Camp David etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Camp David etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mart 2017 Cuma

Mısır ve Ürdün’ün Dış Politikalarını Şekillendiren Unsurlar


Mısır ve Ürdün’ün Dış Politikalarını Şekillendiren Unsurlar;


Ertan EFEGİL

Özet




Uzun zamandır dış politikalarla yönetildiği için, Mısır’da güçlü bir milliyetçilik ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanı Nasır, rejimini sağlamlaştırmak
ve Mısır’ı bölgesel bir güç hâline getirmek adına milliyetçiliği araç olarak kullanmıştır. Ama Cumhurbaşkanı Sedat ve Mübarek, Mısır’ın
içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi zorluklar sebebiyle dış politikalarında ulusalcılığa öncelik vermeyi tercih etmemişlerdir. Bugünlerde Cumhurbaşkanı
Mursi, konuşmalarında kapsamlı ulusalcı söylemlere yer vermemektedir. Mısır’ın jeopolitik konumu, Cumhurbaşkanlarını bölgesel hegemonya politikaları izlemeye teşvik etmiştir. Ancak Mısır daima İsrail için bir tehdit olarak algılanmıştır. Mısır’ın ulusal kimliği Arapçılık ile bir olmasa da, Arap-İslam kimliği Mısır’ın dış politika planlamasında çok belirleyici bir rol oynamıştır. Otoriter yönetim biçiminden dolayı Mısır’ın dış politikası büyük oranda cumhurbaşkanlarının kişiliklerine göre şekillenmektedir. Cumhurbaşkanı Mursi daha serbest
politikalar izleme niyetinde olmasına rağmen, iç ve dış kısıtlamalar doğrultusunda hareket etmek durumundadır. Önceki rejimlerle aşağı yukarı
benzer politikalar izlemek mecburiyetindedir. Küçük bir ülke olan Ürdün’ün ABD ile ilişkileri oldukça yakındır ve Batı dünyası ile ilişkilerini ulusal güvenlik ve istikrar açısından elzem olarak tanımlamaktadır. Ürdün, dış politikasında arabulucu bir rol öngörmüştür.

MISIR

7. yüzyılda İslam ordularının Mısır’ı ilhak etmesiyle birlikte, Mısır halkı, kısa sürede Araplaştırıldı ve İslam dinini benimsedi. Mısır’ın yüzyıllarca yabancı güçlerin yönetimi altında kalması ve İngiliz İmparatorluğu’na karşı uzun yıllar bağımsızlık mücadelesi vermesi, Mısır’da çok güçlü bir milliyetçiliğin yeşermesine neden oldu. Örneğin, söylemlerinde ve politikalarında, Arap milliyetçiliğine aşırı vurgu yapan Devlet Başkanı Nasır, kendi rejimini sağlamlaştırmak, Batı hegemonyasına karşı koymak ve Mısır’ı bölgesel güç haline getirmek için milliyetçi söylemlerden faydalanmıştır. Diğer taraftan Devlet Başkanları Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek, ekonomik ve siyasi sıkıntılardan kurtulabilmek amacıyla Mısır’ın dış politikasında milliyetçi tutkulara yer vermemeye özel gayret gösterdiler. Günümüzde Devlet Başkanı Mursi, dış politikasında aşırı milliyetçi söylemlere yer vermemektedir.



Coğrafi Konum

Mısır, coğrafi açıdan çok önemli bir ülkedir.Çünkü coğrafi konumu, Mısır’a, Afrika ile OrtaDoğu ülkeleri arasında bir geçiş kapısı olma fırsatı vermektedir. Diğer bir ifadeyle, Mısır, iki kıta arasında (Afrika ve Asya) bir kara köprüsü ve ikitemel deniz yollarını (Akdeniz ile Hint Okyanusu) birbirine bağlayan bir hat olarak stratejik bir konumu işgal etmektedir. Süveyş Kanalı, petrolsevkiyatı açısından temel güzer gâhı oluşturmaktadır.
Afrika, Arap, İslam ve diğer kalkınmakta olan ülkelerin liderliğini yapan Mısır, Arap-İsrail sorununda, savaşa başvurmada veya barışın oluşturulmasın da temel aktör olarak rol oynamıştır.Mısır, bölgenin seçkin medeniyet merkezidir.Mısır, kalabalık bir nüfusa ve güçlü askeri yapıya sahiptir. Bu özelliklerinden ötürü, Mısır,bölgenin doğal lideri olarak ortaya çıkmaktadır.Coğrafi konumundan ötürü Mısır, tarih boyunca büyük devletlerin hedefi haline gelmiştir. Bunedenle Mısır halkı, şu görüşü savunmaktadır:Mısır, ya kendi bölgesel çerçevesinde lider ya da
büyük devletlerin kurbanı olacaktır. Bu düşünceden ötürü, Mısırlı yöneticiler, geleneksel olarak,Sudan, Suriye ve Arap Dünyasında güç gösterisinde
bulunmaya çalışmıştır. 1940 ve 1950’ler de,Mısır, kendi ülkesindeki İngiliz üslerini kaldırmak için Arap Birliği’ni bölgesel baskı aracı olarak
kullanmıştır.

1952 yılındaki askeri darbe sonrası dönemde,Mısır’ın jeo-stratejik konumu, liderlerin ihtiraslarını şekillendirmiştir. Devlet Başkanı Nasır, Mısır’ın, Afrika, Arap ve İslam Dünyasının merkezinde yer aldığına inanmaktaydı. Mısır’ı, özel/çekirdek Arap devleti olarak gören Nasır, Arap Dünyası’nı,  Mısır’ın doğal etki alanı olarak nitelendirmekteydi.
Bu nedenle, Batılı ülkeler tarafından bölgenin kontrol altında tutulmasına karşı sert politikalar izledi.
İsrail’den algıladığı tehdit, Mısır’ın güvenlik politikasının en temel belirleyici unsurunu oluşturuyordu. 

ABD tarafından desteklenen İsrail,Mısır’ın sınırının hemen ötesindeydi ve bu ülkenin Doğu’daki Arap ülkelerine ulaşmasını engelliyordu. Böylece 1950 ve 1960’larda, Arap dünyasında siyasi ve askeri imkânların dan dolayı hegemon güç olabilecek ve İsrail’i caydırabilecek yegâne ülke Mısır idi. Son olarak, 1952 Devrimindensonra, Mısır, Bağlantısız ülkelerin liderlerinden birisi haline geldi.

Kimlik ve İç Siyaset
Mısır’ın Arap-İslam kimliği, dış politikasını şekillendirmiştir.

Mısır’ın ulusal kimliği, hiçbir zaman Arapçılık/Arap Birliği (Arabism) anlayışıyla bütünleştiril memiştir. İslam öncesi mirası ve etnik homojenliği ile bütünleşmiş, 
kısmen soyutlanmış Nil Vadisi merkezli medeniyeti, Mısır’a, diğer Orta Doğu ülkelerinden farklı, kendisine özgü bir kimlik edinmesinde yardımcı olmuştur.
Mısırlı entellektüel ler, kendi ülkelerini, Akdenizli olarak da görmektedir. Aynı zamanda Mısır, İslam Medeniyetinin merkezinde de yer almaktadır.

Her şeye rağmen Mısır’ın popüler kültürü, İslam’dır. Bu nedenle Mısır halkı, kolayca İslami refleksler sergileyebilmektedir.
Diğer Arap ülkeleri gibi, Mısır da, aynı emperyalist ve Siyonist düşmanlar ile tarihi boyunca yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle, Devlet Başkanı Nasır’ın Pan-Arap mesajı, Arap coşkunluğuna neden olmuştur. Böylece Nasır’ın rejimi, sistematik olarak Mısır’da Arap kimliğinin propagandasını yapmıştır. Yine de Mısır’daki Arapçılık (Arabism) anlayışı, göreceli olarak üstünkörü bir şekilde muhafaza edilmiştir. Çok sayıda Mısır vatandaşı ve entelektüeli, çok sığ bir şekilde diğer Arap devletleri ile birlikteliğe (Arapçılığa) duygusal olarak bağlı kalmıştır.
Çoğu Mısırlı için, Mısır kimliğinin temel unsuru, Arap-İslami’dir. Mısırlılar, Arapça konuşmaktadır ve nüfusun yaklaşık yüzde 90’nı Müslüman’dır.

Yine de Devlet Başkanı Nasır, bölge halkını, kendilerini, Arap dünyasının bir parçası olarak düşünmeleri yönünde teşvik etmiştir. Böylece Nasır, bölgedeki halk için, Arap ulusunun yeniden canlanmasını temsil ediyordu. Devlet Başkanı Nasır da kendisini Arap dünyasının lideri olarak görüyordu. Ancak Devlet Başkanı Enver Sedat, Pan-Arap söylemlerden/yaklaşımlardan kendisini uzakta tutmaya gayret etmiş ve daha çok Mısır merkezli kimliği  teşvik emiştir.

Güvenlik, Emperyalizm-Karşıtlığı ve Ekonomi

Emperyalizm-karşıtlığı görüşleri ile ekonomik yetersizliği, Mısır’ın ikilemli/paradoksal dış politika gütmesine neden olmaktadır. Uzun yıllar
yabancı güçlerin yönetimi altında kalması nedeniyle, Mısır’da oldukça güçlü milliyetçilik duyguları bulunmaktadır. Mısır’ın ulusal ideali, hem
Doğu’dan hem de Batı’dan bağımsız hareket edebilmektir.

Zaten şimdiki Devlet Başkanı Mursi de sürekli olarak bu noktayı vurgulamaktadır. Diğer taraftan fakir ülke olmasından ötürü, kalabalık
nüfus, sınırlı kaynaklar ve sürekli oluşan ödemeler dengesindeki negatif durum arasındaki yapısal dengesizlik, Mısır dış politikasını doğrudan etkilemektedir. Böylece Mısır, dış yardımlara ve kredilere bağımlı hale gelmiştir. Bu sebeple, Mısır, çok yüksek derecede dış pazarlara ve kaynaklara bağımlıdır.

Böylece Mısır, iç istikrarını ve dış güvenliğini muhafaza edebilmek ve ekonomik kalkınmasını sağlayabilmek amacıyla, dış finansal ve askeri yardımları kesintisiz alabilecek şekilde dış politikasını belirlemek zorunda kalmıştır. Bu nedenle Mısır, dış politika alanında, birbirine zıt iki hedefin
meydan okuması ile karşı karşıya kalmıştır:

a. Ülkenin özerkliğini ve güvenliğini koruma ve

b. Kalkınma için ekonomik kaynakları harekete geçirme.

Jeo-politik merkeziliği ve Arap Dünyasındaki ağırlığı, Mısır’ı, Arap Dünyasının merkezine oturtacak güç kaynaklarına yatırım yapmaya teşvik etmiştir. Böylece Mısır, kendisini, bölgesel ve uluslararası sistemler arasında bir köprü olarak sunmuştur. Fakat Mısır’ın ekonomik kaynaklar açısından yetersizliği, bu ülkenin, diğer devletleri kendi etki alanının içerisine almasını engellemiştir.

Jeostratejik konumundan ötürü, Devlet Başkanı Nasır, dış politikayı, ulusal kazanımlar ve ekonomik kalkınma ile birleştirmek için kullanmıştır.
Nasır’ın Arap milliyetçiliği söylemi, Mısır’ın, süper güçlerden ekonomik yardım elde etmesine olanak sağlamıştır. Fakat güvenlik ihtiyaçları ve
Nasır’ın ihtirasları, Mısır’ın elde ettiği ekonomik kazanımları kısa sürede tüketmiştir.

Devlet Yapısı

Dış politikanın planlamasında, Devlet Başkanı ayrıcalıklı bir konuma sahiptir ve otoriter devletin Anayasası1, Devlet Başkanı’na bu bakımdan uygun yetkiler vermektedir: Devlet Başkanı, Başkomutandır.

Savaş ilan etme yetkisine sahiptir. Uluslararası antlaşmalar imzalayabilir. Devlet Başkanı, eğer kendi kişilik özellikleri izin verirse, dış politika yapım 
sürecinde elitlere ve dış politika uzmanlarına danışabilmek tedir. Bu elitlerin ve uzmanların dış politikayı etkileme güçleri ise, devlet başkanıyla olan 
kişisel ilişkilerine bağlıdır.

Göreve geldiği ilk yıllarda, Devlet Başkanı Nasır, diğer Devrim Konseyi üyelerine danışarak dış politikasını belirliyordu. Bu nedenle Nasır, o dönemde elitler arasında görüş birliğini sağlamaya özel gayret gösteriyordu. Ancak zamanla Devlet Başkanı’nın mutlak kontrolü altında olan, askeri elitler tarafından liderlik yapılan tek partili otoriter- bürokratik bir rejim inşa eden Nasır, parlamento, basın ve yargıyı, otoriter rejimin emrinde yapılar haline getirmiştir. Nasır’ın karizmatik liderliği, rejime geniş halk kitlelerinin desteğini sağlamıştır. Yine de ordu, bürokrasi, orta sınıf ve halk arasında bir koalisyon ortaya çıkmıştır.

Bu güçlü rejim, iç sınırlamalardan özerk kalmayı tercih etmiştir.

Devlet Başkanı Enver Sedat döneminde, siyasal sistem temel olarak otoriter karakterini muhafaza etmiştir. Başkan Sedat, dış politikada yegâne otorite olarak hareket ediyordu. Hatta Sedat, tek taraflı olarak dış politika kararlarını belirleme yetkisini kendi tekelinde tuttu. Bu tutumundan ötürü, İsrail ile antlaşmayı kimseye danışmadan imzaladı. Ancak 1973 yılında İsrail’e savaş ilan ederken, askeri ve siyasi elitler ile istişarede bulunmuştu.
Fakat zamanla diğer elitler karşısında gücünü pekiştiren Sedat, savaş sonrası dönemde barış görüşmelerini tek başına sürdürmeyi tercih etti. 

Devlet Başkanı’nın hâkim konumuna rağmen, yine de Mısır’ın dış politika bürokrasisi, Arap dünyasında en fazla kurumsallaşmış etkili bir kurumdur.

Devlet Başkanı Mübarek ise, kararlarını alırken, kendisine yakın danışmanlarıyla istişarelerde bulunmuştur.

Nasır, Sedat ve Mübarek, yine de üç temel konuda benzerlik sergilemektedir: 

a) Her üçünün rejimi, askeri elitler ile ittifak ilişkileri içerisindeydi,
b) İstihbaratın etkisi çok fazlaydı ve c) demokrasiye karşı nefret besliyorlardı.

Ordu, Mısır toplumunun temel köşe taşlarından birisiydi. İstihbarat birimi de, Mısır toplumunun kontrol altında tutulması için hayati rol oynamaktaydı.
Devlet Başkanı, devletin başıdır. Ulusal Parlamento, yasama yetkisini elinde tutmaktadır.

Devlet Başkanı, Parlamento tarafından kabul edilen yasaları veto etme ve Başkan Yardımcısını, Başbakanı ve Bakanları atama yetkisine sahiptir.
Başkomutan olan Devlet Başkanı’nın kararları, kanun hükmünde kabul edilmektedir.

Mısır’daki Pan-Arap milliyetçilik, güçlü İslami motiflere sahiptir. Bu milliyetçilik anlayışı, Müslüman Kardeşlerin İslam Birliği’ne köprü olarakhareket etmekteydi. Hıristiyanlara karşı ciddi bir ayrımcılık yapılıyordu. Mısır’a hâkim olan anlayış, Nasır’ın Arap sosyalizmi ve militan siyasalİslam’ı içermekteydi.

Sonuç olarak Mısır dış politikası, farklı değerler, devlet başkanlarının algılamaları/ihtirasları ve çevresel koşullar tarafından esaslı bir şekilde belirlenmiştir.
Dış Politikasının İşleyişi Devlet Başkanı Nasır, Mısır’ın gerçek anlamda bağımsızlığı üzerine güçlü duygulara sahipti. Nasır, Mısır’ın uzun yıllardır Batı emperyalizminin siyasi olarak doğrudan kontrolü altında kalmasını sona erdirmeyi, Arap-İslam kimliğini yeniden inşa etmeyi ve bağımsız ulusal ekonomik yapının kurulmasını savunmuştur. 

Arap devlet sisteminde Batı’nın üstünlüğünü ortadan kaldırmaya gayret etmiştir. Bu düşüncesinden ötürü, Bağdat Paktı’na karşı çıkan Nasır, Bağlantısızlık
Hareketi’nin bir üyesi oldu ve Arap devletleri arasında müşterek güvenlik arayışlarını destekledi.

Başkan Nasır, Bağdat Paktı’nı, Arap bağımsızlığına ve özerkliğine karşı bir tehdit olarak görüyordu.

İsrail’in Gazze’ye saldırısı üzerine, Sovyetler Birliği ile ilişkilerini geliştirdi.
Nasır’a göre Batılı devletler ve İsrail, Arap ülkeleri arasındaki ayrılıkları derinleştirerek, bölge üzerindeki hâkimiyetlerini pekiştirmeye gayret
etmektedir ve bu nedenle bu durumu engellemenin yegâne yolu Mısır’ın liderliği altında Arap dünyasının birlikteliği idi. Arap-İslam kimliğinevurgu yapan Nasır’ın Arap Birliği politikasını, İsrail’in saldırıları daha fazla pekiştirmiştir.

Başkan Nasır, bu tür politikalar sayesinde Mısır’ın Arap liderliğinin pekiştiğini düşünüyordu ve bu sayede dünya siyasetinde ülkesinin stratejik ağırlığının
arttığını hissediyordu. Bu politikaları için, Nasır, her iki süper güç ile ilişkilerini geliştirdi ve her ikisinden de arzu ettiği askeri ve mali yardımları
sağlamaya çalıştı. Ancak Nasır’ın politikaları,

Batı yanlısı Arap ülkeleri (Suudi Arabistan gibi) tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Fakat 1967 Savaşı, Mısır’ın kişisel ihtiraslarını bir kenara koymasına neden oldu. 1979 yılında, İsrail ile Camp David Antlaşması imzalayan Mısır, antlaşmanın ardından Arap dünyasında yalnızlaştırılmıştır.
Başkan Sedat, 1967 Savaşında kaybedilen toprakları geri almak için sadece Amerikan yönetiminin İsrail üzerinde zorlayıcı tedbirler alabileceğini
düşünüyordu. ABD aynı zamanda Mısır’a ihtiyaç duyduğu ekonomik yardımı sağlayabilirdi.

Sedat göreve geldiği zaman, ABD’nin desteğinde barışı sağlamaya ve İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesi için çözüm bulmaya hazır idi.
Sedat, Suudi Arabistan’ın liderliğindeki muhafazakâr Arap devletleri ile yakın ittifak ilişkileri kurdu. Suudiler, Sovyetler Birliği’ne bağımlılığını azaltmak için Mısır’a petrol yardımında bulundu. Pan-Arap politikaları terk eden Sedat, bölge devletleri üzerinde hâkimiyet kurmak yerine, bu devletler ile işbirliği arayışı içerisinde oldu. 1973 yılında Sedat, kaybettiği toprakları geri kazanabilmek için sınırlı bir savaş başlattı. Fakat başarısız oldu. Bunun üzerine ABD’nin önerilerini kabul etmek zorunda kaldı.

Devlet Başkanı Mübarek, Mısır’ı, Arap dünyasına yeniden entegre etmeye gayret etti. Petrol zengini Arap ülkeleri de İran karşısındaki korkuları ve bölgeye yayılan köktendinci hareketler üzerine, Mısır’ı bölgede dengeleyici güç olarak görüyorlardı. 1989 yılında Mısır, yeniden Arap Birliği’nin toplantılarına katılmaya başladı. Irak, Yemen ve Ürdün ile birlikte, Mısır, Arap İşbirliği Konseyi’ni kurdu. Mübarek, Mısır’ı, Arap Dünyasının moderatörü ve dengeleyici unsuru olarak lanse etti.

Mübarek, bütün Arap rejimleri ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Muhtemel tehditler olan İsrail ve İran’a karşı caydırıcı unsur olan ve iyi silahlanmış
askeri yapısını daha fazla güçlendirdi.

Mübarek’e göre, ABD ile stratejik ittifak içerisinde olunması, Mısır’ın uluslararası sistem ile bağlantı kurmasına yardımcı olan unsurdur.
ABD’nin ekonomik, askeri ve güvenlik yardımlarına karşılık olarak, Mısır, ABD’nin Arap Dünyasına dâhil olmasında en önemli aracı devlet rolü oynamıştır. Washington’ın yanı sıra, Mübarek, Batı Avrupa ve Sovyetler Birliği ile de ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. Irak’a yaptırımlar konusunda, ABD’nin sert çizgisinden Mısır’ı uzak tuttu. 

Devlet Başkanı Mübarek, Arap-İsrail çatışmasında, görüşmeler yoluyla çözüm bulunmasını desteklemiştir. İsrail ile yapılan barış antlaşmasınasadık kalan Mübarek, ABD ile yakınlaştı, Arap devletleriyle ilişkilerini geliştirerek, Arap dünyasındaki yalnızlığını sona erdirmeye çalışmıştır.Ilımlı Arap devletleriyle ilişkilerini geliştirme konusunda başarılı olmuştur.

 Mısırdaki pan - Arap Milliyetçilik, Güçlü islami motiflere sahiptir, Bu milliyetçilik anlayışı, Müslüman Kardeşlerin İslam birliğine köprü olarak 
hareket etmekteydi. Hiristiyanlara karşı ciddi bir ayırımcılık yapılıyordu., Mısıra hakim olan anlayış, Nasırın Arap Sosyalizmi ve Militan siyasal islam'ı 
İçermekteydi 

Devlet Başkanı Muhammed Mursi, dış ilişkilerinde Mısır’ın özgür iradesini yansıtmasını ve böylece daha bağımsız dış politika izlenmesini istemektedir. Hatta bu bağlamda İran’daki Zirve sırasında, Mursi, ABD ve Batılı ülkeleri dışlayan, İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesinde SuriyeTemas Grubu’nun kurulmasını önermiştir. Diğer devletler ile dostane ilişkilerin geliştirilmesini savunan Mursi, Çin ve İran’ı ziyaret etmiştir.

Arap Dünyası ile İslam âlemine, işbirliğine dayalı ilişkilerin geliştirilmesi için katkı yapmaya hazır olan Mısır, İslam devletleri ile diğer devletlerarasında
karşılıklı anlayışın gelişmesini savunan Medeniyetler Arası Diyalog girişimlerine destek vermektedir. Mısır’ın Arap Dünyası ile Afrika ülkeleri
arasında işbirliği merkezi haline gelmesini arzulayan Mursi, Afrika’da ekonomik gelişmenin güçlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Körfez ülkeleri ile dengeli ilişkilerin kurulmasını, Ortadoğu’nun nükleer silahlardan arındırılmasını ve Birleşmiş Milletler’de reform çabalarını
destekleyen Mursi, Amerikan yönetimi ile ilişkilerin geliştirilmesi taraftarıdır. Bunun da iki nedeni vardır. Birincisi, bu ikili ilişkiler sayesinde,
bölgede demokratikleşmenin ve istikrarın geliştirilmesi için yoğun çaba harcamayı düşünmektedir.

Zaten Mursi, bölgedeki demokratikleşme taleplerini desteklemektedir. İkincisi ise, Mısır, ciddi düzeyde mali yardımlara ve dış yatırımlaraihtiyaç duymaktadır. Amerikalı, Türk, Katar ve Suudi firmalar, Mısır’a yatırım yapma sözü vermişlerdir.

ABD, 450 milyon dolar mali yardım sağlama sözü vermiştir. IMF’nin de 6 milyar dolar kredi vermesi beklenmektedir. Fakat yine de
Mısır halkı, Amerika karşıtı duygular beslemektedir. Demokratik, modern ve sivil bir devletin kurulmasını düşünen Mısır yönetimi, hukukun üstünlüğünü,
demokrasiyi ve insan haklarına saygıyı devletin temel ilkeleri olarak görmektedir. Devletlerarası ilişkilerde karşılıklı saygıyı ve eşitliği
benimseyen Mursi, ülkesinin ulusal güvenliğinin niçerisine, Afrika, Arap Dünyası, İslam alemi ve diğer bölgeleri de dahil etmektedir.
İsrail-Filistin sorununda, tarafların müzakereler yoluyla soruna çözüm bulması gerektiğini düşünen Mursi, el Fetih ve Hamas arasında arabulucu
rolü oynamaya hazırdır. Başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını isteyen Mursi, Suriye’de insanlık dramının bulunduğunu
belirterek, çatışmaların bir an önce bitirilmesini arzu etmektedir. Sorunun çözümü konusunda ortaya konulan çabaları destekleyen Mursi, Suriye’ye 
dışarından askeri müdahaleye karşıdır.

***

18 Eylül 2016 Pazar

Ortadoğu'da Bölgesel Dönüşüm ve Türk Dış Politikası, BÖLÜM 2






Ortadoğu'da Bölgesel Dönüşüm ve  Türk Dış Politikası, BÖLÜM 2




Örneğin Amerika Mısır’ın İsrail açısından patlamasını istemezdi. 

Zaten patlayan Mısır’ı yönetemedikleri için geçtiğimiz yaz darbeye giden süreçte sessiz kalarak darbeyi örtülü bir şekilde desteklemişlerdir. 
Çünkü daha öngörülebilir bir Mısır vardır. Geçiş dönemi denildiği zaman; öngörülme oranları düşük dönemler olduğu için risk fazladır. 

Bölgede çok boyutlu bir değişim, dönüşüm süreci vardır. Ve bunun yakın kısa vadede patlaması var. Ama gelişmelere bakıldığı zaman bunun iki tane farklı fazlın evresinin olduğunu görüyoruz. İlk dönem özellikle Arap baharı tabirinin yerleşmesinin sebebi de budur. Gelişmelere daha pozitif yaklaşan okumanın hâkimiyetini görmekteyiz. Yani; 2010 yılının sonu 2011 başı 2012 yılına kadar genelde bu bölgesel dönüşüme içerden ve dışarıdan yüklenen anlam pozitiftir. Zaten bahar tabirinin kullanılması da uluslararası literatürde; daha iyiye doğru, bahara doğru gidişi ile ilişkilendirilerek ifade edilen bir tabirdir. Genel de bu sosyal bilimler, Ortadoğu çalışmaları ve literatür açısından bakıldığı zaman; sosyolojide, siyaset biliminde, uluslararası ilişkilerde Ortadoğu da Arap istisnai denilen bir kavram vardır. Bu kavram; bu coğrafyaya demokrasi uğramaz. 
Demokrasi, Ortadoğu ve İslam toplumları için bir numara boldur. Bir şekilde Ortadoğu ve Arap toplumları kendi genetik ve kültürel kodları açısından otoriter bir liderle yönetilmeyi hak ediyor veya bunu istedikleri için bunlar demokrasi gibi bir talep ile öne çıkmadılar ve çıkmazlar gibi hakim okuma vardı. Ona da Arap istisnailiği ya da Ortadoğu istisnailiği denilmektedir. İşte bu 2011 başından itibaren yaşanan gelişme literatürde ilk olarak bu hakim okumayı kırdı. Yani; halklarının bu kadar geniş kitlelerle sokağa dökülmesi, geniş kitlelerle ortaya çıkması Arap istisnailiği veya Ortadoğu istisnailiği tezini kıran önemli bir gelişmedir. Zaten bu Arap baharı tabirini kullanan da ondan esinlendi. Amerika kökenli Martin kullandı. O pozitif okumayı yansıtması bakımından önemliydi. Biz biliyoruz ki özellikle 2012 yılından sonra işlerin bir anlamda sarpa sardığını engellerin zorlukların öne çıktığını görmekteyiz. O açıdan da bazen popüler tartışmalarda Arap baharı güze, kış a dönüştü şeklinde tartışmanın arka planında yatan bu. İşte bu yeni dönemde ikinci faz a baktığımız zaman gördüğümüz şey; bir anda Suriye de bir şekilde devrimin yaşanmamış olması. O dalganın bir şekilde durdurulmuş olması. Devamında Libya’da değişim dönüşüm yaşandı ama ülke istikrara kavuşmadı. Sürekli darbe yapmaya çalışan biri var. Yemen’de sürekli bir çatışma var. Bir tek Tunus’u başarılı örnek olarak gösteriyorlar. Kendi 
başlarına anayasalarını yaptılar. Halen demokratik sistem işliyor. Ama Mısır’da da geçtiğimiz yaz yaşanan darbe sonucu demokrasiden geri savaş var. İşte bu gelişmelerin hepsine bakıldığı zaman Ortadoğu’da demokrasi karşıtı blok bir şekilde frenledi. Bu anlamda bazıları literatürde karşı devrimci, dalga geliyor şeklinde bir açıklama getiriyor. Bütün bunlara bakarak yeniden Ortadoğu’da demokrasi yerleşmeyebilir tezine geri dönenler de var. Asıl ikinci fazı 2012-2013 sonrası Ortadoğu’daki dönüşümün giderek bir güvenlik sorunsalı haline geldiğini görüyoruz. Ve gerçekten de Arap baharının yeni döneminde giderek bölgesel güvenlik ortamının bu gelişmeden, dönüşümden etkilendiğini görmekteyiz. Güvenlik dediğimiz zaman uluslararası ilişkiler de en temel kavramlardan bir tanesidir. Devletlerin amaçlarından birisi de ulusal güvenliği dolayısıyla da vatandaşın güvenliğini sağlamaktır. Zaten devlet dediğimiz aygıtın ortaya çıkma nedenlerine baktığımız zaman; bazı teoriler bireyler doğal halinde yaşarken güvenliklerini sağlamak için devlet denen bir aygıtı oluşturup ona yetki vermişlerdir demektedir. Bunu söylememin nedeni; güvenlik hayati ve temel bir ihtiyaçtır. Gerçek anlamda devlete benzer bir yapı uluslararası bir sistemde yok. Biz uluslararası sistemde güvenlik sorununu bazen uluslararası örgütler kurarak bazen ikili anlaşmalar yaparak çözüyoruz. Uluslararası ilişkilerde farklı teoriler bize devletlerin farklı araçlar kullandığını söylemektedir. 

Realistler; kendi bireyinin kuvvetine güvenmiyor. Kendi başının çaresine bakmasını söylüyor. 
Liberaller; tek başına hareket etmek zorunda değilsin, diğerleri ile iş birliği yapabilirsin demektedir. 

Dünya geneline baktığımız zaman bizim bölgesel düzen diye adlandırdığımız bir kavram vardır. İyi kötü bir düzen vardır. Bu devletin içindeki kadar kurallara dayalı bir düzen olmasa da insanların yaşadığı yerde bir düzen vardır. Evde, mahallede, aile fertleri arasındaki ilişkilerde bir düzen vardır. Bizim uluslararası ilişkilerde kullandığımız bölgesel düzen diye bir kavram vardır. Uluslararası düzenin daha küçük bir versiyonudur. Biz Ortadoğu dediğimiz coğrafyayı, verimli bir bölge olarak kabul edersek o Ortadoğu bölgesinin de oturmuş bir düzeni vardı. En son Arap baharı bölgesel dönüşümü giderek var olan mevcut düzeni zorladığını ve bu mevcut düzeni yıkmaya doğru ilerlediğini görmekteyiz. Arap baharı bölgesel dönüşüm süreci giderek Ortadoğu’da yerleşik olan düzeni sarsma gibi bir noktaya geldi argümanlarını sıkça duymaktayız. Ortadoğu 
da bölgesel düzen diye kastettiğimiz şey; düzenin riskle karşı karşıya kalması ve yıkılma riskinin ortaya çıkması. Bu; en başta Türkiye gibi ülkeler için güvenlik riski anlamına gelmektedir. 
  O sistem ve düzende yer alanlar için giderek güvenlik risklerinin ve sorunlarının artarak devam ettiği anlamına geliyor. 
Ortadoğu’nun bölgesel düzeni nedir yani Ortadoğu’da oyunun kurallar nedir? Kim güçlü kim zayıf kim fazla pay alıyor kiminle dost olabilirsin kiminle dost olmasın? 

Soruları önemlidir. 

   Ortadoğu düzeninde bölgesel düzen dediğimiz zaman 2009/2010 yılında olsaydık oyunun kuralları neydi? Ortadoğu’da kurallar öncelikle sınırlardır. 
Kimin sınırı nerde başlar, kimin sınırı nerde biter? Oyunun kurallarında en önemli şey sınırlardır. Bugün bizim karşımızda olan haritaya baktığımız zaman gördüğümüz yapay sınırlar ortaya çıkmıştır. 

İşte biz bu düzene; Sykes-Picot düzeni diyoruz. 




Sykes-Picot Haritası

Yani; mahallenin sınırlarını çizen dış aktörler o günün koşullarında kendi emperyal, sömürgeci hedeflerini, kaynak paylaşımını, doğal kaynakları dikkate alarak bu sınırları çiziyorlar. 

Sonrasında bir dönem bu sömürgecilik devam etmektedir. Ama 2. Dünya savaşından sonra sömürgeciliğin tasfiyesi vardır. Ortadoğu’da da bu ülkeler bağımsızlıklarını kazanıyorlar. Ama sosyal realite açısından bakıldığı zaman bu ülkeler sorundan kurtulamıyor ve günümüze kadar devam etmekte. Ama cetvelle çizilmiş sınırlar bugüne kadar geçerliliğini sürdürüyor. Bu düzenin oyun kurucuları denildiği zaman dış aktörler karşımıza çıkmaktadır. Dış aktörler; sistemi kurmuş ve uzun süre sür-dürmüşlerdir. Bunlar İngiltere ve Fransa’dır. Ama 2. Dünya savaşından sonra uluslararası ilişkilerdeki yeni realite olan Amerika gerçekliği vardır. Amerika’ya karşı Sovyetler Birliği vardır. Amerika- Sovyetler Birliği işbirliği işin içine girince İngiltere ve Fransa ikinci planda kalmış oluyorlar. İngiltere kendi sömürge sorumluluklarını Amerika’ya devrediyor 
ve soğuk savaş dönemince baktığımız zaman Sovyetler Birliği kısmen çalışsa da asıl belirleyici olan güç Amerika’dır. Soğuk savaş dönemi sonrası bu büyük ölçüde devam etmektir. Orda özellikle 1979 yılında yaşanan İran’daki devrim sonrası 1980’li yıllara girdiğimi zaman artık Amerika Ortadoğu’ya kaçınılmaz olarak girmeye başlamıştır. Ortadoğu’ya girmeden önce bölgeyi uzaktan kontrol ediyor. Ama İran-İslam Devrimi daha sonra Körfez Savaşı sonrasında Amerika Ortadoğu’ya giriyor. Devamında yaşanan İsrail meselesi. 1970’lerin sonlarındaki 
Camp David anlaşması akla geliyor. Bu da önemli bir belgedir. Hatta Ortadoğu da Sykes-Picot ve beraberinde Camp David düzeninin varlığını iddia etsek yanlış olmaz. 

2009 -2010 yılına kadar baktığımız zaman Ortadoğu da böyle bir sistem vardır. Yani; bölgede yaşanan çatışmalar sonucu Amerika olayları bastırmaktadır. Bölgede dışarıdan polislik görevini üstleniyor. Bunu yaparken İsrail’i özellikle koruyup kolluyor. Bölgedeki petrol ve doğal gazın dünyaya pazarlanması için Amerika müdahil oluyor. Amerika’nın iktidar olan rejimleri destekleyen bir sistemi var. 2010/2011 yılı sonrası gelişmelere baktığımız zaman giderek bu düzenin temel unsurlarının sorgulandığını ve bu düzenin çatırdadığını görüyoruz. İşte bu açıdan da Ortadoğu’da özellikle Arap baharının yaşattığı süreç rejimlerin değişmesidir. Amerika daha önce Mısır’daki yönetimle çalışıyordu. Yerine 
Müslüman Kardeşler geldi. Amerika ve İsrail için kolay bir iş değildir. Düzenin parametreleri yeniden tanımlanıyor. Şimdi ona karşı bir karşı hamle yapıldı. Ne olacağı halen belli değil. Mısır, Libya halen kaynıyor. Suriye ve Irak’da kaynıyor. Bugünkü geldiğimiz noktada baktığımız 
zaman bölge kaynıyor. 

Bölgesele değişim dönüşümün temel parametreleri nelerdir? Birinci meydan okuma bölgedeki Sykes-Picot düzeni diye adlandırdığımız o düzenin unsuru olan sınırların sorgulandığını görmekteyiz. Bölgede sınırlar giderek sorgulanmaktadır. Hatta bazılarına göre modası geçtiği için yeni sınırlar gündeme gelebilir yâ da mevcut devletlerin parçalanma riski giderek daha fazla öne çıkıyor. Uluslararası alanda farklı normlar karşımıza çıkmaktadır. Uluslararası hukukun temel
ilkelerinden birisi devletlerin toprak bütünlüğü ilkesidir. Bu ilkenin karşısında ki ilke ise; self-determinasyon ilkesidir. Yani halkların kendi geleceklerini tayin etme hakkı. Giderek bunun sınırların değişmezliği ilkesi önüne geçeceği 
algısı bir okuma yerleşmeye başlıyor. Bu bölgede herkesi etkileyen bir durumdur. Herkes bu durumdan farklı düzeylerde etkilenebilmektedir. 

Her örnekte sınırların değişmesi anlamına gelmeyebilir ama halkların kendi kaderini tayin etme hakkı bazen mevcut sınırlar içerisindeki idari yapıların yeniden tanımlanması şeklinde de olabilmektedir. Yani; federal bir forma geçebilir ya da bölgelere daha fazla yetki verilmesi şeklinde olabilir. Kendi kaderini tayin etme hakkı demek; illaki kendi devleti olacak anlamına gelmemektedir. Bölgesel özerklik de bunun yollarından bir tanesi olabilir. Bakıldığı zaman Suriye’nin parçalanması konusu. Son birkaç ay içerisinde Irak örneği de var. Kuzey Afrika ya baktığımız zaman Libya’nın parçalanması senaryolarını görmekteyiz. Bu gayet reel bir durumu ifade ediyor. Çünkü farklı bölgeler kendi başlarına hareket etme talebi ile öne çıkıyorlar. Ya da ülkelerin içerisindeki alternatif senaryolar bu senaryolara Türkiye de dâhildir. Bunlar ne olabilir? Farklı unsurlar farklı düzeyde özerklik talebi ile karşımıza çıkıyor. Yeni realite budur. Irak da federal bir yapı vardır. Şiiler Sünniler Kürtler bir arada 
olsunlar diye bir federal yapı kurdurlar. 

Bu yapılar gevşek yapılardı. 


Ama bu gevşek yapı bile şu anki geldiğimiz noktada Irak’ı bir arada tutamayacak diye bir yorum söz konusudur. Acaba bir konfederal bir Irak yaparak biraz daha mı genişletsek ya da tamamen mi koparsak hep açık uçlu sorular olarak karşımıza çıkmaktadırlar. İlk ana trend budur. 

Sınırlar sorgulanmaktadır. İkincisi; ulusal otoriteler giderek zayıflayıp, aşınıyor. Egemenlik dediğimiz kavram bu süreçte anlamını yitirmektedir. 

Bir devlet egemendir denince; o devletin sınırları içerisinde nihai otorite olmasıdır. Yani; kuvvet kullanma tekeli ve sınırları içerisinde son sözü 
söyleyebilme yetkisine ve kuvvetine, iktidarına sahip olmasını anlıyoruz. Genelde egemen dediğimiz mekanizma ülkenin başkentinde oturur ülkenin geri kalanını yönetir. Ortadoğu’da gördüğümüz ise; başkentte oturan ülkenin tamamını kontrol edemiyor. Şam’ daki yönetim Suriye’nin tamamını yönetemiyor. Keza Libya, Mısır, Sina Yarımadasında görüyoruz ki; başkentin otoritesinin ve fiili anlamda kontrolünün aşındığını görmekteyiz. Bu önemli bir süreçtir. Bu durumlara paralel üçüncü olarak gördüğümüz şey; ulus altı ya da devlet altı aktörlerin ve kimliklerin öne çıkmasıdır. Genelde Ulus-devlet dediğimiz zaman; o devletin vatandaşlarının tamamını kapsayan bir kimlik olduğunu varsayıyoruz. 

Örneğin; bir Iraklı kimliği, bir İranlı kimliği, Suriyeli, Libyalı kimliği. 

Ama bu süreç de görüyoruz ki artık bir Irak’lı bir Suriye’li kimliğinden ziyade Kürt, Şii, Sünni ya da bir aşirete aitseniz o kimlikler öne çıkıyor. 
Ve artık sizin devletiniz koruyup temsil etmiyor artık devlet altı gruplar koruyor yâ da temsil ediyor. Bu Ortadoğu’da girdiğimiz yeni dönemin en fazla öne çıkan unsurlarından bir tanesidir. Uluslararası ilişkilerde küreselleşmeden bahsediyoruz. Küreselleşmeden kastımız; devletlerin otoritesinin giderek aşınması sonucu yeni aktörlerin ortaya çıkmasıdır. Küreselleşmenin Ortadoğu’da dibine vurmuş olduğunu görüyoruz. Devletler giderek; anlamını kaybetmektedir. Suriye devleti dediğimi zaman sınırlarını kontrol edebiliyor mu? Sınır kapılarının her biri kontrolsuz durumda. Libya’ya gittiğiniz zaman aynı şeylerle karşılaşıyor sunuz. Libya’nın güneyine indiğiniz zaman farklı komşulara ve sınırlarına baktığınız zaman sıkıntıyı görmektesiniz. Orda Libya devletinin kontrolü yok. 

Oradaki yerel devletin hareketlerini kontrol eden bir devlet yoktur. 

Yâ da Libya içerisinde farklı bölgeler aynı şekildedir. Bugün Irak’ta gelinen nokta budur. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman Ortadoğu’da ciddi bir güvenlik açığı vardır. Güvenlik riski ve tehdidi bulunmaktadır. Ve genelde uluslararası ilişkilerde güvenlik sorunu olduğu zaman sorunu çözecek bir mekanizma üretiriz. Yani; Bir Devlette Güvenlik tehdidi varsa Realistlere göre; Maliyeti neyse öder ve çözer. Asker Gönderilir, Ölürsün, Öldürülürsün, Para harcarsın, Silah kullanırsın çözersin. Ama Liberaller; İşbirliği yapılıp, Çatışma çözümü teknikleri uygulayabilir diyor. Çatışma çözümleri; uluslararası örgütler de olabilir. Ortadoğu’da yeni girdiğimiz evrede sorunu daha da derinleştiren olgulardan birisi Ortadoğu da bu türden meydana gelen krizleri çözecek ve bunları yönetecek bunlarla ilgili politika üretecek yerel mekanizmaların olmamasıdır. 

Şimdiye kadar Türkiye’de mezhepler bu kadar önemli değildi yavaş yavaş insanlara bunu empoze ederek Türkiye’de de bir rejim değişikliği mi var? Hepimiz Ortadoğu’da aynı kazanda kaynıyoruz. Bunu hiç kimsenin tek başına kontrol edip yönlendirmesi kolay değildir. Herkes elinden geldiğince bunun etkilerini kontrol etmeye çalışıyor. Kontrol eden tek parça yola devam ederken edemeyen farklı formüller ile yola devam etmektedir. 

Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin geldiği anlam; riskler yüksek. Bunları çözmek için devletler ne yapar? Kendileri gider herkesin kafasını vurur yâ da birlikte hareket eder. Ortadoğu’da tek başta bu sorunu çözecek bir ülke yoktur. Birlikte çözmek için Ortadoğu’daki aktörleri bir araya getiren bir mekanizma da yok. Ortadoğu’da bu tür sorunlar ortaya çıktığı zaman geleneksel olarak ABD vardır. Eski düzende mesela Saddam etrafta yayılmaya çalışırken Amerika engelledi. Şu anki konjüktürde Ortadoğu’daki güvenlik riskleri kaosunu yönetmek için ABD’nin pek istekli olmadığını görüyoruz. ABD dış politikası açısından bakıldığı zaman yaşanan bir tartışma var. Transatlantik diye bir kavram var. Büyük gemiler yavaş yavaş manevra yapıyorlar. Amerika ve Asya’ya kayıyor. Stratejisini Çin ve Asya’ya doğru kaydırıyor. Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya eskisi kadar önem vermek istemediğini açıklıyor. 

Buradaki üslerini kaynaklarını Asya’ya ve Çin’e doğru kaydırmak istiyor. Buna paralel olarak takip ettiği ikinci strateji ise; bölgesel güç olarak adlandırılan; o 
bölgedeki ya da o bölgelerdeki yerel aktörlerle işbirliği yapmak. Yani biz arka planda duralım o bölgelerdeki yerel aktörler bölgesel güçlerle işbirliği yapsın. Bu duruma teknik tabirle; off-shore deniyor. Ya da arkada durarak sorunları yönetmek deniyor. Bunun için; yerel aktörleri destekleyerek sorunları kendilerinin çözmesini istiyorlar. Amerika kısaca bu çizgide. Ortadoğu’daki karmaşayı gidermek için elini taşın altına sokmak istemiyor. Aynı şekilde durumun benzerini Gürcistan’da gördük. Şimdi ise; Ukrayna’da görüyoruz. Genelde söylenen tabir eski dünya Amerika’yı bırakmıyor. Çin yükselen güç olduğu için Amerika oraya yöneliyor. Suriye’ ye girmek istemiyordu ama şimdi başına bir de Irak çıktı. Bizi ilgilendiren kısma gelince de; bölgede ciddi anlamda bir sıkıntı mevcut durumda. Bölgesel dönüşümün yarattığı bir güvenlik boşluğu bulunmaktadır. Bunu yönetecek bölgede bir aktör yok. Bölgede bölgesel aktörler arasında ciddi anlamda bir çıkar çatışması var. Özellikle Suudi Arabistan ve İran’ın birbirlerine karşı yaptıkları önemli. Bu süreçte görüyoruz ki devlet altı kimlikler giderek öne çıkıyor. Devlet altı kimlikler; etnik kimlik olabilir, Kürt ya da Arap olabilir, Türkmen olabilir ya da Şii Sünni ya da Ortadoğu’daki azınlıklar olabilir. Bunlar daha fazla öne çıkmaktadır. Bu durum bize Ortadoğu’daki düzenin ve sınırların yapaylığını hatırlatıyor. Irak devleti kurulurken birden farklı grup yâ da o günün şartlarıyla getirilerek tek bir devletin altına konmuştur. Ama bu 
devletin tek bir sosyal realitesi var mıdır diye sorulmamıştır. Aynı şekilde Suriye ve Libya’yı da görmekteyiz. Bugün geldiğimiz noktada o bölgesel düzenin aşındığını söyleyerek kastettiğimiz şey budur. 
Bölgesel dönüşümün kurulmuşluğundaki yapaylık o haritacılık, mühendisçilik sosyal realite ile örtüşmemektedir. Farklı talepler vardır. Bu talepleri yöneten mevcut sınırlar ile yola devam edilmektedir. Her ülke için geçerlidir. Bu dönüşümün yarattığı ciddi riskler de vardır. 

Son mesele yine bu demokrasi meselesidir. En başta çıkış noktasına gelerek bölgedeki Arap başlangıcının başı demiştik. Bölgesel dönüşümün ilk başlangıcı daha pozitif bir dönemdi. İkinci fazla beraber bu güvenlik risklerinin olduğu negatif bir döneme girmiştir. Ama her halükarda süreci başlatan siyasi, ekonomik, sosyal sebepler halen ortadadır. Yani Arap baharının başında Tunuslular ve Mısırlılar neden sokağa gittiyse ve hatta Suriyeliler neden sokağa gittiyse halen bu sorunlar mevcuttur. Hatta bir adım geri gittik. Suriye’deki yaşananlara bakıldığı zaman; Libya’da geldiğimiz noktaya baktığımız zaman her ne kadar güvenlik boşluğu olarak baksak da ekonomik, siyasi, sosyal ihtiyaçlar bölgede halen mevcuttur. Bölgede bu dönüşümün yaşanması için gerekli konular nelerdir? Bu başlı başına bir konudur. Ama bizi karamsarlığa iten önemli 
sebepler vardır. Bunlar hep iç içe geçmiş durumlardır. Yani ekonomik sorunları çözmek için öncelikle siyasi sorunlar çözülmelidir. Yani ekonomik istikrar olmadan siyasi çözüm; siyasi istikrar olmadan ekonomik çözüm zor görünmekte dir. Mısır örneğinden gidersek; Mısırda bugünkü koşullarda hangi iktidar, hangi parti, hangi form demokrasi ya da diktatörlük kim başa gelirse gelsin Mısır’ın ekonomik sorunlarını kısa vadede çözmesi imkansızdır. 

Ekonomik sorunlar devam ettikçe; ülkede ucuz ekmeğin peşinde koşan vatandaşı varken; ekmek fiyatını bir kuruş arttırdığın zaman vatandaş 
sokağa dökülüyorsa yani oradaki yönetimin sorunları devam edecektir. İktisadi sorun oradadır ve siyasi krizden dolayı giderek derinleşmiştir. 


Turizm azaldı, yatırımcılar kaçtı. Bütün bunlar bir araya geldiğinde bir çıkış yoktur. Siyasi anlamda bir çıkış için ekonomik çıkış gerekli; ekonomik 
çıkış için, yatırım için, turist gelmesi için, kredi alması için siyasi istikrar gereklidir. Bir darbe oldu. Belki iki sene sonra bir halk ayaklanması daha olacaktır. Bu ortamda siz uluslararası toplumdan sermayenizi Mısır’a yatırmazsınız. Siyasi istikrarsızlık ekonomik alanda kalkınmayı da, krediyi de geriye itiyor. Maalesef bu durumlar benim kanaatimce bölgede karamsarlığı arttırmaktadır. Ekonomik sosyal siyasi sorunlar  iç içe geçmiş durumdadır. Düzlüğe gelebileceğimiz bir alan yok. Güvenlik ve istikrarsızlık ve risk sorunu da eklenince bölgede maalesef istikrarsızlık ve karamsarlık yüksek. Bunun çıkışının nasıl olacağını söylemek zordur. 

Tunus tek başına Arap baharının yükünü taşımaktadır. 

İstisnai bir örnektir. 

Diğer örneklerdeki benzer bölünmüşlükleri yok etnik unsurlar vs yok. Vatandaş profili diğerlerine kıyasla daha bütündür. Tunus’un başarılı olması beraberinde diğer örneklerin de başarılı olmasını getirmeyebilir. 

Türkiye’nin bu süreçteki politikası ise; bu dönüşüm sürecini sahiplenip destekle yici bir politika izledi. Şöyle ki; Arap baharı patlamadan öncede 2003 yılı ve daha öncesinde de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yazdıklarına bakacak
olursanız da ya da o zaman ki Dışişleri bakanı Abdullah Gül’ün yaptığı konuşmalara bakılacak olunursa; genel anlamda ve İslam dünyasında bu yakın coğrafyada bir değişim dönüşüm ihtiyacı olduğunu ve bu değişim dönüşüm ihtiyacının ötelenmemesi gerektiğini ve ötelenirse çok daha riskli çok daha sıkıntılı olacağını söylediğini biliyoruz. Yani Türkiye’nin kendi içerisinde değişim dönüşüm vizyonu vardır. İslam dünyasında da böyle bir revizyona ihtiyacı olduğundan bahsetmekteydi. Bunun tedrici bir şekilde olmasını istemekteydi. Aniden devrim yoluyla değil sürece yayılarak daha kontrollü bir şekilde 
reformlarla olması gerektiğini savunuyordu. Bu süreçte dış müdahale olmama sını yani ülkelerin kendi dinamiklikleriyle hareket etmesini savunuyor du. Bir diğer düşüncesi; bunun sivil, etnik, mezhep soruna dönüşmemesini savunuyordu. Bu süreçler başlayınca Tunus da hızlı gelişti. 

Bu noktada Türkiye’nin öne çıktığını söyleyemeyiz. Ama özellikle Mısır’da öne çıkmıştır. Mübarek karşıtı gösteriler Tahrir meydanında devam ederken Başbakan Erdoğan o zaman yaptığı konuşmasında Mübarek’e “görevi terk et” demişti. Bu durum İslam dünyasın’da da ciddi anlamda ses getirmiştir. Mübarek’in gitmesi de bu anlamda Türkiye açısından Arap baharının yarattığı pozitif güven inşası gibi bir fonksiyon gördü. O açıdan Suriye’deki, Libya’daki gelişmelere bakıldığı zaman Türkiye başta bir tereddüt yaşadı, doğrudan öne çıkmadı ama daha sonra muhalefetin desteğine yönelmiştir. Bu iki örnekte gördüğümüz; daha önceden Libya’da, Suriye’de Türkiye’nin belli öncelikleri ve kurduğu ilişkiler vardı. Bu ilişkileri ilk önce koparmak istemese de daha sonra kopararak muhalefet safında ve ona desteği ile hareket etti. Türkiye’nin 
buradaki politikası genelde; Arap dünyasında Ortadoğu dünyasında, İslam dünyasında siyasi bir dönüşüm ihtiyacı var. Ekonomik ve sosyal dönüşüm de aynı şekilde. Bu yaşananlar bizim uzun yıllardır ötelediğimiz dönüşüm için, geri klamışlık sorununun çözümü için acaba bir fırsat olur mu? Onun için bir fırsat görüp bunu destekleme yoluna gitti. 


Bunu sadece Mısır’da Mübarek’e git diyerek değil, TİKA(Türk İş Birliği Kalkınma Ajansı) aracılığıyla da yardım etmektedir. Türkiye dünyaya kalkınma yardımı yapmaktadır. TİKA yılda iki üç milyar dolar yardım yapmaktadır. Su kuyusu açılıyor, hastane v.b yapılıyor. Sadece bunlarla yetinmeyip ayrıca; orada ki bürokratları ülkemize çağırıp eğitim veriyoruz. Türkiye bu sürecin sancılarını azaltacak şekilde bu dönüşüme pozitif katkıda bulunmak için o ülkelere dönük böyle programlar geliştirdi. Ama sorun Türkiye’nin çapını aşan bir sorundur. Türkiye pozitif evrilebilmesi için elinden geleni yapıyor. Ama yapması tek başına zordur. Bu ikinci dönemde ,güvenlik sorunları ön plana çıktığı dönemde, bilindiği üzere Irak ve Suriye’deki dönüşüme yardım etmek değil doğrudan Türkiye nin kendi güvenliğine olacak riskleri bertaraf etme gibi bir sorumluluk da Türkiye’nin önüne çıktı. Son dönem Irak’ta yaşananlar bu durumu net bir şekilde gözler önüne sermiştir. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik belirli bir vizyonu vardır. 80’li yıllardan başlayıp başlayıp 2000’li yıllarda daha da hızlanan süreçte ekonomik olarak, siyasi olarak ilişkileri de artırmaya çalışmaktadır. Bölgede kriz yaşandıkça Türkiye’nin Ortadoğu’ya doğru açılması stratejisi de bundan etkilenmektedir. Türkiye halen kendi açısından bu dönüşümü pozitif olarak desteklemektedir. Elindeki imkânlar ile mesela Mısır’a beş altı milyon usd yardım yapılmıştır. Türkiye açısından önde olan mesele Irak ve Suriye meselesidir. Bu da güvenlik riskini öne koyduğu içindir. 

Türkiye muhalefete askeri ve siyasi alanda da yardım ediyor. Son yıllarda da Türkmenlere yardım etmektedir. Medyada ki olay budur. Suriye’de sahada onlarca farklı grup var. Dışarıdan bir yardım yapıldığı zaman genelde gündeme gelen IŞİD ve diğer cephelere yardım yapmış gibi yanlış lanse etmek gibi bir durum söz konusu. Suriye’deki diğer meselede; yabancı savaşçılar meselesidir. Örneğin; Fransa’dan çıkıyorsunuz Türkiye’ye tatil için gelip oradan Suriye’ye geçiyorsunuz. 

Orada Savaşıyorsunuz. 

Geri gidiyorsunuz oraya tehdit oluyorsunuz ya da kalıp savaşmaya devam ediyorsunuz. Asıl kafa karışıklığı yabancı savaşçılar konusunda. 

Bu mesele uluslararası alanda da çok sık gündeme gelen bir meseledir. Bu yabancı savaşçılar meselesi kompleks bir meseledir. 

Sorun bu kişi Suriye’den Türkiye’ye geçerken başlamıyor. Fransa’dan yola çıkıyor ve Suriye’ye gitmeyi kafasına koyuyor. 

Fransa’da sınırdan sorunsuz geçip; Türkiye’ye sorunsuz giriyor ve Suriye sınırından geçip aşağıya iniyor. Bu bir zincirdir. Bunun ile mücadele etmenin yolu zincirin her halkasında iş birliği olmasıdır. Bununla ilgili olarak Avrupalılar da uyanamadı, İngiltere’den gidenler var. İlk etap da batılı istihbarat örgütleri kişinin radikal olduğunu biliyor. Suriye’ye o amaçla gittiğini biliyor. Türkiye’ye girerken Türk istihbaratına bunu söylemiyor. Oraya giriyor; geri geliyor ondan sonra Türkiye üzerinden geçtiği için sanki Türkiye’nin üretmiş olduğu sorun gibi gözüküyor. Asıl en büyük sıkıntı 2012’de sonra ilk başta çok fazlaydı Avrupa’dan gelenler. Bu konuda Avrupalı ve Türk istihbarat Avrupa Birliği içerisinde işbirliği ne başladılar. 
Adam ülkeden çıktı. Onu sınırda durdur diyor. Ya da Fransızlar artık ceza getirdi. Mesela; Fransa’dan çıktın Suriye’ye gittin oradan geri geldin bir ceza var. Bir de sahada olanlar var. Sahada çok farklı gruplar var. Ve bu grupların arasında geçirgenlik ler var. Mesela Fransa’dan 

   Suriye’ye savaşmaya gidiyorsun. Önce A grubuna gidiyorsun sonra Z grubuna gidiyorsun. Bunlar neden oluyor? 

Bazen senin komutanın para aldı saf değiştirdi. Bazen sen gittin buradaki adamları yeterince Müslüman görmedin diğer gruba geçtin. Sen gittin adamlar kafa kesiyor dedin diğer gruba gittin. Çeşitli bir çok örnek vardır. Sahada çok geçirgenlik var Kim hangi grupta bilinmiyor. Asıl sorunlardan birisi sahada çalışan grupların parası, silahı bitiyor. Önceden başka grup da çalışırken şimdi başka grup da çalışıyor. O açıdan Türkiye den geçiş yapmış biri IŞİD e katılmış olabilir mi? Muhtemel. Türkiye den geçmiş olan bir silah IŞİD’e gitmiş olabilir. 

Örneğin; Amerikan ordusunun kullandığı bir bıçakla adam kestiler. Sahadaki durum maalesef geçirgen. Oradan yola çıkarak olaya bakacak olursak; geçen Taraf Gazetesi’nin yaptığı bir habere göre; 3000 kişi Türkiye den IŞİD’egitti diye. Bu şekilde Türkiye’den giden her şeyi IŞİD e gidiyor gibi gösterildiği zaman ciddi anlamda kafa karıştırmaktadır. 

Dikkatli olunması gereken bir konudur. Sürekli işlenmesinin nedeni ise; Suriye’deki Kürtler Esad’ın yaptığı şekilde uluslararası alanda IŞİD fundamen tel Kürtleri bastırıyor şeklindeki argümanın enstrümantal değerini keşfettikleri için Türkiye’ye olan siyasi sorunlarında da sürekli kullanıyorlar. Yani IŞİD in Türkiye tarafından desteklendiği tezini onlarda uluslararası alandan da desteklemek tedirler. 

Bu anlamda da Dikkatli olunmasında fayda vardır. 



RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 

Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****

23 Mart 2015 Pazartesi

Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 2



Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 2


Ortadoğu Tarihi  1800-1939, Fransa'nın Mısır'ı İşgalinden 1939 Filistin Ayaklanmasına

Ortadoğu Olarak Adlandırılan Bölge Neresidir?
Stefanos Yerasimos Orta-Doğu’yu üç ana bölgeye ayırır. Merkez ülkeler, Bereketli Hilal ve Arap Yarımadası. Merkez ülkeler, Türkiye, İran ve Mısır’ı; Bereketli Hilal, Irak, İsrail, Ürdün, Lübnan ve Suriye’yi; Arap Yarımadası, Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Umman ve Yemen’i içerir.
1994 rakamlarına göre bu bölgelerde yaşayan insanların 113 milyonu Arap, 54 milyonu Türk, 28 milyonu Fars, 21 milyonu Kürt, 4 milyonu Yahudi, 1 milyonu Beluci, 500 bini Ermeni, 150 bini Asuri, 8-10 milyonu Kıptidir (ancak Kıptiliğin etnik veya dinsel bir ayırım olup olmadığı tartışma konusudur)   
Orta-Doğu’da 227 milyon Müslüman, 13,5 milyon Hıristiyan ve 4 milyon Yahudi yaşamaktadır.
Ancak dinlerin kendi içinde de öyle ciddi ayrılıklar vardır ki bunların aralarındaki fark ve zaman zaman beliren düşmanlıklar diğer dinlere karşı olduğundan daha şiddetlidir. Örneğin, Müslümanlar kendi içlerinde, Şii, Sünni, Zeydi (Yemen’de yaşayan Sünni-Şii karışımı bir grup), Harici (Umman’da) mesheplerine ve bu gruplar da kendi içlerinde onlarca ayrı tarikata ayrılmışlardır. Hıristiyanlar, Rum Katolik, Ortodoks, Melkitler (Mısırdaki Ortodoks Rumlar), Gregoryan Ermeni, Nasturi, Katolik Süryani, Süryani Ortodoks, Maruni (Lübnanlı Katolikler), Keldani gibi bir çok farklı gruba ayrılmışlardır.
Bunların yanında sayıları az da olsa, Dürziler, İsmaililer, Mandeenler (Yahudi-Hıristiyan karışımı bir anlayış), Yezidiler, Zerdüştler (İran’da 50 bin kadar), Nasturiler sayılabilir [1]
Biz Ortadoğu’yu tartışırken 3 ana bölgeyi temel alacağız: Mısır, Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal. Bunun yanısıra, çalışmamızın sınırları nedeniyle,  Mağrip Ülkeleri olarak adlandırılan bölge (Cezayir, Tunus, Fas) ile Türkiye ve İran’a sadece bazı örnekler üzerinden değinilecektir.
2. Seminerin Genel Temaları
Seminer iki ana tema üzerine kuruludur. Birincisi, Emperyalizmin bölgeyi ele geçiriş öyküsü ve emperyal çıkarlar-stratejiler arası çatışmalar. İkincisi, bu süreçte dağılıp tekrar tekrar kurulan toplumsal yapılar, yerel gelişmeler.
1. Tema: Emperyalizmin Bölgeyi Ele Geçiriş Öyküsü – Emperyal Çıkarlar/Stratejiler Arası Çatışmalar
16. yy’dan beri hakim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileyişine paralel olarak bölge, önce mali-iktisadi yollarla, 19. yy. ortalarından başlayarak siyasal olarak bütünüyle Avrupa Emperyalizminin kıskacına girdi. Osmanlı egemenliği –klasik İmparatorluk modeli- üretim ve egemenlik ilişkilerini kökten değiştirmeyen, esasen vergi yükümlülüğüne bağlı, görece “gevşek” bir egemenlikti. Nüfusun çoğunluğu ile varolan din birliği bu egemenlik ilişkisini gevşeten önemli bir etkendi. Avrupa Emperyalizminin egemenliği ise bu toplumların sınıfsal yapılarına, üretim ilişkilerine ve kültürlerine köklü bir müdahaleyi içeriyordu.
Emperyal Strateji Farkları şu şekilde dönemselleştirilebilir:
1. Klasik Emperyalizm: Başından itibaren Rusya, 19.yy. sonları ile birlikte de Almanya ve İtalya sürece dahil olsalar da bölgedeki etkinlik mücadelesi asıl olarak Britanya ve Fransa arasında yaşanmıştır. Savaşlarla yorulmuş ve ekonomisi yıpranmış olan Fransa’nın 19 yy. ortalarını takip eden yıllarda, bu mücadelede geriye düştüğü ve emperyal liderliğin bölgenin büyük bölümünde Britanya tarafından yürütüldüğü söylenebilir.
2. Liberal Emperyalizm: I. Dünya Savaşı’nın ardından, özellikle petrol şirketleri aracılığıyla öncelikle Arap Yarımadası’nda etkimliğini arttıran ABD, aşama aşama klasik emperyal güçlerin bölge hakimiyetini zayıflatmış; yerine Wilson’un “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” prensibine dayanan dolaylı bir bağımlılık modelinin yerleşmesini sağlamıştır. Bu yeni bağımlılık modelinin şekilleniş sürecinde, SSCB’nin bölgede etki sahaları oluşturmaya dönük politikalarının payı da tartışılmaya çalışılacak, bu dönem seminerin V. ve VI. bölümlerinde ele alınacaktır. İlk bölümde yeni emperyal paradigmanın oluşmaya başlamasından ve ABD’li petrol şirketlerinin bölge aktivitelerinden kısaca söz edeceğiz.
2. Tema: Yerel Tepkiler-Gelişmeler
Geleneksel yapıların çözülüşü ve yerlerine kurulan yeni yapılar arası bölgesel farklar ana hatları ile ele alınacak. Ortadoğu halklarının trajik öykülerine ve etkileri Ortadoğu sınırlarını aşan antiemperyalist direniş hareketlerine değineceğiz (Örn: Mısır’da Nasır’ın Arap Milliyetçiliği, Cezayir Ulusal Kurtuluş Hareketi)
Yerel gelişmeleri, hepsini tartışamayacak da olsak, karakteristik farklar barındıran 4 ayrı bölgeye ayırıyoruz:
1.      Türkiye ve İran: Bu ülkeler kendi ulus inşa süreçlerini yaşarken bölgeyle bağları zayıflamıştır.
2.      Kuzey Afrika Kıyıları: Emperyal işgale erken maruz kalan bu bölgede, bağımsızlıkçı, antiemperyalist çizgi belirleyici olmuştur.
3.      Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal: Geleneksel yapıların en geç ve emperyal müdahale ile içiçe çözüldüğü bölge burasıdır. İktidar yapılarında “uzlaşmacı” karakter egemendir.
4.      Ermeniler ve Kürtler: Emperyal girişimler ve bunların öne çıkardığı yeni iktidar yapıları arasında sıkışıp kalan iki halk. Aralarındaki ortaklığa karşın, Ermeni ve Kürtlerin kaderi farklı biçimlenmiştir. Ermenilerin devlet kurma hakları erken dönemlerden itibaren uluslararası güçler tarafından tanınmış ve devlet kurabilmişlerdir. Kürtlerin devlet kurma hakları ise hiçbir zaman tanınmamıştır.
Daha sonraki yıllarda Ortadoğu ve Arap dünyasında yaşanacak sorunların hemen hepsinin tohumları bu dönemde toprağa serpilmiştir. Günümüzde de egemenliğini sürdüren bu sorunları şu şekilde sıralayabiliriz: sömürgecilik, milliyetçi-ulusalcı akımlar, İslami fundamentalizm, Siyonizm ve Filistin sorunu, ve bütün bu gelişmelerin belki de hepsini birden bağlayan, emperyal politikaların asli kilit noktası, petrol.
I. 1800-1900:  AVRUPA EMPERYALİZMİNİN  BÖLGEYE GİRİŞİ
I.1.  Emperyalizm Bölge’ye Neden ve Nasıl Girdi?
1800’lerin başında Ortadoğu’nun önemi Hindistan geçiş yolu üzerindeki irtibat noktalarını barındırmasıydı. Bu arada Ortadoğu’da devam eden Osmanlı egemenliği de çözülme evresine giriyordu. Çözülme sürecinde ganimetin nasıl paylaşılacağı sorusu emperyal ilginin ana kaynağını oluşturuyordu.
Bu dönemdeki İngiliz stratejisi Osmanlı’yı ayakta tutup, Rusya’ya karşı tampon işlevi görmesini sağlamak ve Osmanlı topraklarındaki egemenliğini ticari süreçlerle kurmaktı şeklinde özetlenebilir. Ama daha 1815 Viyana Kongresi ile “şark” meselesi tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmada ana tema Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağıdır. Rusya’nın “sıcak sular” metaforuyla anılan güneye inme çabası İngiliz ve Fransızları bölge topraklarını ele geçirmeye itmiştir. Süreç Osmanlı egemenliğinin erken dönemde zayıfladığı bölgelerde başlamıştır. Emperyal ilgi Mısır-Cezayir gibi kuzey Afrika ülkelerine dönüktür.
Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal ise jeopolitik açıdan önemli görülmemekte, 16. yy’da oluşan statüko devam etmektedir. Kıyılarda Osmanlı egemenliği, güneyde Osmanlı–Avrupa rekabeti yaşanmaktadır. İç bölgeler ise çöl ve denetlenemez göçebe aşiretleri ile başa bela olarak değerlendirilmektedir.
Öncelikle bu süreçte yaşanan ve simgesel önemi olan 4 gelişmeye değinelim ve ardından dönemin ana aksiyonunu örneklendirmesi açısından Mısır’ın sömürgeleştirilme sürecini kısaca inceleyelim:
1798-1801’de Fransa’nın Mısır’ı işgal bölgenin sömürgeleştirilmesi yönünde atılan ilk adımdır. Fransa’nın Mısır’ı işgal girişimi Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına yönelik ilk ciddi sömürgeci girişim olarak değerlendirilir. Aynı zamanda bölge üzerinde İngiliz ve Fransız çekişmesinin de başlangıcını simgelemektedir.
1830’da Fransa Cezayir’i işgal etmiştir. 16 yy. dan beri Cezayir ile ticari ilişkilerini geliştiren Fransa, 1830 yazında başkent Cezayir’i işgal etti. İşgal bir yandan bölgede Fransız Emperyalizminin üstünlüğünü simgeler. Diğer yandan ise Ortadoğu Halklarının hafızalarında uzun süre yer edecek boyutta büyük bir direniş sürecini başlatır. İşgalci Fransızları bile şaşırtan Şeyh Abdülkadir Direnişi, liderin 1847’de yakalanmasına karşın, yer altı devleti benzeri güçlü bir örgütlenişle tam 40 yıl boyunca Fransız Ordusunu uğraştıracaktır.
1869’da Süveyş Kanalı açılmıştır. Bölgenin önemi ve dolayısıyla emperyal çekişme artmıştır. Kanalın açılması güçler dengesinde ibrenin Fransa’dan Britanya’ya dönüşünü simgeler.
1882’de Britanya Mısır’ı işgal eder.
Mısır’ın mali ve iktisadi denetiminin baş döndürücü hızı Klasik Emperyalizm teorisine örnek teşkil edecek bir sömürgeleştirme hikayesidir. 19. yy. başlarında (1798-1801) kısa süreli Fransız işgalini takip eden 4 kaotik yılın ardından Mehmet Ali Paşa Mısır Valisi oldu. Mehmet Ali Paşa ile başlayan reform, yeniden yapılanma ve imar süreçlerinde Mısır – hep biraz daha fazla vergi karşılığı- Osmanlı’dan uzaklaşırken, önce Avrupa’ya bağımlılık (Fransa-Britanya) kavramı ile tanıştı, ardından aşama aşama bu bağımlılığın kurumsallaşmasına sahne oldu.
Özellikle Mehmet Ali Paşa’nın ölümünü (1848) takip eden yıllarda Batı ile kurulan ticari ilişkiler gelişti, yüksek gelir elde edilen devlet tekellerinden vazgeçilerek ticaret “liberalize” edildi. Yabancıların ekonomik etkinliklerinin hızla artması ile başa baş gelişen borçlanma süreci, “modernleşme” yatırımları ile hız kazandı.
1863-1879, “Mısır artık Afrika değildir, Avrupa’nın bir parçasıdır” diyen İsmail Paşa (M. Ali Paşa’nın yeğeni) dönemidir [2] . Emperyalizmin etkinliğinin iyice artar, dış borç yükü kaldırılamaz bir hal alır. (Dönemin başında 367 milyon frank olan dış borç, 17 yılda 2,5 milyar frank/100 milyon sterline çıkmıştır) [3] . Bu durum geniş kitlelerin yoksullaşması, Mısır maliyesinin iflası (1875) ve Mısır yönetiminin Emperyalizme teslimi anlamına gelmektedir. (1876 Düyunu Umumiye Sandığı kurulur. Maliye yönetimi İngiliz ve Fransızlara geçer. Tüm gelirlerin yarısı dış borçlara, diğer yarısı devlet harcamalarına ayrılmaya başlanır.)
Bu şekilde başlayan fiili manda sistemi 19. yy’ın son 20 yılında iyice biçimlenmiş, Mısır 20. yy’a hukuken Osmanlı’ya, fiili olarak Britanya’ya bağlı bir ülke olarak girmiştir. [4] 1878’de 1. Mısır Meşruti Hükümeti kurulduğunda, Maliye Bakanı bir İngiliz, Bayındırlık Bakanı bir Fransızdır. 1882’de İngiltere Mısır’ı işgal etmiş ve “manda” sistemi tam olarak kurumsallaşmıştır. Mısır artık Britanya Genel Valisi tarafından yönetilmektedir. [5]
I.2. Yerel Tepkiler ve Gelişmeler
1. Uç Bölgeler ve Merkez Bölgelerin Emperyalist Güçlerle İlişkilerindeki Farklar
Coğrafi ve kültürel olarak diğer bölgelere göre merkezden daha uzak olan Kuzey Afrika Kıyı Ülkeleri  (uç bölgeler olarak anılacak) Osmanlı egemenliğinin daha erken ve hızlı çözüldüğü, dolayısıyla Avrupa Emperyalizminin işgalleriyle ilk tanışan bölgeler olmuştur. Bu erken ve sert müdahaleler, toplumların tarihsel kültür birikimini horlayan ırkçı bir tutumla birleşti ve şiddetli yerel tepkilere yol açmıştır. Bağımsızlık arayışları ile şekillenen bu antiemperyalist direniş hareketleri, bölgedeki toplumsal muhalefetin ana karakterini oluşturur. Bölgede milliyetçi akımların muhalif itkilerle ve aşağıdan yukarıya geliştiği söylenebilir.
“Merkez Bölge” terimi ile tarif edilen Arap Yarımadasının kuzeyi ve Bereketli Hilal ise, neredeyse I. Dünya Savaşı arifesine dek Osmanlı egemenliğinin hüküm sürdüğü, ciddi toplumsal değişikliklerin-çalkantıların yaşanmadığı bir bölge olmuştur. Buralarda Osmanlı’nın çöküşü ve yeni siyasi yapı arayışları ile içiçe gelişen emperyal etkinlik, tayin ettiği yerel yöneticiler eliyle “modern” ulus kimlikler / milliyetçilikler tesis etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla bölgede milliyetçi akımların devlet eliyle yukardan aşağıya kurulmaya çalışıldığı söylenebilir.
2. Osmanlı Karşıtlığı Açısından Merkez Bölgenin Tek İstisnası Olan Vehhabi Hareketinin Kökeni
Vehhabi hareketinin kökeni 18. yy. ortalarına dek uzanır (1745- Abdülvehhab bin Muhammed). Sünnilikten katı ibadet biçimleri ve kendilerinden olmayan Müslümanlara dönük aşırı şiddeti meşru kabul eden –ve uygulayan- bir anlayışla ayrılan, aykırı bir mezheptir. [6] Bu aykırılık ve Osmanlı’ya bağlı yerel güçlerle çatışma geleneği, kısmen de olsa Avrupa Emperyalizminin bölgeyi işgal sürecinde de sürdürülmüş, emperyal projelere zaman zaman zorluk çıkaran yarı bağımsız karakteriyle “kendine has” gelişim çizgisi Suudi Arabistan’ın şekillenişinde önemli roller oynamıştır. 
II. 1900-1914: EMPERYALİST PAYLAŞIM MÜCADELESİ BAŞLIYOR
Bu dönemde Mısır ve Cezayir sömürgeleşmiş durumda.  Emperyal ilgi geri kalan Osmanlı topraklarında yoğunlaşır. Özellikle Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal üzerinde. Bunun iki ana sebebi vardır:
Stratejik neden. İngiltere Osmanlı İmparatorluğunun dolayımıyla bölgede egemenlik kurma fikrinden vazgeçer. Osmanlı dağılmak üzeredir. Artık “kim nereyi nasıl alacak?” sorusu sorulmaktadır. Bölge birçok Avrupalı devletin, öncelikle Britanya, Fransa ve Rusya’nın ve bu paylaşım sürecine dahil olan “taze güçler”in, Almanya ve İtalya’nın hedefi haline gelmektedir.
Petrol kokusu. Petrole ilgi eskidir, fakat petrolün stratejik önemi sıvı yakıt ile çalışan motorların icadı ve İngiliz donanmasının bu yakıtları kullanan araçlarla modernleştirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır (1911). [7]
II.1. İngiliz Stratejisi
Emperyal liderliğini pekiştirmeye çalışan Britanya, Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal’i  ele geçirmenin yolunu, bölgenin hemen hemen tamamına yayılan bir “Büyük Arap Krallığının” tesisinde görüyordu. Bilinen petrol rezervlerini kapsayacak bu krallık ile Osmanlı toprakları arasıda tampon işlevi görecek küçük bir Kürt Devleti ve kuzeyde Ermeni Krallığı oluşturulması planlanmıştı.
Britanya bu  plan doğrultusunda Arap Yarımadası’nda yerel ve geleneksel liderlerle ilişkiye geçmeye başladığında ortalık da karışmaya başladı. Sahneye Mekke Şerifi Hüseyin ve İbn Suud çıktılar.
Aslında bu dönemde ortaya çıkan güç odakları ve aralarındaki çatışma yeni değildi. Merkezi Sünni İktidarın (Osmanlı’nın) Kutsal Şehirlerdeki çıkar ve denetimini temsil eden Mekke Şerifliği ile, gücünü Vehhabi mezhebinin aykırılığından alan Suud Sülalesi (Necd Emirliği) yüzyıllardır aralıklarla bölgede egemenlik mücadelesi veriyorlardı.
1900’lerin başında Mekke Şerifi Hüseyin, Osmanlı ve Britanya arasında gidip geliyordu. Osmanlı’nın yaklaşan savaştan Almanya ile birlikte galip çıkma olasılığı ve Sünnilik, Halifeye karşı savaş kararını zorlaştırıyordu. Ancak dönemin sonuna doğru İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarının merkezi ve Türkçü politikaları Hüseyin’i Osmanlı’dan uzaklaştırdı. Arabistan’ı birleştirmeyi hedefleyen “Büyük Arabistan” isyanı hazırlıklarına, meşhur Lawrence’ın de çabalarıyla İngiltere ile bir arada girişen Hüseyin, bölgenin geleceğini şekillendiren önemli aktörlerden biri oldu.
Bu yıllarda Vehhabilik Mezhebi, Abdülaziz Ben Abdurrahman El-Suud tarafından kısmen anti-sömürgeci bir Arap-Bedevi dirilişinin ideolojisi olarak siyasallaştırıldı ve Suud yeni bir güç olarak doğdu. İhvanlar ile birlikte çevresine saldırmaya ve askeri başarılar kazanmaya başladı. İngilizlerden beklediği desteği bulamasa da, bölgenin her zaman dikkate alınmak zorunda olunan ikinci gücü haline geldi.
II.2. Yerel Tepkiler ve Gelişmeler
Türk, Fars, Ermeni, Kürt ve Arap Milliyetçilikleri bu dönemde şekillenmeye başlamıştır. I. Dünya Savaşından önceki on yıl boyunca etnik farklılıklar Osmanlı İmparatorluğu’nun politik yaşamında önemli bir etmen haline gelmiş, Türk, Fars, Ermeni, Kürt ve Arap milliyetçilikleri sahneye çıkmıştır.
Fars milliyetçiliğinin kendine has bir “modernleşme” projesi etrafında harekete geçtiği, Türk milliyetçiliğinin ise –henüz İmparatorluğun dağılmamış olması nedeniyle- Osmanlıcılık altında saklandığını söyleyebiliriz.
Ermeni milliyetçiliği diğerlerinden daha erken sahne almış, Osmanlı-Rus savaşı (1877-1878) ardından “devlet kurma” fikri ile siyasi bir hedefe sahip olmuştur.
Kaynayan kazanın merkezinde bulunan Kürtler, etraflarındaki yoğun emperyal etkinliğin arasında sıkışıp kalmış ve bölünmüşlerdir. Kürt hareketi dağınık ve etkisizdir.
Arap milliyetçiliğine ise –daha önce de bahsi geçen- iki ayrı eksende değinmek gerekiyor. Merkeze yakın Arap bölgelerinde (Bereketli Hilal, Arap Yarımadası) gelişen Arap milliyetçiliği, çokuluslu İmparatorluk içinde Arap ırkının durumunun iyileştirilmesinden ötesini nadiren hedeflemiştir. Güçlü taban hareketine yaslanmayan bir Kültürel Milliyetçilikten söz edilebilir. Kuzey Afrika Kıyılarında ise kendi Avrupalı hakiminin tecavüzlerine karşı direniş motifiyle şekillenen, farklı farklı Mısır-Cezayir-Tunus milliyetçilikleri oluşmuştur. Özellikle (Mehmet Ali zamanından beri kendi siyasal kaderini yaşayan) Mısır milliyetçiliği bu yıllarda, Arap-Müslüman-Osmanlı içeriğinden çok, özgül bir “Mısırlı” içeriğine sahiptir.
III. 1914-1930: YENİ ORTADOĞU’NUN İNŞASI VE MANDA REJİMLERİNİN TESİS EDİLMESİ
Britanya-Fransa’nın Ortadoğu üzerindeki hakimiyetleri bu dönemde doğal sınırlarına ulaşacak kadar genişlemiştir. Fakat bu eski tarz emperyal kuşatmanın yükü, yıpranmış güçlerin kaldıramayacağı ölçüde büyüktür. (Savaş sonrası İngilizlerin en fazla tartıştığı şey Ortadoğu hakimiyetinin finansman yükünün kısılmasıdır. Bu finansman gerçekten de kısılmıştır.) Bu dönemde Wilson ABD’si ve Bolşeviklerin girişimleriyle Klasik Emperyalist paradigmanın yıpranışına, halklara “özgürlük” temasının bölgeye de sızmasına izin vermiştir. Fakat bu gelişmelerin fiili etkileri aslen daha sonraki dönemlerde gündeme gelecektir.
1914-1930 dönemine aslen petrol imtiyaz kavgaları, bununla ilgili olarak “rastgele” çizilen sınırlar ve manda rejimleri damgasını vurmuştur. Bu noktada, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasında çok önemli rol oynayan üç metine değinelim.
1. Skyes-Picot Anlaşması (1916): SSCB’nin kuruluşu ile deşifre olan gizli bir anlaşmadır. Ortadoğu paylaşılır. Ruslara Karadeniz kıyıları, Boğazlar ve İstanbul garanti ediliyor. Bunun karşılığında Ortadoğu Britanya ve Fransa’ya kalır. Fransa Suriye ve Lübnan’ı; Britanya Irak, Mavera-i Ürdün ve Filistin’i işgal eder.
2. Versailles Antlaşması (1919): Manda rejimleri tanınır. Paylaşım resmileşir.
3. Balfour Bildirgesi (2 Kasım 1917): Filistin’de kurulacak bir Yahudi Devletinin temeli atılır. Devlet fikri ilk kez uluslararası güçler (Britanya-Fransa) tarafından tanınmış olur. Fakat İngilizlerin Araplara yatırım yaptığı bir dönem olduğu için, bildiride ‘ülkedeki öteki sakinlerin medeni ve dinsel haklarının ihlal edilmemesi’ şart koşulmuştur. 
III.1. İngiliz Stratejisinde Zorunlu Değişiklik
Britanya’nın stratejisi Büyük Arap Krallığı’ndan vazgeçip, küçük bağımlı manda rejimleri aracılığıyla bölge egemenliğini tesis etmek biçiminde değişmek zorunda kalmıştır.
Bunu doğuran iki gelişmeden birincisi, 1916’da Arapları birleştirme ve Büyük Arap Krallığının temellerini atma iddiasındaki Hüseyin isyanının fiyasko ile sonuçlanmasıdır. İkinci gelişme ise Kuzey Kürdistan Kürtlerinin Türkiye ile birlikte savaşa katılmış olmasıdır.
Hüseyin’in Britanya ve Fransa güçleri ile birlikte Osmanlı’ya karşı giriştiği isyan ve akabinde Suud ile yaşanan çatışmalar, bölgedeki manda rejimlerinin şekillenişini ve Suudi Arabistan’ın ayrıksı öyküsünü anlamak açısından oldukça önemli ipuçları sunar.
Britanya “Büyük Arap Krallığı” kurmayı ve bu yapı ile bölge egemenliğini tesis etmeyi düşündüğünde, önünde seçebileceği iki güç odağı vardı: daha önce tanıttığımız Mekke Şerifi Hüseyin ve Suud. İngiltere’nin tercihi aykırı Vehabbi Hareketi yerine, merkezi Sünni iktidarı temsil ettiği düşünülen Hüseyin’dir (Lawrence etkisi). Halifelik vaadinin de heyecanı ile Osmanlı’ya isyan eden Hüseyin, derme çatma denebilecek askeri gücü ile (Arabistan’dan az sayıda Bedevi, mahkumlar, Osmanlı ordusundan kaçan askerler) Müttefik güçlerin yanında Filistin ve Suriye’nin işgaline katılmıştır. Fakat kurgu gerçekleşmemiş, Arap halkları Hüseyin’i izlememiştir. Hüseyin, bizzat etkin olduğu Medine’den bile asker devşirmekte zorlanmıştır. Bunun iki güçlü sebebinden söz edilebilir:
Birincisi, bölgenin etnik-dini parçalı karmaşık nüfus yapısı bir araya gelmeye, ortak hedefler doğrultusunda mücadele etmeye yatkın değildir. İkincisi, Arapların dört yüz yıldır egemenliği altında yaşadıkları Osmanlı henüz hayattadır. Bölge halkı (özellikle Sünni nüfus) Halife askerlerine karşı savaşma fikrine hiç yatkın değildir. Bu durum Türkiye’de yaygın olan ‘Araplar bizi sattı, arkamızdan vurdu’ görüşünün ne kadar yanlış olduğunun da kanıtıdır. Aslında Osmanlı’yı Hüseyin satmıştır. Arap halkı ise Hüseyin’in krallık-halifelik düşlerini satmıştır.
Britanya’nın Hüseyin’i tercih etmesi, Suud’un İngilizlerden uzaklaşmasına, Britanya-Hüseyin-Suud arasında gerilimli bir ilişkinin gelişmesine neden olmuştur. 1918’den itibaren Hüseyin’in birliklerine (ve bölgedeki diğer güç İbn Raşid’e) saldırmaya başlayan İbn Suud’un başarıları İngilizlerin yanlış ata oynadıklarını fark etmelerini sağlasa da, artık iş işten geçmişti. İngilizler merkeze Sünni Müslümanlığı yerleştirmiş, Hüseyin’in iki oğlunu (Faysal ve Abdullah) Irak ve Ürdün’ün başına geçirmişlerdi. Fakat Hicaz’da kurdukları Hüseyin iktidarının devam etmeyeceğini gördüler ve Suud’u “serbest” bıraktılar.
Suud 1924’te, daha birkaç ay önce kendisini halife ilan etmiş olan Hüseyin’in birliklerine saldırdığında İngilizler yardım etmediler, oğullarının babalarının yardımına koşmalarına da izin vermediler. Hüseyin yenildi ve tasfiye oldu. Irak-Hicaz sınırı netleşti. İki yıl sonra da daha sonra Suudi Arabistan’a dönüşecek olan Hicaz Krallığı-Necd Sultanlığı ilan edildi. (Ülkeyi tanıyan ilk devlet SSCB oldu. Fransa ve İngiltere onu takip etti.)
III.2. Wilson İlkeleri ve SSCB’nin Kuruluşu
Nisan 1917’de Woodrow Wilson meşhur ilkelerini ilan etti. Aynı yılın Ekim ayında Bolşevik Devrimi gerçekleşti. Her ikisi de “sömürgelerin tasfiyesini” savunuyordu. Birisi anayasal yolu (müzakereler), diğeri ayaklanmayı önerse de ilke ortaktı: “Her ulusa kendi kaderini tayin hakkı”.  Ne var ki kimlerin ulus olduğuna ve dolayısı ile kimlerin kendi kaderini belirleme hakkına sahip olacağına yine bu yeni güçler karar vereceklerdi. Bu noktada da yine bir ortaklık söz konusuydu. Her iki doktrinin listeleri de hemen hemen ortaktı. İkisinin listesinde de İsrail mevcutken, ikisinin listesinde de Kürdistan yoktu. İlk bakışta zıt gözüken bu doktrinler, aslında zıt değil, çevre bölgelerin bağlılığını sağlama konusunda rakip doktrinlerdir. [8]
Wilson ilkeleri  ve Bolşevik Devriminin yarattığı yeni iklim, yeni bir paradigmanın aşama aşama kurulmasını simgeliyor, Milletler Cemiyeti gibi kurumlar ve manda sistemi gibi uluslar arası meşrutiyete dayanan egemenlik biçimleri bu yeni paradigmanın önemli bileşenleri olarak şekilleniyordu. Savaşın sonundan itibaren ekonomik ve siyasal olarak yıpranmış eski emperyal güçler, bu yeni paradigmayı göz ardı edemediler. Dünyada artık kimse emperyal işgal ve yönetim biçiminin “kendi başına gelişmesi mümkün olmayan halkların tek şansı” olduğunu alenen savunamıyordu. Yeni güçlerin devreye girmesiyle yeni emperyal paradigma “liberal emperyalizm” yavaş yavaş sömürgeciliğin tasfiyesini dayattı.  Fakat bu durum eski güçlerin aniden paradigmalarını, stratejilerini ve emperyal çıkarlarını terk ettikleri anlamına gelmemektedir. Ortadoğu’da geleceğin politikalarını biçimlendiren, önce Wilson Amerikası ile İngiliz-Fransız hedefleri arasındaki çatışma, ardından soğuk savaş ile birlikte ABD-SSCB rekabeti olacaktır. Halklara özgürlük talep eden Amerika’nın kastettiği özgürleşmenin, daha çok bölgede faaliyet gösterecek petrol şirketlerinin dilediği gibi iş yapma özgürlüğü olduğu bir müddet sonra ortaya çıkacaktır.
Bu dönemin temel sorunsalları petrol imtiyazları ve petrol sahalarının denetimini sağlayacak sınırlar, bağımlı-bekçi yönetimlerin tesis edilmesiydi. Britanya’nın petrol arama iznini sadece İngiliz vatandaşlarına tanıyan ‘yurttaşlık yasası’ aracılığıyla petrol sahaları üstünde tekel kurma girişimleri, önce truva atları ile delindi. (ABD şirketleri ile bağlantılı İngiliz vatandaşı Holmes bölgeden Britanya ile rekabet halinde imtiyaz toplar. Gittiği ilk adres Britanya ile gerilimli olan ve ABD şirketlerine göz kırpan Suud olmuştur.) Ardından, dönemin sonunda (1930), ABD’nin baskılarıyla yasa iptal edildi ve petrol meselesi tamamen “özgürleşti”.
Bu süreç klasik emperyalizmin ekonomik olarak güçsüz düştüğünün (1929 ekonomik buhranı), zayıflamaya başladığının, dolayısıyla tasfiyesinin yaklaştığının işaretlerini içinde taşır.
Önce İngiliz vatandaşları aracılığıyla (Holmes) fiyat yükselterek imtiyaz toplayan ABD petrol şirketleri, 1927’den itibaren bizzat bölgeye girer. Daha sonra ARAMCO (Arabian American Oil Company) adını alacak ve bölgedeki yeni emperyal vizyonun simgesine –en önemli aygıtına- dönüşecek olan şirket, 1933’te Suudi Arabistan’ı üs olarak kullanarak bölgede petrol aramaya başlayacaktır. [9]
III.3. Yerel Tepkiler ve Gelişmeler: Ulus Devletlerin Temeli Atılır
Savaş sonrasında Osmanlı yıkıldı, Türkiye ve İran kendi ulus devletlerini kurma yoluna girdiler.
Hüseyin yenildi, fakat oğulları Sünni Arap Devleti idealini İngilizlerle işbirliği içinde sürdürdüler. Abdullah Ürdün Kralı olarak atandı. Asıl önemli gelişmelere liderlik yapan Faysal ise, 1916-1920 boşluğunda Suriye’de denediği İngiliz destekli 1.Arap Devleti girişimi Fransızlar tarafından engellenince, ikincisini denedi ve Irak Kralı olarak atandı. Önce Suriye’de, ardından Irak’ta Sünnilik ve Araplığı üst kimlik olarak merkeze koyan “Arap Milliyetçiliği”ni yukarıdan aşağıya yerleştirmeye çalıştı. 1940’lardan sonra bütün Arap Dünyasında yaygınlaşacak olan “Birleşik Arap Milleti-Arap Milliyetçiliği” fikirleri bu girişimlerden epey güç almıştır.
Fakat, bu milliyetçilik anlayışının  Irak topraklarında yaşayan tüm halklara dayatılması başarısızlıkla sonuçlandı. Irak’ta egemen Sünni nüfusa güvenmeyen Şiilere Arap Milliyetçiliği kültürünü benimsetmek çok zordu. Fakat, Kürtleri “Arap milleti” şemsiyesi altına sokmak imkansızdı. Kürtler Bağdat Hükümetine karşı periyodik isyanlar başlatarak, Irak’a dahil edilme fikrine sürekli direndiler. Kürtler açısından Türkiye ve İran’da da -dayatmanın şiddeti dışında- durum farklı değildir. Türkiye-İran-Irak “ulus” devletlerinin kıskacında sıkışan Kürtler, coğrafyalarında söz sahibi olmak bir yana sık sık Kürt olarak yaşama-yaşayamama ikilemi ile karşı karşıya kaldılar.
Mısır ise Arap Dünyasında Batı Avrupa ulus devlet örneğine en fazla yaklaşan ülke olmuştur. Mısır’da, “Mısırlı” kimliğine dayanan, bağımsızlık hedefli bir milliyetçilik İngiliz işgalinin (1882) yerleşmesiyle fikir hareketi olmaktan çıkıp, toplumsal tabanda yayılmaya başlamıştı. I. Dünya Savaşı sonrası gelişen Vafd Hareketi-Partisi örneğine, Ortadoğu’da ilk bağımsızlıkçı, örgütlü ve iktidar hedefi taşıyan siyasi hareket olması bağlamında kısaca değineceğiz:
1919’de Versailles kongresinde Mısır’ın bağımsızlığını savunacak bir heyet oluşturmuştu. El Vafd el Mısri: Mısır Heyeti. İngilizlerin bu girişime tahammülleri oldukça kısa sürdü ve Mart 1919’da Heyet dağıtıldı. Fakat geniş halk kitleleri tepki ile sokaklara döküldü, gösteriler ve grevler İngilizleri zorladı. Aralıklarla devam eden gösteriler sonucu 1923’te İngilizler –denetimlerinin sürmesi kaydıyla- Mısır’ın bağımsızlığını ilan ettiler. Bu gelişme harekete ivme kazandırdı, Vafd Partisi kuruldu ve ilk seçimlerde (1924) iktidara geldi. (Fakat iktidara gelir gelmez de basına sansür uyguladı, radikalleşme potansiyeli taşıyan muhalif hareketleri baskı altına aldı.) Birkaç yıl aralıklarla kurulan Vafd Hükümetleri, İngilizlerle ters düşdükleri her aşamada İngiltere tarafından düşürüldüler (4.Vafd Hükümeti 1936’da düşürüldü). Her düşürme ve İngiliz müdahalesi toplumsal çalkantılara, grevlere, çatışmalara yol açtı. 1936’da tam bağımsızlık tanındı ve Mısır Milletler Meclisine üye oldu. İngiliz askerleri (Süveyş bölgesi dışındakiler) ülkeyi terk ettiler.
IV. 1930-1939: İNGİLİZ HEGEMONYASININ ZAYIFLAMASI, ABD’NİN BÖLGEYE YERLEŞMESİ
Bu dönem, klasik İngiliz-Fransız emperyal egemenlik ilişkilerinin görece zayıflamasına ve  yerine ABD “liberal” emperyalizminin ağırlık kazanmasına sahne olmuştur. Manda rejimleri aşama aşama tasfiye edilmiş ve bağımsız ulus devletler kurulmuştur.
1930’da Irak dış siyasetini Britanya ile eşgüdümlü hale getirmesi, iki hava üssü ve gerektiğinde haberleşme şebekesini kullandırma karşılığında resmi bağımsızlık kazandı. Milletler Cemiyeti üyeliğine kabul edildi. Bu süreçte –önceden verilen vaatlere rağmen- Kürtlerin adı geçmemiştir.
1932’de Suud, şeriata dayalı Suudi Arabistan Krallığını ilan etti. Bu gelişme, Arap dünyasında İslam’ın siyasi bir yapıya temel oluşturabileceğine dönük bir inancın güçlenmesine vesile oldu.
1936’da Mısır, Milletler Cemiyetine kabul edildi. Britanya Mısır’ın askeri işgaline son verdiğini ilan etti. Yine de Süveyş Kanalı çevresindeki askerlerini geri çekmedi.
1936’ Suriye bağımsız bir devlet haline geldi.
A.B.D, Suudi Arabistan üzerinden ve ARAMCO aracılığıyla bölgeye yerleşmeye başladı. II. Dünya Savaşında ülkesine ABD üssü kurulan Suudi rejimi, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren, Nasır’ın anti-emperyalist Arap enternasyonalizmine karşı, Arap dünyasında emperyalizme bağımlı rejimlerin yeniden üretilmesinin maddi-manevi önderi oldu. Komünizme ve seküler milliyetçiliğe karşı önemli bir kale işlevi gördü.
Bu aşamada, ABD’nin bölgeye Suudi Arabistan üzerinden yerleşmesi ile, bölgede egemenliğinin pekişmesi arasında bir ara boşluk dönemi yaşandığını belirtmek gerekir. Bu görece rahat dönemde, bölge uluslararası jeopolitiği zorlayan gelişmelere sahne olmuştur. Seminerin daha sonraki bölümlerinde bu gelişmelere ve soğuk savaş döneminde ABD-SSCB’nin bağımlı rejimler oluşturma çabalarına değinilecektir.
Bu bölümü kapatmadan önce, seminerin akışı içinde fazla değinemediğimiz; ama bölgenin şekilleniş sürecinde ve II. Dünya Savaşı sonrası bölgedeki bütün gelişmelerde belirleyici önemi tartışılmaz bir konuya kısaca değinmek istiyoruz:
IV.1. Siyonist Hareket ve Filistin Sorunu
II. yy’da Romalılar tarafından sürgün edilen Yahudiler, yaşadıkları bölgelerin çoğunda, “yerel” halk ile kaynaşamamış, genellikle ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşlerdir (özellikle Rusya ve Polonya’da). Siyonizm bireysel asimilasyonun imkansız olduğunu hisseden Yahudilerin yarattığı bir fikirdir: “Yahudiler ancak örgütlü bir grup olarak (ulus devlet) dünya sistemine asimile olabilirlerdi.” [10]
İlk Siyonist örgütlenme seküler bir çerçeve içindedir ve öğretinin babası Theodor Herzl anti-semitizme karşı Yahudi cemaatini korumakla ilgilidir. Dini-ırksal bir kimliğin yüceltilmesinden çok, rasyonel bir harekettir ve amacı Yahudilere bir yurt sağlamaktır. Herlz’e göre yeni devlet her yerde kurulabilirdi (örneğin, Arjantin bir dönem en ciddi olasılık olarak tartışılmıştır). [11] Ama, radikal yandaşları, Yahudi Devleti’nin ancak Tevrat’taki Zion’da kurulabileceğini savunuyorlardı. Kutsal kitabın bu yorumuna göre Zion, Filistin olarak bilinen ve yaklaşık bin yıldan beri Arapların yaşadığı toprak parçasıydı. [12]
1897’de Siyonist örgüt kuruldu. Avrupa Yahudi topluluğu içinde küçük bir azınlık olan Siyonistler, Yahudileri Filistin’e yerleştirmek için para toplamaya başladılar. Siyonistlerin anlatısında gidilecek topraklar sahipsiz ve boştu: “Yurdu olmayan halk olan Yahudiler için yaratılmış halkı olmayan yurt: Filistin”.
I. Dünya Savaşı öncesinde Siyonizm için ilk önemli hedef Filistin’e Yahudi göçünün sağlanabilmesi için uluslararası bir meşruiyet kazanılmasıydı.
Osmanlı İmparatorluğu Filistin’e toplu bir Yahudi göçüne izin vermedi. Almanlar zaten Osmanlılarla ittifak halindeydi. Bunun üzerine, bir büyük gücü arkasına alma hedefi çerçevesinde Siyonist faaliyet İngiltere üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Diğer yandan, 1914’e gelindiğinde Filistin’de 12.000 nüfuslu Yahudi kolonileri kurulmuştu bile. [13]
Siyonistlerin İngiliz yetkililerine sundukları savaş-sonrası senaryo şöyleydi: Filistin İngiliz mandası haline gelecek; İngiltere 20-30 yıllık bir süreçte Filistin’e 1 milyon Yahudi’nin göç etmesini kolaylaştıracaktı. Ayrıca, Manda’nın sona ermesi ve yeni Yahudi devletinin İngiltere adına Süveyş Kanalı’nı koruyacak bir güç olarak Doğu Akdeniz’de kurulması öngörülüyordu. [14]
Buna karşın, İngilizlerin Filistin’de çoğunluk olan Araplara verdiği sözler ve İngiltere’de Siyonist-olmayan (asimilasyoncu) Yahudi örgütlerinin baskısı sonucu Balfour deklarasyonu (dönemin Britanya Dışişleri Bakanı’nın adıyla anılır) şöyle şekillendi: İngiliz hükümeti Yahudiler için Filistin’de bir ulusal vatanın temin edilmesini destekleyecek; fakat, Filistin’de Yahudi olmayan toplulukların haklarına saygı gösterilecek ve bu topluluklar aleyhine hiç bir şey yapılmayacaktı. [15]
Siyonist talepler ve Balfour deklarasyonu arasındaki fark açıktır. Bununla birlikte, Yahudilerin Filistin’de ulusal bir vatan kurma hakkının meşruluk kazanması, Siyonistler için ileri bir adımdı. Artık geriye, Filistin’e Yahudi göçünün arttırılması ve Filistin’in kolonizasyonu kalmıştır.
Siyonistler 1920’den itibaren Filistin’e göçleri yoğunlaştırınca Arap tepkisi gelişmeye başlar. 1920’de Kudüs’te bir Arap ayaklanması çıkar. 1921’de ayaklanma büyür ve Filistin Arap Kongresi, Balfour Deklarasyonunu protesto eder. İngiliz yetkililer mandanın, bütün Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı amaçlamadığını söyleseler de Araplar ikna olmazlar. [16]
30’lu yıllar boyunca artan Yahudi göçü ve Filistin’den toprak satın alımları Arap başkaldırılarını körükler. 1936’da bir genel grev ile başlayan ilk Filistin intifadası 1939’a kadar sürere ve Britanya askerleri ve Siyonist güçler tarafından zalimce bastırılır. [17]
1937 İntifada sırasında Winston Churchill’in yaşanan gelişmeleri sorgulayan Peel Araştırma Komisyonu’na ifade sömürgeci değerleri açığa vurması bakımından önem taşır: “Daha güçlü bir ırk, daha üstün bir ırk, dünyamıza daha layık bir ırk, diyelim geldi ve yerini aldı diye öteki insanlara karşı yanlış yapılmış olduğunu kabul etmem”. [18]
Fakat, II. Dünya Savaşının ufukta gözükmesi, İngiliz yönetimini Yahudi-Arap çatışmasına bir çözüm bulmaya yönlendirdi. İngilizler Filistinlileri sakinleştirmek için Yahudi göçünü sınırlandırma sözü verdiler. Mayıs 1939’da yayınlanan ünlü MacDonald Bildirisi bu sözün bir sonucudur. MacDonald Bildirisi Yahudi göçüne ciddi sınırlamalar getirmişti. Fakat Siyonist Kongre bu bildiriyi illegal ilan etmiştir.
Ardından sağ kanat Siyonist bir örgüt olan İrgun Britanya karşıtı terör kampanyası başlatmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise, Siyonist hareket Britanya’yı net bir şekilde karşısına almış ve destek arayışlarında dünyanın ve bölgenin yeni gücü  ABD’ye yönelmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
1. Ali, Tarık, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002
2. Davişa, Adid, Arap Milliyetçiliği – Zaferden Umutsuzluğa, Literatür:2004
3. Earle, Edward Mead, Bağdat Demir ve Petrol Yolu Savaşı (1903-1923), Örgün Yayınevi:2003
4. Esman, Milton – RABİNOVİCH, Itamar, Orta Doğu’da Etnisite, Çoğulculuk ve Devlet, Avesta:2004
5. Fromkin, David, Barışa Son Veren Barış – Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı?, Epsilon:2004
6. Güler, Zeynep, Süveyş’in Batısında Arap Milliyetçiliği – Mısır ve Nasırcılık, Yenihayat Kütüphanesi:2004
7. Hourani, Albert, Arap Halkları Tarihi, İletişim: 2003
8. Wallerstein, Immanuel, Liberalizmden Sonra, Metis:1998
9. Yerasimos, Stefanos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim:1994
10. Taylor, Alan, İsrail’in Doğuşu, Pınar Yayınları:2001
Notlar:
Bu seminer BGST Toplumsal Araştırmalar Birimi’nin kolektif çalışmasının bir ürünüdür. Seminerin I-IV. kısımları Taner Koçak, V-VI. kısımları Ender Abadoğlu, VII-VIII. kısımları Ali K. Saysel tarafından kaleme alınmıştır.
[1] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim İstanbul:1994, sf: 115-120
[2] Zeynep Güler, Süveyş’in Batısında Arap Milliyetçiliği – Mısır ve Nasırcılık, Yenihayat Kütüphanesi:2004, sf: 43
[3] Zeynep Güler, Süveyş’in Batısında Arap Milliyetçiliği – Mısır ve Nasırcılık, Yenihayat Kütüphanesi:2004, sf: 42
[4] 1878’de 1. Mısır Meşruti Hükümeti kurulduğunda, Maliye Bakanı bir İngiliz, Bayındırlık Bakanı bir Fransız idi.
[5] 1905’e gelindiğinde artık üst düzey memurların (’i Mısırlı, B’si İngiliz, 0’u Ermeni ve Suriyeli.
[6] Meydan Larousse, Meydan Yayınevi:1973, sf:554
[7] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim İstanbul:1994, sf: 123
[8] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Metis:1998, sf:109-112
[9] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim İstanbul:1994, sf: 228
[10] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:122
[11] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:15
[12] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:122
[13] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:20
[14] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:26
[15] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:36-37
[16] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:47
[17] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:124
[18] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:125


..
..