TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 4
Bir İslam Konferansı fikri 21 Ağustos 1969’da İsrail’in işgalinde bulunan
Kudüs’te El Aksa Camisi’nin yanması sonucu doğan tepki nedeniyle gündeme
gelmişti. Ürdün’ün inisiyatifi, Fas ve Suudi Krallarının desteği ile Rabat’ta
toplanan Devlet Başkanları Konferansı’na Türkiye Cumhurbaşkanı da davet
edilmişti. Konferansa katılma konusu Türkiye’nin laik bir devlet olması nedeniyle
bazı tartışmalara yol açtı. Fakat Başbakan Demirel, Rabat’taki toplantının
dini değil, siyasi bir toplantı olduğunu, bu toplantıya katılmanın laikliğe aykırı
olmayacağını açıkladı. Yine de toplantıya devlet başkanı değil, dışişleri bakanı
düzeyinde iştirak edilmesi kararlaştırıldı. Mart 1970’de Cidde’de toplanan
ve örgütlenmeye doğru ilk adımın atıldığı Dışişleri Bakanları Konferansı’nda
Türkiye Heyeti Sekreterliğe yazılı olarak “konferans kararlarına anayasasının
ve dış politikasının ilkeleri ile bağdaştığı ölçüde katılacağını” bildirdi: Zaten
İKÖ’nün her toplantıda alınan çok sayıdaki siyasi kararların hemen hemen
hepsi kağıt üzerinde kalmakta ve uygulanmamaktadır.
İlk başlarda İKÖ hakkında Türkiye’de beliren tereddütler yavaş yavaş
dağıldı. O kadar ki konferans Türkiye’nin daveti üzerine 1976’da İstanbul’da
toplandı. Konferansa Cumhurbaşkanı Korutürk bir mesaj gönderdi ve
Başbakan Demirel bizzat katılarak özellikle Filistin konusunda Türkiye’nin
Arap ülkelerinin yanında yer alacağını vurguladı. Aynı toplantıda Türk
delegasyonunun girişimiyle kültürel ve bilimsel işbirliği için iki merkezin
kurulmasına karar verildi. Bu merkezlerden biri İstanbul’da İslam Tarih,
Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, diğeri ise Ankara’da İstatistik, Ekonomi
ve Sosyal Araştırmalar ve Eğitim Merkezi olarak faaliyete geçecekti.
1970-1980 Yılları
1970’li yılların başlarında Orta Doğu’daki gelişmelerin bir kısmı Türkiye için
problemler yaratıyordu. Özellikle Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri Sovyetler
Birliği’ne müzahir politikalara yöneliyorlardı. Türkiye’de silahlı eylemlerde
bulunan sol örgütlerin militanları Suriye üzerinden Lübnan’a geçerek Filistin
kamplarında eğitim gördükten sonra Türkiye’ye dönüyorlardı. Irak ve Suriye
ile ilişkiler bozulurken Türkiye ile Mısır’ın politikaları örtüşmeye başlıyordu.
Nasır’dan sonra başkanlığa gelen Enver Sedat’ın liderliğinde Mısır’ın siyasetinde
köklü bir değişiklik beliriyor, Mısır Temmuz 1972’de Sovyet askeri
tesislerini kapatıyor ve Sovyet teknisyenlerine yol veriyordu.
6 Ekim 1973’te başlayan Arap-İsrail savaşında Türkiye Arapları destekleme
politikasını devam ettirdi. Bir yandan ABD’nin İncirlik üssünü kullanarak
İsrail’e yardım etmesine izin vermeyeceğini açıklarken, diğer yandan Araplara
yardım götüren Sovyet uçaklarının hava sahasından geçmelerine göz yumdu.
Araplar da bu desteği karşılıksız bırakmadılar ve OPEC üyeleri Türkiye’nin
petrol ihracı kısıtlamalarından muaf tutulacağını açıkladılar. Daha önce,
Ağustos 1973’te, Türkiye ile Irak arasında Kerkük-Yumurtalık boru hattının
inşasına ilişkin bir anlaşma akdedildi. Ocak 1977 tamamlanan hattan Türkiye
petrol ihtiyacının üçte ikisini karşılamaktaydı.
Araplarla ilişkilerin geliştirilmesinin askeri alanda da olumlu sonuçları görülüyordu. 1974 Kıbrıs müdahalesinde, Libya harekâta katılan uçakların acil benzin ve lastik ihtiyaçlarını karşılamıştı. Türkiye 10 Kasım 1975’te Birleşmiş Milletler Asamblesi’nde “Siyonizm”in “ırkçılık” olduğunu ifade eden tartışmalı karara da olumlu oy verdi. Bu karar daha sonra iptal edilecekti.
Türkiye 1970’li yıllarda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile ilişkileri gelişmeye
başladı. Ocak 1975’te FKÖ’yü tanıdı ve daha sonra Ankara’da bir büro açmasına izin verdi. Ne var ki, bu yakınlaşmaya rağmen Türkiye Orta Doğu politikasının temel çizgilerinden uzaklaşmadı. İsrail ile ilişkilerini devam ettirdi. 1977 Camp David mutabakatını takiben Mısır ile İsrail arasında barış antlaşması akdedilince tüm Arap dünyası Mısır ile ilişkilerini askıya aldı. Mısır’ın Arap Ligi üyeliğine de son verildi ve Arap Liginin merkezi Kahire’den Tunus’a nakledildi. Fakat Türkiye barış sürecini destekledi ve Mısır ile ilişkilerini devam ettirdi.
Türkiye ile İran’ın ilişkileri de kuşkusuz Türkiye’nin Orta Doğu politikasının
önemli bir öğesidir. Bu ilişkiler her iki ülke tarihlerinin farklı dönemlerinde
inişli çıkışlı bir seyir gösterdi. Muhammed Rıza Pehlevi döneminde iki ülke
genellikle aralarında dostane ilişkiler sürdürdüler, Orta Doğu’daki dramatik
gelişmelerde benzer yaklaşımlar sergilediler. Ancak iki ülke arasında bir nüfuz
rekabeti de daima seziliyordu. İran petrol kaynakları sayesinde gittikçe
zenginleştikçe Türkiye ile ekonomi ve enerji alanında işbirliğini geliştirmek
konusunda isteksizlik gösteriyordu. İki ülke arasındaki tarihi rekabet zaman
zaman su yüzüne çıkıyordu.
1979 Devrimi, İran’da yerleşen yönetim sistemi ve din/devlet ilişkileri anlayışı
Türkiye’nin yönetim sistemi ve laikliğinin anti teziydi. Her iki ülke de
birbirlerine karşı kuşku ve güvensizlik duymaya başladılar. Türkiye Atatürk
karşıtı yayınlardan rahatsızlığını belirtirken, İran da Türkiye’de kendi devrimlerine ve liderlerine yönelik olumsuz propagandalardan şikâyetlerini ortaya koyuyordu. İran’ın devrim ihracı çabaları ikili ilişkilerde ciddi bir sorun
haline geliyordu. İran Türkiye’yi kendi devrimini ihraç edeceği, Türkiye de
İran’ı kendi anayasal düzenini yıkmayı hedef alan bir ülke olarak görüyordu.
Ancak Türkiye açıkça İran karşıtı bir duruma girmekten imtina etmekteydi.
Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin işgalinin ardından İran’a ambargo koyan
ABD’yi takip etmemişti.
1980-1990 Yılları
12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonraki dönemde Türkiye geleneksel dış
politika çizgisinden ayrılmadı. Yeni koşullarda Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ortaklık ilişkilerinin fiilen askıya alınması kaçınılmazdı, fakat Avrupa
Konseyi ile ilişkilerin devam etmesi ve bu suretle Batı ile ilişkilerin önemli
bir unsurunun korunması için büyük çaba harcandı ve bunda başarı sağlandı.
NATO içinde de işbirliği aynı yoğunlukta sürdürüldü. Bu devirde Türkiye’nin
Batı’dan uzaklaşarak Orta Doğu politikasına daha fazla ağırlık vermek yolunu
tuttuğuna ilişkin iddialar geçerli değildir. Orta Doğu politikasında da, değişen
koşulların gerektirdiği ayarlamalar hariç, geleneksel çizgide kalındı.
Değişen koşulların başlıcası kuşkusuz İran-Irak Savaşı idi. 12 Eylül’den on
gün sonra başlayan bu savaşta Türkiye tarafsızlıktan başka bir siyaset güdemezdi.
Ayrıca savaşın durdurulması için İslam Konferansı Örgütünce kurulan
arabulucu heyeti içinde yer aldı. İlkönce Dışişleri Bakanı, daha sonra da Başbakan bu heyetle birlikte Bağdat ile Tahran arasında sık sık mekik dokudular.
Irak ve İran Türkiye’nin tarafsızlığına o kadar güvendiler ki karşılıklı olarak
menfaatlerinin korunmasını Bağdat ve Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliklerine
bıraktılar. Bu devirde ayrıca Körfez ülkeleri ile daha sonra Türkiye’ye ekonomik yararlar sağlayacak ilişkiler de kuruldu. Irak-İran savaşı sırasındaki petrol kıtlığında Türkiye ihtiyaçlarını daha kolayca temin etti. 1981’de Kerkük-
Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın kapasitesinin arttırılması için Irak ile
anlaşmaya varıldı. Bu boru hattına İran kuvvetlerinin zarar vermemesi için
Tahran uyarıldı ve İran bu uyarıya uydu.
Irak ile ilişkilerde karşılıklı menfaatler çerçevesinde işbirliği bir derecede
de olsa mümkün iken, Suriye ile gerilim yaşanıyordu. 12 Eylül sonrasında
Türkiye’den çeşitli sol gruplara mensup eylemcilerin ve Kürt ve Ermeni teröristlerin Suriye’de faal olmaları başlıca sorunu teşkil ediyordu. 1981’de
iki ülke arasında imzalanan “Suçluların İadesi ve Ceza İşlerinde Karşılıklı
Yardım Anlaşması” siyasi mültecileri kapsam dışı bıraktığı için etkili bir
şekilde uygulanamıyordu. Siyasi mülteci tarifinin teröristleri içermemesine
rağmen fiiliyatta teröristlere de mülteci muamelesi yapılıyordu.
Türkiye’ye yönelik terör eylemleri konusunda Türkiye’nin girişim ve uyarılarına
Şam sürekli bu eylemlerle hiçbir ilgisinin bulunmadığı yolunda cevap
veriyordu. Türkiye’nin tutumunu sertleşmesi karşısında Suriye 1983 sonunda
ASALA ve PKK teröristlerini kendi topraklarından çıkararak İran’a, Kuzey
Irak’a ve Lübnan’da Bekaa Vadisi’ne gönderdi. Ne var ki Bekaa Vadisi de
fiilen Suriye’nin kontrolündeydi.
PKK terör örgütünün Bekaa ve Irak’a yerleşmesi Türkiye’nin güvenliği için
ciddi bir sorun yaratıyordu. Şubat 1983’te Türkiye ile Irak arasında “Sınır
Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Aynı yıl 10 Mayıs’ta Hakkâri
Uludere’de PKK teröristlerince üç askerin öldürülmesinin ardından başlatılan
operasyonda Türk kuvvetleri Irak topraklarında 5 kilometre kadar ilerledi.
Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB)
operasyon sırasında en fazla kendilerinin zarar gördüklerini iddia ettiler ve
Irak Hükümetini bu duruma imkân verdiği için itham ettiler.
1983’ten sonra PKK “profesyonel gerilla savaşı” başlatma kararını açıkladı.
Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli saldırılarını takiben Ekim 1984’te Irak ile
bir ”Güvenlik Protokolü” imzalandı.
Bu protokol iki ülkeye diğer ülke topraklarında 5 kilometreye kadar sıcak takip hakkı tanıyordu. Irak-İran savaşı bittikten sonra Irak tarafından sona erdirilecek olan bu protokol çerçevesinde 1986 ve 1987’de Kuzey Irak’ta operasyonlara girişilebilmişti. Bu operasyonlara karşı en büyük tepki İran ve onun desteklediği KYB ve KDP’den gelmişti.
Türkiye bu yıllarda Kuzey Irak’ta operasyonlar yapmak imkânına sahipti fakat
Suriye tam aksine PKK’ya en büyük desteği temin ediyordu. 1987’de, Başbakan Özal’ın Şam’ı ziyareti sırasında imzalanan protokolde taraflar kendi toprakları üzerinde karşı tarafa yönelik faaliyetlere izin vermemeyi ve silahlı eylemlere katılmış kişileri iade etmeyi kabul ediyorlardı. Fakat Suriye yine de PKK’lıların Suriye’den geçmelerine göz yummayı sürdürdü.
1988’de Irak-İran savaşının sona ermesi ile Türkiye çok çetrefil bir sorunla
karşılaştı. Irak savaş boyunca silahlı direnişte bulunan Kürtleri cezalandırmak
için harekete geçti. 250.000 kadar Kürt göçe zorlandı. Ağustos’ta Irak kuvvetleri Türk sınırına yakın bölgelerde Kürtlere karşı kimyasal silah kullandı lar. Kürtler, İran sınırını kapatınca Türkiye sınırına yığıldılar. Başlangıçta Türkiye Irak ile sınırı kapattığını ilan ettiyse de daha sonra sınıra yığılan Kürtlere geçici ikamet hakkı verileceğini, fakat mülteci statüsü tanınmayacağını açıkladı.
Eylül 1998’de Türkiye’ye 63.000 Iraklı Kürt sığınmıştı.
PKK terör örgütü ile mücadele o yıllarda Türkiye ile Suriye arasında ilişkilerin
yeniden gerginleşmesine neden oluyordu. O kadar ki Suriye Başkanı Hafız
Esed’in kardeşi bölgede bir Kürt devleti kurulmasının gerekli olduğunu,
PKK’ya siyasal ve lojistik destek verildiğini açıkça ifadeden kaçınmadı.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde de 1980’li yıllarda olumsuzluklar yaşanıyordu.
1978’den beri Batı Şeria’da Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya başlayan
İsrail, Temmuz 1998’de Doğu Kudüs’ü ilhak ettiğini açıklamış ve BM Güvenlik
Konseyi bu ilhakın hükümsüz olduğuna karar vermişti. Türkiye ise tepkisini
bir adım ileri götürdü. Türkiye ve İsrail’in o tarihlerde karşılıklı diplomatik
temsil seviyesi Büyükelçilik değil, Maslahatgüzarlıktı. Bu seviye aynı kaldı,
fakat Maslahatgüzarların derecesi İkinci Kâtipliğe düşürüldü. Askeri ve İstihbarat ilişkileri ise yine bir şekilde devam etti. İstihbarat ilişkileri ASALA’ya
karşı operasyonları da kapsıyordu. Yine 1980’li yıllarda Filistin ile ilişkiler
gelişmekteydi. 15 Kasım 1988’de Filistin devletinin kurulduğu ilan edilince,
Türkiye aynı gün, birçok Arap devletinden önce, yeni devleti tanıdığını açıkladı.
1980’li yıllarda Türkiye-İran ilişkileri ikircikli bir zemin üzerinde seyrediyordu.
Bir yandan ideolojik nedenlerle zaman zaman sorunlar çıkıyordu. Örneğin,
İran’dan gelen resmi kişiler Anıt Kabri ziyaret etmekten kaçınıyorlar, İran Büyükelçiliği 10 Kasım’da bayrağı yarıya indirmeyi reddediyor, iki taraf
basını laiklik ve dincilik konusunda polemiğe tutuşuyor, İran Irak Kürtlerinin
hamisi gibi hareket ediyordu. Diğer yandan iki ülke arasında ekonomik ve
ticari ilişkiler gelişiyordu. Ticaret hacmi 1985’te 2 milyar dolara ulaşmıştı.
5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder