Tuğba Evrim Maden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tuğba Evrim Maden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Eylül 2016 Pazar

SAVAŞ.., BÖLÜM 2






SAVAŞ.., BÖLÜM 2


Bu İnanılmaz bir Akademik tartışma yarattı. Tartışmanın seyrini Özetliyorum: 

     1995-2005 arası new war tartışması oldu ve bu tartışmalar kavga dövüş benzeri oldu. Akademik olgunluk yoktu. Clausewitz’i savunan bir akademisyen bana Martin van Kleved’i anlatırken ahlaksız ve şeref yoksunu biri olduğundan bahsetti. Ben o an bu tartışmanın neredeyse Fenerbahçe – Galatasaray tartışması gibi bir şeklde büründüğünü anladım. Ben de şöyle düşündüm: Sir ünvanlı saygın bir profesör akademik tartışma yaşadığı bir başka akademisyeni bu şekilde anlatıyor ise ben de Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’ye söylediğim şeyler çokta haksız değil, çok yüzeysel değilmiş dedim. Bu tartışmada her şey mubahmış dedim. Gerçekten tartışma aynen bu şekilde oluyor. 

Sonra,  insurgency ve yeni savaşçılara karşı counterinsurgency’i savunanlar oldu. Bu tartışmada John Nagl bir cephede bulundu. Patreus’un sonradan da 
Amerikan kamuoyunda bir skandalı ortaya çıktı. Gazeteci bir kadınla yasak ilişkisi ortaya çıktı. Patreus, John Nagl ve ilişkisi olan kadın West Point Harp Okulunda Uluslararası İlişkiler bölümünden mezunlar. Patreus ilk Uluslararası İlişkiler Bölümü kurulduktan sonra 60’larda mezun oluyor. İlk dönem mezunlarının en başarılarından birisidir. Bu bölümün mezunları arasında bir network var. Bütün Uluslararası İlişkiler mezunları (West Point Harp Okulu) kendi aralarında birbirlerini tutuyorlar nesiller boyunca. John Nagl’ın elinden tutmasının nedeni bu. İlişkisinin ortaya çıkmasının nedeni de CIA başkanı olması. Her neyse, bizim konumuz şu, savaş tartışmalarının geldiği nokta. John Nagl’a karşı bir grup ortaya çıkıyor. Bu tartışmalarda yanlış yapıldığını söylüyor lar. ‘Counterinsurgency dediğiniz şeyle, siz yeni savaş diyenlerle birlikte yanlış yoldasınız’ diyorlar. Çünkü savaş dediğiniz şey maalesef Habil ve Kabil’den itibaren var. Binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca yaşandı. İlk defa görüyoruz 
dediğimiz şeyin tarihte çokça defa yaşandığını söylediler. Nagl’lara; “Savaş çalışmak lisans işi, counterinsurgency çalışmak doktora işidir diyerek bizi aşağılıyorsunuz ancak bu işin gerçeği öyle değil.” dediler. 

Gerçekten kuramsal açıdan counterinsurgency’nin popülerliği 20052010 arası dönemde çok kısa sürdü. 2012 itibariyle savaş kuramcıları arası tartışmalarda yine Clauzewitz ibresi yukarı doğru çıktı. Fleming, New or Old Wars adlı makalesinde bu derste anlatılan tartışmayı detaylı olarak veriyor. İleride çeşitli akademik çalışmalarınızda kullanmak isterseniz, üniversitenizin veri tabanları ndan bu çalışmaya ulaşabilirsiniz. 

Nagl’ı eleştiren Amerikalı bir akademisyen ile tanışmıştım ve kendisi de Nagl’a karşı ağır ithamlarda bulunuyordu. Orada bir kez daha fark ettim ki akademik bir araştırma yapıyorsanız bunu içselleştirmeniz gerekir! 

Yeni gelinen durum ise şöyle: çok uzun yıllar Clausewitz’in eseri okunurken sadece onun halk, hükümet, ordu üçlemesi üzerinde durulurdu. 

Üçlemenin yanında dikkatlerden kaçan bir nokta daha var. Clausewitz kitabında şöyle bir benzetme yapıyor, savaş bir bukalemun gibidir, savaşın, bukalemunda olduğu gibi, doğası değişmez fakat nitelikleri değişebilir. Maalesef savaşın doğası değişmiyor, savaşın doğasında kan var, düello var yani iki taraf var, şiddet var, olasılık hesapları var. Ancak savaşın niteliği değişir. Bu ise Nagl’cılar ya da new war’cılar tarafından savaşın ‘doğası değişti’ olarak ele alındı. Hayır değişen sadece karakteri, sadece niteliği dediler. 

Üçlemeyi tartışmaya geri dönelim. Hükümet diyorum ama bu hükümet sadece bizim anladığımız anlamda bir hükümet ile sınırlı değil. Hükümet olabilir, Ayetullah olabilir, kral olabilir vesaire. 

+ Son dönemdeki savaşların 30 yıl savaşlarına benzediğini düşünüyor musunuz? 

- Bunu son kısma saklayalım, dersi bitirdikten sonra güzel tartışma konusu çıkar buradan. Soruları saklayın. 

- Halk, hükümet, ordunun üzerine olasılık hesapları. Vahşet, rasyonel karar alma gücü vesaire ve gerçekten bu doneler ile baktığınızda böyle savaşları daha iyi analiz edebiliyoruz. Ve şunu da görüyoruz; güncel olaylara baktığımızda IŞİD Türkiye’ye cephe açar mı açmaz mı? Açarsa kendini bitirir. Çünkü o rasyonelliğin dışına çıkar veya vahşeti dengenin çok daha dışında kullanırsa, rasyonalite olasılıkların üzerinde durmazsa zararlı olur. Ayakların her biri 0.3, 0.3, 0.3 olmasa da 0.2, 0.5 falan olmalı. 

0.1 Olasılık 0.9 Vahşet, Şiddet olmaz; bunlar arası denge olmalı. Bu dengeyi bozarsa yok olur, bu dengeyi kurarsa bir devlet olabilir. Analiz bizi buna doğru çıkarıyor. Savaş teorisinin Uluslararası İlişkilerde geldiği konum bu şekilde. Yine Clausewitz’teyiz ama onun birinci kitabının ilk 28 maddesinin daha derin okumalarına dayanıyor ve bize analiz yapmak için önemli bir araç veriyor, Uluslararası İlişkilerci olarak alet edevat çantamızda önemli bir alet edevat oluşturmuş durumda. Olayları oradan daha iyi analiz edebilirsiniz. Size aslında kısaca savaş kuramının Uluslararası İlişkilerdeki ilerleyişini anlatmış oldum. 

- Şimdi! Az önceki soruda Otuz Yıl Savaşlarına mı benziyor dediniz? Neden yola çıkarak böyle bir şey söylediniz? 

+ Herkesin herkesle savaştığı, tarafların belirli olmadığı, çıkar temelli savaşlar olduğu için. Otuz Yıl Savaşlarında da hanedanların paralı askerlik sistemiyle yapmaya çalıştıkları gibi. 

- Aslında Otuz Yıl Savaşlarına benzetmek, kendi içinde bir umutta taşıyor. 
      Çünkü bu savaşın sonunda ‘savaşa son verecek savaş mı olacak’ düşüncesi var. 
      Çünkü Otuz Yıl savaşlarının böyle bir karakteri var değil mi? 

  Otuz Yıl savaşları sürüyor. 4 yıl ‘nasıl bir araya gelebiliriz’ diye konuşuyorlar. 

Acaba konuşmak için Protestanlar mı önce talepte bulunacak yoksa Katolikler mi? En son Osnabrück ve Münster diye iki tane ayrı yerde iki ayrı bina yapılıyor ve iki ayrı binada her temsilcinin girebileceği farklı kapılar inşa ediliyor. Herkes aynı anda içeriye giriyor ve bir Protestanlar adına bir Katolikler adına aynı anda konuşma yapılıyor. Otuz Yıl Savaşlarının en büyük özelliği dini başlayıp seküler devam etmesi. Bu savaşta yine Sünni-Şii ekseninde devam ediyor. Din merkezli. Katolikler ile Protestanlar arasında olduğu gibi. Aynı dinin iki temsilcisi arasında meydana geliyor. Burada da öyle. Müslümanların iki temsilcisi arasında meydana geliyor. 

Belirsizlik çok fazla. Kimlerin kimlerle müttefik olduğu ya da olmadığı belli değil. 

Bunu anlamaya çalıştıkça herkes batabiliyor. 

Veya şu an Türkiye ile ilgili çok büyük suçlamalar var. Aslında batılı devletler önce bütün muhalifleri desteklediler, sonra o muhaliflerin içerisinde aşırılar olduğunu düşündüler ve daha ılımlı muhalif arayışına girdiler. İşler bu safhaya geldiğinde yanlışı seçmek olası, belki de doğru yoktu. Aslında tam olarak böyle bir süreç var. Meşruiyet kazandırmak için söylemiyorum ama kimin doğru kimin yanlış olduğunu kimse bilmiyordu. 

Bundan iki sene önce İstanbul’da toplanıldığında herkes herkesi destekledi. Şu an Türkiye IŞİD’i destekliyor diye bir suçlama var ya, ya da Batılı kamuoyunu takip ederseniz batılı diplomatlar ‘Esad’a karşı olan herkesi destekleyelim’dediler. Sürekli bir değişim var aslında. Otuz Yıl Savaşlarında Kardinal Richelieu’yu, Gustavus Adolfus’ları çıkaran süreçler olduğu gibi bu değişimde de aynı süreçler var. Ama şöyle bir şey var acaba bu Otuz Yıl Savaşları mı, yoksa Yüzyıl Savaşları mı? Biliyorsunuz Katolikler ile Protestanlar arasında 1500’lerde önce Yüzyıl 
Savaşları yaşandı, sonra 1500’lerin sonunda Utrecht Barışı yapıldı, sonra 1600’lerin başında o barış tesis edilemediği için 1618 yılında tekrar sürekli 
savaş halinde bulunma şeklinde 30 Yıl Savaşları oldu. Bir açıdan bakarsak bence kaotik olarak Yüzyıl Savaşlarını yaşıyoruz, belki de. 

İnşallah öyle değildir, inşallah Otuz Yıl Savaşları gibidir. 

+ İnsanların savaş algısı Ulus-devletçilik ile beraber daha bireysele mi dönüyor? 

    Okumuş olduğum bir bilgiye göre önceden devletler milletlerle sınırlı değildi, devletler savaşta vardı ve milletler bu savaşı kendi savaşları olarak algılamazlardı, ulus anlayışı ile beraber savaş algısı daha çok bireysele döndü. Diğer bir sorum ise, savaşın etik değeri modern 
çağlara gelindikçe daha mı fazla düştü? Önceden sadece öldürülüp geçiliyordu ancak şimdilerde, Bosna Hersek’te özellikle, tecavüz savaş 
stratejisi haline getirildi. İşkencenin daha fazla arttığını düşünüyorum. 

Diğer bir soru, topyekun savaş algısından vaz mı geçildi? Şimdilerde sadece küçük yerlerde küçük vahşetler mi oluyor? Örneğin binlerce insan 
gazlarla öldürülüyor. 

-Bence güzel sorular. Bir ile üçü birleştirelim, önce ikiyi cevaplayalım. Ben ilk defa İngiltere’ye gittiğimde bunlarda ne kadar bedensel engelli, yaşlı insan var demiştim. Sonra fark ettim ki onlar hayata entegre ol-muşlar. Engelli, yaşlı dediğimiz insanların sokağa çıkabileceği bir ortam sağlamışlar. Bizde engelliler, yaşlılar evde kalıyor. Acaba savaşlarda vahşet ve tecavüz şimdilerde mi ortaya çıktı? Hayır, maalesef ki değil. Sadece şimdilerde farkındalık artmış durumda. Maalesef bu yeni bir şey değil. Tartışılmaya başlanmasıyla birlikte, ilk önce masumiyet kaybeder deniyor ya, iyi bir şey değil. Savaş bir kusur. Sosyal hayatımızda ortaya çıkan, olmaması gereken, kanserli hücre gibi bir şey. Kötü bir şey. 

Bununla ilgili bir araştırma yapılıyor, ister varoluşa inanın ister evrime fark etmez bu işlerle ilgilenen kişiler diyor ki insanlarda türünü devam ettirme iç güdüsü var ve bu iç güdü çok önemli. Doğada kendi türünün hayatta kalabilmesine hizmet ediyor. Hiçbir canlı da kendi türünü öldürmüyor. 
Olanlar var, onlarda kendi türünü kötü devam ettirecek olanların hayatına son veriyor. Doğum yaptıktan sonra, çiftleştikten sonra kendi türünü yemesi gibi. Orada bir frenleme mekanizması görüyor. Toplu olarak bir karınca sürüsünün ya da arıların diğer sürü ile savaşması diye bir durum duydunuz mu? Konrad Laurenz’in ‘Saldırganlık Üzerine’ adında, saldırganlık üzerine bir çalışması var. İnsanlar kendi türünü ayrıştırıyor, mesela benim gözümde Fenerbahçeliyi iyi insan olmaktan çıkarabiliyor. Ya da zenciyi bir beyazın gözünde insan olmaktan çıkarıp başka bir türe sokabiliyor. Ya da bir Türk bir Yunanlıyı başka bir türe sokuyor. Ya da Sünni-Şii. Çeşitli kimlikler üzerinden örnekler verilebilir. Mesela Sünni aspirini, Şii aspirini diye bir şey yok. Beyazlar ve Siyahlar için aynı şekilde. Ama bu durum ‘Bizi farklı bir tür gibi davranıp farklı türe karşı savaş haline sokuyor.’ diye eleştiriler var. Bir ve üçüncü soruya gelecek olursak, aslında üçüncü soru birinci soru ile bağlantılı. Savaş tarihine baktığımızda, dönemsel olarak değişiklikler görüyoruz ve bunların çeşitli yansımaları oluyor. Burada bir döngü var; limitli savaş- limitsiz savaş, sınırlı savaş-topyekûn savaş. Böyle giden bir döngü var. Şimdi içinde bulunduğumuz dönemde biz sınırlı savaş döngüsüne girmiş durumdayız. 

Bu durumun soruyu cevaplayacağını düşünüyorum. Birinci soru içinse şöyle diyebilirim: savaş tarihini dönemler halinde inceliyoruz, bunu incelerken mesela Westphalia 1688 yılında olsa biz Viyana’yı almıştık. 

Şundan dolayı; 2. Viyana’da yardıma Lehliler geldi. Polonya’dan yardıma geldiler. Çünkü bir devlet anlayışı vardı. Kral olacak, hanedan olacak ve o krala bağlı ordular olacak. Profesyonel ordu. Ondan önce Osmanlı’da vardı bu. Osmanlının o zamana kadar karşı tarafa kurduğu üstünlük buydu. Orduların böyle gelişim dönemleri var. 1648-1789 arası dönemde hanedanların olması, profesyonel ordular olmasıdır. 1789 sonrasına işe şunu koyuyoruz: Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Biliminin temel klişesi, 1789’dan sonra Ulus-devletler ortaya çıktı. Tam olarak aslında bir köşe taşı varsa odur. Bu dönemlerden sonra Napolyon savaşları oluyor. Napolyon savaşları esasen ilk dünya savaşıdır. 1. Dünya Savaşı aslında ilk dünya savaşı değildir. İlk dünya savaşı Napolyon savaşlarıdır ve bütün dünyayı etkilemiştir. Ve topyekûnlaşmıştır. Clausewitz zaten burada gördüklerini yazmıştır. Artık o döneme kadar savaş limitli savaşken o dönemden sonra sınırsız savaşa dönmüştür ve bir devlet bir orduya bağlı hale gelmiştir yani; hanedanlar kendilerini ayakta tutan bir unsur olarak orduları bulmuştur. Irak’ta ‘ABD Maliki’ye ordu yaptı ve eğitti, milyonlarca dolar harcadı.’ dedik. Aslında bu tesadüf î değildir. Amerika, Afganistan’da da ordu eğitmiştir çünkü devletin ayakta kalabilmesi için bir orduya ihtiyacı olduğu düşüncesi ta o zamandan itibaren ortaya çıkmıştır ve o zamandan itibaren savaşlar top yekûnlaşmıştır. 

+ Hocam benim anlamadığım bir şey var, 60’lar ve 70’lerde Clausewitz’in kitabı yeniden ele alındı dediniz, 90’larda eleştirilmeye başlanıyor, 70’lerde savaş adına önemli bir gelişme var: ABD’nin Vietnam yenilgisi, bu konuyu akademisyenler nasıl ele alıyor? 

- Şöyle, ABD’nin Vietnam yenilgisiyle ilgili çokça tartışmalar oluyor. Aslında 2000’lerde John Nagl’ın, Counterinsurgency ortaya çıktığında iyi olarak verdiği örnekler: Kitson, İngilizlerin Malaya deneyimi, Galula ve Fransızların Cezayir deneyimi. Kötü örnek olarak ise ABD ve Vietnam’ı veriyor. Kitapta eleştiriliyor, savaş kuramına bu da bir katkı yapıyor, güzel bir soru teşekkür ediyorum. 

+ 11 Eylül sonrası iç savaş diye bir kavram ortaya atıldı, biz bu kavramı Ortadoğu ya da Irak ile nasıl bağdaştırabiliriz? Bir tarafta çok güçlü bir örgüt var, diğer tarafta aşiretler var. 

-Şöyle, sosyal bilimler ile ilgili bir söz söyleriz; sosyal bilimleri ile ilgili söylenmemiş laf yok. Yazılmamış hiçbir şey de kalmamış vaziyette. 
Roman yazarken de derler ya her şey aslında Shakespeare’den araklanır, her şeyi Shakespeare yazmış, geri kalan hepsi ondan çalınmıştır. Asimetrik 
savaşta aslında böyle bir şey. Yani asimetrik savaş kavramı bir ara moda oldu. 

Unutmayın ki savaş tarihinde de yaşanmamış hiçbir şey yok. 

Yani savaşın kendisinde de asimetri var, bir taraf güçlü bir taraf güçsüz. Orada bir asimetri olacak ki, bir taraf diğer tarafa karşı üstün gelsin. 

Fatih Sultan Mehmet o topu kullandığında asimetri yarattı ya da ABD o nükleer bombayı attığı zaman müthiş bir asimetri yarattı, o asimetri savaşın doğasında da var. Asimetri yaratılmayan 1. Dünya Savaşında durum berabere sonuçlandı. Farklı açılardan da asimetri var yok değil, ama dönemsel olarak moda bakış açıları oluyor. Bu moda bakış açıları yerine uzun dönemli analiz çok daha doğru olacaktır. Şu an neo-Clausewitz bir dönemdeyiz savaş kuramı açısından. 

+ Hocam siz bizim üniversitede ders vermiştiniz, Clausewitz’e göre halk, ordu, hükümet ya; ben orduyla hükümeti birleştiriyorum çünkü ordu hükümetsiz hiçbir şey yapamaz. 

   Ama görüyoruz ki bazen halksızda devletler birbirleri ile savaşıyor mesela ABD’nin Irak’ı veya Afganistan’ı işgali. Halk istemiyordu, 9/11 sonrası birazcık üstüne gidildi. Ancak mesela Türkiye’de Suriye halkı ile savaşmak istemiyordu fakat; uçağın düşürülmesi, Türkiye’nin uyarı yapması, halkı ikna etmeye çalışması gibi ile bu algı değiştirilmeye çalışılıyor sanki. Halksızda devletlerin birbirleri ile savaşabileceğini düşünüyor musunuz? 

- Çok güzel bir soru. Önce başlangıç noktasında şöyle bir şey yapalım. Hükümet ile orduyu bir düşünme meselesini ele alalım. Mesela MGK Türkiye’de son 10 yılda çokça tartışılan bir konuydu. Aslında MGK’nın ilk örnekleri 1. Dünya Savaşındaki savaş kabineleridir. Onlarda aynı şekildedir. 

Benim şöyle bir eleştirim var, MGK’da askerler var, hükümet var; bence mecliste olmalı. Mesela halkın temsilcileri olarak muhalefet vesaire de olmalı,. Örneğin 1.Dünya Savaşında Çanakkale’ye gidecek olan donanma ile ilgili, Donanma Bakanı Churcill, Savaş Kabinesi’ne bir şeyler sundu diye anlatılır. Oradaki kabinede de savaşı yöneten kabinede; hükümetin temsilcileri, halkın temsilcileri ve ordunun temsilcileri bulunmaktaydı. O yüzden hükümet ile ordu bir dememek gerekir. 

Çünkü o üç faktörü ortaya koyan önemli bir husus bu. Doğru yönetim için gerekli. Sorunun diğer boyutuna gelince mesela 2003 yılında 1 Mart teskere si oldu. 1 Mart tezkeresinde TBMM 1 oy farkıyla Irak savaşına dâhil olmamıza ve topraklarımızın ABD tarafından kullanılması sürecine onay vermedi. Şunu babalarımızdan dedelerimizden duyarız şimdi bir savaş olsa hemen üniformayı giyer giderim derler değil mi? Ama Irak ile savaşsaydık acaba dedelerimiz bunu söyler miydi? Aslında dedelerimizin yaş kemale erdikten sonra söylediği, ben şimdide giyer giderim o ayrı mesele, ama onların söylediği şimdi giyer giderim demek halkın duygusu. Halkın sahiplenmesi, kendine ait savaşı olması. Ya da ABD başkanı Obama iki hafta önce West Point’te yeni dış politikaları ile ilgili stratejilerini açıkladı. Ey mezunlar, siz artık Irak ya da Afganistan’a gitmeyeceksiniz dedi. 300 kişi gönderiyor şimdi 2 gün içerisinde. Neyse, ‘gitmeyeceksiniz’, ‘artık giderseniz danışman olarak gideceksiniz’dedi. 
Ya da Tony Blair’i soruşturdular Irak savaşıyla alakalı, İngiliz halkı dedi bu bizim savaşımız mı?’ ‘Neden bu kadar İngiliz askeri ölüyor? Halkın savaşı olması lazım. O zaman haklı savaş durumuna da geliyor. Ancak çok tehlikeli bir şey var mesela IŞİD ile ilgili yabancı savaşçılar hikayesi. 
Onlar acaba döndüklerinde ne yapacaklar? Ya bize de saldırırlarsa konusu tartışılıyor. Bence burada batının müdahalesine meşruiyet kazandıracak 
bir maden arayışı var gibi. 

+ David Cameron geçenlerde “IŞİD’in İngiltere’de saldırı hazırlığında olduğu istihbaratını aldık.” dedi. 

+ Hocam ben az gelişmiş ülkelerin eline nükleer silahların geçmesi durumunda tehlikeli bir durum oluşacağını düşünüyorum. Nükleer silahların sınırlandırılması ile barış ve istikrar sağlanabilir mi? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? İkinci sorumda IŞİD’in bir çok Sünni grubun birleştiği bir örgüt olması, dolayısıyla ilerleyen günlerde bu Sünni grupların birbiri ile çatışacağı yönünde bir düşüncem var. Bu sebeple de IŞİD’e başarı şansı vermiyorum. Katılır mısınız? 

- IŞİD ile ilgili bilgiler çok taze. Bir analiz yaparsak; gazeteci analizi yaparız. Akademik analiz yapamayız. Ama akademik analiz yapmamız gerekirse de bu en başta kullandığımız skalayı kullanırsak, o enstrüman alet var elimizde o da şöyle; eğer IŞİD ayakta kalacaksa, rasyonel karar verme hususunu göz önünde tutabilirse o zaman ayakta kalabilir, bir yerlere gelebilir, yok eğer başaramazsa o zaman ayakta kalamayabilir. 
Ama şu ana kadar bunu yapabileceğini gösterdi. 

Nükleer ile ilgili tartışma Hindistan-Pakistan üzerinden yapıldı. Yani Hindistan ile Pakistan nükleer güce sahipler. Aralarında gerilim olduğu halde savaşmadılar çünkü nükleer güce sahipler. Afganistan-Pakistan ya da Türkiye-Yunanistan arasında savaş durumu oluyor. Türkiye ile Yunanistan nükleer güce sahip olsa o zaman aralarında savaş gibi bir durum hiçbir zaman yaşanmazdı çünkü savaşın bedeli çok büyük olurdu. 

Bu mantık var anladığım kadarıyla. 

+ İran bu konuda bir istisna oluşturmaz mı? 
Çünkü İran’dan her şey beklenebilir. 


- Şimdi şöyle, filmin başında silah gözükürse; sonunda kullanılmasını bekleyenlerdenim ben. Filmin bir yerinde silah gösterildiyse, filmin bir 
noktasında o silahın ateş aldığını mutlaka görürüm. Ve güvenlikleştirici yaklaşım, eğer nükleer silah olursa onu kullanabileceğini söylüyor. 

Güvenlik sizleştirici yaklaşım ise onun olmaması daha iyi olur diyor. Benim nerede durduğum çok önemli değil ama belki de biraz daha idealist açıdan bakabilirim. Yani olursa silah kullanılır derim. Bunun barış getireceğini düşünmüyorum uzun vadede. 

+ 1899’daki Lahey sözleşmelerinden dolayı, uluslararası savaş hukuku ile alakalı çok sözleşme yapıldı Cenevre’de. Ancak savaş başladıktan sonra hukuk bir köşeye atılıyor. Savaş teorisyenleri savaş hukukuna nasıl bakıyor? 

- Şöyle, savaş hukuku ile ilgili 1899’daki Lahey sözleşmeleri ‘Jus ad bellum’ ile ilgili, savaşa başvurma ile ilgili. Cenevre sözleşmeleri ise ‘Jus in bello’ yani savaş esnasındaki davranış kuralları hakkındadır ve en sonuncusu 1977 yılında imzalanmıştır. Yani aslında savaş hukuku ile ilgili düzenlemelerde 20. yüzyılın son çeyreğine kadar bir süreklilik var. Nasıl internet çıkıyor, daha sonra internet ile ilgili düzenlemeler oluyor, yeni kanunlar ortaya çıkıyor. Yeni teknoloji ortaya çıktığında o alanın düzenlenmesi gerekiyor. 1977’den itibaren çok büyük gelişmeler oldu, maalesef çok değişik gelişmeler oldu ve bunlarla ilgili bir hukuki platform yaratılamadı, aynı şekilde devam etti. Aynı şekilde kara mayınlarının 
yasaklanması ile ilgili uluslararası ilişkilerin sistematiğini değiştiren bir gelişme ortaya çıktı. 

Şöyle diyelim, 19.yy’da savaşlar çok vahşi olmuştu, bunun üzerine 1860’larda savaş hukuku ile ilgili düzenlemeler meydana geldi, at başı giderken 1970’lerden sonra savaş ilerlemeye başladı ama savaş hukuku ile alakalı ciddi bir alan ihtiyacı var, yani bir şeylerin yapılma ihtiyacı var. Belki de vahşetin biraz daha artmış görünmesi bununla ilgili düzenlemelerin yapılmıyor olmasından kaynaklı olabilir. 

+ Ben de, devletlerin doğasının insanların doğasından farklı olamayacağını düşünüyorum. Tırnak içinde biz modernleştikçe aslında bastırılmış savaş duygularımızın ortaya çıktığını ve gitgide ivme kazandığını düşünüyorum. 
Fakat uluslararası ilişkilerin mainstream akımlarına baktığımız zaman liberal akım ve eleştirel akımında bu konuda geliştirdiği cevaplar var. Mesela eleştirel bakış açısıyla yaklaşınca; askeri tarihin yeniden yazımı gibi bir durum ortaya çıkartıyor. Ya da liberal bakış ile baktığımız zaman karşılık bağımlılık dediğimiz olgunun savaşı engelleyebileceği düşüncesi söz konusu. 

-Mesela şöyle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da bir savaşın meydana gelmemesi aslında bizim olaya biraz daha liberal baktığımızı, bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak dünya tarihi boyunca Avrupa’da ‘Savaşsız geçen ilk 50 yıl bu değil.’deniyor. ‘Savaşsız geçen 100 yıl bile oldu.’ deniyor ama bu olmayacağı anlamına gelmiyor şeklinde yorum yapılabilir. Mesela Libya’ya müdahale esnasında ilk olarak Norveç, Danimarka gibi ülkeler; aynı zamanda koalisyona ilk girenlerdendi. Uluslararası İlişkiler ve Güvenlik kuramlarında Kuzey ülkelerinden baskın şekilde çıkan düşüncelerin tam aksi bir durumdu bu. Kuram oradan çıkıyor ama pratiğe dönüşünce iş biraz daha farklı olabiliyor. 

Her neyse, zamanımız doldu ve ben bu vesile ile tanıştığımıza memnun oldum. Bence bu çok önemli bir ayrıcalıktı bir hoca açısından şöyle; Türkiye’ nin dört bir tarafından gelen ve yazın sıcağında okuma hevesi içerisinde olan, ders alma hevesi içerisinde olan öğrencileri bulmak ve onlarla bir araya gelmek ciddi bir ayrıcalık. Bence çok önemli bir fırsatı kullanmış oldum. Teşekkürler dinlediğiniz veya okuduğunuz için. 



RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 

Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****

Ortadoğu'da Bölgesel Dönüşüm ve Türk Dış Politikası, BÖLÜM 2






Ortadoğu'da Bölgesel Dönüşüm ve  Türk Dış Politikası, BÖLÜM 2




Örneğin Amerika Mısır’ın İsrail açısından patlamasını istemezdi. 

Zaten patlayan Mısır’ı yönetemedikleri için geçtiğimiz yaz darbeye giden süreçte sessiz kalarak darbeyi örtülü bir şekilde desteklemişlerdir. 
Çünkü daha öngörülebilir bir Mısır vardır. Geçiş dönemi denildiği zaman; öngörülme oranları düşük dönemler olduğu için risk fazladır. 

Bölgede çok boyutlu bir değişim, dönüşüm süreci vardır. Ve bunun yakın kısa vadede patlaması var. Ama gelişmelere bakıldığı zaman bunun iki tane farklı fazlın evresinin olduğunu görüyoruz. İlk dönem özellikle Arap baharı tabirinin yerleşmesinin sebebi de budur. Gelişmelere daha pozitif yaklaşan okumanın hâkimiyetini görmekteyiz. Yani; 2010 yılının sonu 2011 başı 2012 yılına kadar genelde bu bölgesel dönüşüme içerden ve dışarıdan yüklenen anlam pozitiftir. Zaten bahar tabirinin kullanılması da uluslararası literatürde; daha iyiye doğru, bahara doğru gidişi ile ilişkilendirilerek ifade edilen bir tabirdir. Genel de bu sosyal bilimler, Ortadoğu çalışmaları ve literatür açısından bakıldığı zaman; sosyolojide, siyaset biliminde, uluslararası ilişkilerde Ortadoğu da Arap istisnai denilen bir kavram vardır. Bu kavram; bu coğrafyaya demokrasi uğramaz. 
Demokrasi, Ortadoğu ve İslam toplumları için bir numara boldur. Bir şekilde Ortadoğu ve Arap toplumları kendi genetik ve kültürel kodları açısından otoriter bir liderle yönetilmeyi hak ediyor veya bunu istedikleri için bunlar demokrasi gibi bir talep ile öne çıkmadılar ve çıkmazlar gibi hakim okuma vardı. Ona da Arap istisnailiği ya da Ortadoğu istisnailiği denilmektedir. İşte bu 2011 başından itibaren yaşanan gelişme literatürde ilk olarak bu hakim okumayı kırdı. Yani; halklarının bu kadar geniş kitlelerle sokağa dökülmesi, geniş kitlelerle ortaya çıkması Arap istisnailiği veya Ortadoğu istisnailiği tezini kıran önemli bir gelişmedir. Zaten bu Arap baharı tabirini kullanan da ondan esinlendi. Amerika kökenli Martin kullandı. O pozitif okumayı yansıtması bakımından önemliydi. Biz biliyoruz ki özellikle 2012 yılından sonra işlerin bir anlamda sarpa sardığını engellerin zorlukların öne çıktığını görmekteyiz. O açıdan da bazen popüler tartışmalarda Arap baharı güze, kış a dönüştü şeklinde tartışmanın arka planında yatan bu. İşte bu yeni dönemde ikinci faz a baktığımız zaman gördüğümüz şey; bir anda Suriye de bir şekilde devrimin yaşanmamış olması. O dalganın bir şekilde durdurulmuş olması. Devamında Libya’da değişim dönüşüm yaşandı ama ülke istikrara kavuşmadı. Sürekli darbe yapmaya çalışan biri var. Yemen’de sürekli bir çatışma var. Bir tek Tunus’u başarılı örnek olarak gösteriyorlar. Kendi 
başlarına anayasalarını yaptılar. Halen demokratik sistem işliyor. Ama Mısır’da da geçtiğimiz yaz yaşanan darbe sonucu demokrasiden geri savaş var. İşte bu gelişmelerin hepsine bakıldığı zaman Ortadoğu’da demokrasi karşıtı blok bir şekilde frenledi. Bu anlamda bazıları literatürde karşı devrimci, dalga geliyor şeklinde bir açıklama getiriyor. Bütün bunlara bakarak yeniden Ortadoğu’da demokrasi yerleşmeyebilir tezine geri dönenler de var. Asıl ikinci fazı 2012-2013 sonrası Ortadoğu’daki dönüşümün giderek bir güvenlik sorunsalı haline geldiğini görüyoruz. Ve gerçekten de Arap baharının yeni döneminde giderek bölgesel güvenlik ortamının bu gelişmeden, dönüşümden etkilendiğini görmekteyiz. Güvenlik dediğimiz zaman uluslararası ilişkiler de en temel kavramlardan bir tanesidir. Devletlerin amaçlarından birisi de ulusal güvenliği dolayısıyla da vatandaşın güvenliğini sağlamaktır. Zaten devlet dediğimiz aygıtın ortaya çıkma nedenlerine baktığımız zaman; bazı teoriler bireyler doğal halinde yaşarken güvenliklerini sağlamak için devlet denen bir aygıtı oluşturup ona yetki vermişlerdir demektedir. Bunu söylememin nedeni; güvenlik hayati ve temel bir ihtiyaçtır. Gerçek anlamda devlete benzer bir yapı uluslararası bir sistemde yok. Biz uluslararası sistemde güvenlik sorununu bazen uluslararası örgütler kurarak bazen ikili anlaşmalar yaparak çözüyoruz. Uluslararası ilişkilerde farklı teoriler bize devletlerin farklı araçlar kullandığını söylemektedir. 

Realistler; kendi bireyinin kuvvetine güvenmiyor. Kendi başının çaresine bakmasını söylüyor. 
Liberaller; tek başına hareket etmek zorunda değilsin, diğerleri ile iş birliği yapabilirsin demektedir. 

Dünya geneline baktığımız zaman bizim bölgesel düzen diye adlandırdığımız bir kavram vardır. İyi kötü bir düzen vardır. Bu devletin içindeki kadar kurallara dayalı bir düzen olmasa da insanların yaşadığı yerde bir düzen vardır. Evde, mahallede, aile fertleri arasındaki ilişkilerde bir düzen vardır. Bizim uluslararası ilişkilerde kullandığımız bölgesel düzen diye bir kavram vardır. Uluslararası düzenin daha küçük bir versiyonudur. Biz Ortadoğu dediğimiz coğrafyayı, verimli bir bölge olarak kabul edersek o Ortadoğu bölgesinin de oturmuş bir düzeni vardı. En son Arap baharı bölgesel dönüşümü giderek var olan mevcut düzeni zorladığını ve bu mevcut düzeni yıkmaya doğru ilerlediğini görmekteyiz. Arap baharı bölgesel dönüşüm süreci giderek Ortadoğu’da yerleşik olan düzeni sarsma gibi bir noktaya geldi argümanlarını sıkça duymaktayız. Ortadoğu 
da bölgesel düzen diye kastettiğimiz şey; düzenin riskle karşı karşıya kalması ve yıkılma riskinin ortaya çıkması. Bu; en başta Türkiye gibi ülkeler için güvenlik riski anlamına gelmektedir. 
  O sistem ve düzende yer alanlar için giderek güvenlik risklerinin ve sorunlarının artarak devam ettiği anlamına geliyor. 
Ortadoğu’nun bölgesel düzeni nedir yani Ortadoğu’da oyunun kurallar nedir? Kim güçlü kim zayıf kim fazla pay alıyor kiminle dost olabilirsin kiminle dost olmasın? 

Soruları önemlidir. 

   Ortadoğu düzeninde bölgesel düzen dediğimiz zaman 2009/2010 yılında olsaydık oyunun kuralları neydi? Ortadoğu’da kurallar öncelikle sınırlardır. 
Kimin sınırı nerde başlar, kimin sınırı nerde biter? Oyunun kurallarında en önemli şey sınırlardır. Bugün bizim karşımızda olan haritaya baktığımız zaman gördüğümüz yapay sınırlar ortaya çıkmıştır. 

İşte biz bu düzene; Sykes-Picot düzeni diyoruz. 




Sykes-Picot Haritası

Yani; mahallenin sınırlarını çizen dış aktörler o günün koşullarında kendi emperyal, sömürgeci hedeflerini, kaynak paylaşımını, doğal kaynakları dikkate alarak bu sınırları çiziyorlar. 

Sonrasında bir dönem bu sömürgecilik devam etmektedir. Ama 2. Dünya savaşından sonra sömürgeciliğin tasfiyesi vardır. Ortadoğu’da da bu ülkeler bağımsızlıklarını kazanıyorlar. Ama sosyal realite açısından bakıldığı zaman bu ülkeler sorundan kurtulamıyor ve günümüze kadar devam etmekte. Ama cetvelle çizilmiş sınırlar bugüne kadar geçerliliğini sürdürüyor. Bu düzenin oyun kurucuları denildiği zaman dış aktörler karşımıza çıkmaktadır. Dış aktörler; sistemi kurmuş ve uzun süre sür-dürmüşlerdir. Bunlar İngiltere ve Fransa’dır. Ama 2. Dünya savaşından sonra uluslararası ilişkilerdeki yeni realite olan Amerika gerçekliği vardır. Amerika’ya karşı Sovyetler Birliği vardır. Amerika- Sovyetler Birliği işbirliği işin içine girince İngiltere ve Fransa ikinci planda kalmış oluyorlar. İngiltere kendi sömürge sorumluluklarını Amerika’ya devrediyor 
ve soğuk savaş dönemince baktığımız zaman Sovyetler Birliği kısmen çalışsa da asıl belirleyici olan güç Amerika’dır. Soğuk savaş dönemi sonrası bu büyük ölçüde devam etmektir. Orda özellikle 1979 yılında yaşanan İran’daki devrim sonrası 1980’li yıllara girdiğimi zaman artık Amerika Ortadoğu’ya kaçınılmaz olarak girmeye başlamıştır. Ortadoğu’ya girmeden önce bölgeyi uzaktan kontrol ediyor. Ama İran-İslam Devrimi daha sonra Körfez Savaşı sonrasında Amerika Ortadoğu’ya giriyor. Devamında yaşanan İsrail meselesi. 1970’lerin sonlarındaki 
Camp David anlaşması akla geliyor. Bu da önemli bir belgedir. Hatta Ortadoğu da Sykes-Picot ve beraberinde Camp David düzeninin varlığını iddia etsek yanlış olmaz. 

2009 -2010 yılına kadar baktığımız zaman Ortadoğu da böyle bir sistem vardır. Yani; bölgede yaşanan çatışmalar sonucu Amerika olayları bastırmaktadır. Bölgede dışarıdan polislik görevini üstleniyor. Bunu yaparken İsrail’i özellikle koruyup kolluyor. Bölgedeki petrol ve doğal gazın dünyaya pazarlanması için Amerika müdahil oluyor. Amerika’nın iktidar olan rejimleri destekleyen bir sistemi var. 2010/2011 yılı sonrası gelişmelere baktığımız zaman giderek bu düzenin temel unsurlarının sorgulandığını ve bu düzenin çatırdadığını görüyoruz. İşte bu açıdan da Ortadoğu’da özellikle Arap baharının yaşattığı süreç rejimlerin değişmesidir. Amerika daha önce Mısır’daki yönetimle çalışıyordu. Yerine 
Müslüman Kardeşler geldi. Amerika ve İsrail için kolay bir iş değildir. Düzenin parametreleri yeniden tanımlanıyor. Şimdi ona karşı bir karşı hamle yapıldı. Ne olacağı halen belli değil. Mısır, Libya halen kaynıyor. Suriye ve Irak’da kaynıyor. Bugünkü geldiğimiz noktada baktığımız 
zaman bölge kaynıyor. 

Bölgesele değişim dönüşümün temel parametreleri nelerdir? Birinci meydan okuma bölgedeki Sykes-Picot düzeni diye adlandırdığımız o düzenin unsuru olan sınırların sorgulandığını görmekteyiz. Bölgede sınırlar giderek sorgulanmaktadır. Hatta bazılarına göre modası geçtiği için yeni sınırlar gündeme gelebilir yâ da mevcut devletlerin parçalanma riski giderek daha fazla öne çıkıyor. Uluslararası alanda farklı normlar karşımıza çıkmaktadır. Uluslararası hukukun temel
ilkelerinden birisi devletlerin toprak bütünlüğü ilkesidir. Bu ilkenin karşısında ki ilke ise; self-determinasyon ilkesidir. Yani halkların kendi geleceklerini tayin etme hakkı. Giderek bunun sınırların değişmezliği ilkesi önüne geçeceği 
algısı bir okuma yerleşmeye başlıyor. Bu bölgede herkesi etkileyen bir durumdur. Herkes bu durumdan farklı düzeylerde etkilenebilmektedir. 

Her örnekte sınırların değişmesi anlamına gelmeyebilir ama halkların kendi kaderini tayin etme hakkı bazen mevcut sınırlar içerisindeki idari yapıların yeniden tanımlanması şeklinde de olabilmektedir. Yani; federal bir forma geçebilir ya da bölgelere daha fazla yetki verilmesi şeklinde olabilir. Kendi kaderini tayin etme hakkı demek; illaki kendi devleti olacak anlamına gelmemektedir. Bölgesel özerklik de bunun yollarından bir tanesi olabilir. Bakıldığı zaman Suriye’nin parçalanması konusu. Son birkaç ay içerisinde Irak örneği de var. Kuzey Afrika ya baktığımız zaman Libya’nın parçalanması senaryolarını görmekteyiz. Bu gayet reel bir durumu ifade ediyor. Çünkü farklı bölgeler kendi başlarına hareket etme talebi ile öne çıkıyorlar. Ya da ülkelerin içerisindeki alternatif senaryolar bu senaryolara Türkiye de dâhildir. Bunlar ne olabilir? Farklı unsurlar farklı düzeyde özerklik talebi ile karşımıza çıkıyor. Yeni realite budur. Irak da federal bir yapı vardır. Şiiler Sünniler Kürtler bir arada 
olsunlar diye bir federal yapı kurdurlar. 

Bu yapılar gevşek yapılardı. 


Ama bu gevşek yapı bile şu anki geldiğimiz noktada Irak’ı bir arada tutamayacak diye bir yorum söz konusudur. Acaba bir konfederal bir Irak yaparak biraz daha mı genişletsek ya da tamamen mi koparsak hep açık uçlu sorular olarak karşımıza çıkmaktadırlar. İlk ana trend budur. 

Sınırlar sorgulanmaktadır. İkincisi; ulusal otoriteler giderek zayıflayıp, aşınıyor. Egemenlik dediğimiz kavram bu süreçte anlamını yitirmektedir. 

Bir devlet egemendir denince; o devletin sınırları içerisinde nihai otorite olmasıdır. Yani; kuvvet kullanma tekeli ve sınırları içerisinde son sözü 
söyleyebilme yetkisine ve kuvvetine, iktidarına sahip olmasını anlıyoruz. Genelde egemen dediğimiz mekanizma ülkenin başkentinde oturur ülkenin geri kalanını yönetir. Ortadoğu’da gördüğümüz ise; başkentte oturan ülkenin tamamını kontrol edemiyor. Şam’ daki yönetim Suriye’nin tamamını yönetemiyor. Keza Libya, Mısır, Sina Yarımadasında görüyoruz ki; başkentin otoritesinin ve fiili anlamda kontrolünün aşındığını görmekteyiz. Bu önemli bir süreçtir. Bu durumlara paralel üçüncü olarak gördüğümüz şey; ulus altı ya da devlet altı aktörlerin ve kimliklerin öne çıkmasıdır. Genelde Ulus-devlet dediğimiz zaman; o devletin vatandaşlarının tamamını kapsayan bir kimlik olduğunu varsayıyoruz. 

Örneğin; bir Iraklı kimliği, bir İranlı kimliği, Suriyeli, Libyalı kimliği. 

Ama bu süreç de görüyoruz ki artık bir Irak’lı bir Suriye’li kimliğinden ziyade Kürt, Şii, Sünni ya da bir aşirete aitseniz o kimlikler öne çıkıyor. 
Ve artık sizin devletiniz koruyup temsil etmiyor artık devlet altı gruplar koruyor yâ da temsil ediyor. Bu Ortadoğu’da girdiğimiz yeni dönemin en fazla öne çıkan unsurlarından bir tanesidir. Uluslararası ilişkilerde küreselleşmeden bahsediyoruz. Küreselleşmeden kastımız; devletlerin otoritesinin giderek aşınması sonucu yeni aktörlerin ortaya çıkmasıdır. Küreselleşmenin Ortadoğu’da dibine vurmuş olduğunu görüyoruz. Devletler giderek; anlamını kaybetmektedir. Suriye devleti dediğimi zaman sınırlarını kontrol edebiliyor mu? Sınır kapılarının her biri kontrolsuz durumda. Libya’ya gittiğiniz zaman aynı şeylerle karşılaşıyor sunuz. Libya’nın güneyine indiğiniz zaman farklı komşulara ve sınırlarına baktığınız zaman sıkıntıyı görmektesiniz. Orda Libya devletinin kontrolü yok. 

Oradaki yerel devletin hareketlerini kontrol eden bir devlet yoktur. 

Yâ da Libya içerisinde farklı bölgeler aynı şekildedir. Bugün Irak’ta gelinen nokta budur. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman Ortadoğu’da ciddi bir güvenlik açığı vardır. Güvenlik riski ve tehdidi bulunmaktadır. Ve genelde uluslararası ilişkilerde güvenlik sorunu olduğu zaman sorunu çözecek bir mekanizma üretiriz. Yani; Bir Devlette Güvenlik tehdidi varsa Realistlere göre; Maliyeti neyse öder ve çözer. Asker Gönderilir, Ölürsün, Öldürülürsün, Para harcarsın, Silah kullanırsın çözersin. Ama Liberaller; İşbirliği yapılıp, Çatışma çözümü teknikleri uygulayabilir diyor. Çatışma çözümleri; uluslararası örgütler de olabilir. Ortadoğu’da yeni girdiğimiz evrede sorunu daha da derinleştiren olgulardan birisi Ortadoğu da bu türden meydana gelen krizleri çözecek ve bunları yönetecek bunlarla ilgili politika üretecek yerel mekanizmaların olmamasıdır. 

Şimdiye kadar Türkiye’de mezhepler bu kadar önemli değildi yavaş yavaş insanlara bunu empoze ederek Türkiye’de de bir rejim değişikliği mi var? Hepimiz Ortadoğu’da aynı kazanda kaynıyoruz. Bunu hiç kimsenin tek başına kontrol edip yönlendirmesi kolay değildir. Herkes elinden geldiğince bunun etkilerini kontrol etmeye çalışıyor. Kontrol eden tek parça yola devam ederken edemeyen farklı formüller ile yola devam etmektedir. 

Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin geldiği anlam; riskler yüksek. Bunları çözmek için devletler ne yapar? Kendileri gider herkesin kafasını vurur yâ da birlikte hareket eder. Ortadoğu’da tek başta bu sorunu çözecek bir ülke yoktur. Birlikte çözmek için Ortadoğu’daki aktörleri bir araya getiren bir mekanizma da yok. Ortadoğu’da bu tür sorunlar ortaya çıktığı zaman geleneksel olarak ABD vardır. Eski düzende mesela Saddam etrafta yayılmaya çalışırken Amerika engelledi. Şu anki konjüktürde Ortadoğu’daki güvenlik riskleri kaosunu yönetmek için ABD’nin pek istekli olmadığını görüyoruz. ABD dış politikası açısından bakıldığı zaman yaşanan bir tartışma var. Transatlantik diye bir kavram var. Büyük gemiler yavaş yavaş manevra yapıyorlar. Amerika ve Asya’ya kayıyor. Stratejisini Çin ve Asya’ya doğru kaydırıyor. Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya eskisi kadar önem vermek istemediğini açıklıyor. 

Buradaki üslerini kaynaklarını Asya’ya ve Çin’e doğru kaydırmak istiyor. Buna paralel olarak takip ettiği ikinci strateji ise; bölgesel güç olarak adlandırılan; o 
bölgedeki ya da o bölgelerdeki yerel aktörlerle işbirliği yapmak. Yani biz arka planda duralım o bölgelerdeki yerel aktörler bölgesel güçlerle işbirliği yapsın. Bu duruma teknik tabirle; off-shore deniyor. Ya da arkada durarak sorunları yönetmek deniyor. Bunun için; yerel aktörleri destekleyerek sorunları kendilerinin çözmesini istiyorlar. Amerika kısaca bu çizgide. Ortadoğu’daki karmaşayı gidermek için elini taşın altına sokmak istemiyor. Aynı şekilde durumun benzerini Gürcistan’da gördük. Şimdi ise; Ukrayna’da görüyoruz. Genelde söylenen tabir eski dünya Amerika’yı bırakmıyor. Çin yükselen güç olduğu için Amerika oraya yöneliyor. Suriye’ ye girmek istemiyordu ama şimdi başına bir de Irak çıktı. Bizi ilgilendiren kısma gelince de; bölgede ciddi anlamda bir sıkıntı mevcut durumda. Bölgesel dönüşümün yarattığı bir güvenlik boşluğu bulunmaktadır. Bunu yönetecek bölgede bir aktör yok. Bölgede bölgesel aktörler arasında ciddi anlamda bir çıkar çatışması var. Özellikle Suudi Arabistan ve İran’ın birbirlerine karşı yaptıkları önemli. Bu süreçte görüyoruz ki devlet altı kimlikler giderek öne çıkıyor. Devlet altı kimlikler; etnik kimlik olabilir, Kürt ya da Arap olabilir, Türkmen olabilir ya da Şii Sünni ya da Ortadoğu’daki azınlıklar olabilir. Bunlar daha fazla öne çıkmaktadır. Bu durum bize Ortadoğu’daki düzenin ve sınırların yapaylığını hatırlatıyor. Irak devleti kurulurken birden farklı grup yâ da o günün şartlarıyla getirilerek tek bir devletin altına konmuştur. Ama bu 
devletin tek bir sosyal realitesi var mıdır diye sorulmamıştır. Aynı şekilde Suriye ve Libya’yı da görmekteyiz. Bugün geldiğimiz noktada o bölgesel düzenin aşındığını söyleyerek kastettiğimiz şey budur. 
Bölgesel dönüşümün kurulmuşluğundaki yapaylık o haritacılık, mühendisçilik sosyal realite ile örtüşmemektedir. Farklı talepler vardır. Bu talepleri yöneten mevcut sınırlar ile yola devam edilmektedir. Her ülke için geçerlidir. Bu dönüşümün yarattığı ciddi riskler de vardır. 

Son mesele yine bu demokrasi meselesidir. En başta çıkış noktasına gelerek bölgedeki Arap başlangıcının başı demiştik. Bölgesel dönüşümün ilk başlangıcı daha pozitif bir dönemdi. İkinci fazla beraber bu güvenlik risklerinin olduğu negatif bir döneme girmiştir. Ama her halükarda süreci başlatan siyasi, ekonomik, sosyal sebepler halen ortadadır. Yani Arap baharının başında Tunuslular ve Mısırlılar neden sokağa gittiyse ve hatta Suriyeliler neden sokağa gittiyse halen bu sorunlar mevcuttur. Hatta bir adım geri gittik. Suriye’deki yaşananlara bakıldığı zaman; Libya’da geldiğimiz noktaya baktığımız zaman her ne kadar güvenlik boşluğu olarak baksak da ekonomik, siyasi, sosyal ihtiyaçlar bölgede halen mevcuttur. Bölgede bu dönüşümün yaşanması için gerekli konular nelerdir? Bu başlı başına bir konudur. Ama bizi karamsarlığa iten önemli 
sebepler vardır. Bunlar hep iç içe geçmiş durumlardır. Yani ekonomik sorunları çözmek için öncelikle siyasi sorunlar çözülmelidir. Yani ekonomik istikrar olmadan siyasi çözüm; siyasi istikrar olmadan ekonomik çözüm zor görünmekte dir. Mısır örneğinden gidersek; Mısırda bugünkü koşullarda hangi iktidar, hangi parti, hangi form demokrasi ya da diktatörlük kim başa gelirse gelsin Mısır’ın ekonomik sorunlarını kısa vadede çözmesi imkansızdır. 

Ekonomik sorunlar devam ettikçe; ülkede ucuz ekmeğin peşinde koşan vatandaşı varken; ekmek fiyatını bir kuruş arttırdığın zaman vatandaş 
sokağa dökülüyorsa yani oradaki yönetimin sorunları devam edecektir. İktisadi sorun oradadır ve siyasi krizden dolayı giderek derinleşmiştir. 


Turizm azaldı, yatırımcılar kaçtı. Bütün bunlar bir araya geldiğinde bir çıkış yoktur. Siyasi anlamda bir çıkış için ekonomik çıkış gerekli; ekonomik 
çıkış için, yatırım için, turist gelmesi için, kredi alması için siyasi istikrar gereklidir. Bir darbe oldu. Belki iki sene sonra bir halk ayaklanması daha olacaktır. Bu ortamda siz uluslararası toplumdan sermayenizi Mısır’a yatırmazsınız. Siyasi istikrarsızlık ekonomik alanda kalkınmayı da, krediyi de geriye itiyor. Maalesef bu durumlar benim kanaatimce bölgede karamsarlığı arttırmaktadır. Ekonomik sosyal siyasi sorunlar  iç içe geçmiş durumdadır. Düzlüğe gelebileceğimiz bir alan yok. Güvenlik ve istikrarsızlık ve risk sorunu da eklenince bölgede maalesef istikrarsızlık ve karamsarlık yüksek. Bunun çıkışının nasıl olacağını söylemek zordur. 

Tunus tek başına Arap baharının yükünü taşımaktadır. 

İstisnai bir örnektir. 

Diğer örneklerdeki benzer bölünmüşlükleri yok etnik unsurlar vs yok. Vatandaş profili diğerlerine kıyasla daha bütündür. Tunus’un başarılı olması beraberinde diğer örneklerin de başarılı olmasını getirmeyebilir. 

Türkiye’nin bu süreçteki politikası ise; bu dönüşüm sürecini sahiplenip destekle yici bir politika izledi. Şöyle ki; Arap baharı patlamadan öncede 2003 yılı ve daha öncesinde de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yazdıklarına bakacak
olursanız da ya da o zaman ki Dışişleri bakanı Abdullah Gül’ün yaptığı konuşmalara bakılacak olunursa; genel anlamda ve İslam dünyasında bu yakın coğrafyada bir değişim dönüşüm ihtiyacı olduğunu ve bu değişim dönüşüm ihtiyacının ötelenmemesi gerektiğini ve ötelenirse çok daha riskli çok daha sıkıntılı olacağını söylediğini biliyoruz. Yani Türkiye’nin kendi içerisinde değişim dönüşüm vizyonu vardır. İslam dünyasında da böyle bir revizyona ihtiyacı olduğundan bahsetmekteydi. Bunun tedrici bir şekilde olmasını istemekteydi. Aniden devrim yoluyla değil sürece yayılarak daha kontrollü bir şekilde 
reformlarla olması gerektiğini savunuyordu. Bu süreçte dış müdahale olmama sını yani ülkelerin kendi dinamiklikleriyle hareket etmesini savunuyor du. Bir diğer düşüncesi; bunun sivil, etnik, mezhep soruna dönüşmemesini savunuyordu. Bu süreçler başlayınca Tunus da hızlı gelişti. 

Bu noktada Türkiye’nin öne çıktığını söyleyemeyiz. Ama özellikle Mısır’da öne çıkmıştır. Mübarek karşıtı gösteriler Tahrir meydanında devam ederken Başbakan Erdoğan o zaman yaptığı konuşmasında Mübarek’e “görevi terk et” demişti. Bu durum İslam dünyasın’da da ciddi anlamda ses getirmiştir. Mübarek’in gitmesi de bu anlamda Türkiye açısından Arap baharının yarattığı pozitif güven inşası gibi bir fonksiyon gördü. O açıdan Suriye’deki, Libya’daki gelişmelere bakıldığı zaman Türkiye başta bir tereddüt yaşadı, doğrudan öne çıkmadı ama daha sonra muhalefetin desteğine yönelmiştir. Bu iki örnekte gördüğümüz; daha önceden Libya’da, Suriye’de Türkiye’nin belli öncelikleri ve kurduğu ilişkiler vardı. Bu ilişkileri ilk önce koparmak istemese de daha sonra kopararak muhalefet safında ve ona desteği ile hareket etti. Türkiye’nin 
buradaki politikası genelde; Arap dünyasında Ortadoğu dünyasında, İslam dünyasında siyasi bir dönüşüm ihtiyacı var. Ekonomik ve sosyal dönüşüm de aynı şekilde. Bu yaşananlar bizim uzun yıllardır ötelediğimiz dönüşüm için, geri klamışlık sorununun çözümü için acaba bir fırsat olur mu? Onun için bir fırsat görüp bunu destekleme yoluna gitti. 


Bunu sadece Mısır’da Mübarek’e git diyerek değil, TİKA(Türk İş Birliği Kalkınma Ajansı) aracılığıyla da yardım etmektedir. Türkiye dünyaya kalkınma yardımı yapmaktadır. TİKA yılda iki üç milyar dolar yardım yapmaktadır. Su kuyusu açılıyor, hastane v.b yapılıyor. Sadece bunlarla yetinmeyip ayrıca; orada ki bürokratları ülkemize çağırıp eğitim veriyoruz. Türkiye bu sürecin sancılarını azaltacak şekilde bu dönüşüme pozitif katkıda bulunmak için o ülkelere dönük böyle programlar geliştirdi. Ama sorun Türkiye’nin çapını aşan bir sorundur. Türkiye pozitif evrilebilmesi için elinden geleni yapıyor. Ama yapması tek başına zordur. Bu ikinci dönemde ,güvenlik sorunları ön plana çıktığı dönemde, bilindiği üzere Irak ve Suriye’deki dönüşüme yardım etmek değil doğrudan Türkiye nin kendi güvenliğine olacak riskleri bertaraf etme gibi bir sorumluluk da Türkiye’nin önüne çıktı. Son dönem Irak’ta yaşananlar bu durumu net bir şekilde gözler önüne sermiştir. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik belirli bir vizyonu vardır. 80’li yıllardan başlayıp başlayıp 2000’li yıllarda daha da hızlanan süreçte ekonomik olarak, siyasi olarak ilişkileri de artırmaya çalışmaktadır. Bölgede kriz yaşandıkça Türkiye’nin Ortadoğu’ya doğru açılması stratejisi de bundan etkilenmektedir. Türkiye halen kendi açısından bu dönüşümü pozitif olarak desteklemektedir. Elindeki imkânlar ile mesela Mısır’a beş altı milyon usd yardım yapılmıştır. Türkiye açısından önde olan mesele Irak ve Suriye meselesidir. Bu da güvenlik riskini öne koyduğu içindir. 

Türkiye muhalefete askeri ve siyasi alanda da yardım ediyor. Son yıllarda da Türkmenlere yardım etmektedir. Medyada ki olay budur. Suriye’de sahada onlarca farklı grup var. Dışarıdan bir yardım yapıldığı zaman genelde gündeme gelen IŞİD ve diğer cephelere yardım yapmış gibi yanlış lanse etmek gibi bir durum söz konusu. Suriye’deki diğer meselede; yabancı savaşçılar meselesidir. Örneğin; Fransa’dan çıkıyorsunuz Türkiye’ye tatil için gelip oradan Suriye’ye geçiyorsunuz. 

Orada Savaşıyorsunuz. 

Geri gidiyorsunuz oraya tehdit oluyorsunuz ya da kalıp savaşmaya devam ediyorsunuz. Asıl kafa karışıklığı yabancı savaşçılar konusunda. 

Bu mesele uluslararası alanda da çok sık gündeme gelen bir meseledir. Bu yabancı savaşçılar meselesi kompleks bir meseledir. 

Sorun bu kişi Suriye’den Türkiye’ye geçerken başlamıyor. Fransa’dan yola çıkıyor ve Suriye’ye gitmeyi kafasına koyuyor. 

Fransa’da sınırdan sorunsuz geçip; Türkiye’ye sorunsuz giriyor ve Suriye sınırından geçip aşağıya iniyor. Bu bir zincirdir. Bunun ile mücadele etmenin yolu zincirin her halkasında iş birliği olmasıdır. Bununla ilgili olarak Avrupalılar da uyanamadı, İngiltere’den gidenler var. İlk etap da batılı istihbarat örgütleri kişinin radikal olduğunu biliyor. Suriye’ye o amaçla gittiğini biliyor. Türkiye’ye girerken Türk istihbaratına bunu söylemiyor. Oraya giriyor; geri geliyor ondan sonra Türkiye üzerinden geçtiği için sanki Türkiye’nin üretmiş olduğu sorun gibi gözüküyor. Asıl en büyük sıkıntı 2012’de sonra ilk başta çok fazlaydı Avrupa’dan gelenler. Bu konuda Avrupalı ve Türk istihbarat Avrupa Birliği içerisinde işbirliği ne başladılar. 
Adam ülkeden çıktı. Onu sınırda durdur diyor. Ya da Fransızlar artık ceza getirdi. Mesela; Fransa’dan çıktın Suriye’ye gittin oradan geri geldin bir ceza var. Bir de sahada olanlar var. Sahada çok farklı gruplar var. Ve bu grupların arasında geçirgenlik ler var. Mesela Fransa’dan 

   Suriye’ye savaşmaya gidiyorsun. Önce A grubuna gidiyorsun sonra Z grubuna gidiyorsun. Bunlar neden oluyor? 

Bazen senin komutanın para aldı saf değiştirdi. Bazen sen gittin buradaki adamları yeterince Müslüman görmedin diğer gruba geçtin. Sen gittin adamlar kafa kesiyor dedin diğer gruba gittin. Çeşitli bir çok örnek vardır. Sahada çok geçirgenlik var Kim hangi grupta bilinmiyor. Asıl sorunlardan birisi sahada çalışan grupların parası, silahı bitiyor. Önceden başka grup da çalışırken şimdi başka grup da çalışıyor. O açıdan Türkiye den geçiş yapmış biri IŞİD e katılmış olabilir mi? Muhtemel. Türkiye den geçmiş olan bir silah IŞİD’e gitmiş olabilir. 

Örneğin; Amerikan ordusunun kullandığı bir bıçakla adam kestiler. Sahadaki durum maalesef geçirgen. Oradan yola çıkarak olaya bakacak olursak; geçen Taraf Gazetesi’nin yaptığı bir habere göre; 3000 kişi Türkiye den IŞİD’egitti diye. Bu şekilde Türkiye’den giden her şeyi IŞİD e gidiyor gibi gösterildiği zaman ciddi anlamda kafa karıştırmaktadır. 

Dikkatli olunması gereken bir konudur. Sürekli işlenmesinin nedeni ise; Suriye’deki Kürtler Esad’ın yaptığı şekilde uluslararası alanda IŞİD fundamen tel Kürtleri bastırıyor şeklindeki argümanın enstrümantal değerini keşfettikleri için Türkiye’ye olan siyasi sorunlarında da sürekli kullanıyorlar. Yani IŞİD in Türkiye tarafından desteklendiği tezini onlarda uluslararası alandan da desteklemek tedirler. 

Bu anlamda da Dikkatli olunmasında fayda vardır. 



RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 

Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****