sömürgecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sömürgecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2019 Çarşamba

SÖMÜRGECİLİKTEN YENİ SÖMÜRGECİLİĞE KÜRESEL REKABET. BÖLÜM 2

SÖMÜRGECİLİKTEN YENİ SÖMÜRGECİLİĞE KÜRESEL REKABET. BÖLÜM 2



ABD’nin Afrika Stratejisi: AFRICOM

ABD’nin güvenlik stratejisi, küresel güvenliğini koruma manasında kurduğu merkez komutanlıkların önemi ve artan işlevi değişmeyen bir strateji olmuştur. Bu kapsamda ABD’nin dünyanın çeşitli bölgelerinde altı tane merkez komutanlığı bulunmakta ve bunlar kıtasal komutanlıklar olarak adlandırmaktadır. ABD’nin Kuzey ve Güney Amerika’dan sorumlu komutanlıkları (NORTHCOM, SOUTHCOM), Kafkaslar, Türkiye, İsrail ve Avrupa kıtasındaki güvenliğinden sorumlu olan Stuttgart merkezli olan EUCOM, ABD Merkez Komutanlığı CENTCOM Florida’da kurulmuş olup ABD güvenliğinden sorumludur. PACOM Pasifik güvenliğinden ve AFRICOM da Afrika kıtasının güvenliğinden sorumlu tutulan ABD komutanlıklarıdır. Söz konusu komutanlıklar arasında en yenisi, merkezi Almanya’da bulunan ve 1 Ekim 2007’de kurulan AFRICOM’dur (United States Africa Command [U.S. AFRICOM], 2014). 

AFRICOM genel bir mahiyet taşımakta olup çeşitli birimlerden oluşmaktadır. 

Bu birimlerden ilki kara kuvvetlerini içerisinde barındıran U.S. Army Africa (USARAF)’tır. U.S Naval Forces Africa (NAVAF) ve U.S Marine Corps Forces Africa (MARFORAF), deniz güçlerini bünyesinde barındıran ve operasyonel kabiliyeti oldukça fazla olan bir birimdir. U.S Air Forces Africa (AFAFRICA), insanî müdahale ve barışı sağlamak üzere mevcut bulunan hava güçlerinden oluşmaktadır. Sorumluluk alanı ve ilgisi Afrika Boyunuzu olan CJTF-HOA, AFRICOM’un en stratejik birimlerindendir. Bu birlik, görev alanına giren coğrafya düşünüldüğünde ABD’nin sadece Afrika’daki değil Ortadoğu’daki çıkarlarına da hizmet etmektedir. ABD’nin bu askerî üste 1800’den fazla askeri bulunmaktadır. AFRICOM’u oluşturan son birim ise özel operasyonları organize eden ve bunlardan sorumlu olan U.S Special Operations Command Africa (SOCAFRICA)’dır (Ploch, 2011, s. 12). 

AFRICOM; ABD’nin Afrika’daki güvenlik, diplomasi, refah ve güvenlik noktalarındaki amaçlarıyla paralel olarak George W. Bush döneminde oluşturulmuştur (Ploch, 2011, s. 1). AFRICOM, Afrika kıtasındaki istikrarın ABD’nin çıkarına olacağı düşüncesinden hareketle, kıtanın terör faaliyetlerinden arındırılması ve güvenliğin sağlanması için kurulmuştur. AFRICOM’a temel olarak altı görev verilmiştir. Bunlar; terörizmle mücadele, doğal kaynakların emniyeti, silahlı mücadele ve insanî krizlerin kontrolü, salgın hastalıklarla mücadele, uluslararası suçlarla mücadele ve bölgede Çin’in artan etkisini dengelemek (Öztürk, 2009, s. 21). Bununla birlikte AFRICOM’un kuruluş amaçları, 2007’de Amerikan Donanma Okulu tarafından uluslararası terörizmle mücadele, Amerika’nın Afrika’dan karşılamayı düşündüğü petrol ihtiyacının garanti altına alınması ve son dönemlerde gelişen Afrika- Çin ilişkilerine karşı politika geliştirme olarak ifade edilmiştir (Volman, 2009). 

ABD’nin merkezî komutanlıklarından birisi olan ve bünyesinde çeşitli operasyonel birimleri bulunduran AFRICOM’un temel hedefi; yukarıdaki yazılanlardan da anlaşılacağı üzere ABD’nin Afrika’daki çıkarlarını korumaktır. Bu çıkarlardan en önemlisi; ABD’nin küresel hegemonyasına karşı oluşabilecek durumları AFRICOM vasıtasıyla Afrika coğrafyasında dengelemektir. Bunun dışında ABD, demokrasi ve istikrarı sağlamak ve bölgesel çatışmaların önlenmesi adına Afrikalı ülkelerde çeşitli faaliyetler yürütmektedir. Afrikalı partner ülkelerin silahlı gücünün eğitilmesi, askerî varlığıyla onlara yardım etmesi, altyapı desteği sağlaması bu faaliyetlerden bazılarını içermektedir.

Afrika, ABD’nin en önemli ticarî alanlarından birisidir. Bill Clinton’un ABD başkanlığı döneminde, 18 Mayıs 2000’de Afrika’yla ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi için bölgeye yardım yapılmasını öngören The African Growth and Oppurtunity Act-AGOA (Afrika Kalkınma ve Fırsat Kanunu) Amerikan Kongresi tarafından kabul edilirken, 48 Afrika ülkesine belli şartları; piyasa ekonomisi ve hukukun üstünlüğü, Amerikan yatırım ve ihracatına yönelik engellerin kaldırılması, uluslararası kabul görmüş işçi haklarının korunması, yolsuzlukla mücadele vb, yerine getirmeleri halinde ekonomik ve ticarî avantajlar sağlanmasını öngörmekteydi (International Trade Administration, 2014). Gerek ikili ilişkiler yoluyla gerekse de AGOA vasıtasıyla gelişen ilişkiler neticesinde ABD ile Afrika arasında yapılan ticaret 2013’te 64 milyar dolar seviyesinde gerçekleşmiştir (“Office of U.S Trade Represantative”, 2015). 

Karşılıklı ticaretin dışında Amerika, Afrika’dan ithal ettiği petrolü Nijerya, Gabon, Kenya, Angola ve Ekvator Ginesi’nde ve bu bölgelere komşu olan offshore petrol alanlarından sağlamaktadır. Özellikle Nijerya ve Angola, ABD’nin önemli petrol tedarikçileri konumundadır. Bu iki ülke ABD’nin petrol ithal ettiği ilk sekiz ülke arasındadır (“US İmports”, 2015). Petrol dışında doğalgaz, kömür ve diğer kıymetli madenler Afrika’dan ABD’ye ithal edilmektedir. AFRICOM’un en önemli görevleri arasında sayabileceğimiz Afrika kıtasındaki denizlerin ve limanların güvenliği, ABD tarafından ithal edilen kaynakların güvenli bir şekilde ülkeye ulaşmasına hizmet etmektedir. 

AFRICOM, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını korumaya çalışan militer bir yapılanmadır. ABD, gerekli gördüğü alanlarda AFRICOM vasıtasıyla askerî müdahaleler yapabilme kabiliyetine sahiptir. Afrika Boynuzu’ndaki ve Aden Körfezi’ndeki faaliyetleri buna örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca ABD’nin kıtadaki askerî varlığı diğer uluslararası aktörler için de bir tedbir niteliğindeyken bölge ülkeleri için de bir caydırıcılık özelliği göstermektedir. Afrikalı ülkeler, görev alanı kendi coğrafyaları olan ve teşebbüse geçmek için herhangi bir izne mutlak bağımlılığı olmayan böylesi bir askerî yapılanmadan çok hoşnut görünmemektedirler. AFRICOM, ABD’nin ekonomik ve politik çıkarları için bölge ülkeleri üzerinde kullandığı önemli ve baskıcı bir askerî oluşum olarak sömürgeci dönemin özelliklerini hatırlatmaktadır. 

Çin- Afrika İlişkileri: Ekonomik Bir Yayılmadan Doğal Kaynaklara Ulaşmaya
Çin-Afrika ilişkileri, Afrika ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanma süreçlerine kadar götürülebilmektedir. Ancak ilişkilerde ekonomi ve doğal kaynaklar üzerine geliştirilen strateji ve hedefler, 1990’lara gelene kadar ikinci planda kalmıştır. Çin’in bu dönemde ekonomide dünyaya açık politikalar izlemesine paralel olarak yeniden şekillenen dış politikası ve içeride gerçekleşen reform hareketleri Afrika hedeflerinin de yeniden yorumlanmasını gerekli kılmıştır. Artık Çin için Afrikalı ülkelerden sağlanacak politik ve ideolojik destekten daha önemlisi ekonomi ve doğal kaynaklar üzerine uygulanacak politikalar olmuştur.

Çin’in Afrika stratejisi ekonomik çıkara ve doğal kaynakların teminine odaklanırken sahip olduğu yumuşak güç ve uyguladığı kamu diplomasisi bu stratejinin ayrılmaz araçları olmuştur. Çok eski ve köklü bir medeniyete sahip olması, başarılı ekonomik kalkınma modeli, bölgeye yaptığı dış yardımları ve yatırımlar, medya ve basın yoluyla giriştiği faaliyetler, Konfüçyüs Enstitülerinin Afrika kıtasındaki varlığı, kazan-kazan prensibiyle ilişkilere yaklaşarak herhangi bir zorlama tedbire başvurmaması gibi faaliyetler Afrikalı liderlerin ve halkların Çin algısını pozitif yönde desteklemektedir (Gaye, 2008, s. 17). Çin’e karşı oluşan bu algı Çin’in bölgedeki stratejisinin başarıya ulaşmasını kolaylaştırmaktadır. 

Çin’in bölgedeki çıkarının karşılıklı ticaretini geliştirmek, bölgeyi kendi pazarı haline getirmek ve endüstriyel ve insanî doğal kaynak ihtiyacını karşılamak olarak belirtmiştik. Daha net bir ifadeyle; Çin’in ekonomik kalkınmasının devam etmesi ve devasa nüfusunun ihtiyaçlarına karşılık verebilmesi için Afrika’nın kaynaklarına ihtiyacı bulunmaktadır. Çin, bu kaynak aktarımını yapabilmek adına seçilmiş ülkelere ya da ülke gruplarına dış yardımlar yapmakta, ilişkilerini geliştirmekte ve karşılıklı fayda prensibini benimsemektedir.
Afrika kıtasına uygulanan dış yardım stratejisi, Afrikalı ülkelerin kalkınmalarına ve temel ihtiyaçlarına cevap verirken Çin’in bölge stratejisini kolaylaştırmaktadır. Genellikle hibe, sıfır faizli kredi, kalkınma kredisi ve borç erteleme şeklinde yapılan Çin dış yardımları on milyarlarca dolar seviyesindedir (“China’s Foreign Aid”, 2011). Bu yardımların neredeyse yarısını yapılan hibeler oluştururken Çin’in dünya çapında yaptığı dış yardımın %45,7’si Afrika kıtasına yönelik olmuştur. 

Çin’in Afrika’ya yaklaşımının en önemli yönlerinden bir tanesi de ekonomik yayılmasını ve büyümesini bu bölgede sürdürmektir. Afrika’nın öneminin artmasında ve Çin’in bu kıtaya yönelik davranışlarının belirlenmesinde ekonomi öne çıkmıştır. “Diplomasi ekonomiye hizmet eder” anlayışıyla kıtaya yönelen Çin, politik kararlar ve karşılıklı ziyaretlerle de bu durumu pekiştirmiştir (Anshan, 2008, s. 22). Çin’de ilan edilen Afrika yılının yanı sıra karşılıklı olarak gerçekleştirilen üst düzey ziyaretler Çin ile Afrika arasında ciddi bir ekonomik gelişmenin yaşanmasına sebep olmuştur. 

2009’da Çin, Afrika’nın bir numaralı ticarî ortağı olmayı başarmıştır. 2012 sonu itibariyle Çin ve Afrika arasındaki ticaret hacmi 198,49 milyar dolara ulaşmıştır. Söz konusu ticaretin, 85 milyar doları ihracatı oluştururken geriye kalan 133 milyar doları ise ithalat değeridir (Liang, 2012, s. 674-675). Karşılıklı ticaret oranlarındaki artış geçmiş yıllarla mukayese edilemeyecek kadar hızlı artarken kısa süre içinde ilişkilerde milyarlarca dolarlık artışlar yaşanmaktadır. Son yıllarda artan ilişkilere paralel olarak Afrika’nın toplam ihracatında Çin’in payı %3,76’dan %18’e, toplam ithalatındaki payı ise % 3,88’den %14’11’e yükselmiştir. Ayrıca, 2012 sonu itibariyle 32 Afrika ülkesiyle karşılıklı yatırım antlaşmaları yapılırken 45 Afrika ülkesiyle ekonomik komite mekanizmaları kurulmuştur (“China’s Foreign Aid”, 2011).

Sahraaltı Afrika’da doğal kaynaklar üzerine yaşanan küresel rekabetin taraflarından birisi de Çin’dir. Çin’in ihtiyaç duyduğu enerjiyi tedarik etmek için Afrika’ya oldukça önem vermekte ve bu kapsamda ciddi faaliyetler sürdürmektedir. Çin enerjiye ciddi biçimde gereksinim duymaktadır. Bu gereksinimi istatistiksel olarak açıklamak gerekirse Çin, 2013 sonu itibariyle dünya petrol tüketiminin %12,1’ini tek başına karşılayarak dünya petrol tüketiminde ABD’den sonra ikinci sırayı almaktadır (“BP Statistical Review of World Energy”, 2014, s. 9).  
Afrika zengin ve bakir doğal kaynaklarıyla Çin’in gereksinimini karşılayabilecek durumdadır. Bu bilinçle hareket eden Çin, petrol gereksinimini karşılama hedefinin yanı sıra petrol pazarında da etkin bir oyuncu olmak istemektedir (Taylor, 2006, s. 938). Bu bağlamda Çin, petrol şirketleri SINOPEC, CNPC ve NOOC Afrika kıtasında ve offshore alanlarında petrol arama ve çıkarma faaliyetlerinde bulunmaktadır. Başta Angola olmak üzere Gabon, Sudan, Nijerya ve Çad gibi ülkelerde söz konusu şirketler milyarlarca dolarlık yatırımlarla petrol aramakta ve çıkarmaktadırlar. 

Çin’in petrol stratejisinde önem verdiği ülkelerin başında Angola gelmektedir. Aynı zamanda Angola özelinde Çin’in uyguladığı politika genel Afrika stratejisinin de özeti niteliğindedir. Angola, Sahraaltı Afrika’daki en büyük ikinci petrol tedarikçisi ülkesi olup dünya petrol üretiminin yaklaşık %10’luk bölümünü karşılamaktadır. Çin, ithal ettiği petrolün %14’ünü Angola’dan karşılarken Çin’in Suudi Arabistan’dan sonraki en önemli petrol tedarikçisidir (“BP Statistical Review of World Energy”, 2014). Angola’nın ürettiği petrolün %46’sı da Çin tarafından satın alınmaktadır (U.S. Energy Information Administration, 2015). Çin’in Angola üzerindeki petrol stratejisi offshore alanlarında da kendini göstermektedir. Çin, Angola bölgesinde bulunan çok sayıda offshore alanında milyarlarca dolarlık yatırımlar yapmakta, bazı offshore alanlarını tüm haklarıyla birlikte satın almakta ve petrolün çıkarılması ve işletilmesi faaliyetlerinde yer almaktadır (Vines ve Wong, 2009, s. 40). 

Çin, Afrika genelinde uyguladığı kazan-kazan politikasını Angola’da da uygulamaktadır. Bu kapsamda Angola Devlet Başkanı Eduardo dos Santos’un, 2007’de Çin ile olan ilişkilerini değerlendirirken; “Çin’in doğal kaynaklara, Angola’nın ise gelişmeye ve kalkınmaya ihtiyacı var” (Horoz, 2011, s. 82) ifadesini kullanması bu politikanın bölgede de karşılık bulduğu anlamına gelmektedir. Çin ve Angola arasındaki ilişkilerde önemli bir olgu da Angola Modeli olarak adlandırılan ve Angola’nın Çin’den aldığı kredileri, geri öderken kullanılan sistemdir. Angola Modeli, Çin’in Angola’ya verdiği kredilerin geri ödemesinin sahip olunan doğal kaynaklar karşılığı yapılması olarak adlandırılabilir (Kabemba, 2012). Söz konusu geri ödemeler için kullanılan doğal kaynak da daha çok petrol olmaktadır. 

Sonuç

Afrika kıtası ve kıtanın Sahraaltı kısmı sömürgecilikle geçen uzun bir dönemin ardından bağımsızlıklarını kazanmış olsalar da o günlerden bugüne teorik olarak karşılaştıkları sorunlar çok da değişmiş gözükmemektedir. Sömürgeci güçlerin insanları köleleştirip insan üzerinde bir sömürüyle başlattıkları daha sonraları Sanayi Devrimi’nin etkisiyle daha çok hammadde temin etmek ve değerli madenleri ülkelerine götürerek devam ettirdikleri sömürgecilik, 21. yüzyılın ilk on beş yılı da geride kalırken yeni şekliyle hâlâ devam ediyor görünmektedir. 18. ve 19. yüzyıl sömürgeciliğinin kullandığı baskı, şiddet ve işgal gibi araçları bugün için gözükmemekteyse de o dönemin temel hedefleri ve amaçlarının hâlâ Afrika için geçerli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dönemin sömürgecileri olan İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeler paylaştıkları Afrika kıtasının doğal kaynaklarını; geçmişte nasıl gemilerine doldurup ülkelerine götürüyorlarsa kıtada bugün etkili olan aktörler de bölgedeki petrolü, doğalgazı ve hammadde kaynaklarını çok ucuza ya da verdikleri borçlar karşılığında ülkelerine götürmektedirler. 
Günümüzde “yeni sömürgecilik” ya da “yeniden sömürgecilik” denen olgu, farklı yöntemler ve farklı uygulamalarla devam etmektedir. 
Çalışmanın içerisinde verilen ABD ve Çin örnekleri de bu farklılıkla paralellik göstermektedir. ABD örneğine bakacak olursak; ABD’nin AFRİCOM ile militer bir 
yaklaşımı bünyesinde barındırdığını, kendi çıkarlarına ters düşecek bir durumda bu askerî varlığı harekete geçirebileceğini belirttik. 
ABD’nin Afrika politikası tabii olarak sadece AFRICOM’la ya da askerî unsurlarla açıklanamaz. Fakat bu varlık, eski sömürgeci dönemlerde görülen Afrikalı 
halkları caydırıcı özellik gösteren askerî varlıklardan pek de farklılık göstermemektedir. Bu askerî varlık; gerçekten Afrikalı halkların özgürlüklerini korumak, salgın hastalıklarla mücadelede yardım etmek ve bölgeye istikrar getirmek gibi hedeflerle mi konumlanmıştır ya da ABD’nin stratejik çıkarlarını korumak için mi? 

Bu sorunun cevabı, benzeri uygulamalara bakıldığında ikinci soruda saklı gözükmektedir. 

Çin’in Afrika stratejisi daha yumuşak gözükse de sömürgeciliğin yeni boyutu tartışmaları yapıldığında ilk sırada yer almaktadır. Son dönemde bölgeye ilgi 
gösteren Çin için iki temel hedef vardır. Bunlar; ekonomik büyüme de bölgeyi sıçrama tahtası olarak kullanmak ve bölgenin sahip olduğu, Çin’in de gereksinim duyduğu doğal kaynakları temin etmek. Bu hedeflere ulaşırken kullanılan karşılıklı fayda, karşılıklı çıkar, dış yardımlar, insanî yardımlar ve kalkınma yardımları gibi unsurlar iyi niyetli fakat sömürüyle sonuçlanan girişimler olmaktadır. Angola örneğinde bahsi geçtiği gibi Çin’in Angola’nın kalkınması ve kendini refaha ulaştırması için yaptığı yardımların geri ödemesinin petrolle ve diğer değerli kaynaklarla yapılması, bu iyi niyetin sonucunun neye dönüştüğünün açık bir örneğidir. Burada farklılığı ortaya koymak adına, Çin’in hem sömürgeci bir geçmişinin olmamasının hem de kamu diplomasisini 
bölgede iyi kullanmasının kıta içerisinde bir “rıza” ya da “kabul” durumunu mevcut kıldığı söylenebilir.
Afrika kıtası günümüzde ciddi bir küresel rekabetin merkezi konumundadır. Geçmişte olduğu gibi bugün de doğal kaynaklara ulaşma ve ucuz ham madde edinme noktasında yaşanan bu rekabetin ileride daha da artacağı görülmektedir. Realist devlet, ulusal çıkar bakış açısıyla bakıldığında gerek ABD’nin gerek Çin’in gerekse de diğer aktörlerin yukarıda belirtilen hedefler için kıtaya yaklaşması anlaşılabilir. Fakat burada önemli olan husus, Afrika halklarının kaderlerinin geçmişten çok da farklı olmadığı ya da bu yöne doğru gittiği gerçeğidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde günümüz dünyasında sömürgeciliğin farklı tarzda yapılmaya devam edildiği ve bunun adlandırmasında kullanılan yeni sömürgecilik ya da yeniden sömürgecilik kavramlarının aynı gerçeği açıkladığı anlaşılmaktadır. Afrika kaynakları üzerinde geçmişte olduğu gibi bugün de ciddi bir ilgi ve alaka bulunmaktadır. 

Kaynakça;

Anshan, L. (2008). China’s new policy towards Africa. In R. I. Rotberg (Ed.), China into Africa: Trade, Aid and Influence (pp. 21-49). Washington DC: Brookings Institution Press. 
Armaoğlu, F. (2013). 19. yüzyıl siyasî tarihi. İstanbul: Timaş.
Boyd, J. B. (1979). African boundary conflict: An emprical study. African Studies Review, 22(3), 1-14.
BP Statistical Review of World Energy. (2014). Retrieved January 11, 2015, from http://www.bp.com/content/dam/bp/pdf/Energy-economics/statistical-review-2014/BP-statistical-review-of-world-energy-2014-full-report.pdf.
Chapman, G., & Baker, K. (1992). Independence: Promise at the new dawning. In G. Chapman, & K. Baker (Eds.), The changing geography of Africa and the Middle East (pp. 1-9). Londan: Routledge.
Çaycı, A. (1995). Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
China’s foreign aid, Information Office of the State Council People’s Republic of China. Retrieved December 17, 2015, from http://www.gov.cn/english/official/2011-04/21/content_1849913.htm.
Falola, T. (2002). Key events in African history: A referance Guide. Westport: Greenwood.
Ferro, M. (2011). Sömürgecilik tarihi (çev. M. Cedden, 2. basım). Ankara: İmge Kitabevi.
Gaye, A. (2008). China in Africa: Why the West is worried. New African, 471, 13-18.
Horoz, D. (2008). China in Africa: Symbiosis or exploitation? The Fletcher Forum of World Affairs, 35(2), 65-88. 
International Trade Administration. (2014). African Growth and Opportunity Act. Retrieved  December 23, 2015, from http://trade.gov/agoa/.
Kabemba, C. (2012, October 4). Chinese involvement in Angola. OSİSA. Retrieved December 11, 2015, from http://www.osisa.org/books/regional/chinese-involvement-angola. 
Liang, W. (2012). China’s soft power in Africa: Is economic power sufficient? Asian Perspective, 36(4), 667-692.
Luraghi, R. (2000). Sömürgecilik tarihi (çev. H. İnal). İstanbul: E Yayınları.
Mackenzei, J. M. (1983). The partition of Africa 1880-1890: And European imperialism in the nineteenth century. London: Routledge. 
Office of U.S Trade Represantative. (2000). Retrieved November 30, 2015, from https://ustr.gov/countries-regions/africa.Oran, B. (1977). Az gelişmiş ülke milliyetçiliği: Kara Afrika modeli. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.
Öztürk, H. (2009). Afrika Vizyon Belgesi. BİLGESAM (Rapor No: 16).http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-28-2014040834rapor16.pdf adresinden 19 Ocak 2015 tarihinde edinilmiştir. 
Parker, J. & Rathbone, R. (2007). African history: A very short introduction. Oxford: Oxford University Press.
Ploch, L. (2011). Africa Command: U.S. strategic interests and the role of the U.S. Military in Africa. CRS. Retrieved November 7, 2015, from http://fas.org/sgp/crs/natsec/RL34003.pdf. 
Sherwood, M. (2012). Pan-African conferences 1900-1953: What did pan-Africanism mean? The Journal of Pan African Studies, 4(10), 106-126.
Taylor, I. (2006). China oil diplomacy in Africa. International Affairs, 82(5), 937-959.
Türkkaya, A. (1977). Afrika ulusal kurtuluş mücadeleleri. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi. U.S. Energy Information Administration. (2015). Angola. Retrieved November 5, 2015, from 
http://www.eia.gov/countries/cab.cfm?fips=ao.U.S. Energy Information Administration. (n.d.).  US Imports. Retrieved November 3, 2015, from http://www.eia.gov/dnav/pet/pet_move_impcus_a2_nus_ep00_im0_mbbl_a.htm.United States Africa Command. (2014 ). About the Command. Retrieved October 29, 2015, Retrieved October 22, 2015 from http://www.africom.mil/about-the-command.
Vines, A., & Wong, L. (2009). Thirst for African Oil Asian National Oil Companies in Nigeria and Angola. A Chatham House Report, Retrieved November 5, 2015, from https://www.chathamhouse.org/sites/files/chathamhouse/r0809_africanoil.pdf
Volman, D. (2009), Obama moves ahead with AFRICOM. Retrieved October 19, 2015, from http://www.pambazuka.net/en/category/features/60921


****

SÖMÜRGECİLİKTEN YENİ SÖMÜRGECİLİĞE KÜRESEL REKABET. BÖLÜM 1

SÖMÜRGECİLİKTEN YENİ SÖMÜRGECİLİĞE KÜRESEL REKABET. BÖLÜM 1



Adem Akkaya*

Özet: 

Bu çalışmada “sömürgecilik” kavramından hareket edilerek kavramın zaman içindeki dönüşümü Sahraaltı Afrika örneğinde aktarılmaya çalışılacaktır. 
15. yüzyıla kadar götürülebilen Sahraaltı Afrika’daki sömürgecilik faaliyetleri günümüze kadar getirilirken aynı zamanda kavramın dönüşümü eylemsel 
pratiklerle açıklanacaktır. 19. yüzyıldan 20. yüzyıl son çeyreğine kadar siyasî tarihin en önemli konuları arasında yer alan sömürgeciliğe bakış, son yıllarda 
kavramın amaçsal özünün değişmeden eski alanlarda yeni metotlarla faaliyetler yürütüldüğü yönündedir. “Yeni Sömürgecilik” olarak tanımlanan bu yeni 
kavramsallaştırma çalışmanın teorik zeminini oluşturacaktır. Kanıtlanmış ve kanıtlanmamış doğal kaynak rezervleriyle Sahraaltı Afrika uluslararası politikada 
tekrar ilgi duyulan bir konum edinmiştir. ABD ve Çin başta olmak birçok ülke bölgeye stratejik hedeflerle yönelmektedir. Bu ülkelerin stratejik algıları, bölge 
ülkeleriyle ilişkileri ve bu ilişkileri belirleyen faktörlerle beraber metodolojik farklılıkları ve bölgedeki etkinlikleri de çalışmada yer alacaktır.

Giriş

Siyasî tarih, geçmişten bugüne uluslararası siyasette ve dünya tarihinde yaşanan değişimleri gözler önüne sererken bugünün dünyasının bazı alanlarda 
geçmişten çok da farklı olmadığını, öz itibariyle aynı kavramların, politikaların ve düşüncelerin yeni araçlar ve yeni metotlarla günümüze uyarlandığını 
anlamamıza yardımcı olmaktadır. Afrika ve Afrika tarihi de yüzyıllar boyunca kıta dışından gelen istilacı güçlerin, iktisadî ve sömürge faaliyetlerine maruz 
kalmıştır. 15. yüzyıldan itibaren çeşitli formlarda Afrika’ya yönelen sömürge girişimleri, ana tema olarak kıtanın sahip olduğu kaynakların çevreden 
merkeze aktarılmasıyla alakalıydı. Kıtanın sahip olduğu kaynak çeşitliliğini sadece yer altından çıkarılan değerli madenlere ve fosil yakıtlara bağlamak, 
Afrika’nın sömürülme geçmişini anlamakta yetersiz kalacağı gibi olayı sadece iktisadî ve endüstriyel bir ihtivaya sokar. Hâlbuki ilk dönem sömürülme 
faaliyetinin temel hedefi bizatihi insandır ve bu hedefe binâen yapılan köle ticaretidir. 
Afrika’dan bahsederken coğrafyanın bizlere sunduğu doğal bir ayrımı da dikkate almak gerekmektedir. Afrika’nın kuzeyiyle güneyini birbirinden ayıran 
Sahra Çölü, kıtayı doğal bir bölünmeye götürmüş ve bu bölünme coğrafyayla sınırlı kalmayarak kültürel ve sosyal bir ayrımın da Afrika’da görülmesine 
sebebiyet vermiştir. Sahra Çölü aynı zamanda siyasal olarak da Sahraaltı Afrika’nın, Kuzey Afrika’dan farklılık göstermesine yol açmıştır. 

Kuzey’in geçişkenliğine nazaran Sahraaltı’nın daha kapalı olan yapısı, buralardaki siyasî yapılanmaların kendine has tarzlarının oluşmasına olanak sağladığı 
gibi uluslararası siyasette ağırlığı olan güçler tarafından daha az bilinir ve daha zor ulaşılabilir bir bölge olmasına yol açmıştır.
Kendi dönemlerinde denizlerde hâkim olan güçlerin geçiş güzergâhında olan Afrika’nın önceleri kıyı kesimleriyle ilgilenilse de bu ilginin çok da kapsamlı 
olduğu söylenemez. Daha sonraları köle ticareti dolayısıyla ilgi beslenen bu coğrafya zamanla kâşif ve misyonerlerin akınına uğrayarak dış dünyaya açılmıştır. 

Sahraaltı Afrika’nın artık daha bilinir olması ve Avrupa merkezli yaşanan endüstriyel gelişmelerle birlikte ortaya çıkan zaruretler, bölgenin sömürgeleşmesini hızlandırmıştır. Hızla yayılan sömürgecilik faaliyetlerine maruz kalan Afrika, Avrupalı güçler tarafından tamamen sömürülmüş ve neredeyse hiçbir bağımsız yönetim kalmamıştır. 
Sömürge altında geçen onlarca yıldan sonra 1950’lerin sonundan itibaren başlayan dekolonizasyon ile Afrika halklarının bağımsızlığını kazanması, 
bu ülkelerde göreceli bir şekilde rahatlamaya sebep olsa da bağımsızlığını kazanan ülkelerin kendi içlerinde yaşadıkları ekonomik ve siyasî çalkantılar ile 
komşu ülkelerle olan sınır ihtilafları gibi sorunlar sömürgeci dönemin izlerini taşımıştır. Batılıların herhangi bir bölgeyi sömürge haline dönüştürürken ve 
bu bölgenin sınırını ortaya koyarken kültürel, sosyal, etnik, coğrafî vb. bir ayrım yapmayarak sunî sınırlar oluşturması, dekolonizasyonla birlikte ülkeler 
arasında sorunlar yaşanmasına sebep olmuştur. Bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Somali’nin etnisiteye dayalı bir argümanla Etiyopya ve Kenya toprakları 
üzerinde hak iddia etmesi, İngiliz ve Fransız sömürgesi altında ikiye bölünen Ewa’ların bağımsızlıkla birlikte Gana ve Togo içerisinde yer alarak anlaşmazlığa 
düşmesi, Nijerya ile Kamerun’un sınır sorunları nedeniyle çatışma içine girmesi gibi birçok sorun sömürgeci dönemden arta kalan problemlerdir 
(Boyd, 1979, s. 2-4).  

Ayrıca bu ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmasına karşın dönemin iki kutuplu uluslararası sistemin onları taraf seçmeye zorlaması söz konusu ülkelerin 
kendilerini sorunlar yumağı içerisinde bulmasına neden olmuştur. 
Soğuk Savaşın bitmesiyle uluslararası ilişkilerin ontolojik yapısını değiştiren gelişmeler Afrika’yı da derinden etkilemiştir. 1980’lerde etkisini göstermeye 
başlayan uluslararası ekonomik politikte yaşanan gelişmeler, 1990 sonrasında uluslararası sistemin tek kutuplu hale gelmesi ve Afrika’nın kendi iç 
dinamikleri ve kaynaklarıyla birleşince bu bölgenin tekrar önem kazanmasına neden olmuştur. 
 Afrika’nın zengin kaynaklarının ciddi biçimde tartışıldığı günümüz dünyasında ABD ve Çin başta olmak üzere birçok uluslararası aktörün kıtayla ilgilenmesi, 
sömürgeciliğin bölgede yeni formlarla tekrar canlandığı tartışmalarını beslemektedir. Bu çalışmanın temel konusu da Sahraaltı Afrika üzerinde yaşanan küresel rekabetin yeni bir sömürgeci faaliyetler bütününe dönüşüp dönüşmediği olacaktır. Bu kapsamda çalışma, Sahraaltı Afrika özelinde tüm kıtanın sömürge tarihiyle başlayıp günümüzde ABD ve Çin’in bölge stratejilerinin ne denli sömürgeci bir ihtiva taşıdığı sorusuyla devam edecektir. 
Bu soruya ABD ve Çin özelinde cevap ararken ABD’nin militarist yaklaşımı ön plana çıkartılıp Çin’in ise karşılıklı fayda ve ekonomik çıkar yaklaşımı çerçevesinde konu irdelenecektir. Son olarak da bölgenin içinde bulunduğu durumu tanımlarken “yeni sömürgecilik” ya da “yeniden sömürgecilik” kavramlarından hangisinin daha açıklayıcı olduğu açıklanmaya çalışılacaktır. 

Sahraaltı Afrika’da Sömürgeci Faaliyetler

Sömürgecilik tarihine dair kesin bir başlangıç bulunmamakla birlikte geleneksel Batı tarihçiliği, Büyük Kâşifler dönemini ve 15. yüzyılı sömürgeciliğin 
başlangıcı olarak kabul etmektedir (Ferro, 2011, s. 19). Portekizliler, 1400’lerin ilk çeyreğinde denizlerdeki hâkimiyetlerine paralel olarak Afrika kıtasının 
kıyı kesimleriyle de ilgilenmeye başlamışlardı. 1415’de Fas kıyılarında hâkimiyet elde eden Portekizliler zamanla kıtanın doğu kıyılarındaki Etiyopya’ya 
ulaşmışlardı (Ataöv, 1977, s.12). Ancak Portekizlilerin bu ilk girişimleri, Afrika kıyılarında hâkimiyet sahaları elde etmelerini sağlamışsa da kıta içlerine 
doğru  yönelmeyi beraberinde getirmemiştir. Portekizliler, kıyı kesimlerinde ticaret üsleri kurarak bölge halklarıyla ticarî ilişkilerini geliştirmeyi seçmişler 
ve Afrika’dan daha ziyade Hindistan coğrafyasıyla ilgilenmişlerdir (Luraghi, 2000, s. 195). 

Eski coğrafyacılar tarafından terrae incognitoe (bilinmeyen topraklar) olarak adlandırılan (Luraghi, 2000, s. 196) Afrika’nın iç kesimleri Batılıların ilgisini 
çekmekteydi. Bu ilgi sömürgeci faaliyetlerle ilişkilendirilse de zamanla kendi içerisinde bir dönüşüme uğradı. Başlangıçta köle ticareti amacıyla içerilere 
sızma hareketleri 19. yüzyılda ortaya çıkan Sanayi Devrimi neticesinde farklı bir boyut kazanmıştır. Bununla birlikte bilinmeyeni bilme içgüdüsü, Afrika’nın 
iç kesimlerinin ve daha önce bilinmeyen bölgelerinin ilgi odağı haline gelmesini sağlamıştır. 
Kâşif ve misyonerlerin 18. yüzyıldan itibaren Afrika kıtasına gösterdikleri ilgi 19. yüzyılda artarak devam etmiştir. Afrika’ya kâşif ya da misyonerlerin Nil Nehri’nin kaynağına ulaşma, bölgeye Hıristiyanlığı yayma, Afrika’yı dünyaya açma gibi motivasyonları bulunmaktaydı. Daha 1778’de Nijer Nehrinin kaynağına ulaşmak için İngiltere’de Afrika Derneği kurularak bölgeye giden maceraperestler desteklenmiştir (Luraghi, 2000, s. 218). Mungo Park adlı İskoç bir kâşif bu kapsamda Nijer ve Gambiya bölgelerinde çeşitli faaliyetlerde bulunmuştur. 
Afrika içlerinde önemli keşif hareketleri yapan, uzun yıllar boyunca Afrika’daki bilinmeyen topraklarda seyahatler düzenleyen ve Nil Nehri’nin kaynağına 
ulaşan David Livingstone en önemli Batılı bir kâşiftir (Mackenzie, 1983, s. 14). Gezileri sırasında Kongo ve Zambezi Nehirlerine ulaşan Livingstone, bölgedeki yerel kabile başkanları ve krallarla da sıkı dostluklar kurmuştur. Uzun yıllar Afrika’da hayatını sürdüren Livingstone’dan sonra Henry Mortan Stanley de bölgede ciddi faaliyetlerde bulunarak 1870-1894 yılları arasında Uganda, Kenya ve Kongo’nun iç kısımlarını keşfetmiştir 
(Crawford, 2002, s. 207). 

Söz konusu kâşiflerin ve diğerlerinin bölgedeki faaliyetlerine bakıldığı zaman iki unsur karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki; bölgeyi dünyaya açan ve 
buralarla ilgili bilgileri toplayan kâşiflerin Afrika’yı sömürgeci güçlere açan bir araç olarak kullanılmasıdır. Kâşiflerin çalışmalarıyla kıtanın coğrafî yapısının, 
sosyal ve siyasal konumunun ve en önemlisi kaynaklarının farkına varan sömürgeci güçler buralarla çok daha sıkı bir şekilde ilgilenmişlerdir. 
Ayrıca söz konusu kâşifler, sömürgeci devletlere Afrika’nın sömürülmesi için resmî olarak hizmet etmişlerdir. Örneğin Stanley, Doğu Afrika ve Sudan 
için İngilizlere, Kongo’da ise 2. Leopold’a-Belçika’ya hizmet etmiştir (Ferro, 2011, s. 153). İkinci unsur ise misyonerlerin faaliyetlerinin sömürgeciliğe 
olan katkısıdır. Bölgeyi, Hıristiyanlaştırmak isteyen misyonerlerin kullandığı söylemlerden bir diğeri de uygarlaştırmadır. Bölgeyi uygarlaştırmanın ve 
kalkındırmanın yolunun İncil’den geçtiğini öne süren ve bu kapsamda faaliyetler sürdüren misyonerler bölge halklarının Hıristiyanlaşmasında önemli 
oranda pay sahibidirler. Afrika’nın Hıristiyanlaştırılma faaliyeti sadece sosyal ya da dinî bir olay olarak kalmamış, siyasî sonuçlar da doğurmuştur. 

Az önce bahsedildiği gibi uygarlaştırma paradigmasını İncil’e bağlayan misyonerler böylelikle Batının buraya uygarlaştırma adına girmesine zemin hazırlamıştır. 
Ayrıca dinsel bir kardeşlik vurgusu da Afrikalıların, Batılıların bölgeye gelmesine duyacağı tepkinin azaltılması için kullanılmıştır. 
Sanayi Devrimi, Afrika’nın sömürülme tarihinde önemli dönüm noktalarından birisi olmuştur. Üretim ilişkilerinin artmasına paralel olarak gereksinimi artan 
hammadde ihtiyacı ve doyum noktasına ulaşan Avrupa pazarına alternatif yeni alanlar bulma gerekliliği, Avrupalıların gözünü Afrika’ya dikmesine neden olmuştur. Bakir kaynaklara sahip olan Afrika, Avrupalı sömürgeci güçler tarafından hızlı bir istilaya uğramış ve kıta kısa süre içerisinde sömürge 
düzenine boyun eğmiştir. Öyle ki 1880’lerde kıtanın çok az bölümü sömürge halindeyken 1900’lerin başında Etiyopya ve Liberya haricinde Afrika’nın tümü 
Avrupalıların egemenliğine geçmiştir (Falola, 2002, s. 175-177). Afrika kıtası ve Sahraaltı Afrika, böylelikle uzun yıllar boyunca sürecek sömürgeci faaliyetlere mahkûm olmuştur. 

Kıtanın keşfedilmesiyle başlayan ve Sanayi Devriminin etkisiyle ivme kazanan Afrika’nın sömürgeleştirilme faaliyetleri zamanla bir sorun haline gelmiştir. 
Ülkelerin sömürgeleştirdikleri alanların egemenlik sınırının nereye kadar olacağı tartışma konusu olmuştur. Hinterland Teorisi kapsamında kıyıyı işgal eden 
devletler iç kesimlerde de egemen durumuna geliyordu (Falola, 2002, s. 179). Fakat kıtada sömürgeciliğin artmasıyla oluşan yeni durum Avrupalı 
sömürgeciler için yeni bir sisteminin oluşturulmasını gerekli kılmıştır. Özellikle Kongo üzerinde yaşanan anlaşmazlıklar Bismarck’ın Berlin’de bir konferans 
tertiplemesiyle sonuçlanmıştır. 1885’de Berlin’de toplanan sömürgeci güçler, “Berlin Senedi” adı altında bir belgeyi onaylayarak corpus occupandi 
(fiili işgal) prensibini benimsediler (Armaoğlu, 2013, s. 416). Böylece artık bir bölgeyi tamamen işgal etmeyen hiçbir sömürgeci güç o bölge üzerinde 
egemenlik hakkı iddia edemeyecekti. Aynı zamanda Afrika için yeni tarz bir sömürgeciliğin başlangıcı sayılan bu konferansın ardından sömürgeci faaliyetler 
daha planlı ve daha şiddetli bir hal almıştır (Parker ve Rathbone, 2007, s. 96). 
Temelde bir centilmenlik antlaşması olan Berlin Konferansı’na 14 ülke katılmış ve çok sayıda sınır antlaşmaları imzalanmıştır. Söz konusu sınır antlaşmaları 
içerisinde İngiltere, Almanya ile 25, Portekiz’le 30, Fransa’yla ise 149 antlaşma imzalamıştır (Ferro, 2011, s. 135-136). Berlin Konferansı’nda alınan kararlar 
ile Afrika kıtasının paylaşımı yapılmamış sadece sömürgecilerin faaliyetleri bazı prensiplere bağlanmıştır. Konferans, kıtaya yapılacak sömürgeciliği ve 
uygulanacak istilaları belli bir düzene sokmuştur. 



Harita 1: 1914 Yılında Sahraaltı Afrika’da Sömürgeci Güçlerin Yerleşimi

Berlin Konferansı’ndan sonra Afrika üzerinde varılan antlaşma, bölgenin çok hızlı bir şekilde sömürgeleşmesiyle neticelenmiştir. Kıtanın neredeyse tamamı 
Batılıların egemenliğine geçmiştir. 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Afrika’daki sömürgelerini büyütmeye başlayan İngiltere, Afrika kıtasının ve Sahraaltı 
Afrika’nın sömürgeleştirilmesinde en etkili olan ülkelerdendir. İngilizler, Afrika’nın Kuzeydoğusu Mısır’dan, en güney ucu Güney Afrika Cumhuriyeti’ne kadar bir şerit halinde uzanan ve birbirine zamanla eklemlenen bir sömürge imparatorluğu kurmuştur. Bu uzun çizginin dışında, 1885’te Nijerya’yı sömürgelerine katan İngiltere, bugün Gana olarak bilinen Altın Kıyısına ve Sierra Leone kıyılarında varlığını sürdürmüştür (Ataöv, 1977, s. 16-18). 

Ayrıca, İngilizler Kızıldeniz’in çıkışı ve Aden Körfezi olan bölgeyi kontrol edebilecek stratejik bir yer olan Somali’nin kuzeyindeki bölgeyi kontrolü altına almıştır. 
Fransa ise bölgede doğu-batı istikametinde bir yayılmacılık politikası izlemiştir. Fransa’nın sömürgeci faaliyetlerinde dönüm noktalarını teşkil eden iki önemli 
antlaşma mevcuttur. Bunlardan ilki, 1890’da İngiltere ile imzalanan İngiliz-Fransız Antlaşması’dır. Bu antlaşmayla birlikte Batı Sahra ve Sudan üzerinde hak sahibi olan Fransa için daha önemli olanı, Çad Gölü’ne ulaşma imkânı elde etmesidir. Çad Havzası, stratejik bir alan olmasının yanı sıra Fransız 
sömürgelerinin birleştirilebileceği orta nokta konumundaydı (Çaycı, 1995, s. 77). 1898’de imzalanan bir diğer İngiliz-Fransız Antlaşması da Senegal, Gine, 
Fildişi Sahili ve Dahomey (Benin) Fransız nüfuzuna bırakılıyor ve böylelikle Batı Afrika’daki Fransız sömürgeleri birleşmiş oluyordu. 

1899’da da Fransız Batı Afrika’sı ve Fransız Orta Afrika’sını birleştiren son bir hamle yapılarak Fransız sömürgeleri doğu-batı istikametinde yeknesak bir 
hal almıştır (Çaycı, 1995, s. 91-95). 
Afrika’nın sömürülmesinde en etkin iki devlet İngiltere ve Fransa olmuştur. Bu iki devlet dışında Almanya, Portekiz, Belçika ve İtalya da bölgede sömürge 
faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Birliğini oldukça geç sağlayabilen Almanya, Sahraaltı Afrika’da önemli girişimlerde bulunsa da İngiltere ve Fransa kadar etkili olup sömürge elde edememiştir. Belçika, özellikle 2. Leopold’un ve Stanley’in çalışmalarıyla Kongo üzerinde hâkimiyet kursa da bu, diğer sömürgeci güçlerle özellikle İngiltere’yle devamlı olarak yaşanan egemenlik tartışmalarıyla sürmüştür. 

Sahraaltı Afrika’nın Bağımsızlaşma Süreci.,

Sömürgecilik altında geçen uzun dönem boyunca Sahraaltı Afrika’da sömürgeci güçlere karşı çeşitli akımlar gelişse de bunlar bağımsızlık yolunda çok fazla etkili olamamıştır. Bölge toplumlarının siyasî yapılanmalarının yerel kabilelerden oluşması, ilkel yaşam tarzına bağlı olarak fikrî gelişmenin sömürgeciliğe karşı gelecek düzeyde olmaması, misyoner ve kâşiflerin bölgedeki faaliyetleri, ekonomik geri kalmışlık gibi faktörler sömürgeci güçlerin faaliyetlerini kolaylaştırmıştır.

Sahraaltı Afrika bölgesinde sömürgeci güçlerin ilerlemesi hızlı ve nispeten kolay olmuşsa da bu, onların hiçbir mukavemetle karşılaşmadıkları anlamına da gelmemektedir. Fikrî olarak bazı karşı argümanlar oluşturulup güç unsurlarıyla desteklenen eylemsel direnişleri bölgede görmek mümkündür. Modern anlamda devlet organizasyonun olmadığı Sahraaltı Afrika’da yine de istilacı güçlere karşı koyan en önemli aktörler en az gelişmiş ve en az merkezîleşmiş devlet biçimleri olmuştur. Bugünkü Gana’nın olduğu topraklarda kurulmuş olan Aşhanti Krallığı’nın sömürgecilere karşı direnişi ve Batı Afrika’da krallık kurarak özellikle Fransızlara karşı verdiği mücadeleyle Samori Ture, sömürgeciliğe karşı çıkışın önemli aktörlerindendir (Luraghi, 2005, s. 324-325). Bu bakımdan, Afrika kıtası içerisinde her ne kadar dağınık ve kabilelere ayrılmış çok parçalı bir siyasî yapının hâkim olduğu doğru olsa da bunun sömürgecilere karşı duruşa tamamen engel olduğu yaklaşımı çok doğru görünmemektedir.

Eyleme dönüşen bu tepkisel hareketlerin yanı sıra fikrî olarak da Sahraaltı Afrika halklarında sömürgeci karşı bir tutum oluşmuştur. Etiyopyanizm , sömürgeci güçlere karşı gelişin bir örneğini oluşturmaktadır. Hıristiyanlık temelli bu bağımsızlık hareketini, daha sonra Afrikalıların kendi mitoslarından esinlenen Mehdilik Hareketleri izlemiştir. Bu harekette belirli bir rehberin önderliğinde kitlesel hareketlenmeler görülmüştür (Oran, 1977, s. 102). Bunların dışında 1900’larda ilk Pan-Afrikan Kongre’yle başlayan ve öncelikle tüm Afrikalıların birleşmesini öngören daha sonra ise birleşik ve bağımsız bir Afrika idealini benimseyen Pan-Afrikanizm, ütopik bir olgu olarak görülse de bağımsızlık ve kendi kendini yönetme arzusu halkların özgürleştirilmesi sürecinde sürükleyici bir düşünce olmuştur (Sherwood, 2012). Fakat şunu da belirtmek gerekir ki Afrikalılar için sömürgeci güçlere karşı ilk istek bağımsızlıktan ziyade eşitlik olmuştur (Chapman ve Baker, 1992, s. 3). 

2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Afrika’daki bağımsızlık fikirleri tepkisel ve yüzeysel bir tezahür göstermiştir. 1945 sonrasında uluslararası politikada yaşanan değişimler, Afrika kıtasını da etkilemiştir. Esasen 1. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeci güçlerin uluslararası politikadaki özgül ağırlıklarında yaşanan düşüş, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kendini iyice göstererek farklı iki aktör olan ABD ve SSCB’yi ön plana çıkarmıştır. Sahraaltı Afrika’nın en önemli sömürgeci güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın gerek uzak coğrafyalardaki sömürgelerini elde tutabilme kabiliyetinin azalması gerekse de uluslararası sistemin farklı güçleri ön plana çıkarması bölgenin bağımsızlaşmasında etkili olmuştur. Bunun dışında BM’nin bazı evrensel değerler üzerinde kurulması ve ırkçılığın önlenmesi, özgürlük, eşitlik ve kendi kendini yönetme hakkı gibi değerleri kendine misyon edinmesi de Afrika’nın sömürgeci düzenden kurtulmasına katkı sağlamıştır. Son olarak 2. Dünya Savaşı sırasında Mihver devletlerinin yaptığı anti-emperyalist propaganda, savaştan dönen Afrikalıların teşebbüsleri, ekonomik dar boğazın yarattığı stres ve sömürgecilik karşıtı düşünsel hareketlerin artmasıyla birlikte Afrikalı halklar sömürge düzenine karşı kitlesel bir tepki ortaya koymaya başlamışlardır (Oran, 1977, s. 132). Tüm bunlar Afrikalı halkların bağımsızlık kazanma motivasyonunu arttırarak istilacı güçlerden bağımsızlıklarını alma güdülerini arttırmıştır. 

1950’lerin sonlarına doğru kazanılmaya başlanan bağımsızlıklarla, Afrika kıtası hızlı bir anti-sömürgeci konuma gelmiştir. Liberya ve Etiyopya hariç kıtada hiçbir bağımsız devletin bulunmadığı Sahraaltı Afrika’da, özellikle 1960’larda çok sayıda bağımsız devlet ortaya çıkmıştır. Bağımsız ve kendi kendini yönetebilme erkine sahip olan bu devletler, uluslararası sistemin kendine has yapısı ve ülkelerin hem iç siyasetlerinde hem de ekonomik durumlarındaki eksiklikler nedeniyle sıkıntılı bir ortamda kendilerini bulmuşlardır. Sömürgeci güçlerden kurtulduktan sonra en temel gayeleri yeniden böyle bir durumla karşılaşmamak olan Afrikalı devletler, Soğuk Savaş boyunca kendilerini uluslararası sistem içerisinde bu hedefe binâen konumlandırmışlardır. Ancak, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle uluslararası ilişkilerde yaşanan ontolojik değişim ve küreselleşme ile artan karşılıklı bağımlılık ilişkileri uluslararası siyasete yerleşen yeni olgular olmuştur. Bununla birlikte bu yeni dönemde uluslararası ekonomi politikte önemli gelişmeler yaşanmış ve Çin gibi yeni güç merkezleri sistem içerisine yerleşmiştir. Tüm bunlar, son 20 yıllık dönemde Sahraaltı Afrika’yı hem küresel rekabetin merkez alanlarından biri haline getirmiş hem de sömürgecilik olgusunun yeni metotlar ve yeni aktörlerce tekrarlandığı tartışmasını başlatmıştır. 

Sahraaltı Afrika’da Yeniden Sömürgecilik mi?

Sahraaltı Afrika bölgesi son dönemlerde küresel rekabetin en yoğun olarak yaşandığı merkezlerden biri haline gelmiştir. ABD ve Çin başta olmak üzere birçok uluslararası aktör bölge üzerinde politikalar üretmektedir. Sahraaltı Afrika’da yaşanan bu rekabetin en önemli boyutu şüphesiz ekonomiktir. Bölgenin sahip olduğu pazar potansiyelinin yanı sıra değerli maden kaynaklarını barındırması, önemli oranlarda petrol ve doğalgaza sahip olması ve ucuz işgücü ve hammadde olanaklarının bulunması uluslararası aktörlerin bu bölgeyle ilgilenmesine neden olmaktadır. 

Sahraaltı Afrika bölgesini son dönemde önemli kılan etkenlerden en önemlisi petrol ve doğalgaz kaynaklarının oldukça fazla olmasıdır. 2013 rakamları baz alındığında kanıtlanmış petrol rezervlerinin %7,7’si Afrika’da bulunurken, dünya petrol üretiminin de %10,1’i Afrika kıtasından karşılanmaktadır. Ayrıca doğalgaz rezervlerinin %3,4’ü de Sahraaltı Afrika’da bulunmaktadır (“BP Statistical Review of World Energy”, 2014, s. 6-8). Bölgede hâlâ keşfedilmeyi bekleyen bakir petrol ve doğalgaz alanlarının bulunduğu düşünüldüğünde bu rakamların gelecekte daha da artacağı beklenmektedir. Sahraaltı Afrika; petrol ve doğalgaz dışında altın, elmas, platin, kobalt, demir ve kömür gibi çok sayıda değerli madene ciddi oranlarda sahiptir. 

Bölge üzerinde yaşanan rekabetin yoğunlaştığı alanlara bakıldığında bu yoğunlaşmanın doğal kaynakların bulunduğu alanlarla paralellik gösterdiği görülmektedir. Sömürgeci dönemin temel motivasyonu olan hammaddeye ve değerli madenlere sahip olma arzusu günümüzde değişik aktörler ve yeni metotlarla varlığını devam ettirmektedir. Geçmişte İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği sömürgeci güçler bugün yerini ABD ve Çin’e bırakmış durumdadır. Aktörler ve yöntemler değişmiş olsa da hedeflenenler değişmemiştir. 
Bölge üzerinde çok sayıda uluslararası aktör etkin olsa da ABD ve Çin’i bunlardan ayrı ele almak daha doğru olacaktır. Yukarıda da bahsedildiği üzere Afrika kıtasına yaklaşım sömürgeci dönemden farklılık göstermektedir. ABD ve Çin’i ele aldığımızda, bu yaklaşımın da kendi içerisinde farklılık gösterdiği görülmektedir.  

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

23 Mart 2015 Pazartesi

Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 3






Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 3



01.09.2005



Ortadoğu Tarihi,  1939-1967, Klasik Sömürgeciliğin Bölgeden Çekilişi, Yükselen Arap Milliyetçiliği



Orta Doğu’nun 1939-67 arasındaki tarihinin başlıca olgusu, emperyal güçlerin bölgeden çekilişi, Arap ulus devletlerinin kuruluşu ve Arap milliyetçiliğinin bir ulus-devletçilik formuna dönüşerek kurulan ulus-devletlerde resmi ve popüler ideoloji haline gelmesidir. Arap milliyetçiliği iktidara geldikten sonra taahhütlerini yerine getiremeyerek çökecektir. Bu yükselişi ve çöküşü karakterize eden başlıca siyasi gelişmeler ise Süveyş Krizi, Cezayir Savaşı, Filistin Sorunu ve İslami Muhalefetin yükselişidir. Bu bölümde yukarıda zikredilen çerçeve dahilinde Orta Doğu’nun 1939-67 arasındaki tarihini özetlemeye çalışacağız.
V.1. İkinci Dünya Savaşı Öncesi Durum ve Savaş’ın Genel Özeti
Önceki bölümde gördüğümüz gibi, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Arap Dünyası Britanya ve Fransız emperyal sistemine sıkı sıkıya bağlanmıştır. Ancak, İkinci Dünya Savaşı, gerek eski emperyal güçleri ekonomik ve askeri olarak zayıflatması gerekse Araplara farklı alternatiflerin mümkün olduğu bir dünya sunması itibariyle değişimi tetikleyen önemli unsurlardan biri olmuştur.
Bir Orta Avrupa savaşı olarak başlayan İkinci Dünya Savaşı, İtalyan ordularının Mağrib’de ilerlemeye başlamasıyla Orta Doğu’ya yayılır. 1940’ta İtalyan orduları Kuzey Afrika’ya girer ve Britanya’nın konumunu tehdit etmeye başlar. 1941’de Almanya’nın doğuya, Fransız yönetimi altındaki Suriye ve Lübnan’a ve Almanya ile ilişkileri olan bir grubun elinde olan Irak’a doğru ilerleyebileceği yönünde korkuları ortaya çıkarır. Bunun üzerine Mayıs 1941’de Irak Britanya tarafından, Haziran 1941’de Suriye bir Fransız-Britanya ortak gücü tarafından, İran da bir Britanya ve SSCB ortak gücü tarafından işgal edilir. 1941 sonunda ABD, Japonya’nın yanısıra Almanya ve İtalya’ya karşı savaşa girer. Temmuz 1942’de, Kuzey Afrika’ya gelen Alman ordusu Mısır’a doğru ilerler, ama Britanya tarafından durdurulur. Kasım 1942’de Anglo-Amerikan orduları Mağrip’e çıkar ve Fas ve Cezayir’i işgal eder ve 1943’te Almanlar, Tunus’tan da çekilmek zorunda kalır. Böylece fiili savaş Arap ülkeleri açısından böylece sona ermiş olur.
Savaş sonrası duruma bakıldığında, Britanya eskiden hakim oldukları bölgelere yine hakimdir ve Fransa Suriye, Lübnan ve Mağrip’te varlığını sürdürmektedir. Ancak aslında her ikisinin de hegemonyalarının temelini oluşturan askeri ve ekonomik güçleri büyük ölçüde sarsılmıştır[1].
İkinci Dünya Savaşının, Orta Doğu’nun siyasi geleceği açısından en önemli sonuçlarından biri de, Arap halkları arasında farklı alternatiflerin mümkün olabileceği inancının güçlenmesi ve daha yakın birlik oluşturma fikrinin yayılmaya başlamasıdır.
V.2. Savaş Sonrası Güç Paylaşımı
Savaş sonrasında, A.B.D. ve S.S.C.B., Britanya ve Fransa’yı ekonomik, askeri ve politik açıdan gölgede bırakarak güçlenmişlerdi. Dünya Yalta’da Anglo-Amerikan emperyalizmi ve Sovyetler Birliği arasında bölüşüldü. Orta Avrupa ve Orta Asya SSCB denetimine bırakılırken, Batı ve Güney Avrupa, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Uzak Doğu ve Pasifik bölgeleri Anglo-Amerikan emperyalizminin nüfuz bölgesi oldu.[2] Bu yeni hegemonik çiftle beraber gelen jeokültürel değişim sonucu, eski sömürge ve yarı-sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketleri ortaya çıktı ve başarıya ulaştı. 1947’de Britanya Hindistan’dan çekildi; Hindiçin, Malezya ve Endonezya’da ulusal kurtuluş ayaklanmaları başladı; 1949’da Çin’de Halk Cumhuriyeti kuruldu. ABD, devrimlerin yayılması korkusuyla, Britanya ve Fransa’dan sömürgelerini hızla tasfiye etmesinde ısrarcı davranıyordu[3].
Savaş sona erdiğinde, bir kuşak boyunca Britanya ve Fransa’nın neredeyse özel etki alanı olmuş Ortadoğu ve Mağrip, eski ve yeni hegemonik güçlerle Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin artık istikrarlı olmadığı bir bölge haline geldi. Savaştan kağıt üzerinde galip çıkmış olmakla birlikte ekonomik olarak çökmüş halde çıkan Fransa’nın konumu zayıfladı. Cezayir’de 1945’teki güçlü isyan şiddetle bastırıldı ancak, aynı yıl içerisinde Fransa, Suriye ve Lübnan’ın tam bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Suriye’nin tam bağımsızlığa kavuşmuş olması bundan böyle ulusçu bir parti için daha azına rıza göstermesini zorlaştırdı. Savaş sonrasında Britanya’nın Ortadoğu’daki konumunun bazı bakımlardan güçlendiği ve ABD’nin savaşın hemen ardındaki dönemde Ortadoğu’nun Arap kesimlerinde hegemonik güç olarak Britanya’nın yerini henüz almak istemediği görülür.[4] Ancak, “Soğuk Savaş”ın başlamasıyla Amerikan müdahalesi artar ve ABD, 1947’de, Yunanistan ve Türkiye’yi Rus tehdidine karşı savunma sorumluluğunu üstlenir. Soğuk Savaş çerçevesinde Batının Arap dünyasındaki siyasal ve stratejik çıkarlarını koruma sorumluluğunu da Britanya üstlenir[5]. Britanya açısından bakıldığında Ortadoğu, petrol, pazarlar, ulaşım ve mevcut yatırımlar nedeniyle önemliydi. Britanya bu bölgedeki stratejik çıkarlarını dostluk anlaşmalarıyla korumaya çalıştı: Arap bağımsızlığını ve daha geniş bir birliği destekledi, Araplara kendilerini savunmalarına yetecek kadar ekonomik ve teknik destek taahhüt etti[6]. Britanya, Arap hükümetlerinin ve ABD’nin, kendi çıkarlarının Britanya’nın çıkarlarıyla örtüştüğüne inanacaklarını düşünüyordu ancak bu düşüncenin tamamen yanlış olduğu müteakip on yıl içinde görüldü.[7] Eski ve yeni hegemonik güçler arasındaki çatışma özellikle 1950’li yıllarda zirveye ulaştı.
Ancak Britanya ve Fransa’nın bölgeden nihai olarak tasfiye edilmelerinde, eski ve yeni hegemonik güçler arasındaki çatışmanın yanısıra gelişen Arap milliyetçiliğinin de çok önemli bir rolü oldu.
V.3. Arap Milliyetçiliği
Arapların bir millet olarak tanımlanması ve kendi siyasal yapılarını oluşturmaları anlamında Arap milliyetçiliği Birinci Dünya Savaşı sonunda itibaren Arap Dünyasının gündemine girmeye başladı. Özellikle 1930’da Irak’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra Arap ulus devletlerinin geliştirilmesi yönündeki bu milliyetçilik anlayışı vataniye olarak adlandırılmaktadır. Bu görüşe göre, bağımsız Arap devletleri kurulmalı ve bu devletlerarasında bir işbirliği geliştirilmelidir. Ancak vataniye görüşünün, Büyük Suriye’yi savunan Suriye milliyetçiliği, ya da Mısır’ın Arap dünyasından çok daha eski ve köklü bir medeniyet olduğunu savunan Mısır milliyetçiliğiyle karıştırılmaması gerekir. Vataniye görüşü her ne kadar Arapların siyasal birliği konusunda egemen devletleri esas alan gevşek bir model önerse de sözgelimi Mısır’ın bir Arap ülkesi olduğu konusunda bir tereddüt içermemektedir.[8] 1920’lerde ve 30’ların ilk yarısında her iki görüş de Arap Dünyası içerisinde taraftar bulmuştu. Bu konuda önemli dönüm noktalarından biri Filistin’de 1936-39 arasında yaşanan Arap İsyanıdır.
“Gerçekten de, 1936-1939 arasında yaşanan olaylar, Arap liderlerin ilk defa Arap çıkarlarının ortak olduğu görerek işbirliği başlattıkları ilk tarihi örnekler olarak görülebilir.”[9]
Eski hegemonik güçlerin zayıfladığı bir ortamda, Arap milliyetçisi hareketlerin ülkelerinde statü değişikliği için baskı yapmaları mümkün oldu. “1944’de İskenderiye’de ve 1945’de Kahire’de toplanan iki konferans Arap Devletleri Birliği’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Bu kuruluş, belirli bir eylem serbestisine sahip yedi ülkeyi (Mısır, Suriye, Lübnan, Mavera-i Ürdün, Irak, S. Arabistan ve Yemen) Filistinli Arapların bir temsilcisiyle birlikte ve bağımsız olmaları halinde katılmaları için öteki Arap ülkelerine açık kapı bırakarak, bir araya getiriyordu.”[10] Arap Birliği ilkelerine göre, ülkeler birbirlerinin karşılıklı bağımsızlığını tanıyacak, birbirinin egemenliğine müdahale etmeyecek, ancak ortak meselelerde –özellikle Filistinli Arapların ve Mağrip’in savunulmasında- birlikte hareket edeceklerdi[11]. 1945’te Birleşmiş Milletler kurulduğunda bağımsız Arap Devletleri BM’ye üye oldular.
Vataniye görüşü, tekil Arap ülkelerinde sürdürülen anti-emperyalist mücadelenin başlıca aktörlerinden biriydi. Dolayısıyla, bu görüşün şekillenmesinde Orta Doğu’daki anti-emperyalist mücadelenin önceki bölümde dile getirilen iki temel stratejisine paralel iki girişim ön plana çıktı. Bereketli Hilal’deki anti-emperyalist mücadele stratejisi doğrultusunda ortaya çıkan girişim, 1943’te kurulan Baas partisiydi. “Bu parti, Suriye’nin siyasal hayatına az sayıda kentli büyük ailenin ve bunların çıkarlarını dile getiren partilerin ya da önderlerin oluşturdukları gevşek birliklerin hakim olmasına karşı bir meydan okumayı”[12] temsil ediyordu. Sünni olmayan (Alevi, Dürzi, Hıristiyan), yarı eğitimli kesimlerde karşılık buldu. Ulusal kimlik ve Arapça konuşan cemaatlerle ilişkin tartışmaları gündeme taşıdı. Baas partisi önceleri sosyalist değildi ancak 1950’lerin ortalarından itibaren kendini açıkça sosyalist olarak tanımlamaya başladı ve bu haliyle Lübnan, Ürdün ve Irak’a yayıldı[13]. Suriye’de devletin istikrarsızlığı (askeri darbeleri, parlamento denemeleri vb.) sebebiyle, Irak’ta ise 1958 devrimiyle Baas hareketi güçlendi ve siyasal bir gücü de olan bir ideolojiye dönüştü.
Magrip’te yürütülen anti-emperyalist mücadele paralelinde ortaya çıkan girişimse Nasırizmdi. Nasırizm 1952’de iktidarı ele geçiren Mısırlı subaylardan biri olan Nasır’ın darbeden sonra yönetimde öne çıkmasıyla şekillendi. 1930-50 arasında Mısır’da Arap milliyetçiliğinden çok Mısır milliyetçiliği hakimdi[14]. “Mısırlıların kendi ülkelerine hep birlikte ve kimi zaman bir saplantı derecesinde odaklanmaları, onların “sevgili” Mısır’ında İngiliz varlığının göze batan biçimde artmasıyla daha da yoğunlaştı.”[15] Nasır 1953-54’lerde Arap milliyetçiliğine yakınlaşmaya başladı. Nasır’ın Arap milliyetçiliğini “daha çok başka bazı amaç ve emellere ulaşmak için bir araç olarak gördü. Bu dönemde birinci amaç ve en üstün değer İngilizlerin ve Batılı emperyalistlerin politikalarına karşı mücadele etmekti. Filistin savaşındaki tecrübeleri hakkında düşünürken Nasır, yalnızca Mısır’ın değil, bütün bölgenin emperyalist planların konusu olduğunu ve durum bu olunca, emperyalist düşmanlara karşı kolektif olarak savaşmak için bölgenin en azından çaba ve amaç birliğine sahip olması gerektiğine inanıyordu. Böylece 1953’te Batı ittifakı fikri Mısır’ın yalnızlığa itilmesi sonucunu ortaya çıkardığında Nasır, ideolojik ve siyasal ilgisini Mısır’dan daha geniş Arap dünyasına kaydırmaya başladı. Ve böyle yapınca, Arap dünyası içerisinde buna hazır bir kitle buldu.”[16] Milliyetçilik anlayışını anti-emperyalist mücadele üzerine kuran Nasırizm, başlangıçta vataniye çizgisinde bir hareket olmakla birlikte özellikle 1950’li yılların sonlarından itibaren tüm Arap halklarının bir araya gelerek tek bir devlet oluşturmasını savunan kavmiye çizgisine doğru kaydı. Bu yönelimi mümkün kılan ikinci önemli unsur da Nasırizmin savunduğu toplumsal dönüşüm projesinde tüm diğer Arap devletlerine öncülük edecek bir ilerleme sağlamasıydı. Nasırizm, toplumdaki bütün kesimleri kapsayacak toplumsal bir dönüşüm, bir Arap Sosyalizmi, yani kamu kurumlarının tesis edilmesi, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, sağlık ve eğitim hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve sınıfsız bir toplum kurma idealini içeriyordu[17].
Dolayısıyla, Nasırizmin yükselişi ve sadece Mısır’da değil tüm Arap dünyasında halk nezdinde kabul görmesini sağlayan iki temel faktör anti-emperyalist mücadelede kazanılan başarılar ve ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmaydı. Bu çerçevede, Nasırizmin anti-emperyalist mücadeledeki başarısını değerlendirebilmek için Nasır’ın Mısır’da iktidara gelişini ve bunun arka planını incelemek yararlı olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Mısır, Britanya için Orta Doğu’daki en sorunlu bölgeydi, çünkü burada önemli bir askeri varlığı mevcuttu. 1946’da Mısır hükümetinin, 1936’da varılan anlaşmada değişiklik talep etmesi üzerine iki ülke arasında başlayan müzakereler, Mısır’ın Sudan üzerindeki egemenlik iddiaları ve Britanya’nın Kanal bölgesindeki stratejik öneme sahip askeri varlığını geri çekmesi konusunda tıkandı.[18] 1951’de Britanya ordusu ile Mısırlı gerillalar arasında çatışmalar başladı ve Mısır hükümeti halk ayaklanmasından endişe ederek Britanya’ya karşı bir dizi askeri, diplomatik ve adli önlem aldı.[19] 25 Ocak 1952’de Mısır’da Britanya’yla sıcak çatışmalar başladı ve halk ayaklandı. Bunun üzerine solun iktidarı ele geçirmesinden korkan monarşistler ve Britanya istihbaratı Müslüman Kardeşleri kullanarak Mısır’da bir iç savaş kışkırttı[20]. Kral hükümeti görevden aldı ve Britanya’ya karşı savaşan binlerce gönüllü solcu ve milliyetçi tutuklandı.[21] Ülkede düzenin bozulması Nasır’ın hakimiyeti altına giren orta rütbeli genç subaylardan oluşan gizli bir örgüte iktidarı ele geçirme fırsatı sağladı[22]. Temmuz 1952’de Özgür Subaylar ülkede iktidarı ele geçirdi. Nasır’ın iktidara gelmesinin ardından 1954’te Britanya Kanal bölgesinden çekildi. Ancak herhangi bir güç bir Arap devletine veya Türkiye’ye saldıracak olursa (S.S.C.B. tehdidi) kanal kullanılabilecekti[23].
Dolayısıyla Nasırizm, eski yönetimin eski hegemonik güçlere tabiyetini reddederek iktidara geldi ve bu süreçte Mısır sadece SSCB ve Çin’le değil, Yugoslavya, Endonezya ve Hindistan’la da yakınlaştı[24]. Batılı güçlerin Mısır’a düşmanlığı giderek artmaya başladı: ABD İsrail ile kendi bağlarından, Britanya Bağdat Paktı üyesi olmasından (ve Mısır’ın Pakta üye olmamasından), Fransa Mısır’ın Cezayir devrimine yardım ve desteğinden ötürü Mısır’a düşmanlık içerisindeydiler[25]. Bu düşmanlık, 1956’da Süveyş kriziyle birlikte doruğa ulaştı.
1956’da Mısır’ın Asvan Barajı için mali yardım umutlarını canlandıran ABD, Mısır’ın CENTO’ya katılmayı reddetmesi üzerine Asvan barajı için vaat ettiği yardımı askıya aldı. Buna tepki olarak Mısır hükümeti Süveyş Kanalı Şirketi’ni ulusallaştırdı ve barajı buradan sağlayacağı gelirle inşa edeceğini açıkladı[26]. Bunun üzerine Fransa, Britanya ve İsrail arasında Mısır’a saldırmak ve Nasır yönetimini devirmek için gizli bir anlaşma yapıldı. Ekim ayında İsrail güçleri Mısır’a girerek Süveyş Kanalı’na doğru ilerlediler. Kendi aralarındaki anlaşma uyarınca Fransa ve Britanya Mısır ve İsrail’e bölgeden çekilmeleri için ültimatom verdi. Nasır’ın bunu reddetmesi Britanya ve Fransa’ya Kanal bölgesine saldırma bahanesi sağladı[27]. Ancak ABD ve SSCB, büyük güçler olarak, çıkarlarının söz konusu olduğu bir bölgede, bu çıkarlar hesaba katılmaksızın böyle tayin edici adımların atılmasını kabul etmediler. ABD ve SSCB baskısıyla dünya çapında düşmanlık ve mali çöküş tehlikesiyle karşılaşan İsrail, Fransa ve Britanya geri çekildiler[28]. Bu kriz sonucunda Mısır askeri açıdan yenilmiş olsa da sonuçta istediğini kabul ettirmiş olması nedeniyle çevre ülkeler nezdinde gücünü artırdı. Diğer ülkelerde Nasır’ı desteklemek veya hareketlerini tehlikeli bulup mesafeli durmak şeklinde yarılmalar meydana geldi. Bazı ülkelerin iç yapısında da değişiklikler oldu. Lübnan’da iç savaş başladı, Suriye’de Nasır destekçileri iktidara geldi ve Suriye ile Mısır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşti, Irak’ta cumhuriyet devrimi oldu[29]. Süveyş krizinin hegemonik güçler açısından en önemli sonucu Britanya’nın Arap siyasetinin sona ermesi ve A.B.D’nin Orta Doğu’da kontrolü ele geçirmesi oldu.
Orta Doğu’da diğer eski hegemonik güç olan Fransa’nın tasfiye edilmesiyse Cezayir savaşı sonucunda gerçekleşti. Cezayir’in durumu diğer Arap ülkelerinden oldukça farklıydı. Cezayir resmi olarak bir sömürge değil, Fransız toprağıydı. Öte yandan, Cezayir’deki Avrupalı göçmenler başlı başına bir nüfus haline gelmişti (1954’te Müslüman nüfus 9 milyonken Avrupalı nüfus 1 milyon civarındaydı) ve hem ülkede hem de Paris nezdinde ekonomik olarak çok güçlü bir konumdaydılar ve bunu kaybetmemek için Paris hükümeti üzerindeki etkileri sayesinde her türlü değişiklik girişimini engelleyebiliyorlardı[30].
İkinci Dünya Savaşının Orta Doğu’daki kısmının bitmesinin hemen ardından Cezayir’de statü değişikliği talepleri ortaya çıktı[31]. Fransız ordusunda deneyim kazanmış bir grup 1954’te Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni (FLN) kurdu ve silahlı mücadele başlattı[32]. Fransa’nın ilk tepkisi askeri baskı oldu ancak bu tutum, harekete uluslararası desteği artırdı; hükümetin taviz verme eğilimleri Avrupalı Cezayirlilerin muhalefetiyle engellendi[33]. 1956’da fiili iktidar Paris’teki hükümetten orduya ve Avrupalı Cezayirlilere geçti. Buna karşılık halkın FLN’ye desteği arttı. FLN kendisini 1958’de “Cezayir Cumhuriyeti’nin Geçici Hükümeti” ilan etti; dünyanın her tarafından destek aldı ve müzakereler yürüttü[34].
1958’de Fransa’da 4. Cumhuriyet sona erdi ve De Gaulle, cumhuriyetin başkanına daha geniş yetkiler veren bir anayasayla yeniden iktidara geldi. De Gaulle’ün ilk aşamada izlediği siyaset isyanı bastırmak için alınan askeri önlemleri sürdürmek, ama Cezayirli Avrupalılardan da bağımsız hareket etmekti[35]. Bir ekonomik gelişme planı açıklandı: sanayi teşvik edilecek, toprak dağıtımı yapılacak, Cezayir meclisi için seçimler düzenlenecekti[36]. Bunların alternatif bir önderlik oluşmasını sağlayacağı ve Fransa’nın bu önderlik aracılığıyla, FLN ile anlaşmayı gerektirmeden müzakerelere gidebileceği umuluyordu[37].
1960’ta yapılan ilk görüşmeler sonuç vermedi ve 1961’de Fransa’da yapılan referandum sonucunda çoğunluğun Cezayir’e kendi kaderini tayin hakkının verilmesini istediği görüldü[38]. 1961’de Cezayir’de ordunun De Gaulle’e karşı bir hükümet darbesi yapma girişimi bastırıldı. Sonunda Avrupalılar kendi mülklerinde kalıp kalmamak konusunda özgür olması üzerinden bir çözüm sağlandı; Mart 1962’de bu doğrultuda bir anlaşma imzalandı[39]. Bağımsızlık elde edilmiş ama büyük bir insani bedel ödenmişti:
“Müslüman nüfusun büyük bir kısmı yerinden edilmiş, 300.000’i ya da aha fazlası öldürülmüştü. Fransa’nın safında yer alan binlerce kişi öldürüldü ya da bağımsızlıktan sonra sürgüne gönderildi. Fransa yaklaşık 20.000 ölü verdi. Verilen garantilere rağmen yerleşik nüfusun büyük çoğunluğu ülkeyi terk etti; unutulmayacak kadar çok kan akmıştı …”[40]
Fransa, Cezayir’deki yenilgisinin ardından Orta Doğu’daki son büyük nüfuz alanını da kaybetmiş oldu.
Arap Milliyetçiliği Süveyş krizi ve Cezayir savaşıyla birlikte büyük prestij kazandı. Ancak bu prestij artışının tek nedeni anti-emperyalist mücadeledeki başarı değildi. Arap milliyetçiliğinin asli gücü kitlesel bir meşruiyete kavuşmasından geliyordu. Bu kitlesel meşruiyeti sağlayan başlıca sosyal faktörler, Arap Birliği düşüncesi ve sosyalist kalkınma politikalarıydı.
1945-60 dönemi Orta Doğu’nun nüfus yapısında önemli gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Bu dönemde doğum oranlarında önemli bir değişiklik yaşanmamakla birlikte özellikle çocuk ölümlerinin azalması sonucunda nüfus artmaya başlamıştı: Örneğin Mısır’ın nüfusu 1939’da 16 milyondan 1960’da 26 milyona çıkmıştı. Yine aynı yıllarda Suriye nüfusu 2.5 milyondan 4.5 milyona, Irak nüfusu ise 3.5 milyondan 7 milyona ulaşmıştı[41].
Bu dönemde nüfus yapısını etkileyen önemli bir faktör de dış ve iç göçtür. Yaşanan dış göçler sonucunda yabancıların sayısı mutlak olarak azalmıştır. Örneğin Mısır’da bu sayı 1937’de 250 bin iken 1960’da 143 bine düşmüştür[42]. İç göçler, nüfus artışını etkilemese de nüfus dağılımı ciddi oranda değiştirdi. İç göçlerin ana sebepleri toprağın artan nüfusu besleyememesi, tarımda makineleşmeyle birlikte özellikle büyük toprak sahiplerinin iş gücüne olan ihtiyacın azalması sonucu ortaya çıkan işsizlik ve ekili alanların meralar aleyhine gelişmesi sonucu küçük köylülerin asli kazanç faaliyeti olan hayvancılığın zorlaşmasıydı[43]. Bu nedenlerden dolayı şehirlere göç eden kır yoksulları daha adil ve müreffeh bir hayat vaat eden Arap milliyetçiliğine destek verdi.
İç ve dış göçlerin yanısıra Filistin’deki siyasi kaynaklı tehcir de nüfus dengesini değiştiren önemli bir unsurdu. Bu dönemde Filistinliler daha çok Ürdün, Lübnan ve Suriye’ye gitti ve Arap coğrafyasında yaşayan Yahudiler de İsrail, ABD ve Avrupa’ya göç ettiler[44].
Nüfusun artması ve nüfus dengesinin kentler yönüne bozulması sonucunda düzensiz/plansız bir şekilde büyüyen kentler ortaya çıkmış ve gecekondu mahalleri boy atmıştır. Orta Doğu’daki bazı şehirlerin 1937 ve 1960 arasındaki nüfus değişimi ve ülke nüfuslarına oranı şu şekildedir:

19371960
Kahire1.5 milyon3.3 milyon
Bağdat500 bin1.5 milyon
Amman30 bin250 bin


Ekonomik gelişmenin en önemli unsurlarıysa tarım politikalarındaki değişiklikler, sanayileşme çabası ve petroldü. Milliyetçi rejimlerle büyük toprak sahiplerinin arası iyi olmamıştır. Büyük toprak sahipleri zenginliklerine milliyetçi rejimlerden önce kavuştukları, özellikle de İngiliz yönetimi döneminde büyük toprak sahipliği teşvik edildiği için eski rejime bağları güçlüdür düşüncesi büyük toprak sahipliği karşıtı bir politik iklimin oluşmasıyla sonuçlanmıştır[45]. Milliyetçi yönetimlerin tarıma müdahalesi inşa edilen barajlar yardımıyla sulu tarımın geliştirilmesi ve toprak reformu uygulamaları şeklinde olmuştur. Yine aynı dönemde ilginç bir gelişme olarak tahıl ithalatı bir zorunluluk haline gelmiştir çünkü yerli üretim miktarı nüfusun ihtiyacını karşılayamamaya başlamıştır[46]. Ancak, bu dönemde hükümetler asıl olarak sanayiyi teşvik etmişlerdir[47]. Hükümetler dış yardımlar almak suretiyle sanayi için gereken alt yapı yatırımlarını yapmış ve özel sektörün altından kalkamayacağı veyahut girmek istemediği dallarda yatırım yapmışlardır. Milliyetçi yönetimler sırasında millileştirme politikaları uygulanmış ve yabancıların işlettikleri önemli işletmeler ve tarım arazileri millileştirilmiştir. Ancak, geliştirilen sanayiler yatırım malları ve ara mallar açısında dışarıya bağımlı olduğundan sanayileşme stratejisi aynı zamanda dışa bağımlığın artmasına neden olmuştur.
Bu tarım ve sanayi modernizasyonuna rağmen Orta Doğu ülkelerinin büyük bölümünün asli geliri petrol ihracatıdır. İkinci Dünya Savaşında sonra petrol üretiminin artmaya başlamasıyla birlikte petrol hükümet gelirleri içerisinde çok önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Bu dönemde, dünya petrol üretiminin 1960’da %’i Arap coğrafyasından karşılanmaya başlamıştır, yine 1960’daki rezerv tahminlerine göre dünya rezervlerinin `’ı bu ülkelerde bulunmaktadır. 1960 itibariyle Irak hükümet gelirlerinin `’dan Suudi Arabistan hükümet gelirlerinin ise