4 Eylül 2019 Çarşamba

SÖMÜRGECİLİKTEN YENİ SÖMÜRGECİLİĞE KÜRESEL REKABET. BÖLÜM 1

SÖMÜRGECİLİKTEN YENİ SÖMÜRGECİLİĞE KÜRESEL REKABET. BÖLÜM 1



Adem Akkaya*

Özet: 

Bu çalışmada “sömürgecilik” kavramından hareket edilerek kavramın zaman içindeki dönüşümü Sahraaltı Afrika örneğinde aktarılmaya çalışılacaktır. 
15. yüzyıla kadar götürülebilen Sahraaltı Afrika’daki sömürgecilik faaliyetleri günümüze kadar getirilirken aynı zamanda kavramın dönüşümü eylemsel 
pratiklerle açıklanacaktır. 19. yüzyıldan 20. yüzyıl son çeyreğine kadar siyasî tarihin en önemli konuları arasında yer alan sömürgeciliğe bakış, son yıllarda 
kavramın amaçsal özünün değişmeden eski alanlarda yeni metotlarla faaliyetler yürütüldüğü yönündedir. “Yeni Sömürgecilik” olarak tanımlanan bu yeni 
kavramsallaştırma çalışmanın teorik zeminini oluşturacaktır. Kanıtlanmış ve kanıtlanmamış doğal kaynak rezervleriyle Sahraaltı Afrika uluslararası politikada 
tekrar ilgi duyulan bir konum edinmiştir. ABD ve Çin başta olmak birçok ülke bölgeye stratejik hedeflerle yönelmektedir. Bu ülkelerin stratejik algıları, bölge 
ülkeleriyle ilişkileri ve bu ilişkileri belirleyen faktörlerle beraber metodolojik farklılıkları ve bölgedeki etkinlikleri de çalışmada yer alacaktır.

Giriş

Siyasî tarih, geçmişten bugüne uluslararası siyasette ve dünya tarihinde yaşanan değişimleri gözler önüne sererken bugünün dünyasının bazı alanlarda 
geçmişten çok da farklı olmadığını, öz itibariyle aynı kavramların, politikaların ve düşüncelerin yeni araçlar ve yeni metotlarla günümüze uyarlandığını 
anlamamıza yardımcı olmaktadır. Afrika ve Afrika tarihi de yüzyıllar boyunca kıta dışından gelen istilacı güçlerin, iktisadî ve sömürge faaliyetlerine maruz 
kalmıştır. 15. yüzyıldan itibaren çeşitli formlarda Afrika’ya yönelen sömürge girişimleri, ana tema olarak kıtanın sahip olduğu kaynakların çevreden 
merkeze aktarılmasıyla alakalıydı. Kıtanın sahip olduğu kaynak çeşitliliğini sadece yer altından çıkarılan değerli madenlere ve fosil yakıtlara bağlamak, 
Afrika’nın sömürülme geçmişini anlamakta yetersiz kalacağı gibi olayı sadece iktisadî ve endüstriyel bir ihtivaya sokar. Hâlbuki ilk dönem sömürülme 
faaliyetinin temel hedefi bizatihi insandır ve bu hedefe binâen yapılan köle ticaretidir. 
Afrika’dan bahsederken coğrafyanın bizlere sunduğu doğal bir ayrımı da dikkate almak gerekmektedir. Afrika’nın kuzeyiyle güneyini birbirinden ayıran 
Sahra Çölü, kıtayı doğal bir bölünmeye götürmüş ve bu bölünme coğrafyayla sınırlı kalmayarak kültürel ve sosyal bir ayrımın da Afrika’da görülmesine 
sebebiyet vermiştir. Sahra Çölü aynı zamanda siyasal olarak da Sahraaltı Afrika’nın, Kuzey Afrika’dan farklılık göstermesine yol açmıştır. 

Kuzey’in geçişkenliğine nazaran Sahraaltı’nın daha kapalı olan yapısı, buralardaki siyasî yapılanmaların kendine has tarzlarının oluşmasına olanak sağladığı 
gibi uluslararası siyasette ağırlığı olan güçler tarafından daha az bilinir ve daha zor ulaşılabilir bir bölge olmasına yol açmıştır.
Kendi dönemlerinde denizlerde hâkim olan güçlerin geçiş güzergâhında olan Afrika’nın önceleri kıyı kesimleriyle ilgilenilse de bu ilginin çok da kapsamlı 
olduğu söylenemez. Daha sonraları köle ticareti dolayısıyla ilgi beslenen bu coğrafya zamanla kâşif ve misyonerlerin akınına uğrayarak dış dünyaya açılmıştır. 

Sahraaltı Afrika’nın artık daha bilinir olması ve Avrupa merkezli yaşanan endüstriyel gelişmelerle birlikte ortaya çıkan zaruretler, bölgenin sömürgeleşmesini hızlandırmıştır. Hızla yayılan sömürgecilik faaliyetlerine maruz kalan Afrika, Avrupalı güçler tarafından tamamen sömürülmüş ve neredeyse hiçbir bağımsız yönetim kalmamıştır. 
Sömürge altında geçen onlarca yıldan sonra 1950’lerin sonundan itibaren başlayan dekolonizasyon ile Afrika halklarının bağımsızlığını kazanması, 
bu ülkelerde göreceli bir şekilde rahatlamaya sebep olsa da bağımsızlığını kazanan ülkelerin kendi içlerinde yaşadıkları ekonomik ve siyasî çalkantılar ile 
komşu ülkelerle olan sınır ihtilafları gibi sorunlar sömürgeci dönemin izlerini taşımıştır. Batılıların herhangi bir bölgeyi sömürge haline dönüştürürken ve 
bu bölgenin sınırını ortaya koyarken kültürel, sosyal, etnik, coğrafî vb. bir ayrım yapmayarak sunî sınırlar oluşturması, dekolonizasyonla birlikte ülkeler 
arasında sorunlar yaşanmasına sebep olmuştur. Bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Somali’nin etnisiteye dayalı bir argümanla Etiyopya ve Kenya toprakları 
üzerinde hak iddia etmesi, İngiliz ve Fransız sömürgesi altında ikiye bölünen Ewa’ların bağımsızlıkla birlikte Gana ve Togo içerisinde yer alarak anlaşmazlığa 
düşmesi, Nijerya ile Kamerun’un sınır sorunları nedeniyle çatışma içine girmesi gibi birçok sorun sömürgeci dönemden arta kalan problemlerdir 
(Boyd, 1979, s. 2-4).  

Ayrıca bu ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmasına karşın dönemin iki kutuplu uluslararası sistemin onları taraf seçmeye zorlaması söz konusu ülkelerin 
kendilerini sorunlar yumağı içerisinde bulmasına neden olmuştur. 
Soğuk Savaşın bitmesiyle uluslararası ilişkilerin ontolojik yapısını değiştiren gelişmeler Afrika’yı da derinden etkilemiştir. 1980’lerde etkisini göstermeye 
başlayan uluslararası ekonomik politikte yaşanan gelişmeler, 1990 sonrasında uluslararası sistemin tek kutuplu hale gelmesi ve Afrika’nın kendi iç 
dinamikleri ve kaynaklarıyla birleşince bu bölgenin tekrar önem kazanmasına neden olmuştur. 
 Afrika’nın zengin kaynaklarının ciddi biçimde tartışıldığı günümüz dünyasında ABD ve Çin başta olmak üzere birçok uluslararası aktörün kıtayla ilgilenmesi, 
sömürgeciliğin bölgede yeni formlarla tekrar canlandığı tartışmalarını beslemektedir. Bu çalışmanın temel konusu da Sahraaltı Afrika üzerinde yaşanan küresel rekabetin yeni bir sömürgeci faaliyetler bütününe dönüşüp dönüşmediği olacaktır. Bu kapsamda çalışma, Sahraaltı Afrika özelinde tüm kıtanın sömürge tarihiyle başlayıp günümüzde ABD ve Çin’in bölge stratejilerinin ne denli sömürgeci bir ihtiva taşıdığı sorusuyla devam edecektir. 
Bu soruya ABD ve Çin özelinde cevap ararken ABD’nin militarist yaklaşımı ön plana çıkartılıp Çin’in ise karşılıklı fayda ve ekonomik çıkar yaklaşımı çerçevesinde konu irdelenecektir. Son olarak da bölgenin içinde bulunduğu durumu tanımlarken “yeni sömürgecilik” ya da “yeniden sömürgecilik” kavramlarından hangisinin daha açıklayıcı olduğu açıklanmaya çalışılacaktır. 

Sahraaltı Afrika’da Sömürgeci Faaliyetler

Sömürgecilik tarihine dair kesin bir başlangıç bulunmamakla birlikte geleneksel Batı tarihçiliği, Büyük Kâşifler dönemini ve 15. yüzyılı sömürgeciliğin 
başlangıcı olarak kabul etmektedir (Ferro, 2011, s. 19). Portekizliler, 1400’lerin ilk çeyreğinde denizlerdeki hâkimiyetlerine paralel olarak Afrika kıtasının 
kıyı kesimleriyle de ilgilenmeye başlamışlardı. 1415’de Fas kıyılarında hâkimiyet elde eden Portekizliler zamanla kıtanın doğu kıyılarındaki Etiyopya’ya 
ulaşmışlardı (Ataöv, 1977, s.12). Ancak Portekizlilerin bu ilk girişimleri, Afrika kıyılarında hâkimiyet sahaları elde etmelerini sağlamışsa da kıta içlerine 
doğru  yönelmeyi beraberinde getirmemiştir. Portekizliler, kıyı kesimlerinde ticaret üsleri kurarak bölge halklarıyla ticarî ilişkilerini geliştirmeyi seçmişler 
ve Afrika’dan daha ziyade Hindistan coğrafyasıyla ilgilenmişlerdir (Luraghi, 2000, s. 195). 

Eski coğrafyacılar tarafından terrae incognitoe (bilinmeyen topraklar) olarak adlandırılan (Luraghi, 2000, s. 196) Afrika’nın iç kesimleri Batılıların ilgisini 
çekmekteydi. Bu ilgi sömürgeci faaliyetlerle ilişkilendirilse de zamanla kendi içerisinde bir dönüşüme uğradı. Başlangıçta köle ticareti amacıyla içerilere 
sızma hareketleri 19. yüzyılda ortaya çıkan Sanayi Devrimi neticesinde farklı bir boyut kazanmıştır. Bununla birlikte bilinmeyeni bilme içgüdüsü, Afrika’nın 
iç kesimlerinin ve daha önce bilinmeyen bölgelerinin ilgi odağı haline gelmesini sağlamıştır. 
Kâşif ve misyonerlerin 18. yüzyıldan itibaren Afrika kıtasına gösterdikleri ilgi 19. yüzyılda artarak devam etmiştir. Afrika’ya kâşif ya da misyonerlerin Nil Nehri’nin kaynağına ulaşma, bölgeye Hıristiyanlığı yayma, Afrika’yı dünyaya açma gibi motivasyonları bulunmaktaydı. Daha 1778’de Nijer Nehrinin kaynağına ulaşmak için İngiltere’de Afrika Derneği kurularak bölgeye giden maceraperestler desteklenmiştir (Luraghi, 2000, s. 218). Mungo Park adlı İskoç bir kâşif bu kapsamda Nijer ve Gambiya bölgelerinde çeşitli faaliyetlerde bulunmuştur. 
Afrika içlerinde önemli keşif hareketleri yapan, uzun yıllar boyunca Afrika’daki bilinmeyen topraklarda seyahatler düzenleyen ve Nil Nehri’nin kaynağına 
ulaşan David Livingstone en önemli Batılı bir kâşiftir (Mackenzie, 1983, s. 14). Gezileri sırasında Kongo ve Zambezi Nehirlerine ulaşan Livingstone, bölgedeki yerel kabile başkanları ve krallarla da sıkı dostluklar kurmuştur. Uzun yıllar Afrika’da hayatını sürdüren Livingstone’dan sonra Henry Mortan Stanley de bölgede ciddi faaliyetlerde bulunarak 1870-1894 yılları arasında Uganda, Kenya ve Kongo’nun iç kısımlarını keşfetmiştir 
(Crawford, 2002, s. 207). 

Söz konusu kâşiflerin ve diğerlerinin bölgedeki faaliyetlerine bakıldığı zaman iki unsur karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki; bölgeyi dünyaya açan ve 
buralarla ilgili bilgileri toplayan kâşiflerin Afrika’yı sömürgeci güçlere açan bir araç olarak kullanılmasıdır. Kâşiflerin çalışmalarıyla kıtanın coğrafî yapısının, 
sosyal ve siyasal konumunun ve en önemlisi kaynaklarının farkına varan sömürgeci güçler buralarla çok daha sıkı bir şekilde ilgilenmişlerdir. 
Ayrıca söz konusu kâşifler, sömürgeci devletlere Afrika’nın sömürülmesi için resmî olarak hizmet etmişlerdir. Örneğin Stanley, Doğu Afrika ve Sudan 
için İngilizlere, Kongo’da ise 2. Leopold’a-Belçika’ya hizmet etmiştir (Ferro, 2011, s. 153). İkinci unsur ise misyonerlerin faaliyetlerinin sömürgeciliğe 
olan katkısıdır. Bölgeyi, Hıristiyanlaştırmak isteyen misyonerlerin kullandığı söylemlerden bir diğeri de uygarlaştırmadır. Bölgeyi uygarlaştırmanın ve 
kalkındırmanın yolunun İncil’den geçtiğini öne süren ve bu kapsamda faaliyetler sürdüren misyonerler bölge halklarının Hıristiyanlaşmasında önemli 
oranda pay sahibidirler. Afrika’nın Hıristiyanlaştırılma faaliyeti sadece sosyal ya da dinî bir olay olarak kalmamış, siyasî sonuçlar da doğurmuştur. 

Az önce bahsedildiği gibi uygarlaştırma paradigmasını İncil’e bağlayan misyonerler böylelikle Batının buraya uygarlaştırma adına girmesine zemin hazırlamıştır. 
Ayrıca dinsel bir kardeşlik vurgusu da Afrikalıların, Batılıların bölgeye gelmesine duyacağı tepkinin azaltılması için kullanılmıştır. 
Sanayi Devrimi, Afrika’nın sömürülme tarihinde önemli dönüm noktalarından birisi olmuştur. Üretim ilişkilerinin artmasına paralel olarak gereksinimi artan 
hammadde ihtiyacı ve doyum noktasına ulaşan Avrupa pazarına alternatif yeni alanlar bulma gerekliliği, Avrupalıların gözünü Afrika’ya dikmesine neden olmuştur. Bakir kaynaklara sahip olan Afrika, Avrupalı sömürgeci güçler tarafından hızlı bir istilaya uğramış ve kıta kısa süre içerisinde sömürge 
düzenine boyun eğmiştir. Öyle ki 1880’lerde kıtanın çok az bölümü sömürge halindeyken 1900’lerin başında Etiyopya ve Liberya haricinde Afrika’nın tümü 
Avrupalıların egemenliğine geçmiştir (Falola, 2002, s. 175-177). Afrika kıtası ve Sahraaltı Afrika, böylelikle uzun yıllar boyunca sürecek sömürgeci faaliyetlere mahkûm olmuştur. 

Kıtanın keşfedilmesiyle başlayan ve Sanayi Devriminin etkisiyle ivme kazanan Afrika’nın sömürgeleştirilme faaliyetleri zamanla bir sorun haline gelmiştir. 
Ülkelerin sömürgeleştirdikleri alanların egemenlik sınırının nereye kadar olacağı tartışma konusu olmuştur. Hinterland Teorisi kapsamında kıyıyı işgal eden 
devletler iç kesimlerde de egemen durumuna geliyordu (Falola, 2002, s. 179). Fakat kıtada sömürgeciliğin artmasıyla oluşan yeni durum Avrupalı 
sömürgeciler için yeni bir sisteminin oluşturulmasını gerekli kılmıştır. Özellikle Kongo üzerinde yaşanan anlaşmazlıklar Bismarck’ın Berlin’de bir konferans 
tertiplemesiyle sonuçlanmıştır. 1885’de Berlin’de toplanan sömürgeci güçler, “Berlin Senedi” adı altında bir belgeyi onaylayarak corpus occupandi 
(fiili işgal) prensibini benimsediler (Armaoğlu, 2013, s. 416). Böylece artık bir bölgeyi tamamen işgal etmeyen hiçbir sömürgeci güç o bölge üzerinde 
egemenlik hakkı iddia edemeyecekti. Aynı zamanda Afrika için yeni tarz bir sömürgeciliğin başlangıcı sayılan bu konferansın ardından sömürgeci faaliyetler 
daha planlı ve daha şiddetli bir hal almıştır (Parker ve Rathbone, 2007, s. 96). 
Temelde bir centilmenlik antlaşması olan Berlin Konferansı’na 14 ülke katılmış ve çok sayıda sınır antlaşmaları imzalanmıştır. Söz konusu sınır antlaşmaları 
içerisinde İngiltere, Almanya ile 25, Portekiz’le 30, Fransa’yla ise 149 antlaşma imzalamıştır (Ferro, 2011, s. 135-136). Berlin Konferansı’nda alınan kararlar 
ile Afrika kıtasının paylaşımı yapılmamış sadece sömürgecilerin faaliyetleri bazı prensiplere bağlanmıştır. Konferans, kıtaya yapılacak sömürgeciliği ve 
uygulanacak istilaları belli bir düzene sokmuştur. 



Harita 1: 1914 Yılında Sahraaltı Afrika’da Sömürgeci Güçlerin Yerleşimi

Berlin Konferansı’ndan sonra Afrika üzerinde varılan antlaşma, bölgenin çok hızlı bir şekilde sömürgeleşmesiyle neticelenmiştir. Kıtanın neredeyse tamamı 
Batılıların egemenliğine geçmiştir. 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Afrika’daki sömürgelerini büyütmeye başlayan İngiltere, Afrika kıtasının ve Sahraaltı 
Afrika’nın sömürgeleştirilmesinde en etkili olan ülkelerdendir. İngilizler, Afrika’nın Kuzeydoğusu Mısır’dan, en güney ucu Güney Afrika Cumhuriyeti’ne kadar bir şerit halinde uzanan ve birbirine zamanla eklemlenen bir sömürge imparatorluğu kurmuştur. Bu uzun çizginin dışında, 1885’te Nijerya’yı sömürgelerine katan İngiltere, bugün Gana olarak bilinen Altın Kıyısına ve Sierra Leone kıyılarında varlığını sürdürmüştür (Ataöv, 1977, s. 16-18). 

Ayrıca, İngilizler Kızıldeniz’in çıkışı ve Aden Körfezi olan bölgeyi kontrol edebilecek stratejik bir yer olan Somali’nin kuzeyindeki bölgeyi kontrolü altına almıştır. 
Fransa ise bölgede doğu-batı istikametinde bir yayılmacılık politikası izlemiştir. Fransa’nın sömürgeci faaliyetlerinde dönüm noktalarını teşkil eden iki önemli 
antlaşma mevcuttur. Bunlardan ilki, 1890’da İngiltere ile imzalanan İngiliz-Fransız Antlaşması’dır. Bu antlaşmayla birlikte Batı Sahra ve Sudan üzerinde hak sahibi olan Fransa için daha önemli olanı, Çad Gölü’ne ulaşma imkânı elde etmesidir. Çad Havzası, stratejik bir alan olmasının yanı sıra Fransız 
sömürgelerinin birleştirilebileceği orta nokta konumundaydı (Çaycı, 1995, s. 77). 1898’de imzalanan bir diğer İngiliz-Fransız Antlaşması da Senegal, Gine, 
Fildişi Sahili ve Dahomey (Benin) Fransız nüfuzuna bırakılıyor ve böylelikle Batı Afrika’daki Fransız sömürgeleri birleşmiş oluyordu. 

1899’da da Fransız Batı Afrika’sı ve Fransız Orta Afrika’sını birleştiren son bir hamle yapılarak Fransız sömürgeleri doğu-batı istikametinde yeknesak bir 
hal almıştır (Çaycı, 1995, s. 91-95). 
Afrika’nın sömürülmesinde en etkin iki devlet İngiltere ve Fransa olmuştur. Bu iki devlet dışında Almanya, Portekiz, Belçika ve İtalya da bölgede sömürge 
faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Birliğini oldukça geç sağlayabilen Almanya, Sahraaltı Afrika’da önemli girişimlerde bulunsa da İngiltere ve Fransa kadar etkili olup sömürge elde edememiştir. Belçika, özellikle 2. Leopold’un ve Stanley’in çalışmalarıyla Kongo üzerinde hâkimiyet kursa da bu, diğer sömürgeci güçlerle özellikle İngiltere’yle devamlı olarak yaşanan egemenlik tartışmalarıyla sürmüştür. 

Sahraaltı Afrika’nın Bağımsızlaşma Süreci.,

Sömürgecilik altında geçen uzun dönem boyunca Sahraaltı Afrika’da sömürgeci güçlere karşı çeşitli akımlar gelişse de bunlar bağımsızlık yolunda çok fazla etkili olamamıştır. Bölge toplumlarının siyasî yapılanmalarının yerel kabilelerden oluşması, ilkel yaşam tarzına bağlı olarak fikrî gelişmenin sömürgeciliğe karşı gelecek düzeyde olmaması, misyoner ve kâşiflerin bölgedeki faaliyetleri, ekonomik geri kalmışlık gibi faktörler sömürgeci güçlerin faaliyetlerini kolaylaştırmıştır.

Sahraaltı Afrika bölgesinde sömürgeci güçlerin ilerlemesi hızlı ve nispeten kolay olmuşsa da bu, onların hiçbir mukavemetle karşılaşmadıkları anlamına da gelmemektedir. Fikrî olarak bazı karşı argümanlar oluşturulup güç unsurlarıyla desteklenen eylemsel direnişleri bölgede görmek mümkündür. Modern anlamda devlet organizasyonun olmadığı Sahraaltı Afrika’da yine de istilacı güçlere karşı koyan en önemli aktörler en az gelişmiş ve en az merkezîleşmiş devlet biçimleri olmuştur. Bugünkü Gana’nın olduğu topraklarda kurulmuş olan Aşhanti Krallığı’nın sömürgecilere karşı direnişi ve Batı Afrika’da krallık kurarak özellikle Fransızlara karşı verdiği mücadeleyle Samori Ture, sömürgeciliğe karşı çıkışın önemli aktörlerindendir (Luraghi, 2005, s. 324-325). Bu bakımdan, Afrika kıtası içerisinde her ne kadar dağınık ve kabilelere ayrılmış çok parçalı bir siyasî yapının hâkim olduğu doğru olsa da bunun sömürgecilere karşı duruşa tamamen engel olduğu yaklaşımı çok doğru görünmemektedir.

Eyleme dönüşen bu tepkisel hareketlerin yanı sıra fikrî olarak da Sahraaltı Afrika halklarında sömürgeci karşı bir tutum oluşmuştur. Etiyopyanizm , sömürgeci güçlere karşı gelişin bir örneğini oluşturmaktadır. Hıristiyanlık temelli bu bağımsızlık hareketini, daha sonra Afrikalıların kendi mitoslarından esinlenen Mehdilik Hareketleri izlemiştir. Bu harekette belirli bir rehberin önderliğinde kitlesel hareketlenmeler görülmüştür (Oran, 1977, s. 102). Bunların dışında 1900’larda ilk Pan-Afrikan Kongre’yle başlayan ve öncelikle tüm Afrikalıların birleşmesini öngören daha sonra ise birleşik ve bağımsız bir Afrika idealini benimseyen Pan-Afrikanizm, ütopik bir olgu olarak görülse de bağımsızlık ve kendi kendini yönetme arzusu halkların özgürleştirilmesi sürecinde sürükleyici bir düşünce olmuştur (Sherwood, 2012). Fakat şunu da belirtmek gerekir ki Afrikalılar için sömürgeci güçlere karşı ilk istek bağımsızlıktan ziyade eşitlik olmuştur (Chapman ve Baker, 1992, s. 3). 

2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Afrika’daki bağımsızlık fikirleri tepkisel ve yüzeysel bir tezahür göstermiştir. 1945 sonrasında uluslararası politikada yaşanan değişimler, Afrika kıtasını da etkilemiştir. Esasen 1. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeci güçlerin uluslararası politikadaki özgül ağırlıklarında yaşanan düşüş, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kendini iyice göstererek farklı iki aktör olan ABD ve SSCB’yi ön plana çıkarmıştır. Sahraaltı Afrika’nın en önemli sömürgeci güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın gerek uzak coğrafyalardaki sömürgelerini elde tutabilme kabiliyetinin azalması gerekse de uluslararası sistemin farklı güçleri ön plana çıkarması bölgenin bağımsızlaşmasında etkili olmuştur. Bunun dışında BM’nin bazı evrensel değerler üzerinde kurulması ve ırkçılığın önlenmesi, özgürlük, eşitlik ve kendi kendini yönetme hakkı gibi değerleri kendine misyon edinmesi de Afrika’nın sömürgeci düzenden kurtulmasına katkı sağlamıştır. Son olarak 2. Dünya Savaşı sırasında Mihver devletlerinin yaptığı anti-emperyalist propaganda, savaştan dönen Afrikalıların teşebbüsleri, ekonomik dar boğazın yarattığı stres ve sömürgecilik karşıtı düşünsel hareketlerin artmasıyla birlikte Afrikalı halklar sömürge düzenine karşı kitlesel bir tepki ortaya koymaya başlamışlardır (Oran, 1977, s. 132). Tüm bunlar Afrikalı halkların bağımsızlık kazanma motivasyonunu arttırarak istilacı güçlerden bağımsızlıklarını alma güdülerini arttırmıştır. 

1950’lerin sonlarına doğru kazanılmaya başlanan bağımsızlıklarla, Afrika kıtası hızlı bir anti-sömürgeci konuma gelmiştir. Liberya ve Etiyopya hariç kıtada hiçbir bağımsız devletin bulunmadığı Sahraaltı Afrika’da, özellikle 1960’larda çok sayıda bağımsız devlet ortaya çıkmıştır. Bağımsız ve kendi kendini yönetebilme erkine sahip olan bu devletler, uluslararası sistemin kendine has yapısı ve ülkelerin hem iç siyasetlerinde hem de ekonomik durumlarındaki eksiklikler nedeniyle sıkıntılı bir ortamda kendilerini bulmuşlardır. Sömürgeci güçlerden kurtulduktan sonra en temel gayeleri yeniden böyle bir durumla karşılaşmamak olan Afrikalı devletler, Soğuk Savaş boyunca kendilerini uluslararası sistem içerisinde bu hedefe binâen konumlandırmışlardır. Ancak, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle uluslararası ilişkilerde yaşanan ontolojik değişim ve küreselleşme ile artan karşılıklı bağımlılık ilişkileri uluslararası siyasete yerleşen yeni olgular olmuştur. Bununla birlikte bu yeni dönemde uluslararası ekonomi politikte önemli gelişmeler yaşanmış ve Çin gibi yeni güç merkezleri sistem içerisine yerleşmiştir. Tüm bunlar, son 20 yıllık dönemde Sahraaltı Afrika’yı hem küresel rekabetin merkez alanlarından biri haline getirmiş hem de sömürgecilik olgusunun yeni metotlar ve yeni aktörlerce tekrarlandığı tartışmasını başlatmıştır. 

Sahraaltı Afrika’da Yeniden Sömürgecilik mi?

Sahraaltı Afrika bölgesi son dönemlerde küresel rekabetin en yoğun olarak yaşandığı merkezlerden biri haline gelmiştir. ABD ve Çin başta olmak üzere birçok uluslararası aktör bölge üzerinde politikalar üretmektedir. Sahraaltı Afrika’da yaşanan bu rekabetin en önemli boyutu şüphesiz ekonomiktir. Bölgenin sahip olduğu pazar potansiyelinin yanı sıra değerli maden kaynaklarını barındırması, önemli oranlarda petrol ve doğalgaza sahip olması ve ucuz işgücü ve hammadde olanaklarının bulunması uluslararası aktörlerin bu bölgeyle ilgilenmesine neden olmaktadır. 

Sahraaltı Afrika bölgesini son dönemde önemli kılan etkenlerden en önemlisi petrol ve doğalgaz kaynaklarının oldukça fazla olmasıdır. 2013 rakamları baz alındığında kanıtlanmış petrol rezervlerinin %7,7’si Afrika’da bulunurken, dünya petrol üretiminin de %10,1’i Afrika kıtasından karşılanmaktadır. Ayrıca doğalgaz rezervlerinin %3,4’ü de Sahraaltı Afrika’da bulunmaktadır (“BP Statistical Review of World Energy”, 2014, s. 6-8). Bölgede hâlâ keşfedilmeyi bekleyen bakir petrol ve doğalgaz alanlarının bulunduğu düşünüldüğünde bu rakamların gelecekte daha da artacağı beklenmektedir. Sahraaltı Afrika; petrol ve doğalgaz dışında altın, elmas, platin, kobalt, demir ve kömür gibi çok sayıda değerli madene ciddi oranlarda sahiptir. 

Bölge üzerinde yaşanan rekabetin yoğunlaştığı alanlara bakıldığında bu yoğunlaşmanın doğal kaynakların bulunduğu alanlarla paralellik gösterdiği görülmektedir. Sömürgeci dönemin temel motivasyonu olan hammaddeye ve değerli madenlere sahip olma arzusu günümüzde değişik aktörler ve yeni metotlarla varlığını devam ettirmektedir. Geçmişte İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği sömürgeci güçler bugün yerini ABD ve Çin’e bırakmış durumdadır. Aktörler ve yöntemler değişmiş olsa da hedeflenenler değişmemiştir. 
Bölge üzerinde çok sayıda uluslararası aktör etkin olsa da ABD ve Çin’i bunlardan ayrı ele almak daha doğru olacaktır. Yukarıda da bahsedildiği üzere Afrika kıtasına yaklaşım sömürgeci dönemden farklılık göstermektedir. ABD ve Çin’i ele aldığımızda, bu yaklaşımın da kendi içerisinde farklılık gösterdiği görülmektedir.  

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder