’nin kararını Amerikan birliklerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a intikaline de yeşil ışık yakılacağının işareti gibi gören ABD askerlerini gemilere bindirmişti. Sonra 1 Mart tezkeresi reddedilince Güney’den operasyona katılmak üzere Kuveyt’e yönlendirildiler.

1 Mart tezkeresi Türkiye ile ABD arasında uzun süren çetin müzakerelerden sonra sağlanan bir mutabakata dayanıyordu. Bu mutabakatın Türkiye’ye sağlayacağı avantajları başlıca üç noktada toplamak mümkündür. Birincisi Arap, Türkmen ve Kürtlerin Irak’ın kurucu unsurları olduklarının belirtilmesiydi. 
İkincisi, sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün tehdit potansiyelinin yoğunlaştığı 20-25 kilometre genişliğinde bir şerit içinde, PKK ile mücadele 
yetkisine de sahip 30 bin kadar Türk askerinin konuşlandırılması olacaktı. Üçüncüsü ise Iraklı Kürtlere verilecek silahlara ilişkindi. Bu silahların dağıtımında ve operasyonlar bittikten sonra toplatılmasında Türk ve Amerikan askeri makamları birlikte hareket edeceklerdi.

1 Mart tezkeresinin Türkiye’ye çeşitli avantajlar sağlayacağını düşünenler şu savları ileri sürüyorlardı: Tezkere Irak’ın kuzeyinde Kerkük’ün petrol ve gaz 
kaynaklarına da sahip bağımsız veya bağımsızlığa yakın bir Kürt oluşumunu engellemek fırsatını ve o bölgede yuvalanmış PKK gruplarının tasfiyesini 
sağlayabilecekti. Kürtler Amerikalıların vazgeçilemez müttefikleri haline gelemeyeceklerdi. Arap ülkelerinin Türkiye karşısında yer alacakları kaygısı 
da yersizdi. ABD kuvvetleri güneyde Kuveyt üzerinden Irak’a girmişlerdi. Amerikalıların Katar’da büyük bir karargâhları vardı. Arap ülkeleri onları 
eleştirmiyorlardı. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Tarihin akışının o zamanki algılamaya mutlaka uyacağını söylemek mümkün değildi. Tezkere kabul 
edilseydi bile ABD ile ciddi ihtilâflar çıkabilirdi. Türkiye düş kırıklığına uğrayabilirdi. Iraklı Kürtlerle silahlı çatışmalara kadar varan sorunlar çıkabilirdi.

2003 yılında bir çelişki daha yaşandı. 1 Mart tezkeresi kaçınılmaz olarak Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkilemişti. Özellikle ABD ordusu ve 
“Yeni Muhafazakârlar” gücenmişlerdi. Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta “çuval olayı” cereyan etti ve ilişkiler daha gerginleşti. 7 Ekim 2003’te ise TBMM, 
ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra BM Güvenlik Konseyi’nin de onayı ile kurulan “Koalisyon” kuvvetlerine katılmak üzere Irak’a önemli miktarda kuvvet 
gönderilmesini kabul etti. Oysa bu kararın uygulanması Irak’ta ABD müdahalesinden kısa bir süre sonra patlak veren şiddet ve terör olaylarından sonra 1 Mart tezkeresinin uygulanmasından kat kat daha riskli olacak ve Türkiye şehit tabutlarının gelmesi ile iç politikada ağır siyasi bunalımlara sürüklenecekti. 
Neyse ki Araplar ve Kürtlerin muhalefeti yüzünden TBMM’nin aldığı karar uygulanamadı.

Irak Savaşı’nın Orta Doğu’da bir Pandora kutusu açacağı kehanetinde bulunanlar haklı çıktılar. Bush yönetimin inanılmaz basiretsizliği ABD’nin politik 
gücüne ve inandırıcılığına ağır bir darbe vurdu; bölgedeki dengeleri bozarak, 
Irak’ı zayıflatarak ve istikrasızlığa sürükleyerek, İran’ı kuvvetlendirerek ve 
kökten dinci cereyanları körükleyerek aleyhine çevirdi. Bu karmaşa ortamında, 
Türkiye, yürüttüğü aktif ve genelde yaratıcı ve isabetli politika ile Orta Doğu’daki jeopolitik ve ekonomik mevkiini perçinleştirdi. Ne var ki, bu politikanın zaman zaman tereddütler doğuran, eleştiri çeken yönleri de hiç yok değildi. Örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak amacı kuşkusuz yerindeydi, fakat bu amaç Kuzey Irak’ta özerkliklerine kavuşmuş olan ve Bağdat’ın zaafı yüzünden gittikçe daha bağımsız bir siyaset gütmek imkânına kavuşan Kuzey Irak Kürtleri ile 2009 yılına kadar gerçekçi bir ilişki kurulmasını engellememeliydi. 

Kuzey Irak’ta Kandil bölgesindeki Kürt teröristlere karşı yürütülmek istenen operasyonlar 2007 yılına kadar ABD ile olduğu kadar Kürt yönetimi ile de sürtüşmelere neden oldu. 2009 yılına kadar Kürt meselesinin çözümü için bir açılım politikası başlatılamaması da tabiatı ile bir zaaf unsuru 
oluşturuyordu.

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu ülkeleri ve hatta Afrika ülkeleri ile ikili ilişkileri 
geliştirmek konusundaki çabaları takdir edilmelidir. BM Milletler Güvenlik 
Konseyinin geçici üyeliğine seçilmek için sarf edilen gayretler başarıya ulaştı, Türkiye en iyimser tahminlerin bile ötesinde destek sağlayabildi. Suudi 

Arabistan ve diğer Körfez ülkeler ile de ilişkiler çok daha yüksek bir seviyeye 
çıkarıldı, bu ülkelerden Türkiye’nin ekonomik büyümesine özlü katkıda bulunabilecek düzeyde direkt yatırımlar temin edilebildi. Türkiye’nin bütün bölge 
ülkeleri ile hatta Kuzey Irak ile ticareti rekor düzeylere ulaştı.

Bu Politikanın bir özelliği de mikro diplomasinin iyi kullanılmasıdır. Bundan 
kasıt yalnızca Hükümetler arası ilişkiler ile yetinilmemesi ve bir ülkenin 
politik yelpazesinde yer alan bütün unsurlar ile diyalog kurulmasıdır; Irak’ta 
çeşitli Şii ve Sünni gruplarla ve aşiretlerle temas edilmesi gibi. Türkiye aynı 
yaklaşımı Lübnan’da da sergiledi. 2006 yılındaki İsrail saldırısından sonra 
Lübnan’daki Birleşmiş Milletler kuvvetine katkıda bulunurken iç politikada 
uzlaşma sağlanmasında da önemli rol üstlendi.


6. CI  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder