Ortadoğu Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortadoğu Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2015 Pazartesi

Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 3






Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 3



01.09.2005



Ortadoğu Tarihi,  1939-1967, Klasik Sömürgeciliğin Bölgeden Çekilişi, Yükselen Arap Milliyetçiliği



Orta Doğu’nun 1939-67 arasındaki tarihinin başlıca olgusu, emperyal güçlerin bölgeden çekilişi, Arap ulus devletlerinin kuruluşu ve Arap milliyetçiliğinin bir ulus-devletçilik formuna dönüşerek kurulan ulus-devletlerde resmi ve popüler ideoloji haline gelmesidir. Arap milliyetçiliği iktidara geldikten sonra taahhütlerini yerine getiremeyerek çökecektir. Bu yükselişi ve çöküşü karakterize eden başlıca siyasi gelişmeler ise Süveyş Krizi, Cezayir Savaşı, Filistin Sorunu ve İslami Muhalefetin yükselişidir. Bu bölümde yukarıda zikredilen çerçeve dahilinde Orta Doğu’nun 1939-67 arasındaki tarihini özetlemeye çalışacağız.
V.1. İkinci Dünya Savaşı Öncesi Durum ve Savaş’ın Genel Özeti
Önceki bölümde gördüğümüz gibi, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Arap Dünyası Britanya ve Fransız emperyal sistemine sıkı sıkıya bağlanmıştır. Ancak, İkinci Dünya Savaşı, gerek eski emperyal güçleri ekonomik ve askeri olarak zayıflatması gerekse Araplara farklı alternatiflerin mümkün olduğu bir dünya sunması itibariyle değişimi tetikleyen önemli unsurlardan biri olmuştur.
Bir Orta Avrupa savaşı olarak başlayan İkinci Dünya Savaşı, İtalyan ordularının Mağrib’de ilerlemeye başlamasıyla Orta Doğu’ya yayılır. 1940’ta İtalyan orduları Kuzey Afrika’ya girer ve Britanya’nın konumunu tehdit etmeye başlar. 1941’de Almanya’nın doğuya, Fransız yönetimi altındaki Suriye ve Lübnan’a ve Almanya ile ilişkileri olan bir grubun elinde olan Irak’a doğru ilerleyebileceği yönünde korkuları ortaya çıkarır. Bunun üzerine Mayıs 1941’de Irak Britanya tarafından, Haziran 1941’de Suriye bir Fransız-Britanya ortak gücü tarafından, İran da bir Britanya ve SSCB ortak gücü tarafından işgal edilir. 1941 sonunda ABD, Japonya’nın yanısıra Almanya ve İtalya’ya karşı savaşa girer. Temmuz 1942’de, Kuzey Afrika’ya gelen Alman ordusu Mısır’a doğru ilerler, ama Britanya tarafından durdurulur. Kasım 1942’de Anglo-Amerikan orduları Mağrip’e çıkar ve Fas ve Cezayir’i işgal eder ve 1943’te Almanlar, Tunus’tan da çekilmek zorunda kalır. Böylece fiili savaş Arap ülkeleri açısından böylece sona ermiş olur.
Savaş sonrası duruma bakıldığında, Britanya eskiden hakim oldukları bölgelere yine hakimdir ve Fransa Suriye, Lübnan ve Mağrip’te varlığını sürdürmektedir. Ancak aslında her ikisinin de hegemonyalarının temelini oluşturan askeri ve ekonomik güçleri büyük ölçüde sarsılmıştır[1].
İkinci Dünya Savaşının, Orta Doğu’nun siyasi geleceği açısından en önemli sonuçlarından biri de, Arap halkları arasında farklı alternatiflerin mümkün olabileceği inancının güçlenmesi ve daha yakın birlik oluşturma fikrinin yayılmaya başlamasıdır.
V.2. Savaş Sonrası Güç Paylaşımı
Savaş sonrasında, A.B.D. ve S.S.C.B., Britanya ve Fransa’yı ekonomik, askeri ve politik açıdan gölgede bırakarak güçlenmişlerdi. Dünya Yalta’da Anglo-Amerikan emperyalizmi ve Sovyetler Birliği arasında bölüşüldü. Orta Avrupa ve Orta Asya SSCB denetimine bırakılırken, Batı ve Güney Avrupa, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Uzak Doğu ve Pasifik bölgeleri Anglo-Amerikan emperyalizminin nüfuz bölgesi oldu.[2] Bu yeni hegemonik çiftle beraber gelen jeokültürel değişim sonucu, eski sömürge ve yarı-sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketleri ortaya çıktı ve başarıya ulaştı. 1947’de Britanya Hindistan’dan çekildi; Hindiçin, Malezya ve Endonezya’da ulusal kurtuluş ayaklanmaları başladı; 1949’da Çin’de Halk Cumhuriyeti kuruldu. ABD, devrimlerin yayılması korkusuyla, Britanya ve Fransa’dan sömürgelerini hızla tasfiye etmesinde ısrarcı davranıyordu[3].
Savaş sona erdiğinde, bir kuşak boyunca Britanya ve Fransa’nın neredeyse özel etki alanı olmuş Ortadoğu ve Mağrip, eski ve yeni hegemonik güçlerle Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin artık istikrarlı olmadığı bir bölge haline geldi. Savaştan kağıt üzerinde galip çıkmış olmakla birlikte ekonomik olarak çökmüş halde çıkan Fransa’nın konumu zayıfladı. Cezayir’de 1945’teki güçlü isyan şiddetle bastırıldı ancak, aynı yıl içerisinde Fransa, Suriye ve Lübnan’ın tam bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Suriye’nin tam bağımsızlığa kavuşmuş olması bundan böyle ulusçu bir parti için daha azına rıza göstermesini zorlaştırdı. Savaş sonrasında Britanya’nın Ortadoğu’daki konumunun bazı bakımlardan güçlendiği ve ABD’nin savaşın hemen ardındaki dönemde Ortadoğu’nun Arap kesimlerinde hegemonik güç olarak Britanya’nın yerini henüz almak istemediği görülür.[4] Ancak, “Soğuk Savaş”ın başlamasıyla Amerikan müdahalesi artar ve ABD, 1947’de, Yunanistan ve Türkiye’yi Rus tehdidine karşı savunma sorumluluğunu üstlenir. Soğuk Savaş çerçevesinde Batının Arap dünyasındaki siyasal ve stratejik çıkarlarını koruma sorumluluğunu da Britanya üstlenir[5]. Britanya açısından bakıldığında Ortadoğu, petrol, pazarlar, ulaşım ve mevcut yatırımlar nedeniyle önemliydi. Britanya bu bölgedeki stratejik çıkarlarını dostluk anlaşmalarıyla korumaya çalıştı: Arap bağımsızlığını ve daha geniş bir birliği destekledi, Araplara kendilerini savunmalarına yetecek kadar ekonomik ve teknik destek taahhüt etti[6]. Britanya, Arap hükümetlerinin ve ABD’nin, kendi çıkarlarının Britanya’nın çıkarlarıyla örtüştüğüne inanacaklarını düşünüyordu ancak bu düşüncenin tamamen yanlış olduğu müteakip on yıl içinde görüldü.[7] Eski ve yeni hegemonik güçler arasındaki çatışma özellikle 1950’li yıllarda zirveye ulaştı.
Ancak Britanya ve Fransa’nın bölgeden nihai olarak tasfiye edilmelerinde, eski ve yeni hegemonik güçler arasındaki çatışmanın yanısıra gelişen Arap milliyetçiliğinin de çok önemli bir rolü oldu.
V.3. Arap Milliyetçiliği
Arapların bir millet olarak tanımlanması ve kendi siyasal yapılarını oluşturmaları anlamında Arap milliyetçiliği Birinci Dünya Savaşı sonunda itibaren Arap Dünyasının gündemine girmeye başladı. Özellikle 1930’da Irak’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra Arap ulus devletlerinin geliştirilmesi yönündeki bu milliyetçilik anlayışı vataniye olarak adlandırılmaktadır. Bu görüşe göre, bağımsız Arap devletleri kurulmalı ve bu devletlerarasında bir işbirliği geliştirilmelidir. Ancak vataniye görüşünün, Büyük Suriye’yi savunan Suriye milliyetçiliği, ya da Mısır’ın Arap dünyasından çok daha eski ve köklü bir medeniyet olduğunu savunan Mısır milliyetçiliğiyle karıştırılmaması gerekir. Vataniye görüşü her ne kadar Arapların siyasal birliği konusunda egemen devletleri esas alan gevşek bir model önerse de sözgelimi Mısır’ın bir Arap ülkesi olduğu konusunda bir tereddüt içermemektedir.[8] 1920’lerde ve 30’ların ilk yarısında her iki görüş de Arap Dünyası içerisinde taraftar bulmuştu. Bu konuda önemli dönüm noktalarından biri Filistin’de 1936-39 arasında yaşanan Arap İsyanıdır.
“Gerçekten de, 1936-1939 arasında yaşanan olaylar, Arap liderlerin ilk defa Arap çıkarlarının ortak olduğu görerek işbirliği başlattıkları ilk tarihi örnekler olarak görülebilir.”[9]
Eski hegemonik güçlerin zayıfladığı bir ortamda, Arap milliyetçisi hareketlerin ülkelerinde statü değişikliği için baskı yapmaları mümkün oldu. “1944’de İskenderiye’de ve 1945’de Kahire’de toplanan iki konferans Arap Devletleri Birliği’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Bu kuruluş, belirli bir eylem serbestisine sahip yedi ülkeyi (Mısır, Suriye, Lübnan, Mavera-i Ürdün, Irak, S. Arabistan ve Yemen) Filistinli Arapların bir temsilcisiyle birlikte ve bağımsız olmaları halinde katılmaları için öteki Arap ülkelerine açık kapı bırakarak, bir araya getiriyordu.”[10] Arap Birliği ilkelerine göre, ülkeler birbirlerinin karşılıklı bağımsızlığını tanıyacak, birbirinin egemenliğine müdahale etmeyecek, ancak ortak meselelerde –özellikle Filistinli Arapların ve Mağrip’in savunulmasında- birlikte hareket edeceklerdi[11]. 1945’te Birleşmiş Milletler kurulduğunda bağımsız Arap Devletleri BM’ye üye oldular.
Vataniye görüşü, tekil Arap ülkelerinde sürdürülen anti-emperyalist mücadelenin başlıca aktörlerinden biriydi. Dolayısıyla, bu görüşün şekillenmesinde Orta Doğu’daki anti-emperyalist mücadelenin önceki bölümde dile getirilen iki temel stratejisine paralel iki girişim ön plana çıktı. Bereketli Hilal’deki anti-emperyalist mücadele stratejisi doğrultusunda ortaya çıkan girişim, 1943’te kurulan Baas partisiydi. “Bu parti, Suriye’nin siyasal hayatına az sayıda kentli büyük ailenin ve bunların çıkarlarını dile getiren partilerin ya da önderlerin oluşturdukları gevşek birliklerin hakim olmasına karşı bir meydan okumayı”[12] temsil ediyordu. Sünni olmayan (Alevi, Dürzi, Hıristiyan), yarı eğitimli kesimlerde karşılık buldu. Ulusal kimlik ve Arapça konuşan cemaatlerle ilişkin tartışmaları gündeme taşıdı. Baas partisi önceleri sosyalist değildi ancak 1950’lerin ortalarından itibaren kendini açıkça sosyalist olarak tanımlamaya başladı ve bu haliyle Lübnan, Ürdün ve Irak’a yayıldı[13]. Suriye’de devletin istikrarsızlığı (askeri darbeleri, parlamento denemeleri vb.) sebebiyle, Irak’ta ise 1958 devrimiyle Baas hareketi güçlendi ve siyasal bir gücü de olan bir ideolojiye dönüştü.
Magrip’te yürütülen anti-emperyalist mücadele paralelinde ortaya çıkan girişimse Nasırizmdi. Nasırizm 1952’de iktidarı ele geçiren Mısırlı subaylardan biri olan Nasır’ın darbeden sonra yönetimde öne çıkmasıyla şekillendi. 1930-50 arasında Mısır’da Arap milliyetçiliğinden çok Mısır milliyetçiliği hakimdi[14]. “Mısırlıların kendi ülkelerine hep birlikte ve kimi zaman bir saplantı derecesinde odaklanmaları, onların “sevgili” Mısır’ında İngiliz varlığının göze batan biçimde artmasıyla daha da yoğunlaştı.”[15] Nasır 1953-54’lerde Arap milliyetçiliğine yakınlaşmaya başladı. Nasır’ın Arap milliyetçiliğini “daha çok başka bazı amaç ve emellere ulaşmak için bir araç olarak gördü. Bu dönemde birinci amaç ve en üstün değer İngilizlerin ve Batılı emperyalistlerin politikalarına karşı mücadele etmekti. Filistin savaşındaki tecrübeleri hakkında düşünürken Nasır, yalnızca Mısır’ın değil, bütün bölgenin emperyalist planların konusu olduğunu ve durum bu olunca, emperyalist düşmanlara karşı kolektif olarak savaşmak için bölgenin en azından çaba ve amaç birliğine sahip olması gerektiğine inanıyordu. Böylece 1953’te Batı ittifakı fikri Mısır’ın yalnızlığa itilmesi sonucunu ortaya çıkardığında Nasır, ideolojik ve siyasal ilgisini Mısır’dan daha geniş Arap dünyasına kaydırmaya başladı. Ve böyle yapınca, Arap dünyası içerisinde buna hazır bir kitle buldu.”[16] Milliyetçilik anlayışını anti-emperyalist mücadele üzerine kuran Nasırizm, başlangıçta vataniye çizgisinde bir hareket olmakla birlikte özellikle 1950’li yılların sonlarından itibaren tüm Arap halklarının bir araya gelerek tek bir devlet oluşturmasını savunan kavmiye çizgisine doğru kaydı. Bu yönelimi mümkün kılan ikinci önemli unsur da Nasırizmin savunduğu toplumsal dönüşüm projesinde tüm diğer Arap devletlerine öncülük edecek bir ilerleme sağlamasıydı. Nasırizm, toplumdaki bütün kesimleri kapsayacak toplumsal bir dönüşüm, bir Arap Sosyalizmi, yani kamu kurumlarının tesis edilmesi, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, sağlık ve eğitim hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve sınıfsız bir toplum kurma idealini içeriyordu[17].
Dolayısıyla, Nasırizmin yükselişi ve sadece Mısır’da değil tüm Arap dünyasında halk nezdinde kabul görmesini sağlayan iki temel faktör anti-emperyalist mücadelede kazanılan başarılar ve ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmaydı. Bu çerçevede, Nasırizmin anti-emperyalist mücadeledeki başarısını değerlendirebilmek için Nasır’ın Mısır’da iktidara gelişini ve bunun arka planını incelemek yararlı olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Mısır, Britanya için Orta Doğu’daki en sorunlu bölgeydi, çünkü burada önemli bir askeri varlığı mevcuttu. 1946’da Mısır hükümetinin, 1936’da varılan anlaşmada değişiklik talep etmesi üzerine iki ülke arasında başlayan müzakereler, Mısır’ın Sudan üzerindeki egemenlik iddiaları ve Britanya’nın Kanal bölgesindeki stratejik öneme sahip askeri varlığını geri çekmesi konusunda tıkandı.[18] 1951’de Britanya ordusu ile Mısırlı gerillalar arasında çatışmalar başladı ve Mısır hükümeti halk ayaklanmasından endişe ederek Britanya’ya karşı bir dizi askeri, diplomatik ve adli önlem aldı.[19] 25 Ocak 1952’de Mısır’da Britanya’yla sıcak çatışmalar başladı ve halk ayaklandı. Bunun üzerine solun iktidarı ele geçirmesinden korkan monarşistler ve Britanya istihbaratı Müslüman Kardeşleri kullanarak Mısır’da bir iç savaş kışkırttı[20]. Kral hükümeti görevden aldı ve Britanya’ya karşı savaşan binlerce gönüllü solcu ve milliyetçi tutuklandı.[21] Ülkede düzenin bozulması Nasır’ın hakimiyeti altına giren orta rütbeli genç subaylardan oluşan gizli bir örgüte iktidarı ele geçirme fırsatı sağladı[22]. Temmuz 1952’de Özgür Subaylar ülkede iktidarı ele geçirdi. Nasır’ın iktidara gelmesinin ardından 1954’te Britanya Kanal bölgesinden çekildi. Ancak herhangi bir güç bir Arap devletine veya Türkiye’ye saldıracak olursa (S.S.C.B. tehdidi) kanal kullanılabilecekti[23].
Dolayısıyla Nasırizm, eski yönetimin eski hegemonik güçlere tabiyetini reddederek iktidara geldi ve bu süreçte Mısır sadece SSCB ve Çin’le değil, Yugoslavya, Endonezya ve Hindistan’la da yakınlaştı[24]. Batılı güçlerin Mısır’a düşmanlığı giderek artmaya başladı: ABD İsrail ile kendi bağlarından, Britanya Bağdat Paktı üyesi olmasından (ve Mısır’ın Pakta üye olmamasından), Fransa Mısır’ın Cezayir devrimine yardım ve desteğinden ötürü Mısır’a düşmanlık içerisindeydiler[25]. Bu düşmanlık, 1956’da Süveyş kriziyle birlikte doruğa ulaştı.
1956’da Mısır’ın Asvan Barajı için mali yardım umutlarını canlandıran ABD, Mısır’ın CENTO’ya katılmayı reddetmesi üzerine Asvan barajı için vaat ettiği yardımı askıya aldı. Buna tepki olarak Mısır hükümeti Süveyş Kanalı Şirketi’ni ulusallaştırdı ve barajı buradan sağlayacağı gelirle inşa edeceğini açıkladı[26]. Bunun üzerine Fransa, Britanya ve İsrail arasında Mısır’a saldırmak ve Nasır yönetimini devirmek için gizli bir anlaşma yapıldı. Ekim ayında İsrail güçleri Mısır’a girerek Süveyş Kanalı’na doğru ilerlediler. Kendi aralarındaki anlaşma uyarınca Fransa ve Britanya Mısır ve İsrail’e bölgeden çekilmeleri için ültimatom verdi. Nasır’ın bunu reddetmesi Britanya ve Fransa’ya Kanal bölgesine saldırma bahanesi sağladı[27]. Ancak ABD ve SSCB, büyük güçler olarak, çıkarlarının söz konusu olduğu bir bölgede, bu çıkarlar hesaba katılmaksızın böyle tayin edici adımların atılmasını kabul etmediler. ABD ve SSCB baskısıyla dünya çapında düşmanlık ve mali çöküş tehlikesiyle karşılaşan İsrail, Fransa ve Britanya geri çekildiler[28]. Bu kriz sonucunda Mısır askeri açıdan yenilmiş olsa da sonuçta istediğini kabul ettirmiş olması nedeniyle çevre ülkeler nezdinde gücünü artırdı. Diğer ülkelerde Nasır’ı desteklemek veya hareketlerini tehlikeli bulup mesafeli durmak şeklinde yarılmalar meydana geldi. Bazı ülkelerin iç yapısında da değişiklikler oldu. Lübnan’da iç savaş başladı, Suriye’de Nasır destekçileri iktidara geldi ve Suriye ile Mısır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşti, Irak’ta cumhuriyet devrimi oldu[29]. Süveyş krizinin hegemonik güçler açısından en önemli sonucu Britanya’nın Arap siyasetinin sona ermesi ve A.B.D’nin Orta Doğu’da kontrolü ele geçirmesi oldu.
Orta Doğu’da diğer eski hegemonik güç olan Fransa’nın tasfiye edilmesiyse Cezayir savaşı sonucunda gerçekleşti. Cezayir’in durumu diğer Arap ülkelerinden oldukça farklıydı. Cezayir resmi olarak bir sömürge değil, Fransız toprağıydı. Öte yandan, Cezayir’deki Avrupalı göçmenler başlı başına bir nüfus haline gelmişti (1954’te Müslüman nüfus 9 milyonken Avrupalı nüfus 1 milyon civarındaydı) ve hem ülkede hem de Paris nezdinde ekonomik olarak çok güçlü bir konumdaydılar ve bunu kaybetmemek için Paris hükümeti üzerindeki etkileri sayesinde her türlü değişiklik girişimini engelleyebiliyorlardı[30].
İkinci Dünya Savaşının Orta Doğu’daki kısmının bitmesinin hemen ardından Cezayir’de statü değişikliği talepleri ortaya çıktı[31]. Fransız ordusunda deneyim kazanmış bir grup 1954’te Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni (FLN) kurdu ve silahlı mücadele başlattı[32]. Fransa’nın ilk tepkisi askeri baskı oldu ancak bu tutum, harekete uluslararası desteği artırdı; hükümetin taviz verme eğilimleri Avrupalı Cezayirlilerin muhalefetiyle engellendi[33]. 1956’da fiili iktidar Paris’teki hükümetten orduya ve Avrupalı Cezayirlilere geçti. Buna karşılık halkın FLN’ye desteği arttı. FLN kendisini 1958’de “Cezayir Cumhuriyeti’nin Geçici Hükümeti” ilan etti; dünyanın her tarafından destek aldı ve müzakereler yürüttü[34].
1958’de Fransa’da 4. Cumhuriyet sona erdi ve De Gaulle, cumhuriyetin başkanına daha geniş yetkiler veren bir anayasayla yeniden iktidara geldi. De Gaulle’ün ilk aşamada izlediği siyaset isyanı bastırmak için alınan askeri önlemleri sürdürmek, ama Cezayirli Avrupalılardan da bağımsız hareket etmekti[35]. Bir ekonomik gelişme planı açıklandı: sanayi teşvik edilecek, toprak dağıtımı yapılacak, Cezayir meclisi için seçimler düzenlenecekti[36]. Bunların alternatif bir önderlik oluşmasını sağlayacağı ve Fransa’nın bu önderlik aracılığıyla, FLN ile anlaşmayı gerektirmeden müzakerelere gidebileceği umuluyordu[37].
1960’ta yapılan ilk görüşmeler sonuç vermedi ve 1961’de Fransa’da yapılan referandum sonucunda çoğunluğun Cezayir’e kendi kaderini tayin hakkının verilmesini istediği görüldü[38]. 1961’de Cezayir’de ordunun De Gaulle’e karşı bir hükümet darbesi yapma girişimi bastırıldı. Sonunda Avrupalılar kendi mülklerinde kalıp kalmamak konusunda özgür olması üzerinden bir çözüm sağlandı; Mart 1962’de bu doğrultuda bir anlaşma imzalandı[39]. Bağımsızlık elde edilmiş ama büyük bir insani bedel ödenmişti:
“Müslüman nüfusun büyük bir kısmı yerinden edilmiş, 300.000’i ya da aha fazlası öldürülmüştü. Fransa’nın safında yer alan binlerce kişi öldürüldü ya da bağımsızlıktan sonra sürgüne gönderildi. Fransa yaklaşık 20.000 ölü verdi. Verilen garantilere rağmen yerleşik nüfusun büyük çoğunluğu ülkeyi terk etti; unutulmayacak kadar çok kan akmıştı …”[40]
Fransa, Cezayir’deki yenilgisinin ardından Orta Doğu’daki son büyük nüfuz alanını da kaybetmiş oldu.
Arap Milliyetçiliği Süveyş krizi ve Cezayir savaşıyla birlikte büyük prestij kazandı. Ancak bu prestij artışının tek nedeni anti-emperyalist mücadeledeki başarı değildi. Arap milliyetçiliğinin asli gücü kitlesel bir meşruiyete kavuşmasından geliyordu. Bu kitlesel meşruiyeti sağlayan başlıca sosyal faktörler, Arap Birliği düşüncesi ve sosyalist kalkınma politikalarıydı.
1945-60 dönemi Orta Doğu’nun nüfus yapısında önemli gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Bu dönemde doğum oranlarında önemli bir değişiklik yaşanmamakla birlikte özellikle çocuk ölümlerinin azalması sonucunda nüfus artmaya başlamıştı: Örneğin Mısır’ın nüfusu 1939’da 16 milyondan 1960’da 26 milyona çıkmıştı. Yine aynı yıllarda Suriye nüfusu 2.5 milyondan 4.5 milyona, Irak nüfusu ise 3.5 milyondan 7 milyona ulaşmıştı[41].
Bu dönemde nüfus yapısını etkileyen önemli bir faktör de dış ve iç göçtür. Yaşanan dış göçler sonucunda yabancıların sayısı mutlak olarak azalmıştır. Örneğin Mısır’da bu sayı 1937’de 250 bin iken 1960’da 143 bine düşmüştür[42]. İç göçler, nüfus artışını etkilemese de nüfus dağılımı ciddi oranda değiştirdi. İç göçlerin ana sebepleri toprağın artan nüfusu besleyememesi, tarımda makineleşmeyle birlikte özellikle büyük toprak sahiplerinin iş gücüne olan ihtiyacın azalması sonucu ortaya çıkan işsizlik ve ekili alanların meralar aleyhine gelişmesi sonucu küçük köylülerin asli kazanç faaliyeti olan hayvancılığın zorlaşmasıydı[43]. Bu nedenlerden dolayı şehirlere göç eden kır yoksulları daha adil ve müreffeh bir hayat vaat eden Arap milliyetçiliğine destek verdi.
İç ve dış göçlerin yanısıra Filistin’deki siyasi kaynaklı tehcir de nüfus dengesini değiştiren önemli bir unsurdu. Bu dönemde Filistinliler daha çok Ürdün, Lübnan ve Suriye’ye gitti ve Arap coğrafyasında yaşayan Yahudiler de İsrail, ABD ve Avrupa’ya göç ettiler[44].
Nüfusun artması ve nüfus dengesinin kentler yönüne bozulması sonucunda düzensiz/plansız bir şekilde büyüyen kentler ortaya çıkmış ve gecekondu mahalleri boy atmıştır. Orta Doğu’daki bazı şehirlerin 1937 ve 1960 arasındaki nüfus değişimi ve ülke nüfuslarına oranı şu şekildedir:

19371960
Kahire1.5 milyon3.3 milyon
Bağdat500 bin1.5 milyon
Amman30 bin250 bin


Ekonomik gelişmenin en önemli unsurlarıysa tarım politikalarındaki değişiklikler, sanayileşme çabası ve petroldü. Milliyetçi rejimlerle büyük toprak sahiplerinin arası iyi olmamıştır. Büyük toprak sahipleri zenginliklerine milliyetçi rejimlerden önce kavuştukları, özellikle de İngiliz yönetimi döneminde büyük toprak sahipliği teşvik edildiği için eski rejime bağları güçlüdür düşüncesi büyük toprak sahipliği karşıtı bir politik iklimin oluşmasıyla sonuçlanmıştır[45]. Milliyetçi yönetimlerin tarıma müdahalesi inşa edilen barajlar yardımıyla sulu tarımın geliştirilmesi ve toprak reformu uygulamaları şeklinde olmuştur. Yine aynı dönemde ilginç bir gelişme olarak tahıl ithalatı bir zorunluluk haline gelmiştir çünkü yerli üretim miktarı nüfusun ihtiyacını karşılayamamaya başlamıştır[46]. Ancak, bu dönemde hükümetler asıl olarak sanayiyi teşvik etmişlerdir[47]. Hükümetler dış yardımlar almak suretiyle sanayi için gereken alt yapı yatırımlarını yapmış ve özel sektörün altından kalkamayacağı veyahut girmek istemediği dallarda yatırım yapmışlardır. Milliyetçi yönetimler sırasında millileştirme politikaları uygulanmış ve yabancıların işlettikleri önemli işletmeler ve tarım arazileri millileştirilmiştir. Ancak, geliştirilen sanayiler yatırım malları ve ara mallar açısında dışarıya bağımlı olduğundan sanayileşme stratejisi aynı zamanda dışa bağımlığın artmasına neden olmuştur.
Bu tarım ve sanayi modernizasyonuna rağmen Orta Doğu ülkelerinin büyük bölümünün asli geliri petrol ihracatıdır. İkinci Dünya Savaşında sonra petrol üretiminin artmaya başlamasıyla birlikte petrol hükümet gelirleri içerisinde çok önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Bu dönemde, dünya petrol üretiminin 1960’da %’i Arap coğrafyasından karşılanmaya başlamıştır, yine 1960’daki rezerv tahminlerine göre dünya rezervlerinin `’ı bu ülkelerde bulunmaktadır. 1960 itibariyle Irak hükümet gelirlerinin `’dan Suudi Arabistan hükümet gelirlerinin ise







Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 2



Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 2


Ortadoğu Tarihi  1800-1939, Fransa'nın Mısır'ı İşgalinden 1939 Filistin Ayaklanmasına

Ortadoğu Olarak Adlandırılan Bölge Neresidir?
Stefanos Yerasimos Orta-Doğu’yu üç ana bölgeye ayırır. Merkez ülkeler, Bereketli Hilal ve Arap Yarımadası. Merkez ülkeler, Türkiye, İran ve Mısır’ı; Bereketli Hilal, Irak, İsrail, Ürdün, Lübnan ve Suriye’yi; Arap Yarımadası, Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Umman ve Yemen’i içerir.
1994 rakamlarına göre bu bölgelerde yaşayan insanların 113 milyonu Arap, 54 milyonu Türk, 28 milyonu Fars, 21 milyonu Kürt, 4 milyonu Yahudi, 1 milyonu Beluci, 500 bini Ermeni, 150 bini Asuri, 8-10 milyonu Kıptidir (ancak Kıptiliğin etnik veya dinsel bir ayırım olup olmadığı tartışma konusudur)   
Orta-Doğu’da 227 milyon Müslüman, 13,5 milyon Hıristiyan ve 4 milyon Yahudi yaşamaktadır.
Ancak dinlerin kendi içinde de öyle ciddi ayrılıklar vardır ki bunların aralarındaki fark ve zaman zaman beliren düşmanlıklar diğer dinlere karşı olduğundan daha şiddetlidir. Örneğin, Müslümanlar kendi içlerinde, Şii, Sünni, Zeydi (Yemen’de yaşayan Sünni-Şii karışımı bir grup), Harici (Umman’da) mesheplerine ve bu gruplar da kendi içlerinde onlarca ayrı tarikata ayrılmışlardır. Hıristiyanlar, Rum Katolik, Ortodoks, Melkitler (Mısırdaki Ortodoks Rumlar), Gregoryan Ermeni, Nasturi, Katolik Süryani, Süryani Ortodoks, Maruni (Lübnanlı Katolikler), Keldani gibi bir çok farklı gruba ayrılmışlardır.
Bunların yanında sayıları az da olsa, Dürziler, İsmaililer, Mandeenler (Yahudi-Hıristiyan karışımı bir anlayış), Yezidiler, Zerdüştler (İran’da 50 bin kadar), Nasturiler sayılabilir [1]
Biz Ortadoğu’yu tartışırken 3 ana bölgeyi temel alacağız: Mısır, Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal. Bunun yanısıra, çalışmamızın sınırları nedeniyle,  Mağrip Ülkeleri olarak adlandırılan bölge (Cezayir, Tunus, Fas) ile Türkiye ve İran’a sadece bazı örnekler üzerinden değinilecektir.
2. Seminerin Genel Temaları
Seminer iki ana tema üzerine kuruludur. Birincisi, Emperyalizmin bölgeyi ele geçiriş öyküsü ve emperyal çıkarlar-stratejiler arası çatışmalar. İkincisi, bu süreçte dağılıp tekrar tekrar kurulan toplumsal yapılar, yerel gelişmeler.
1. Tema: Emperyalizmin Bölgeyi Ele Geçiriş Öyküsü – Emperyal Çıkarlar/Stratejiler Arası Çatışmalar
16. yy’dan beri hakim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileyişine paralel olarak bölge, önce mali-iktisadi yollarla, 19. yy. ortalarından başlayarak siyasal olarak bütünüyle Avrupa Emperyalizminin kıskacına girdi. Osmanlı egemenliği –klasik İmparatorluk modeli- üretim ve egemenlik ilişkilerini kökten değiştirmeyen, esasen vergi yükümlülüğüne bağlı, görece “gevşek” bir egemenlikti. Nüfusun çoğunluğu ile varolan din birliği bu egemenlik ilişkisini gevşeten önemli bir etkendi. Avrupa Emperyalizminin egemenliği ise bu toplumların sınıfsal yapılarına, üretim ilişkilerine ve kültürlerine köklü bir müdahaleyi içeriyordu.
Emperyal Strateji Farkları şu şekilde dönemselleştirilebilir:
1. Klasik Emperyalizm: Başından itibaren Rusya, 19.yy. sonları ile birlikte de Almanya ve İtalya sürece dahil olsalar da bölgedeki etkinlik mücadelesi asıl olarak Britanya ve Fransa arasında yaşanmıştır. Savaşlarla yorulmuş ve ekonomisi yıpranmış olan Fransa’nın 19 yy. ortalarını takip eden yıllarda, bu mücadelede geriye düştüğü ve emperyal liderliğin bölgenin büyük bölümünde Britanya tarafından yürütüldüğü söylenebilir.
2. Liberal Emperyalizm: I. Dünya Savaşı’nın ardından, özellikle petrol şirketleri aracılığıyla öncelikle Arap Yarımadası’nda etkimliğini arttıran ABD, aşama aşama klasik emperyal güçlerin bölge hakimiyetini zayıflatmış; yerine Wilson’un “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” prensibine dayanan dolaylı bir bağımlılık modelinin yerleşmesini sağlamıştır. Bu yeni bağımlılık modelinin şekilleniş sürecinde, SSCB’nin bölgede etki sahaları oluşturmaya dönük politikalarının payı da tartışılmaya çalışılacak, bu dönem seminerin V. ve VI. bölümlerinde ele alınacaktır. İlk bölümde yeni emperyal paradigmanın oluşmaya başlamasından ve ABD’li petrol şirketlerinin bölge aktivitelerinden kısaca söz edeceğiz.
2. Tema: Yerel Tepkiler-Gelişmeler
Geleneksel yapıların çözülüşü ve yerlerine kurulan yeni yapılar arası bölgesel farklar ana hatları ile ele alınacak. Ortadoğu halklarının trajik öykülerine ve etkileri Ortadoğu sınırlarını aşan antiemperyalist direniş hareketlerine değineceğiz (Örn: Mısır’da Nasır’ın Arap Milliyetçiliği, Cezayir Ulusal Kurtuluş Hareketi)
Yerel gelişmeleri, hepsini tartışamayacak da olsak, karakteristik farklar barındıran 4 ayrı bölgeye ayırıyoruz:
1.      Türkiye ve İran: Bu ülkeler kendi ulus inşa süreçlerini yaşarken bölgeyle bağları zayıflamıştır.
2.      Kuzey Afrika Kıyıları: Emperyal işgale erken maruz kalan bu bölgede, bağımsızlıkçı, antiemperyalist çizgi belirleyici olmuştur.
3.      Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal: Geleneksel yapıların en geç ve emperyal müdahale ile içiçe çözüldüğü bölge burasıdır. İktidar yapılarında “uzlaşmacı” karakter egemendir.
4.      Ermeniler ve Kürtler: Emperyal girişimler ve bunların öne çıkardığı yeni iktidar yapıları arasında sıkışıp kalan iki halk. Aralarındaki ortaklığa karşın, Ermeni ve Kürtlerin kaderi farklı biçimlenmiştir. Ermenilerin devlet kurma hakları erken dönemlerden itibaren uluslararası güçler tarafından tanınmış ve devlet kurabilmişlerdir. Kürtlerin devlet kurma hakları ise hiçbir zaman tanınmamıştır.
Daha sonraki yıllarda Ortadoğu ve Arap dünyasında yaşanacak sorunların hemen hepsinin tohumları bu dönemde toprağa serpilmiştir. Günümüzde de egemenliğini sürdüren bu sorunları şu şekilde sıralayabiliriz: sömürgecilik, milliyetçi-ulusalcı akımlar, İslami fundamentalizm, Siyonizm ve Filistin sorunu, ve bütün bu gelişmelerin belki de hepsini birden bağlayan, emperyal politikaların asli kilit noktası, petrol.
I. 1800-1900:  AVRUPA EMPERYALİZMİNİN  BÖLGEYE GİRİŞİ
I.1.  Emperyalizm Bölge’ye Neden ve Nasıl Girdi?
1800’lerin başında Ortadoğu’nun önemi Hindistan geçiş yolu üzerindeki irtibat noktalarını barındırmasıydı. Bu arada Ortadoğu’da devam eden Osmanlı egemenliği de çözülme evresine giriyordu. Çözülme sürecinde ganimetin nasıl paylaşılacağı sorusu emperyal ilginin ana kaynağını oluşturuyordu.
Bu dönemdeki İngiliz stratejisi Osmanlı’yı ayakta tutup, Rusya’ya karşı tampon işlevi görmesini sağlamak ve Osmanlı topraklarındaki egemenliğini ticari süreçlerle kurmaktı şeklinde özetlenebilir. Ama daha 1815 Viyana Kongresi ile “şark” meselesi tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmada ana tema Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağıdır. Rusya’nın “sıcak sular” metaforuyla anılan güneye inme çabası İngiliz ve Fransızları bölge topraklarını ele geçirmeye itmiştir. Süreç Osmanlı egemenliğinin erken dönemde zayıfladığı bölgelerde başlamıştır. Emperyal ilgi Mısır-Cezayir gibi kuzey Afrika ülkelerine dönüktür.
Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal ise jeopolitik açıdan önemli görülmemekte, 16. yy’da oluşan statüko devam etmektedir. Kıyılarda Osmanlı egemenliği, güneyde Osmanlı–Avrupa rekabeti yaşanmaktadır. İç bölgeler ise çöl ve denetlenemez göçebe aşiretleri ile başa bela olarak değerlendirilmektedir.
Öncelikle bu süreçte yaşanan ve simgesel önemi olan 4 gelişmeye değinelim ve ardından dönemin ana aksiyonunu örneklendirmesi açısından Mısır’ın sömürgeleştirilme sürecini kısaca inceleyelim:
1798-1801’de Fransa’nın Mısır’ı işgal bölgenin sömürgeleştirilmesi yönünde atılan ilk adımdır. Fransa’nın Mısır’ı işgal girişimi Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına yönelik ilk ciddi sömürgeci girişim olarak değerlendirilir. Aynı zamanda bölge üzerinde İngiliz ve Fransız çekişmesinin de başlangıcını simgelemektedir.
1830’da Fransa Cezayir’i işgal etmiştir. 16 yy. dan beri Cezayir ile ticari ilişkilerini geliştiren Fransa, 1830 yazında başkent Cezayir’i işgal etti. İşgal bir yandan bölgede Fransız Emperyalizminin üstünlüğünü simgeler. Diğer yandan ise Ortadoğu Halklarının hafızalarında uzun süre yer edecek boyutta büyük bir direniş sürecini başlatır. İşgalci Fransızları bile şaşırtan Şeyh Abdülkadir Direnişi, liderin 1847’de yakalanmasına karşın, yer altı devleti benzeri güçlü bir örgütlenişle tam 40 yıl boyunca Fransız Ordusunu uğraştıracaktır.
1869’da Süveyş Kanalı açılmıştır. Bölgenin önemi ve dolayısıyla emperyal çekişme artmıştır. Kanalın açılması güçler dengesinde ibrenin Fransa’dan Britanya’ya dönüşünü simgeler.
1882’de Britanya Mısır’ı işgal eder.
Mısır’ın mali ve iktisadi denetiminin baş döndürücü hızı Klasik Emperyalizm teorisine örnek teşkil edecek bir sömürgeleştirme hikayesidir. 19. yy. başlarında (1798-1801) kısa süreli Fransız işgalini takip eden 4 kaotik yılın ardından Mehmet Ali Paşa Mısır Valisi oldu. Mehmet Ali Paşa ile başlayan reform, yeniden yapılanma ve imar süreçlerinde Mısır – hep biraz daha fazla vergi karşılığı- Osmanlı’dan uzaklaşırken, önce Avrupa’ya bağımlılık (Fransa-Britanya) kavramı ile tanıştı, ardından aşama aşama bu bağımlılığın kurumsallaşmasına sahne oldu.
Özellikle Mehmet Ali Paşa’nın ölümünü (1848) takip eden yıllarda Batı ile kurulan ticari ilişkiler gelişti, yüksek gelir elde edilen devlet tekellerinden vazgeçilerek ticaret “liberalize” edildi. Yabancıların ekonomik etkinliklerinin hızla artması ile başa baş gelişen borçlanma süreci, “modernleşme” yatırımları ile hız kazandı.
1863-1879, “Mısır artık Afrika değildir, Avrupa’nın bir parçasıdır” diyen İsmail Paşa (M. Ali Paşa’nın yeğeni) dönemidir [2] . Emperyalizmin etkinliğinin iyice artar, dış borç yükü kaldırılamaz bir hal alır. (Dönemin başında 367 milyon frank olan dış borç, 17 yılda 2,5 milyar frank/100 milyon sterline çıkmıştır) [3] . Bu durum geniş kitlelerin yoksullaşması, Mısır maliyesinin iflası (1875) ve Mısır yönetiminin Emperyalizme teslimi anlamına gelmektedir. (1876 Düyunu Umumiye Sandığı kurulur. Maliye yönetimi İngiliz ve Fransızlara geçer. Tüm gelirlerin yarısı dış borçlara, diğer yarısı devlet harcamalarına ayrılmaya başlanır.)
Bu şekilde başlayan fiili manda sistemi 19. yy’ın son 20 yılında iyice biçimlenmiş, Mısır 20. yy’a hukuken Osmanlı’ya, fiili olarak Britanya’ya bağlı bir ülke olarak girmiştir. [4] 1878’de 1. Mısır Meşruti Hükümeti kurulduğunda, Maliye Bakanı bir İngiliz, Bayındırlık Bakanı bir Fransızdır. 1882’de İngiltere Mısır’ı işgal etmiş ve “manda” sistemi tam olarak kurumsallaşmıştır. Mısır artık Britanya Genel Valisi tarafından yönetilmektedir. [5]
I.2. Yerel Tepkiler ve Gelişmeler
1. Uç Bölgeler ve Merkez Bölgelerin Emperyalist Güçlerle İlişkilerindeki Farklar
Coğrafi ve kültürel olarak diğer bölgelere göre merkezden daha uzak olan Kuzey Afrika Kıyı Ülkeleri  (uç bölgeler olarak anılacak) Osmanlı egemenliğinin daha erken ve hızlı çözüldüğü, dolayısıyla Avrupa Emperyalizminin işgalleriyle ilk tanışan bölgeler olmuştur. Bu erken ve sert müdahaleler, toplumların tarihsel kültür birikimini horlayan ırkçı bir tutumla birleşti ve şiddetli yerel tepkilere yol açmıştır. Bağımsızlık arayışları ile şekillenen bu antiemperyalist direniş hareketleri, bölgedeki toplumsal muhalefetin ana karakterini oluşturur. Bölgede milliyetçi akımların muhalif itkilerle ve aşağıdan yukarıya geliştiği söylenebilir.
“Merkez Bölge” terimi ile tarif edilen Arap Yarımadasının kuzeyi ve Bereketli Hilal ise, neredeyse I. Dünya Savaşı arifesine dek Osmanlı egemenliğinin hüküm sürdüğü, ciddi toplumsal değişikliklerin-çalkantıların yaşanmadığı bir bölge olmuştur. Buralarda Osmanlı’nın çöküşü ve yeni siyasi yapı arayışları ile içiçe gelişen emperyal etkinlik, tayin ettiği yerel yöneticiler eliyle “modern” ulus kimlikler / milliyetçilikler tesis etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla bölgede milliyetçi akımların devlet eliyle yukardan aşağıya kurulmaya çalışıldığı söylenebilir.
2. Osmanlı Karşıtlığı Açısından Merkez Bölgenin Tek İstisnası Olan Vehhabi Hareketinin Kökeni
Vehhabi hareketinin kökeni 18. yy. ortalarına dek uzanır (1745- Abdülvehhab bin Muhammed). Sünnilikten katı ibadet biçimleri ve kendilerinden olmayan Müslümanlara dönük aşırı şiddeti meşru kabul eden –ve uygulayan- bir anlayışla ayrılan, aykırı bir mezheptir. [6] Bu aykırılık ve Osmanlı’ya bağlı yerel güçlerle çatışma geleneği, kısmen de olsa Avrupa Emperyalizminin bölgeyi işgal sürecinde de sürdürülmüş, emperyal projelere zaman zaman zorluk çıkaran yarı bağımsız karakteriyle “kendine has” gelişim çizgisi Suudi Arabistan’ın şekillenişinde önemli roller oynamıştır. 
II. 1900-1914: EMPERYALİST PAYLAŞIM MÜCADELESİ BAŞLIYOR
Bu dönemde Mısır ve Cezayir sömürgeleşmiş durumda.  Emperyal ilgi geri kalan Osmanlı topraklarında yoğunlaşır. Özellikle Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal üzerinde. Bunun iki ana sebebi vardır:
Stratejik neden. İngiltere Osmanlı İmparatorluğunun dolayımıyla bölgede egemenlik kurma fikrinden vazgeçer. Osmanlı dağılmak üzeredir. Artık “kim nereyi nasıl alacak?” sorusu sorulmaktadır. Bölge birçok Avrupalı devletin, öncelikle Britanya, Fransa ve Rusya’nın ve bu paylaşım sürecine dahil olan “taze güçler”in, Almanya ve İtalya’nın hedefi haline gelmektedir.
Petrol kokusu. Petrole ilgi eskidir, fakat petrolün stratejik önemi sıvı yakıt ile çalışan motorların icadı ve İngiliz donanmasının bu yakıtları kullanan araçlarla modernleştirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır (1911). [7]
II.1. İngiliz Stratejisi
Emperyal liderliğini pekiştirmeye çalışan Britanya, Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal’i  ele geçirmenin yolunu, bölgenin hemen hemen tamamına yayılan bir “Büyük Arap Krallığının” tesisinde görüyordu. Bilinen petrol rezervlerini kapsayacak bu krallık ile Osmanlı toprakları arasıda tampon işlevi görecek küçük bir Kürt Devleti ve kuzeyde Ermeni Krallığı oluşturulması planlanmıştı.
Britanya bu  plan doğrultusunda Arap Yarımadası’nda yerel ve geleneksel liderlerle ilişkiye geçmeye başladığında ortalık da karışmaya başladı. Sahneye Mekke Şerifi Hüseyin ve İbn Suud çıktılar.
Aslında bu dönemde ortaya çıkan güç odakları ve aralarındaki çatışma yeni değildi. Merkezi Sünni İktidarın (Osmanlı’nın) Kutsal Şehirlerdeki çıkar ve denetimini temsil eden Mekke Şerifliği ile, gücünü Vehhabi mezhebinin aykırılığından alan Suud Sülalesi (Necd Emirliği) yüzyıllardır aralıklarla bölgede egemenlik mücadelesi veriyorlardı.
1900’lerin başında Mekke Şerifi Hüseyin, Osmanlı ve Britanya arasında gidip geliyordu. Osmanlı’nın yaklaşan savaştan Almanya ile birlikte galip çıkma olasılığı ve Sünnilik, Halifeye karşı savaş kararını zorlaştırıyordu. Ancak dönemin sonuna doğru İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarının merkezi ve Türkçü politikaları Hüseyin’i Osmanlı’dan uzaklaştırdı. Arabistan’ı birleştirmeyi hedefleyen “Büyük Arabistan” isyanı hazırlıklarına, meşhur Lawrence’ın de çabalarıyla İngiltere ile bir arada girişen Hüseyin, bölgenin geleceğini şekillendiren önemli aktörlerden biri oldu.
Bu yıllarda Vehhabilik Mezhebi, Abdülaziz Ben Abdurrahman El-Suud tarafından kısmen anti-sömürgeci bir Arap-Bedevi dirilişinin ideolojisi olarak siyasallaştırıldı ve Suud yeni bir güç olarak doğdu. İhvanlar ile birlikte çevresine saldırmaya ve askeri başarılar kazanmaya başladı. İngilizlerden beklediği desteği bulamasa da, bölgenin her zaman dikkate alınmak zorunda olunan ikinci gücü haline geldi.
II.2. Yerel Tepkiler ve Gelişmeler
Türk, Fars, Ermeni, Kürt ve Arap Milliyetçilikleri bu dönemde şekillenmeye başlamıştır. I. Dünya Savaşından önceki on yıl boyunca etnik farklılıklar Osmanlı İmparatorluğu’nun politik yaşamında önemli bir etmen haline gelmiş, Türk, Fars, Ermeni, Kürt ve Arap milliyetçilikleri sahneye çıkmıştır.
Fars milliyetçiliğinin kendine has bir “modernleşme” projesi etrafında harekete geçtiği, Türk milliyetçiliğinin ise –henüz İmparatorluğun dağılmamış olması nedeniyle- Osmanlıcılık altında saklandığını söyleyebiliriz.
Ermeni milliyetçiliği diğerlerinden daha erken sahne almış, Osmanlı-Rus savaşı (1877-1878) ardından “devlet kurma” fikri ile siyasi bir hedefe sahip olmuştur.
Kaynayan kazanın merkezinde bulunan Kürtler, etraflarındaki yoğun emperyal etkinliğin arasında sıkışıp kalmış ve bölünmüşlerdir. Kürt hareketi dağınık ve etkisizdir.
Arap milliyetçiliğine ise –daha önce de bahsi geçen- iki ayrı eksende değinmek gerekiyor. Merkeze yakın Arap bölgelerinde (Bereketli Hilal, Arap Yarımadası) gelişen Arap milliyetçiliği, çokuluslu İmparatorluk içinde Arap ırkının durumunun iyileştirilmesinden ötesini nadiren hedeflemiştir. Güçlü taban hareketine yaslanmayan bir Kültürel Milliyetçilikten söz edilebilir. Kuzey Afrika Kıyılarında ise kendi Avrupalı hakiminin tecavüzlerine karşı direniş motifiyle şekillenen, farklı farklı Mısır-Cezayir-Tunus milliyetçilikleri oluşmuştur. Özellikle (Mehmet Ali zamanından beri kendi siyasal kaderini yaşayan) Mısır milliyetçiliği bu yıllarda, Arap-Müslüman-Osmanlı içeriğinden çok, özgül bir “Mısırlı” içeriğine sahiptir.
III. 1914-1930: YENİ ORTADOĞU’NUN İNŞASI VE MANDA REJİMLERİNİN TESİS EDİLMESİ
Britanya-Fransa’nın Ortadoğu üzerindeki hakimiyetleri bu dönemde doğal sınırlarına ulaşacak kadar genişlemiştir. Fakat bu eski tarz emperyal kuşatmanın yükü, yıpranmış güçlerin kaldıramayacağı ölçüde büyüktür. (Savaş sonrası İngilizlerin en fazla tartıştığı şey Ortadoğu hakimiyetinin finansman yükünün kısılmasıdır. Bu finansman gerçekten de kısılmıştır.) Bu dönemde Wilson ABD’si ve Bolşeviklerin girişimleriyle Klasik Emperyalist paradigmanın yıpranışına, halklara “özgürlük” temasının bölgeye de sızmasına izin vermiştir. Fakat bu gelişmelerin fiili etkileri aslen daha sonraki dönemlerde gündeme gelecektir.
1914-1930 dönemine aslen petrol imtiyaz kavgaları, bununla ilgili olarak “rastgele” çizilen sınırlar ve manda rejimleri damgasını vurmuştur. Bu noktada, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasında çok önemli rol oynayan üç metine değinelim.
1. Skyes-Picot Anlaşması (1916): SSCB’nin kuruluşu ile deşifre olan gizli bir anlaşmadır. Ortadoğu paylaşılır. Ruslara Karadeniz kıyıları, Boğazlar ve İstanbul garanti ediliyor. Bunun karşılığında Ortadoğu Britanya ve Fransa’ya kalır. Fransa Suriye ve Lübnan’ı; Britanya Irak, Mavera-i Ürdün ve Filistin’i işgal eder.
2. Versailles Antlaşması (1919): Manda rejimleri tanınır. Paylaşım resmileşir.
3. Balfour Bildirgesi (2 Kasım 1917): Filistin’de kurulacak bir Yahudi Devletinin temeli atılır. Devlet fikri ilk kez uluslararası güçler (Britanya-Fransa) tarafından tanınmış olur. Fakat İngilizlerin Araplara yatırım yaptığı bir dönem olduğu için, bildiride ‘ülkedeki öteki sakinlerin medeni ve dinsel haklarının ihlal edilmemesi’ şart koşulmuştur. 
III.1. İngiliz Stratejisinde Zorunlu Değişiklik
Britanya’nın stratejisi Büyük Arap Krallığı’ndan vazgeçip, küçük bağımlı manda rejimleri aracılığıyla bölge egemenliğini tesis etmek biçiminde değişmek zorunda kalmıştır.
Bunu doğuran iki gelişmeden birincisi, 1916’da Arapları birleştirme ve Büyük Arap Krallığının temellerini atma iddiasındaki Hüseyin isyanının fiyasko ile sonuçlanmasıdır. İkinci gelişme ise Kuzey Kürdistan Kürtlerinin Türkiye ile birlikte savaşa katılmış olmasıdır.
Hüseyin’in Britanya ve Fransa güçleri ile birlikte Osmanlı’ya karşı giriştiği isyan ve akabinde Suud ile yaşanan çatışmalar, bölgedeki manda rejimlerinin şekillenişini ve Suudi Arabistan’ın ayrıksı öyküsünü anlamak açısından oldukça önemli ipuçları sunar.
Britanya “Büyük Arap Krallığı” kurmayı ve bu yapı ile bölge egemenliğini tesis etmeyi düşündüğünde, önünde seçebileceği iki güç odağı vardı: daha önce tanıttığımız Mekke Şerifi Hüseyin ve Suud. İngiltere’nin tercihi aykırı Vehabbi Hareketi yerine, merkezi Sünni iktidarı temsil ettiği düşünülen Hüseyin’dir (Lawrence etkisi). Halifelik vaadinin de heyecanı ile Osmanlı’ya isyan eden Hüseyin, derme çatma denebilecek askeri gücü ile (Arabistan’dan az sayıda Bedevi, mahkumlar, Osmanlı ordusundan kaçan askerler) Müttefik güçlerin yanında Filistin ve Suriye’nin işgaline katılmıştır. Fakat kurgu gerçekleşmemiş, Arap halkları Hüseyin’i izlememiştir. Hüseyin, bizzat etkin olduğu Medine’den bile asker devşirmekte zorlanmıştır. Bunun iki güçlü sebebinden söz edilebilir:
Birincisi, bölgenin etnik-dini parçalı karmaşık nüfus yapısı bir araya gelmeye, ortak hedefler doğrultusunda mücadele etmeye yatkın değildir. İkincisi, Arapların dört yüz yıldır egemenliği altında yaşadıkları Osmanlı henüz hayattadır. Bölge halkı (özellikle Sünni nüfus) Halife askerlerine karşı savaşma fikrine hiç yatkın değildir. Bu durum Türkiye’de yaygın olan ‘Araplar bizi sattı, arkamızdan vurdu’ görüşünün ne kadar yanlış olduğunun da kanıtıdır. Aslında Osmanlı’yı Hüseyin satmıştır. Arap halkı ise Hüseyin’in krallık-halifelik düşlerini satmıştır.
Britanya’nın Hüseyin’i tercih etmesi, Suud’un İngilizlerden uzaklaşmasına, Britanya-Hüseyin-Suud arasında gerilimli bir ilişkinin gelişmesine neden olmuştur. 1918’den itibaren Hüseyin’in birliklerine (ve bölgedeki diğer güç İbn Raşid’e) saldırmaya başlayan İbn Suud’un başarıları İngilizlerin yanlış ata oynadıklarını fark etmelerini sağlasa da, artık iş işten geçmişti. İngilizler merkeze Sünni Müslümanlığı yerleştirmiş, Hüseyin’in iki oğlunu (Faysal ve Abdullah) Irak ve Ürdün’ün başına geçirmişlerdi. Fakat Hicaz’da kurdukları Hüseyin iktidarının devam etmeyeceğini gördüler ve Suud’u “serbest” bıraktılar.
Suud 1924’te, daha birkaç ay önce kendisini halife ilan etmiş olan Hüseyin’in birliklerine saldırdığında İngilizler yardım etmediler, oğullarının babalarının yardımına koşmalarına da izin vermediler. Hüseyin yenildi ve tasfiye oldu. Irak-Hicaz sınırı netleşti. İki yıl sonra da daha sonra Suudi Arabistan’a dönüşecek olan Hicaz Krallığı-Necd Sultanlığı ilan edildi. (Ülkeyi tanıyan ilk devlet SSCB oldu. Fransa ve İngiltere onu takip etti.)
III.2. Wilson İlkeleri ve SSCB’nin Kuruluşu
Nisan 1917’de Woodrow Wilson meşhur ilkelerini ilan etti. Aynı yılın Ekim ayında Bolşevik Devrimi gerçekleşti. Her ikisi de “sömürgelerin tasfiyesini” savunuyordu. Birisi anayasal yolu (müzakereler), diğeri ayaklanmayı önerse de ilke ortaktı: “Her ulusa kendi kaderini tayin hakkı”.  Ne var ki kimlerin ulus olduğuna ve dolayısı ile kimlerin kendi kaderini belirleme hakkına sahip olacağına yine bu yeni güçler karar vereceklerdi. Bu noktada da yine bir ortaklık söz konusuydu. Her iki doktrinin listeleri de hemen hemen ortaktı. İkisinin listesinde de İsrail mevcutken, ikisinin listesinde de Kürdistan yoktu. İlk bakışta zıt gözüken bu doktrinler, aslında zıt değil, çevre bölgelerin bağlılığını sağlama konusunda rakip doktrinlerdir. [8]
Wilson ilkeleri  ve Bolşevik Devriminin yarattığı yeni iklim, yeni bir paradigmanın aşama aşama kurulmasını simgeliyor, Milletler Cemiyeti gibi kurumlar ve manda sistemi gibi uluslar arası meşrutiyete dayanan egemenlik biçimleri bu yeni paradigmanın önemli bileşenleri olarak şekilleniyordu. Savaşın sonundan itibaren ekonomik ve siyasal olarak yıpranmış eski emperyal güçler, bu yeni paradigmayı göz ardı edemediler. Dünyada artık kimse emperyal işgal ve yönetim biçiminin “kendi başına gelişmesi mümkün olmayan halkların tek şansı” olduğunu alenen savunamıyordu. Yeni güçlerin devreye girmesiyle yeni emperyal paradigma “liberal emperyalizm” yavaş yavaş sömürgeciliğin tasfiyesini dayattı.  Fakat bu durum eski güçlerin aniden paradigmalarını, stratejilerini ve emperyal çıkarlarını terk ettikleri anlamına gelmemektedir. Ortadoğu’da geleceğin politikalarını biçimlendiren, önce Wilson Amerikası ile İngiliz-Fransız hedefleri arasındaki çatışma, ardından soğuk savaş ile birlikte ABD-SSCB rekabeti olacaktır. Halklara özgürlük talep eden Amerika’nın kastettiği özgürleşmenin, daha çok bölgede faaliyet gösterecek petrol şirketlerinin dilediği gibi iş yapma özgürlüğü olduğu bir müddet sonra ortaya çıkacaktır.
Bu dönemin temel sorunsalları petrol imtiyazları ve petrol sahalarının denetimini sağlayacak sınırlar, bağımlı-bekçi yönetimlerin tesis edilmesiydi. Britanya’nın petrol arama iznini sadece İngiliz vatandaşlarına tanıyan ‘yurttaşlık yasası’ aracılığıyla petrol sahaları üstünde tekel kurma girişimleri, önce truva atları ile delindi. (ABD şirketleri ile bağlantılı İngiliz vatandaşı Holmes bölgeden Britanya ile rekabet halinde imtiyaz toplar. Gittiği ilk adres Britanya ile gerilimli olan ve ABD şirketlerine göz kırpan Suud olmuştur.) Ardından, dönemin sonunda (1930), ABD’nin baskılarıyla yasa iptal edildi ve petrol meselesi tamamen “özgürleşti”.
Bu süreç klasik emperyalizmin ekonomik olarak güçsüz düştüğünün (1929 ekonomik buhranı), zayıflamaya başladığının, dolayısıyla tasfiyesinin yaklaştığının işaretlerini içinde taşır.
Önce İngiliz vatandaşları aracılığıyla (Holmes) fiyat yükselterek imtiyaz toplayan ABD petrol şirketleri, 1927’den itibaren bizzat bölgeye girer. Daha sonra ARAMCO (Arabian American Oil Company) adını alacak ve bölgedeki yeni emperyal vizyonun simgesine –en önemli aygıtına- dönüşecek olan şirket, 1933’te Suudi Arabistan’ı üs olarak kullanarak bölgede petrol aramaya başlayacaktır. [9]
III.3. Yerel Tepkiler ve Gelişmeler: Ulus Devletlerin Temeli Atılır
Savaş sonrasında Osmanlı yıkıldı, Türkiye ve İran kendi ulus devletlerini kurma yoluna girdiler.
Hüseyin yenildi, fakat oğulları Sünni Arap Devleti idealini İngilizlerle işbirliği içinde sürdürdüler. Abdullah Ürdün Kralı olarak atandı. Asıl önemli gelişmelere liderlik yapan Faysal ise, 1916-1920 boşluğunda Suriye’de denediği İngiliz destekli 1.Arap Devleti girişimi Fransızlar tarafından engellenince, ikincisini denedi ve Irak Kralı olarak atandı. Önce Suriye’de, ardından Irak’ta Sünnilik ve Araplığı üst kimlik olarak merkeze koyan “Arap Milliyetçiliği”ni yukarıdan aşağıya yerleştirmeye çalıştı. 1940’lardan sonra bütün Arap Dünyasında yaygınlaşacak olan “Birleşik Arap Milleti-Arap Milliyetçiliği” fikirleri bu girişimlerden epey güç almıştır.
Fakat, bu milliyetçilik anlayışının  Irak topraklarında yaşayan tüm halklara dayatılması başarısızlıkla sonuçlandı. Irak’ta egemen Sünni nüfusa güvenmeyen Şiilere Arap Milliyetçiliği kültürünü benimsetmek çok zordu. Fakat, Kürtleri “Arap milleti” şemsiyesi altına sokmak imkansızdı. Kürtler Bağdat Hükümetine karşı periyodik isyanlar başlatarak, Irak’a dahil edilme fikrine sürekli direndiler. Kürtler açısından Türkiye ve İran’da da -dayatmanın şiddeti dışında- durum farklı değildir. Türkiye-İran-Irak “ulus” devletlerinin kıskacında sıkışan Kürtler, coğrafyalarında söz sahibi olmak bir yana sık sık Kürt olarak yaşama-yaşayamama ikilemi ile karşı karşıya kaldılar.
Mısır ise Arap Dünyasında Batı Avrupa ulus devlet örneğine en fazla yaklaşan ülke olmuştur. Mısır’da, “Mısırlı” kimliğine dayanan, bağımsızlık hedefli bir milliyetçilik İngiliz işgalinin (1882) yerleşmesiyle fikir hareketi olmaktan çıkıp, toplumsal tabanda yayılmaya başlamıştı. I. Dünya Savaşı sonrası gelişen Vafd Hareketi-Partisi örneğine, Ortadoğu’da ilk bağımsızlıkçı, örgütlü ve iktidar hedefi taşıyan siyasi hareket olması bağlamında kısaca değineceğiz:
1919’de Versailles kongresinde Mısır’ın bağımsızlığını savunacak bir heyet oluşturmuştu. El Vafd el Mısri: Mısır Heyeti. İngilizlerin bu girişime tahammülleri oldukça kısa sürdü ve Mart 1919’da Heyet dağıtıldı. Fakat geniş halk kitleleri tepki ile sokaklara döküldü, gösteriler ve grevler İngilizleri zorladı. Aralıklarla devam eden gösteriler sonucu 1923’te İngilizler –denetimlerinin sürmesi kaydıyla- Mısır’ın bağımsızlığını ilan ettiler. Bu gelişme harekete ivme kazandırdı, Vafd Partisi kuruldu ve ilk seçimlerde (1924) iktidara geldi. (Fakat iktidara gelir gelmez de basına sansür uyguladı, radikalleşme potansiyeli taşıyan muhalif hareketleri baskı altına aldı.) Birkaç yıl aralıklarla kurulan Vafd Hükümetleri, İngilizlerle ters düşdükleri her aşamada İngiltere tarafından düşürüldüler (4.Vafd Hükümeti 1936’da düşürüldü). Her düşürme ve İngiliz müdahalesi toplumsal çalkantılara, grevlere, çatışmalara yol açtı. 1936’da tam bağımsızlık tanındı ve Mısır Milletler Meclisine üye oldu. İngiliz askerleri (Süveyş bölgesi dışındakiler) ülkeyi terk ettiler.
IV. 1930-1939: İNGİLİZ HEGEMONYASININ ZAYIFLAMASI, ABD’NİN BÖLGEYE YERLEŞMESİ
Bu dönem, klasik İngiliz-Fransız emperyal egemenlik ilişkilerinin görece zayıflamasına ve  yerine ABD “liberal” emperyalizminin ağırlık kazanmasına sahne olmuştur. Manda rejimleri aşama aşama tasfiye edilmiş ve bağımsız ulus devletler kurulmuştur.
1930’da Irak dış siyasetini Britanya ile eşgüdümlü hale getirmesi, iki hava üssü ve gerektiğinde haberleşme şebekesini kullandırma karşılığında resmi bağımsızlık kazandı. Milletler Cemiyeti üyeliğine kabul edildi. Bu süreçte –önceden verilen vaatlere rağmen- Kürtlerin adı geçmemiştir.
1932’de Suud, şeriata dayalı Suudi Arabistan Krallığını ilan etti. Bu gelişme, Arap dünyasında İslam’ın siyasi bir yapıya temel oluşturabileceğine dönük bir inancın güçlenmesine vesile oldu.
1936’da Mısır, Milletler Cemiyetine kabul edildi. Britanya Mısır’ın askeri işgaline son verdiğini ilan etti. Yine de Süveyş Kanalı çevresindeki askerlerini geri çekmedi.
1936’ Suriye bağımsız bir devlet haline geldi.
A.B.D, Suudi Arabistan üzerinden ve ARAMCO aracılığıyla bölgeye yerleşmeye başladı. II. Dünya Savaşında ülkesine ABD üssü kurulan Suudi rejimi, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren, Nasır’ın anti-emperyalist Arap enternasyonalizmine karşı, Arap dünyasında emperyalizme bağımlı rejimlerin yeniden üretilmesinin maddi-manevi önderi oldu. Komünizme ve seküler milliyetçiliğe karşı önemli bir kale işlevi gördü.
Bu aşamada, ABD’nin bölgeye Suudi Arabistan üzerinden yerleşmesi ile, bölgede egemenliğinin pekişmesi arasında bir ara boşluk dönemi yaşandığını belirtmek gerekir. Bu görece rahat dönemde, bölge uluslararası jeopolitiği zorlayan gelişmelere sahne olmuştur. Seminerin daha sonraki bölümlerinde bu gelişmelere ve soğuk savaş döneminde ABD-SSCB’nin bağımlı rejimler oluşturma çabalarına değinilecektir.
Bu bölümü kapatmadan önce, seminerin akışı içinde fazla değinemediğimiz; ama bölgenin şekilleniş sürecinde ve II. Dünya Savaşı sonrası bölgedeki bütün gelişmelerde belirleyici önemi tartışılmaz bir konuya kısaca değinmek istiyoruz:
IV.1. Siyonist Hareket ve Filistin Sorunu
II. yy’da Romalılar tarafından sürgün edilen Yahudiler, yaşadıkları bölgelerin çoğunda, “yerel” halk ile kaynaşamamış, genellikle ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşlerdir (özellikle Rusya ve Polonya’da). Siyonizm bireysel asimilasyonun imkansız olduğunu hisseden Yahudilerin yarattığı bir fikirdir: “Yahudiler ancak örgütlü bir grup olarak (ulus devlet) dünya sistemine asimile olabilirlerdi.” [10]
İlk Siyonist örgütlenme seküler bir çerçeve içindedir ve öğretinin babası Theodor Herzl anti-semitizme karşı Yahudi cemaatini korumakla ilgilidir. Dini-ırksal bir kimliğin yüceltilmesinden çok, rasyonel bir harekettir ve amacı Yahudilere bir yurt sağlamaktır. Herlz’e göre yeni devlet her yerde kurulabilirdi (örneğin, Arjantin bir dönem en ciddi olasılık olarak tartışılmıştır). [11] Ama, radikal yandaşları, Yahudi Devleti’nin ancak Tevrat’taki Zion’da kurulabileceğini savunuyorlardı. Kutsal kitabın bu yorumuna göre Zion, Filistin olarak bilinen ve yaklaşık bin yıldan beri Arapların yaşadığı toprak parçasıydı. [12]
1897’de Siyonist örgüt kuruldu. Avrupa Yahudi topluluğu içinde küçük bir azınlık olan Siyonistler, Yahudileri Filistin’e yerleştirmek için para toplamaya başladılar. Siyonistlerin anlatısında gidilecek topraklar sahipsiz ve boştu: “Yurdu olmayan halk olan Yahudiler için yaratılmış halkı olmayan yurt: Filistin”.
I. Dünya Savaşı öncesinde Siyonizm için ilk önemli hedef Filistin’e Yahudi göçünün sağlanabilmesi için uluslararası bir meşruiyet kazanılmasıydı.
Osmanlı İmparatorluğu Filistin’e toplu bir Yahudi göçüne izin vermedi. Almanlar zaten Osmanlılarla ittifak halindeydi. Bunun üzerine, bir büyük gücü arkasına alma hedefi çerçevesinde Siyonist faaliyet İngiltere üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Diğer yandan, 1914’e gelindiğinde Filistin’de 12.000 nüfuslu Yahudi kolonileri kurulmuştu bile. [13]
Siyonistlerin İngiliz yetkililerine sundukları savaş-sonrası senaryo şöyleydi: Filistin İngiliz mandası haline gelecek; İngiltere 20-30 yıllık bir süreçte Filistin’e 1 milyon Yahudi’nin göç etmesini kolaylaştıracaktı. Ayrıca, Manda’nın sona ermesi ve yeni Yahudi devletinin İngiltere adına Süveyş Kanalı’nı koruyacak bir güç olarak Doğu Akdeniz’de kurulması öngörülüyordu. [14]
Buna karşın, İngilizlerin Filistin’de çoğunluk olan Araplara verdiği sözler ve İngiltere’de Siyonist-olmayan (asimilasyoncu) Yahudi örgütlerinin baskısı sonucu Balfour deklarasyonu (dönemin Britanya Dışişleri Bakanı’nın adıyla anılır) şöyle şekillendi: İngiliz hükümeti Yahudiler için Filistin’de bir ulusal vatanın temin edilmesini destekleyecek; fakat, Filistin’de Yahudi olmayan toplulukların haklarına saygı gösterilecek ve bu topluluklar aleyhine hiç bir şey yapılmayacaktı. [15]
Siyonist talepler ve Balfour deklarasyonu arasındaki fark açıktır. Bununla birlikte, Yahudilerin Filistin’de ulusal bir vatan kurma hakkının meşruluk kazanması, Siyonistler için ileri bir adımdı. Artık geriye, Filistin’e Yahudi göçünün arttırılması ve Filistin’in kolonizasyonu kalmıştır.
Siyonistler 1920’den itibaren Filistin’e göçleri yoğunlaştırınca Arap tepkisi gelişmeye başlar. 1920’de Kudüs’te bir Arap ayaklanması çıkar. 1921’de ayaklanma büyür ve Filistin Arap Kongresi, Balfour Deklarasyonunu protesto eder. İngiliz yetkililer mandanın, bütün Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı amaçlamadığını söyleseler de Araplar ikna olmazlar. [16]
30’lu yıllar boyunca artan Yahudi göçü ve Filistin’den toprak satın alımları Arap başkaldırılarını körükler. 1936’da bir genel grev ile başlayan ilk Filistin intifadası 1939’a kadar sürere ve Britanya askerleri ve Siyonist güçler tarafından zalimce bastırılır. [17]
1937 İntifada sırasında Winston Churchill’in yaşanan gelişmeleri sorgulayan Peel Araştırma Komisyonu’na ifade sömürgeci değerleri açığa vurması bakımından önem taşır: “Daha güçlü bir ırk, daha üstün bir ırk, dünyamıza daha layık bir ırk, diyelim geldi ve yerini aldı diye öteki insanlara karşı yanlış yapılmış olduğunu kabul etmem”. [18]
Fakat, II. Dünya Savaşının ufukta gözükmesi, İngiliz yönetimini Yahudi-Arap çatışmasına bir çözüm bulmaya yönlendirdi. İngilizler Filistinlileri sakinleştirmek için Yahudi göçünü sınırlandırma sözü verdiler. Mayıs 1939’da yayınlanan ünlü MacDonald Bildirisi bu sözün bir sonucudur. MacDonald Bildirisi Yahudi göçüne ciddi sınırlamalar getirmişti. Fakat Siyonist Kongre bu bildiriyi illegal ilan etmiştir.
Ardından sağ kanat Siyonist bir örgüt olan İrgun Britanya karşıtı terör kampanyası başlatmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise, Siyonist hareket Britanya’yı net bir şekilde karşısına almış ve destek arayışlarında dünyanın ve bölgenin yeni gücü  ABD’ye yönelmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
1. Ali, Tarık, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002
2. Davişa, Adid, Arap Milliyetçiliği – Zaferden Umutsuzluğa, Literatür:2004
3. Earle, Edward Mead, Bağdat Demir ve Petrol Yolu Savaşı (1903-1923), Örgün Yayınevi:2003
4. Esman, Milton – RABİNOVİCH, Itamar, Orta Doğu’da Etnisite, Çoğulculuk ve Devlet, Avesta:2004
5. Fromkin, David, Barışa Son Veren Barış – Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı?, Epsilon:2004
6. Güler, Zeynep, Süveyş’in Batısında Arap Milliyetçiliği – Mısır ve Nasırcılık, Yenihayat Kütüphanesi:2004
7. Hourani, Albert, Arap Halkları Tarihi, İletişim: 2003
8. Wallerstein, Immanuel, Liberalizmden Sonra, Metis:1998
9. Yerasimos, Stefanos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim:1994
10. Taylor, Alan, İsrail’in Doğuşu, Pınar Yayınları:2001
Notlar:
Bu seminer BGST Toplumsal Araştırmalar Birimi’nin kolektif çalışmasının bir ürünüdür. Seminerin I-IV. kısımları Taner Koçak, V-VI. kısımları Ender Abadoğlu, VII-VIII. kısımları Ali K. Saysel tarafından kaleme alınmıştır.
[1] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim İstanbul:1994, sf: 115-120
[2] Zeynep Güler, Süveyş’in Batısında Arap Milliyetçiliği – Mısır ve Nasırcılık, Yenihayat Kütüphanesi:2004, sf: 43
[3] Zeynep Güler, Süveyş’in Batısında Arap Milliyetçiliği – Mısır ve Nasırcılık, Yenihayat Kütüphanesi:2004, sf: 42
[4] 1878’de 1. Mısır Meşruti Hükümeti kurulduğunda, Maliye Bakanı bir İngiliz, Bayındırlık Bakanı bir Fransız idi.
[5] 1905’e gelindiğinde artık üst düzey memurların (’i Mısırlı, B’si İngiliz, 0’u Ermeni ve Suriyeli.
[6] Meydan Larousse, Meydan Yayınevi:1973, sf:554
[7] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim İstanbul:1994, sf: 123
[8] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Metis:1998, sf:109-112
[9] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim İstanbul:1994, sf: 228
[10] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:122
[11] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:15
[12] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:122
[13] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:20
[14] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:26
[15] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:36-37
[16] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:47
[17] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:124
[18] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:125


..
..